EDEB – TERBİYE - kainatingunesi.com

EDEB – TERBİYE

Her konuda haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Peygamber efendimizin buyurduğu ve dav­randığı gibi hareket etmek, hatâya düşmekten sakınılacak şey, terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.(E. Ans. c.1, s. 34)

Abdullah bin Mübârek âlimler, edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Ebü’l-Berekât Emevî Hakkârî; “Edep, kulun, Allahü teâlâya karşı va­zîfelerini, vakitlerini nasıl değerlendireceğini, kendini O’ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

İmâm-ı Rabbânî ise; “Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah’a kavu­şamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir. Na­mazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür.” buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 34)

Şems-i Tebrîzî ise; “Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan de­ğildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Sultan Ahmed Han, bir gün hazretlerine bir hediye göndermiş, o da bunu kabûl etmeyerek iâde et- mişti. Pâdişâh bu sefer aynı hediyeyi Şeyh Abdülmecîd Sivâsî’ye gön­derdi. Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdişâh kendisine; “Bu hedi­yeyi Hüdâyî’ye gönderdiğim halde kabûl buyurmadılar.” dedi. Abdülme- cîd Sivâsî de; “Pâdişâhım, Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenez­zül etmez.” cevâbını verdi.

Pâdişâh birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; “Geri gönderdiğiniz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti.” dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri de; “Sultanım! Şeyh Abdülmecîd bir deryâdır. Ona bir katre necâset düşmekle pislenmiş olmaz.” diyerek zârifâne bir cevap verdi.

Mâverâünnehir böldesinde yetişen velîlerin büyüklerinden Aziz Ne- sefî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: “Haz­ret-i Hâce’nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok nasîhat etti ve edebden bahsetti. Bana emret­tiklerinden biri; hazret-i Hâce’nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağı­mızı uzatmayız nasîhati idi. Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût’tan Kasr-ı Ârifân’a Hâce hazretlerini ziyârete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde din- lenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tek­mele- di. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşün­meğe başladım. Nihâyet Şeyh Şâdî’nin nasîhatını hatırladım ve ayakla­rımı, ho- camızın o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân’a doğru uzatarak yattı­ğımı anla- dım.”

Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimse ziyâfete çağrılır. O da ev sâhibine haber vermeden, yanında misâfir getirirse, bir tokat hak et­miş- tir. Eve geldiğinde, ev sâhibi, şuraya buyurunuz dediği zaman, hayır ben şuraya oturacağım diyen kimse ise, iki tokat hak etmiştir. Yemek yerken de ev sâhibine; “Sen de bizimle berâber yemiyor musun, sen de yese- ne.” diyen, üç tokadı hak etmiş olur. Çünkü hepsinde söz ve hare­keti boş ve fuzûlîdir.

İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) konuşma âdâbını şöyle anlatır: Lüzûmsuz ha­reketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları veya elbisesi ile oynamamalıdır. Parmağını burnuna veya ağzına sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli, tükrüğünü, bal­gamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde atmamalı ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla, yeniyle silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde otu­rabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği za­man münâsib yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.

İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırt üstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste, kalabalıkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye, bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yâhut kalkıp gitmelidir.

Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve o- na acımamalıdır. Yâni acınacak hâle düşmemelidir. Bu âdetlerden biri o- na ağır gelirse, bunları yapmadığı zaman doğacak zarar ve ayıplama­nın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin olduğunu aklından çıkarmamalı­dır.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında otur­duğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali’nin sabah na­mazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hür­meten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rü­kûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah’ın sırtına lutf ile dokunup dur­durduğunu ve hazret-i Ali’nin yetiştiğini anlatıp; “Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir.” bu­yurdu. Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha bü­yüklerin üst tarafına oturmadı.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kim- se helâk olur. Ondan istifâde edemez.”

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine, edebi gözetmekten soruldu. O; “Edebi terk, kovulmayı îcâbettiren bir sebeptir. Huzurda edepsizlik edeni kapıya, kapıda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak için ahıra koyarlar. Kul, ibâdeti ve tâatıyla Cen- net’e, ibâdet ve tâatteki edebiyle Allahü teâlâya vâsıl olur.” buyurdu­lar.

Yine buyurdular ki: “Sükût, Allahü teâlânın huzûrunda olma edeple­rinden bir edeptir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki rahmete nâil olasınız, ka­vuşasınız.” (A’râf sûresi: 204) buyurmuştur.”

Allahü teâlâ, cinlerin, Resûlullah efendimizin huzûrundaki hâlini ha­ber verirken de; meâlen “Cinler hazret-i Peygamberin huzûruna gelince, birbirlerine; “Susun” dediler.” (Ahkâf sûresi: 29) buyurmuştur.”

“Büyüklerin huzûrundan kovulmayı icâb ettiren şey, edebi terket- mektir.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Edep, konuştuğun zaman dilini korumak, yalnız ka- ldığın zaman kalbini korumak, dışarıya çıktığın zaman gözünü koru­mak, yediğin zaman boğazını korumak, uzattığın zaman elini korumak, yürü- düğün zaman ayağını korumak ve bütün işlerinde vaktini korumaktır. Kim âzâlarını korumaz ve vaktini zâyi ederse, onun uzuvları edepsizliğe gi- der. Kim vaktini değerlendirir, sırrını gözetlerse, Allahü teâlâ onun va­kitlerini ve uzuvlarını korur.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Kul için güzel edepten daha iyi mertebe göremedim. Çünkü ak­lın hayâtı edeptir. İnsan edep ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur.”

“Kim nefsini terbiye ederse, herkes ondan terbiye öğrenir. Edep eh­line aykırı hareket eden, yasaklara dalar ve kendisine tâbi olanlar yoldan saparlar.”

“Edep iki kısımdır: Bâtının edebi, zâhirin edebi. Bâtının edebi, kalbin temizlenmesi; zâhirin edebi ise uzuvları kötülük yapmaktan ve günahlar-­

dan korumaktır.”

Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâya karşı edep, O’ndan devamlı korku üzere bulunmak ve O’nu murâkabe üzere olmaktır. Resûlullah’a karşı edeb, sünnet-i seniyyeye yapışmakla; evliyâya karşı edeb, ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla; çoluk-çocuğa karşı edep, onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle; arkadaşlara ve dostlara karşı edep, onlara güler yüzlü olmakla; câhillere karşı edep, onlara duâ ve merhâmet gös­termekle olur.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine “Edep nedir?” denilince, buyurdular ki: “Râzı olunan, beğenilen şeyleri yapmandır.”

Yıne buyurdular ki: “Edepten mahrum bırakılan bir kimse, bütün ha­yırlardan mahrum bırakılmış olur.”

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinin meş- hûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bir gün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar mârifetleri yazı­yordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat he­men sü- ratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Bunun sebebi nedir?” dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kont­rol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harfle­rini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdular ki: Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk’a kavuşamaz.

Bir gün, hâfızlardan biri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’ân-ı kerîm okumağa baş­ladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üze­rinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir za­man Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı.”

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mensûr Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mescidinde bulu­nuyorlardı. Mensûr yüksek sesle bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Mâlik bin Enes hazretleri; “Ey müminlerin emîri! Bu mescidde sesini yük­seltme. Çünkü Allahü teâlâ Hucurât sûresi ikinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi Nebiyyullah’ın sesinden yukarı çıkarmayınız. O’na karşı biribirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz. O’na saygısızlık gösterenlerin ibâdetleri yok olur.” buyurarak bir kavmi terbiye eyledi.

Vefât ettikten sonra da Resûlullah’a hürmet hayatlarındaki hürmet gibidir.” buyurdu. İmâm-ı Mâlik’in bu nasîhatlerini dinleyen halîfe Ebû Câfer Mensûr sesini yavaşlattı ve; “Ey İmâm! Resûlullah’ın huzûrunda duâ ederken kıbleye mi döneyim yoksa Resûlullah’a yönelerek mi duâ edeyim?” diye sordu. İmâm-ı Mâlik hazretleri; “Ey müminlerin emiri! Yü­zünü Resûlullah’tan sallallahü aleyhi ve sellem başka tarafa çevirme. Çünkü Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için vesî­lemizdir. Bundan dolayı da yüzünü Resûlullah’a dönmeli, O’nun şefâatini dilemelisin. O zaman Allahü teâlâ O’nu sana şefâatçi kılar.” buyurarak; “Onlar nefslerine zulmettikten sonra gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri ka­bûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar.” meâlindeki Nisâ sûresi 64. âyet-i kerîmeyi okudu.

Hirat’ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Bü­yüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müd­det sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; “Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir.” dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; “Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle.” buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; “Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur.” deyince, Molla Câmî de; “Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur.” buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; “Yemek yerken konuşmak sünnettir.” dedi. Molla Câmî de; “Çok konuşmak mekruhtur.” buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek so­nuna kadar hiç konuşmadı.

Irak evliyâsından Nûreddîn Berîfkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: “Ey evlâdım! Bu söyle­yeceğim edebler, Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yaklaşmak isteyen her­kese lâzımdır.

Evlâdım! Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yakın olmak isteyen herkese lâzım olan edebler şunlardır: Az konuşmalı, az uyumalı, insanlarla lü­zumu kadar görüşmeli, elemlere, musîbetlere, acılara, açlığa, insanların sıkıntılarına sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan inti­kam, öç almaya kalkmamalı, kendi için sevdiğini herkes için sevmeli ve istemeli, malıyla cömertlik yapmalı, insanlardan bir şey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcını Allahü te- âlâya ısmarlamalı. Yaptığı amellere ve kabûl olduğuna güvenmemeli bi- lakis “Amellerim ayıplı ve kusurludur.” demeli; şahsı ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resû­lü- ne ve O’nun şerîatına uymakla sevinmelidir.”

Anadolu’da yetişen ve Anadolu’yu aydınlatan evliyânın meşhurların­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında çilehânede iken ayağını uzatmıştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gözü­küp elindeki baston ile ayağına vurarak îkâz etmiş, üç gün ayağının acı­sından yere basamamıştır. Bu hâdiseden sonra ayağını hiç uzatmamış­tır.

Bir Ramazân-ı şerîf ayında, Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine ait tür­benin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar, oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak o- turmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp o- turdukları sırada, Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. A- yaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip, aralarından İbrâhim adın­daki kimseye; “İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun.” dedi. Hemen yerinden fırlayıp; “Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım.” diyerek, ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetme­sini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki, affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi. Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu an- latmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber, mahâ­retli, mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve ye­tiş- meleri için ne lâzım olursa, ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâ- mele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâ­mele eder. Her talebe meşrebine, yapısına, huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa, rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâme­tine za- rar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını, acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebe­nin meşrebi- ne, hâline bakıp ona göre yetiştirirler.

Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanlar edebi üç ayrı şekilde an- lamaktadırlar. Dünyâ ehlinin edebi; fesâhat ve belâgat ilimlerine sâhip olup, pâdişâhların isimlerini ve şiirlerini ezberlemektir. Dünyâya ehemmi­yet vermeyen zâhidlerin edebi; riyâzet çekerek nefsi ıslâh etmek, şehvet ve arzularını terkederek dînin emir ve yasaklarına uygun hareket etmek­tir. Âriflerin edebi; kalb temizliği, sırların kontrolü, vaktin muhâfazası, ha­tıra gelen şeylere iltifât edilmemesi, taleb, huzûr ve kurb ânında edebe riâyet edilmesidir.”

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Nâsırüddîn Suveydî Bağdâdî haz­retleri şöyle anlatır: “Seyyid Burhâneddîn’e, yollarındaki edebden sor­dum. “Her tarikatte sahih olan edeb şerîatin bildirdiği edebdir. Dînin edebi ile edeblenen doğru yola girmiştir. Onun maksadına kavuşması umulur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sapıtır. Gâye­sine ulaşamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiştirmek için, soh­bete çok önem vermişlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatını mıknatıs gibi gafletten kalb uyanıklığına, cimrilikten cömertliğe, hırsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aşağı halden temiz hâle çeker.” buyurdu.”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: “Yaya olarak, Rum diyârına gazâ için gitmiştim. İstirahat ederken, yorgunluktan sırt üstü yatmış, ayağımı duvara dayamıştım. O esnâda bir ses duydum. Bu ses bana; “Yâ Sırrî! Köle, efendisinin ya­nında böyle yatar mı?” dedi. Bundan sonra, bir daha ayağımı hiçbir şe­kilde uzatıp yatmadım.”

Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdular ki: “Edebli olmak; güzel kalblilik ve akıllılık alâmetidir.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını dü­şünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubey- dullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hiz­met- çilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller ak- tı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim.” buyurdu. Bu- nun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, ede­binden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur al­tında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, ge­ceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti.”

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlaların­dan birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sâdece bek­çinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulü­beye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum.” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava se­rinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Tale­beleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenme­lerini istediğini anladılar.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; Bir sohbeti sırasında büyüklerin halle­rinden anlatarak şöyle buyurdular: “Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şeh­rinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâ- dî’nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı: “Tasavvuf ehli arasında; “Benim elbisem, benim ayakkabım.” demek edebe uygun değildir. Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onların âdâbındandır. Zarûret müs­tesnâ.”

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır.”

“Edeb nedir?” diye sorulunca; “Çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Biz de­riz ki, edeb insanın nefsini bilmesi, tanımasıdır.” Buyurdular.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Başkasında gördüğü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalışırdı. Huzûrunda birisi aksırdı ve “Elhamdülillah” demeyi unuttu. O kimseye, suâl sorar bir edâ ile; “Aksıranın ne demesi îcâb eder efendim?” dedi. O cevâben; “Elhamdülillah.” deyince, Abdullah bin Mübârek de; “Yerhamükellah.” buyurdu. Bu rivâyeti bildiren Muham- med bin Cemîl; “Bu edebli hareket bizi şaşırttı. Bu edebe hayrân olduk.”

Yine buyurdular ki: “Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâ­cız.”

“Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insa­nın kendini tanımasıdır.”

Yemen’de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Ab­dullah Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hicaz’a ilk geldiğinde Medîne-i münevvereye girmeden önce kendi kendine; “Resûlullah sallallahü aley- hi ve sellem izin vermeyince bu şehre girmem.” diye söz verdi. Çünkü ilmi ve edebi çok yüksekti. Büyüklerin, bilhassa Peygamber efen­dimizin huzûruna edeple girileceğini biliyordu. On dört gün Medîne’nin giriş ka- pısında bekledi. Devamlı ibâdet edip kabûl buyurulması için Allahü teâlâya duâ etti. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimiz; “Ey Abdullah! Ben dünyâda senin peygamberin âhirette şefâatçin, Cennet’te ise arka- daşınım. Yemen’de on kişi vardır. Onları ziyaret eden beni ziya­ret etmiş olur. Onları üzen beni üzer.” buyurdu. Abdullah Yâfiî hazretleri; “Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir.” diye sorunca; “Onların beşi vefât etmiş­tir. Beşi ise hayattadır.” buyurdu. Abdullah Yâfiî; “Yaşayanlar kimlerdir?” di- ye sorunca; “Şeyh Ali Tavâşî, Şeyh Mansûr bin Ca’da, Muhammed bin Abdullah, Fakih Ömer bin Zeylaî, Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî’dir. Vefât etmiş olanlar ise Ebü’l-Gays bin Cemil, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Ahmed bin Mûsâ bin Acîl, Şeyh Muhammed ibni Ebû Bekr Hakemî ve Fakîh Muhammed bin Hüseyin İclî’dir.” buyurdu.

Peygamber efendimizin mânevî işareti üzerine Medîne-i münevve- reden ayrılarak Mekke’ye oradan da Yemen’e geçti. Önce, Mekke’den Yemen’e gitmiş olan hocası Şeyh Ali Tavâşî’yi ziyâret etti. Peygamber efendimizin rüyâda ziyâret etmesini tavsiye buyurduğu zât­lardan sağ olanları ziyâret etti ve sohbetlerinde bulundu.

Ziyâretine gittiği zâtlardan Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî ona; “Merhaba ey Resûlullah’ın elçisi!” diye hitâb etti. Abdullah Yâfiî hazretleri ona; “Bu hâle ne ile kavuştun?” diye sorunca, Bekara sûresi iki yüz sek­sen ikinci âyet-i kerîmesinin “…Allah’tan korkun, Allah size ilim öğretiyor.” meâlindeki son kısmını okudu. Peygamber efendimizin rüyâda tavsiye buyurduğu zatlardan vefât etmiş olanların da kabirlerini ziyâret edip Me­dîne-i münevvereye döndü. Fakat yine Medîne’ye girmeden on dört gün Medîne kapısında bekledi. İbâdet edip kabûl olunması için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Bir gece yine Resûlullah efendimiz ona; “Tav­siye ettiğim zâtların onunu da ziyâret ettin mi?” buyurdular. Abdullah Yâ- fiî; “Evet yâ Resûlallah! Ziyâret ettim. Medîne’ye girmeme izin var mı?” diye sordu. Resûlullah efendimiz; “Gir sen emin olanlardansın.” bu­yurdu. Sevgili Peygamberimizin bu hitâbına mazhar olan Abdullah Yâfiî hazret- leri edeple ve gözyaşları dökerek Medîne-i münevvereye girdi. Efendimi- zin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret edip yüksek feyzlerine ka­vuştu.

Velî ve hadîs âlimi Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İlmiyle amel eden, İslâmı nefsinde yaşayan bir zât idi. Kahkaha ile gülmez, sâdece tebessüm ederdi. Zamânındaki insanlar, din ve dünya işlerinde Abdurrahmân bin Mehdî hazretlerine mürâcaat ederlerdi.

Her gece Kur’ân-ı kerîmin tamâmını hatmedip baştan sona okurdu. Yarısını teheccüd namazında, yarısını namazın dışında okurdu. Sohbe­tine ve ilim meclisine gelenler, huzûrunda, oturdukları zaman, başlarında sanki kuş varmış gibi, gâyet edepli ve dikkatli otururlardı. Onun bulun­duğu mecliste ilim, edep ve ciddiyet hâkimdi. Bir gün, Onun ilim mecli­sinde oturanlardan birisi gülmüştü. Bunun üzerine, onu, iki ay ilim mecli­sine gelmekten menetti. “Bu, bizim meclisimize iki ay gelmesin.” dedi. Sonra, Allahü teâlâdan onun için af diledi.

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti: “Ziyâretime ge­lenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir dav­ranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, ni­yetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum.”

Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin evi Bağdad’da Hâlidiyye dergâ­hının batısında bulunuyordu. Her gün yatsıya kadar dergâhta Allahü teâlânın ismini anmakla geçiren ve sohbetine gelen kimselere hak yolu anlatan Abdülgafûr Hâlidî hazretleri, Şeyh Muhammed el-Cedîd hazret­lerine karşı hürmette kusûr etmezdi. Yatsıdan sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd’den izin isteyip; “Efendimiz! Fakirhâneye, evime gitmeye izin verir misiniz?” derdi. Şeyh Muhammed Cedîd izin verirse evine gider, vermezse o geceyi dergâhta geçirirdi. Eğer izin verirse evine gidip fecir­den, tan yeri ağarmadan evvel yine dergâha gelirdi.

Abdülgafûr Hâlidî; “Şeyh Muhammed el-Cedîd, Efendimiz (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) hazretlerinin yerindedir.” diyerek ona saygı duyardı. Şeyh Muhammed Cedîd de ona iltifatta bulunarak saygıda kusûr et­mezdi. Hattâ cumâ ve pazartesi günleri diğer müridlerle, talebelerle hu­sûsî görüşüp onlar için duâ ettikten sonra Abdülgafûr Hâlidî ile husûsî görüşür, ona iltifatta bulunurdu. Biri diğerinin elini öper, birbirlerine karşı tevâzû ederler, birbirlerine çok hürmette bulunurlardı.

Adamın biri Abdülgafûr Hâlidî’ye gelerek Bağdad vâlisi Dâvûd Pa­şaya bir işiyle ilgili olarak yazı yazmasını istedi. Kendini müslümanların hizmetlerine vakfetmiş olan ve onların ihtiyaçlarını yerine getirmeyi çok seven Abdülgafûr Hâlidî, bir yazı yazarak gönderdi ve kendisine mürâ­caat eden adamın işinin yapılmasını istedi. Yazıyı alan vâli o kimsenin işini gördü. Daha sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd bu durumdan haber­dâr olunca, Abdülgafûr Hâlidî’ye sitem etti. “Neden benden izinsiz yazı yazdınız? Bana neden haber vermediniz?” dedi. Abdülgafûr Hâlidî ağla­maya başladı. “Aman efendim! Bir kusûr ettim. Tövbe olsun, af buyuru­nuz.” diyerek ellerinden öptü ve af diledi.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîle­rinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine, talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda; “Edeb hudûda, sı­nırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir.” buyurdular.

Bir gün bir derslerinde de şöyle buyurdular: “Bizim meclisimizde bu­lunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bi- le, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarır­lar.”

Suriye’de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerini dinleyenlerden birinin; “Açık ve gizli dar- belere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?” sorusuna şöyle cevap verdi: Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uy­mak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı ki- râm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâ- tınî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâ- dan yâni Allahü teâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri; “Seni dostundan geri bı­rakan ne ise kalpten onu terk et.” buyurdular.

Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerin­den olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların mec­lislerinde, toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeyler­den bahsedilmez.”

Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin “Kulun Allahü teâlâya karşı takına­cağı en güzel edep hali, O’nun emirlerine tereddütsüz boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin.”

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendi­sine uyanları yanlış yola götürür.

Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlere karşı fev­kalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle nakletmektedir: Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vere­ceklerdi. Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiği­mizde sokağa adım atacağı sırada durdu. Daha sonra yolunu değiştire­rek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu hâlimi anla­yarak dedi ki: “Evlâdım o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve hâtırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık, bu defâ da dar vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti.” O zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden geçmemişti.

Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetine; “İnsan, terbiyesini rabbinden almalı.” diyerek söze başlar so­nunda da; “Edebini Rabbinden alanı hiçbir şey mağlûb edemez.” derdi.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i mükerreme- den, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna ko- yuldu. Medîne’ye yaklaştıklarında bir eşkıyâ grubu ile karşı­laştı. Kâfilede herkes korktu ve telâşa düştü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin Yağnem adındaki zât, Ahmed bin Acîl hazretlerinin yanına gelerek, böyle sakin beklemesi­nin sebebini sor- du. O da; “Ey Ali! Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne karşı edeb lâzım- dır.” deyip Medîne cihetini gösterdi. Daha sonra da kâ­filenin ilerlemeyip konaklamasını istedi. Herkes bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu beklemeyi fırsat bilip, yağma etmek için kâfileye daha çok yaklaştılar. İkinci gün güneş doğunca, Me­dîne tarafından hızla askerî bir kuvvet geldi ve eşkıyâyı kıskıvrak yaka­ladı. Kâfiledekiler, bu yardıma çok sevindiler ve bizim bu durumumuzdan nasıl haberdâr oldu- nuz diye sordular. Onlar da; “Dün Medîne’de, öğle vakti bir ses duyduk. Şöyle diyordu: Eşkıyâ, Ahmed bin Acîl’in bulunduğu kâfileye hücûm e- decek, hazırlanın, hazırlanın! Medîne vâlisinin emri ile hareket ettik.” dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî’nin; “Edeb lâzım.” dediği vakit olduğunu anladılar.

Hindistan evliyâsından Ahmed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi. Hayvanına binmiş olarak giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen iner, onun geçmesini bekler, ellerini bağlamış olarak hürmetle dururdu.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Edep ve fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlânın rızâsı için, iyi ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamış­tır.”

Yine buyurdular ki: “Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yapılma­yan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur. Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur.”

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri; sucu, ahçı gibi insanlara faydalı sanat sâhiplerine çok hürmet ederdi. Âlimlere ve devlet ileri gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayağa kalkar ve ellerini öperdi.

“Bu bizim onlara karşı dünyâdaki edebimizdir. Âhirete varınca, ora­daki edebimizi Allahü teâlâ bize öğretecektir.” buyururdu.

Suriye’de yaşayan velîlerden Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “Dînin edeblerine riâyet etmeden, yolunun kâmil olduğunu iddiâ edenin delîli yoktur.”

Buhârâ evliyâsından ve Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ali bin Muham- med (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdular: Kim kendi bozuk hâlini düzeltirse, kendini, çekemiyenlere fırsat vermemiş olur.

Evliyânın büyüklerinden Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Ebü’l-Abbâs Gamrî’ye çok bağlıydı. Onu çok severdi. Bir defâsında ho­cası Rif’e geldi. Oradan bir kafes aldı ve onu Ali bin Cemâl’e emânet bı­raktı. Bir müddet sonra kafesi istedi. Ali bin Cemal (Ali Nebtîtî), o kafesi bir başkası ile gönderme imkânı olduğu hâlde göndermeyip, derhâl ha­zırlığını yaptı.Kafesi başının üstüne aldı. Nebtîtî’den Kâhire’ye kadar yü­rüyerek getirdi. Hocasına teslim edip, duâsını aldı.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Halkı hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidâdını bilip de ona göre davra­nırsa, o da öyle!..”

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Bağdât’taki evliyânın büyüklerin­den olan Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri Anadolu’ya geldiği zaman ziyâret etti. Huzûruna vardığında, ona hürmeten yanına tam yaklaşmadı ve biraz uzakta, karşısına oturdu. Aralarında hiç konuşma olmadı. Daha sonra, talebeleri Şihâbüddîn hazretlerine bu hâlin hikmetini suâl ettikle­rinde; “Hakîkatler âleminin ehli önünde, kalp lisânı lâzımdır. Konuşma li­sânına ne hâcet var?” buyurdu. “Onu (Seyyid Burhâneddîn’i) nasıl bul­dunuz?” diye suâl ettiklerinde ise; “O, hakîkat ve mârifet deryâsının çok usta bir dalgıcı, mânâlar âleminin parlayan bir yıldızı ve gizli sırların kay­nağı olan yüksek bir zâttır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dostlarına, nereye gittiklerini ve ne iş yaptık­larını suâl etmek edebe aykırıdır.”

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bu dört şeyi, her şerefli kimse­nin yap- ması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz: 1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak, 2. Misâfire hizmet etmek. 3. Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek. 4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek.”

Evliyâ hanımlardan Cevhere Berâsiyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) geceleri efendisini uyandırır ve ona; “Ey efendi! Kalk kervan gidiyor!” derdi. Cevhere Hâtun edebe çok dikkat eder, kıbleye arkasını dönmez, yüzünü döner öylece otururdu.

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Her makâ­mın kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.

Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Ab­dullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Resûlullah efendimizin âşıklarının temiz kalplerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünse de, bunlara bir şey de­memeli, susmalıdır. Buradaki edeplerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saâdetin yanında her sabah ezan okur; “Namaz uykudan daha iyidir.” derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi; “Resû- lullah’ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun.” diyerek bunu dövdü. Bu da; “Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam dövmek, sövmek edepsizlik sayılmaz mı?” dedi. Çok ağladı. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü.

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Hür insana edepli olmak ne güzel yakışır.”

“Her şeyin bir yardımcısı vardır, dînin hizmetkârı da edeptir.”

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Osman anlatır: “Ebû Hafs’ın yanına git­miştim. Önünde birkaç muz vardı, birini aldım, yerken boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana; “Hangi hakla muzlarımdan alıp yiyebiliyor­sun?” dedi. Ben de; “Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd ederim. Eliniz­deki şeyleri dağıtıp ikrâm edersiniz.” dedim. Bana; “Ey kendini bilmez! Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasıl güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek şeyleri bilmiyorum. Kişi, kendisinden hâsıl olacak şeyleri bil­mezse, başkasından olacak şeyleri nasıl bilir?” buyurdular.

Ebû Hafs-ı Haddâd’ın, edebe son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardı. Cüneyd-i Bağdâdî birkaç defâ ona dikkat etti. Ebû Hafs’a; “Bu ta­lebe, kaç senedir yanınızdadır?” diye sordu. Ebû Hafs da; “On yıldır.” diye cevap verdi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Üstün bir nezâketi, gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var.” buyurdu. Ebû Hafs, bunun üzerine; “Öyledir!” Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altın harcadı, on yedi bin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize söyleme cesâretini kendinde bulamadı.” Buyurdular.

Allahü teâlâya ve O’nun kullarına karşı edeb hakkında şöyle dedi: “Allahü teâlâya karşı edeb, onun emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O’ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve sıkıntı sırasında insanlara rıfk, güzel muâmele, genişlik zamânında hilm, yumuşaklık ile, nefsin yoksul­luğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü teâlânın bir lütfuna mazhardır (onun duâsı insanı Allahü teâlânın rahmetine kavuşturur).

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mürşid-i kâmil bir zâttı. Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; “Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır.” bu­yururdu.

 

 

Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî ve Ebû Saîd Kaylavî (rahmetullahi teâlâ aleyhim) ve pekçok kimse bir yerde toplandılar. Gavs-ı âzam insanlara ve cinlere na­sîhat eden Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî’ye; “Konuşunuz.” buyurdu. O da; “Efendim! Huzûrunuzda nasıl ko- nuşabilirim?” dedi. Bunun üzerine Ebû Saîd’e; “Siz konuşunuz” buyur- dular. O da az bir şey konuştuktan sonra; “Efendim! Emrinize uymak için konuştum, size olan hürmetimden dolayı da sustum.” dedi.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mez­hebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde hep; “Hocam Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki. Hocam şöyle anlattı.” şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; “Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söy­lemiyorsunuz. Kendinizden bir şey söylediğinizi hiç görmedik.” dedi. Bu­nun üzerine Ebü’l-Abbâs; “Eğer istesem; “Allahü teâlâ buyurdu ki, Allahü teâlâ buyurdu ki” diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki” diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; “Ben diyorum ki, ben diyorum ki” diyerek nefesler ade­dince, pekçok şey anlatırım. Yâni Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok ihsânlara kavuş­mak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur.” buyurdular.

Evliyânın önde gelenlerinden Ebü’l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri iyi işleri yapmaya teşvik ederdi. Çok söylediği şeylerden birisi de; “İlim sâhipleri ile konuşurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuşurken de kalbinizi koruyunuz. Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakın ol­makla şereflenmişlerdir. Bunların huzûruna ancak edeple gidiniz. Çünkü onların kalpleri, Allahü teâlânın zikriyle meşguldür. Nefisleri ibâdeti iste­mekte, akılları da bildiğiniz akıl gibi değildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygısızlığınıza kırılabilirler. Allahü teâlâ da onların istediğini sizde yerine getirir.” buyurdular.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri anlatır: “Ebü’l-Fadl Ahmedî kadar insanlar arasında mescidlere tâzim ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek başına girmez, mescidin kapısında bekler, biri girerse pe­şinden girerdi. Sebebini soranlara; “Bizim gibilere ancak müslümanların peşinden girmek yaraşır. Mescid âdâbını yerine getirememekten korka­rız.” derdi.”

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün zengin biri, kendisiyle ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı, diğer şahıslarla birlikte Halîfe-i Kızılayak’ın huzûruna çıktı. Fakat o, huzurda da edepsiz hareketlerde bulunarak taşkınlık yapmaya devâm etti. Çıkacakları sıra yanındakiler böyle gitmemesini ve Halîfe-i Kızıla- yak’ın duâsını alarak çıkmasını kendisine söyledilerse de, gururun­dan bunu kabûl etmedi ve öylece çıkmak üzere ayağa kalktı. Halîfe-i Kı­zılayak tam o sırada başını kaldırarak ona bir nazar etti. O andan îtibâ­ren zengin kişinin hâli kötüleşmeye başladı. Evine gittiğinde yakınları doktor getirmek istedilerse de artık buna gerek olmadığını söyleyerek; “Dergâhın kapısından çıkarken Halîfe-i Kızılayak’ın bana baktığı anda içimden bir şeylerin geçtiğini hissettim. Artık son hazırlıkları yapın.” dedi. Hakîkaten çok geçmeden vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hakkında derler ki, kırk yıl sırtını duvara dayamayıp, ayaklarını u- zatmadan oturdu. Niçin böyle kendine eziyet ediyorsun diyenlere; “Alla- hü teâlânın huzûrunda kul gibi oturmamaktan hayâ ediyor, utanıyo­rum.” derdi.

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Esam” (sağır) denilmesinin sebebi şudur: Birisi onunla ko­nuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esam o şahıs utanmasın diye; “Yük­sek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum” dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.

Hirat’ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin talebelerinden biri şöyle nakletti: “Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mev- lânâ Câmî’ye arzettim. Bana; “Gâyet münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakın ihmâl etme. Fırsat ga­nîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır.” buyurdu. Ben, tek­rar memle- ketime dönünce, bir takım engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin ça­lındığını gör- düm.”

Şam’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam’a geldi. Kendisine Muhammed Bedahşî’den söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine gideceğini söyledi. Ya­vuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette, mukaddes ma­kamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi. Şam’da kaldığı süre içinde, Şeyh Muh- yiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebe- ye yardımda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşa- yan ve herkes tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedah- şî’nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî’yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağ­men, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.

İkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: “Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkası vardır. Allahü teâlâ- nın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; “Biz e- mâneti (Allah’a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yük- lendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâ­lim, çok câhil bulunuyor.” buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gök­ler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzla­rımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaş- tırdınız. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek taşın­ması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, be­nim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiği­nizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan yeteri kadar faydalanı­yorsunuz. Resû- lullah efendimizin; “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsü- nü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Ce- hennem’den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisi­niz! Öğret- mez iseniz mesûl olacaksınız.” mübârek sözleri sizin rehberi­nizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun.”

Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi; “Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?” diye sorunca, Yavuz Sul­tan Selim Han, “Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuşurlar­ken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bu­lunurdu.” buyurdu.

Trablus’ta yetişen büyük velîlerden Muhammed Cisr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kardeşi Mustafa Efendi şöyle anlatır: Bir gün ağabeyimle evde münâkaşa ettik. Ona karşı edepsizlik yaptım. Bana; “Ey Mustafa! Edepli ol! Yoksa ehlullah, Allah adamları seni terbiye eder.” dedi. Kızarak yine ona karşı edebimi takınmadım. Beni huzûrundan ko­valadı. Gece yattığımda şöyle bir rüyâ gördüm: Ağabeyim ile ben kırlık bir yerdeyiz. Fakat o benden uzak duruyordu. Yerden bir taş aldı ve; “Ey Mustafa! Bunu yakala!” diyerek bana doğru attı. Taş böğrüme isâbet etti. Korkarak uyandım. O gün, taşın değdiği yerde küçük bir çıban çıktı. Git­tikçe büyüdü. İçi irin ve sarı su dolu olan çıban çok acı veriyordu. Ben durumu hanımımdan başkasına söylemiyordum. Fakat çıbanın durumu daha kötüye gidince, bâzı dostlara gösterdim. Bunu görünce ağabeyim Muhammed Cisr’e karşı olan edepsizliğim sebebiyle bu işin başıma gel­diğini söyleyerek beni ayıpladılar. Beni ağabeyimin yanına götürüp, be­nim nâmıma af dilediler. Ağabeyim beni affetti. Kısa süre sonra rahatsız­lığım geçti.

Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin hocasının huzûrunda geçirdiği yıllarla ilgili olarak şöyle anlatır: “Senelerce hocam Ömer Efendinin sohbetinde bulundum. Huzurlarına girdiğimde edep ve hayâmdan otur demedikçe oturduğumu ve onun yü­züne baktığımı hatırlamıyorum. O emretmeden huzurdan ayrılmadım. Bâzan bana oturmamı emrederdi de ben edep, hayâm sebebiyle otura­mazdım.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebü’l-Abbâs hazretleri diyor ki: “Muham- med Şâzilî hazretlerine talebe olmuştum. Talebe iken, odasına her gidi- şimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse geri dönerdim. Bir gün gittiğimde sükût etti. Fakat buna rağmen ben içeri girdim. Baktı­ğımda bir köşede meşgûl olduğunu ve yanında da büyük bir arslanın durduğunu gördüm. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert baktı. Kendimi dışarı zor attım. Tövbe istigfâr edip, bir daha odasına izinsiz girmedim.”

Evliyânın büyüklerinden olan Ali bin Vefâ hazretleri, bir gün bir düğün yemeğindeydi. Düğündekiler; “Ziyâfet, ancak Muhammed Şâzilî hazretle­rinin gelmesiyle tamam olur.” dediler. Ziyâfet sâhibi gidip onu dâvet etti. Muhammed Şâzilî dâveti kabûl edip, düğünün yapıldığı evin kapısına geldiğinde, “Burada evliyâdan kim var?” diye sordu. Ziyâfet sâhibi; “Ali bin Vefâ ve cemâati var.” dedi. Muhammed Şâzilî, ev sâhibine; “İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir.” dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet et­tiler. Sonra Muhammed Şâzilî, Ali bin Vefâ’nın talebelerine; “Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır.” dedi. Söy­lediği gibi oldu. Bir gece Muhammed Şâzilî, gâibden şöyle bir nidâ işitti; “Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ’nın sâhib olduklarını da verdik.” Muhammed Şâzilî buyurdu ki: “Bunun, an­cak Ali bin Vefâ’nın ölümünden sonra olacağını anladım. Abdülbâsıt ma­hallesindeki Ali bin Vefâ’nın evine talebelerinden birini gönderdim. O şa­hıs, oraya vardığında, Ali bin Vefâ’nın vefât ettiğini öğrendi.

Evliyâdan bir zât, Muhammed Şâzilî hazretlerinden izin almadan Mı­sır’a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük hâli ondan alındı. Sonra Allahü teâlâya istigfâr ederek, Muhammed Şâzilî’ye geldi. Kendisine eski hâli iâde edildi. Bu hâli şöyle idi: Yanında büyük bir küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcı olan her şeyi ondan çıkarırdı. Mısır’a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuş, fakat hiçbir şey bulamamıştı.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Midyen Eşmûnî’ye olan muhabbet ve bağlılığı pek ziyâde idi. Ona olan hürmet ve edebinin çokluğundan dolayı, sohbette hocası­nın tam yanına oturmaz, biraz geride bir yerde otururdu. Hocasına olan muhabbeti o derecede idi ki, bir kimsenin ona sıkıntı vermesine, onu üzmesine ve onun hakkında uygunsuz düşünceler içinde bulunmasına katiyyen tahammül edemez ve hemen müdâhale ederdi. Bu kimse ister zengin olsun, ister fakir olsun, ister büyük olsun, ister küçük olsun, ister vâli olsun, ister çoban olsun hiç değişmez, hemen müdâhale ederdi. E- linde bulunan asâsı ile, o kimseyi dürterek îkâz ederdi. Onun bu hâlini bi- lenler, Midyen hazretlerinin yakınına bile oturmaya cesâret edemez­lerdi.

Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî’ye denildi ki: “İbn-i Arabî hakkında ne dersin?” buyurdular ki: “Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs’dır.”

İbn-i Arabî’ye Sühreverdî’den sorulunca buyurdu ki: “Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur.”

Buhârâ’da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdu­lar: “Bü- yüklerin huzûrlarında, sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz dü­şüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Alla- hü teâlânın izni ile o düşünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar.”

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin bir çocuğu vardı. Çocuk ne zaman annesinden yiye­cek istese, annesi ona; “Bunu Allahü teâlâdan iste!” derdi. Bunun üze­rine çocuk secde için yere kapanırdı. Bu arada annesi çocuğun istedikle­rini hazırlar, gizlice yanına koyardı. Çocuk, annesinin bunu hazırladığını bilmezdi. Onun için Allahü teâlânın dergâhına dönerdi. Bir gün annesi evde yokken çocuğun canı bir şey istedi. Her zamanki gibi secdeye ka­pandı. Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi geldiğinde du­ruma şaşırdı. “Yavrucuğum bu nereden geldi?” diye sorunca, çocuk; “Her zamanki yerden.” diye cevap verdi.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgi olarak Nâsırüddîn Suveydî Bağdâdî haz- retleri şöyle anlatır: “Seyyid Burhâneddîn’e, yollarındaki edebden sor- dum. “Her tarikatte sahih olan edeb şerîatin bildirdiği edebdir. Dînin ede- bi ile edeblenen doğru yola girmiştir. Onun maksadına kavuşması umu- lur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sa­pıtır. Gâyesine ulaşamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiştirmek için, sohbete çok önem vermişlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatını mıknatıs gibi gafletten kalb uyanıklığına, cimrilikten cömertliğe, hırsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aşağı halden temiz hâle çeker.” buyurdu.”

Şam’da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerin­den Muhammed Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, dervişlerden bir zât anlatır: “Bir zaman iş için Şam’dan Kâhire’ye gide­cektim. Yola çıkacağım zaman, Muhammed Sumâdî, Muhammed Bek- rî’ye vermem için bana bir mektup verdi. Kâhire’ye ulaştığımda, Muham- med Bekrî’nin yanına vardım. Huzûruna girip, Muhammed Sumâdî’nin yanından geldiğimi söyledim. Onun ismini duyunca, derhâl ayağa kalkıp, büyük bir hürmetle Muhammed Sumâdî’ye olan muhabbe­tini, edebini bildirdi. Mektubu verdiğimde, yine edeb ve hürmet ile alıp, mektubu ö- püp, yüzüne gözüne sürdü. Muhammed Sumâdî’yi çok övdü ve ondan; “Kardeşimiz, efendimiz” diye bahsetti. Muhammed Bekrî’nin bu davra- nışından, Muhammed Sumâdî’nin büyüklüğünü daha iyi anla­maya baş- ladım.”

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa’bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor: Bir cenâze namazı kılındıktan sonra, binmesi için Zeyd bin Sâbit’e katırını yaklaştırdım. Bu sırada, Abdullah bin Abbâs gelerek, üzengiyi tutmak istedi. Zeyd bunu görünce; “Ey Resûlullah’ın amcazâdesi, üzengiyi bırak.” deyince, İbn-i Abbâs; “Biz âlimlere bu şe­kilde muâmele ile emrolunduk.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zeyd, İbn-i Abbâs’ın elini öpüp; “Biz de Resûlullah’ın Ehl-i beytine böyle yapmakla emrolunduk” dedi.

Konya’ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: “İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birin­cisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Halîfe Köse nâmıyla tanınan; âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var- dı. Seyyid Tâhâ’nın halîfelerinden olup, ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’dır.” demeğe hayâ ederdi. Üstâdından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşün­cesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin.” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâ­fetle şereflendikten sonra da ismi, “Halîfe Köse” kaldı.

Herkî aşîretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyâret için Nehrî’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehrî’ye gider. Abdestsiz kimse git­mez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim.” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim.” dedilerse de, Hoca Efendi; “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yü­züne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişmân oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Her­hâlde bu bastondan dayak yemişsiniz.” buyurdu. Molla Abdullah yaptık­larına pişmân olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

Meşhûr velîlerden fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Ta- kıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok kere mütevâzî ve gös- terişsiz bir elbise ile dışarı çıkardı. Fakat sultânın merâsim günle­rinde dâimâ cübbe giyerdi. Oğlu, onun böyle cübbe giymesine çok hay­ret ederdi. Zîrâ, onun tabiatı böyle şeylere pek önem vermezdi. Bu yüz­den oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasına; “Ey babacığım, kâdılık makâmında otururken, yirmi dirhem etmeyen elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânın merâsimlerinde cübbe giyiyorsun. Niçin böyle davranıyorsun.” diye sordu. Takıyyüddîn Sübkî, “Evlâdım! Bu, Şafiî mezhebi ulemâsının şiârı­dır. Bu âdetin unutulmasını istemem. Ben devamlı kalacak değilim. Ben­den sonra gelip bunu giyecekler. Yeni bir şey ortaya çıkarmıyorum.” bu­yururdu.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendi­sine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer iste­seydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini bek­lemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, ku­lun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydul- lah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dö­külüyordu.”

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Yûsuf bin Zekeriyyâ şöyle anlatır: Biz Harran’da idik. Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî) hazretleri ya­nımıza geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafını çevirdiler. Hemen Har­ran’dan ayrılıp Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra geri geldi. Orada neden çok kaldıklarını sordum. “Resûleyn’de bir ay kaldım. Ne kimse beni tanıdı, ne de ben kimseyi tanıdım” buyurdu. Dik­kat ettim; Muhammed bin Yûsuf hazretleri, ekmeğini her zaman değişik fırından alırdı. Sebebini sorduğumda; “Her zaman aynı fırından alırsam, belki fırın sâhibi beni tanır ve bana hürmet eder, ben de o zaman dînimi dünyâya âlet etmiş olmaktan korkarım. Muhtelif fırınlardan alınca beni hiçbiri tanımaz” buyurdular.