FERÎDÜDDÎN GENC-İ ŞEKER - kainatingunesi.com

Hindistan’da yetişen evliyanın büyüklerinden. Ferrûh Şah, Kâbilî neslinden, Celâleddîn Süleyman’ın oğludur. Baba ve annesi şerefli asil ailelerden olup, nesebi hazret-i Ömer’e ulaşır. 1174 (H. 569) yılında Hindistan’da Delhi’de dünyâya geldi. 1265 (H. 664) senesi Muharrem’inin beşinci günü 95 yaşında Mültan’da vefat etti. Türbesi, bilhassa, vefatının senei devriyesi olan Muharrem ayının beşinci gününde, Pakistan’ın ve Hindistan’ın çeşitli şehirlerinden feyz ve bereketlerine kavuşmak için gelen binlerce ziyaretçi ile dolup taşmaktadır.

Feridüddîn Genc-i Şeker’in dedesi ve babası Afganistan’daki siyâsî durumlar yüzünden, Hindistan’ın Mültan yakınındaki bir köye yerleştiler. Genc-i Şeker’in babası Celâleddîn Süleyman burada, hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib’in soyundan, çok bilgili ve mübarek bir zât olan Mevlânâ Vecîhüddîn Hicvandî’nin kızı olan Bibi Gülsüm Hâtûn ile evlendi. Bu evlilikten üç oğlu ve bir kızı oldu. Erkek çocuklarından Feridüddîn Genc-i Şeker doğuştan velî idi.

Feridüddîn Genc-i Şeker hazretleri, kendisini küçük yaşlarda iken ilim ve tasavvufa verip, evliyalık yolunda ilerlemek için çok gayretler sarfetti. Mültan’daki tahsili sırasında İslâm’ın marifet bilgilerini Hindlilere öğreten, feyzlerini bu kıt’a müslümanlarına sunarak, onlara büyük hizmetler veren Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kut-büddîn Bahtiyar Kâkî ile karşılaştı. Görünüşündeki heybetinden dolayı onun büyük bir zât olduğunu anladı. Ellerini öpüp talebeliğe kabulünü istir-ham edince, dileği yerine getirildi. Bundan sonra ondan hiç ayrılmadı ve her şeyden el çekip, büyük bir muhabbetle ona bağlandık Kırtbüddîn hazretleri ise ona, dînî ilimleri okumasını, araştırmasını, tahkîk etmesini işaret buyurup, aynı zamanda tasavvuf ile de meşgul olmasını teşvîk etti. Böylece, hem zahiri, hem de bâtınî ilimlerde yükselmesini ve iki kanatlı olmasını sağlamak istedi. Feridüddîn, hocasının nasihatlerini can kulağıyla dinleyip tatbik etti. Kısa zamanda arzu edilen seviyeye ulaştı.

Hocası Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî el-Ûşî, keramet ve yüksek firâseti ile vefatının yaklaştığını anlayıp, kendisine vekîl, yerine halîfe olacak zâtın Feridüddîn olduğunu bildiren haber ve eşyalarla, bir talebesini ona gönderdi. Bu günlerde Ferîdüddîn hazretleri de hocasını rüyada görüp, kendisini Delhi’ye çağırdığını anlayınca hemen yola çıktı. Yolda, kendisine haber getiren talebe ile karşılaştı. Delhi’ye geldiler. Hocasının vefatını öğrenince, elem, üzüntü ve dert içinde hocasının cenaze namazını kıldı. Sonra kendisine bırakılan hırka, sarık ve nâlinleri giyip, hocasının makamına oturdu. Çeştiyye yolunun rehberi oldu. İnsanları irşada başladı. Bu sırada Bedreddîn-i Gaznevî isminde birisi, Kut-büddîn hazretlerinin vefatından sonra vekîl olarak yerine geçecek zâtın kendisi olduğunu bildirerek, bu haksız iddiayı insanlar arasına yaydı. Genc-i Şeker bu hâle çok üzülüp, ahâlisi müslüman olmayan Acûzân isimli beldeye gitti. Küçük bir kulübede uzlete devam etti. Konuşup sohbet edecek kimse bulamadığından, insanlar arasına karışmazdı. Kulübesinde ibâdet ve tâatle meşgul oldu. Oranın ahâlisi zamanla Ferîdüddîn hazretlerinin kulübesine yönelir bir hâl aldılar. Bu zâta çok muhabbet ettiler. Kendisinde bulunan güzel ahlâka hayran olup müslüman olanlar oldu. Zamanla çoğaldılar. Böylece İslâm’ın tanınmadığı, bilinmediği bir yerde, İslâm’ın emri ve yasaklarına uyan, Ehl-i sünnet itikadını kabul eden bir İslâm cemiyeti hâsıl oldu. Yirmi beş sene kadar orada ibâdet, tâat ve irşâdla meşgul olup, yalnız Acûzân halkının değil, Pencab kabilelerini de irşâd dâiresinin içine girmelerine vesile oldu. O, havası, suyu iyi olmayan yerin sert tabiatlı kişilerini, sabırla, sıkıntı çekerek yumuşatıp, İslâm’ın güzel ahlâk sınırları içine çekti. Sözleri kılıçtan te’sirli oldu. Huzurunda şehzade ile dilenci bir tutulurdu. Bir mal verseler almaz, fakirce yaşamayı tercih ederdi. Onun bu hâlini, gören binlerce insan müslüman oldu. Sâdece civar kabilelerden on altısı toptan İslâm’a girdi.

Genc-i Şeker herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen en azılı düşmanlarını bile affeder ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz, derhâl yardım elini uzatırdı. Bir gün, Genc-i Şeker namaz kılarken, bir sûfî dergâha girdi. Çok edebsizce ve taciz edici bir şekilde Genc-i Şeker’e hitaben, yüksek sesle; “Nedir burada yaptığın sahte gösteri? Kendini bir ilâh olarak kabul ediyor ve insanları kendine ibâdet ettiriyorsun” dedi. Genc-i Şeker, bu sûfîye çok kibar ve mütevâzî bir sesle; “Kardeşim, kendimi asla ilâh kabul etmedim ve insanlara bana tapın demedim. Ben, Allahü teâtânın önemsiz ve mütevâzî bir kuluyum. Dilediğine şeref ve şöhret veren yalnız O’dur. Bu âcizin bütün şöhreti, Allahü teâlânın ihsanı sebebi iledir” dedi. Sûfî bu tatlı ve yumuşak sözler karşısında saygısızlığına pişman oldu, tövbe etti ve özür diledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker onu affetti.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in bir çok kerametleri de görülmüştür. Bâzı kerametleri şöyle anlatılmaktadır:

Şeyh Arif Sevastânî, Genc-i Şeker’in talebelerinden biriydi. Lahor valisi, Acûzân’daki Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e verilmek üzere, Arif Sevastânî’ye yüz dînâr verdi. Şeyh Arif, Acûzân’a varınca, hocasına sâdece elli dînâr verdi. Büyük velî, gülümseyerek; “Arif, sen çok hoş bir arkadaşsın, bu hediyeyi yarı yarıya bölüştürerek tam kardeş payı yaptın” dedi. Bunun üzerine Arif Sevastânî çok şaşırdı ve mahcûb oldu. Kalan elli dînârı da çıkardı ve hatâsı için özür diledi. Genc-i Şeker; “Sûfî her zaman dürüst olmalıdır. Yoksa mükemmelliğe erişemez” dedi. Bu îkâzdan sonra yüz dînârın hepsini Arif Sevastânî’ye verdi ve tövbesinden sonra onu yeniden talebeliğe kabul etti.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in, Fârisi 68 sahifelik Râhat-ül-Kulûb kitabı meşhûrdur. Başka eserleri de vardır.

Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerine; “Hangi kitapları yazdınız?” diye suâl edildiğinde, talebelerini gösterip; “Benim mürîdlerim (talebelerim) benim kitaplarımdır” buyurdu. İşte Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker de öyle idi. Her birisi çok kıymetli ve yüksek bir çok talebe yetiştirdi. İfâde ve mânâ bakımından çok güzel sözler buyurdu:

“Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik yaptığını bil.”

“Bir sûfîde (tasavvuf talebesinde) şu vasıflar bulunmalıdır: 1. Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve dünyâyı unutmalı. 2. Ne kadar ciddî olursa olsun, başkalarının kusurlarını görmezden gelmeli. 3. Harama gözlerini kapamalı. 4. Bütün istenmeyen şeyleri duymamalı, kötü şeylere karşı sağır olmalı. 5. Dilsiz olmalı, söylenmeyecek sözleri söylememen. 6. Her an arzulanmayan yerlere sürüklemeye çalışan alçak nefsin peşinden koşmamalı. Eğer bu sıfatlar bir sûfîde yoksa, o düpedüz bir yalancı, bir sahtekârdır. Dünyâ malına ve şerefine sâhib olmayı arzulayan, kimse tasavvuf ehli değil, kötülük getiren bir aldatıcıdır.”

“Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hatırından çıkarma!”

“Hiç bir şey, kaybedilmiş vakti telâfi edemez.”

“Ne kadar mühim olsa da, makam için şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin!”

“Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek (kendisine doğru yolu gösterecek) bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!”

“Altı çeşit tövbe vardır: 1. Kalb ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder. 2. Dil ile tövbe: Kötü sözler söylemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur’ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalp ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler, eller ve nefs kalbin köleleridir. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3. Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusurlarını görmemektir. 4. Kulak ile tövbe: Müslümanların kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır. 5. Ayak ile tövbe: Ayakları haramdan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6. Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzî ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzî: Geçmişte yapmış olduğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır.”

“Dünyâda üç çeşit insan vardır: 1. Her zaman dünyâyı sevip ona tapanlar. 2. Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terkedenler. 3. Dünyâyı ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar, diğer iki sınıftan daha iyidirler.”

ŞEKER OLAN TOZ!

Kendisine Genc-i Şeker denilmesi ile ilgili rivayetler çoktur. Bunlardan biri şöyledir:

“Ferîdüddîn Mes’ûd, mücâhede yaparken, ve dağlarda gezerken, bir gün çok susamıştı. Biraz su içmek için bir kuyunun başına gitti. Fakat kuyudan su çekecek kovası ve ipi yoktu. Şaşkın ve çaresiz bir hâlde iken, iki ceylânın oraya geldiğini ve suyun da kuyunun üstüne kadar yükseldiğini gördü. Ceylanlar sudan içip ayrılınca, Ferîdüddîn Mes’ûd kuyunun yanına vardı ve suyun aşağı çekildiğini görüp şaşırdı; “Yâ Rabbî! Hayvanlara su verdin ama insanları bundan mahrûrçı etmenin hikmeti nedir?” dedi. O anda ilâhi bir ses; “Hayvanlar bana ve benim rahmetime güvendikleri için suya kavuşuyorlar. Ama sen, ipe ve kovaya güvendiğinden bundan mahrum kalıyorsun diyordu.” Bunu duyunca, Ferîdüddîn Mes’ûd çok üzüldü. Bir damla su içmeden, tövbe için kırk gün oruca başladı. Bu oruçları bittiğinde, ağzına biraz toz aldı ve toz derhâl şekere döndü. Bu anda, şu ilâhî nida işitildi: “Yâ Ferîd! Tuttuğun kırk gün orucunu kabul ettik ve seni sevdiğimiz dostlardan biri olarak seçtik. Seni tatlı dilli, bağlılarımız arasına dâhil eyledik ve seni Genc-i Şeker yaptık.”