HAYBER’İN FETHİ - kainatingunesi.com

Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, 628 (H. 7) senesinde Hayber’de yahûdîlere karşı kazandığı zafer ve bölgenin fethi. Daha önce Medine’de oturan yahûdîler, yaptıkları ihanetler ve suikastlar sebebiyle Medine’den sürülmüşlerdi. Kin ve intikam hırsıyla yandıklarından, doğruca Hayber’deki soydaşlarının yanlarına sığınmışlar ve fırsat kollamaya başlamışlardı.

Başlıca gayeleri kâinatın sultânı olan Allahü teâlânın Habîbi’nin hayâtına son vermek, Dîn-i islâm’ı ortadan kaldırmaktı. İleri gelenlerinden bâzıları; “Gatafahlılara gidip yardım isteyelim, müslümanlara karşı onlarla birlikte çarpışalım!” dediler. Bir kısmı da; “Fedek, Teymâ ve Vâd-il-Kurâ yahûdîlerini de yardıma çağırıp, müslümanlar bizim üzerimize saldırmadan, bizonların şehrine hücûm edelim, olmuş olacak bütün intikamımızı alalım!…” diyeteklifte bulundular. Hayber yahûdîleri bu sözü kabul edip. çevredeki yahûdî kabilelerini ve Gatafanlılardan getirttikleri çok sayıda seçme savaşçıyı. Hayber’de hazırlıklara başlattı.

Onlar bu hazırlıkları yaparken, Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, yahûdîlerin durumlarından haberdâr oldu. Abdullah bin Revâha hazretlerinin yanına üç sahâbî verip, derhal Hayber’de olup bitenleri öğrenmek üzere gönderdi. Abdullah bin Revâha ve üç arkadaşı (radıyallahü anhüm) süratle Hayber’e geldiler. Burası, sekiz muhkem kalesi, verimli arazileri, bol mikdârda bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Hazret-i Abdullah, arkadaşlarından birini Şıkk, birini Ketîbe, diğerini Natât kalesine gönderdi. Kendisi de başka bir kaleye girip, üç gün yahûdîlerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından incelediler. Üç günden sonra buluşma yerinde birleşip, sür’atle Medine’ye varıp, olup bitenleri ve gördüklerini Peygamber efendimize birer birer anlattılar.

Sevgili Peygamberimiz, Eshâbının acele hazırlanmasını emretti. Yahûdîlerin, Medîne-i münevvereye saldırmalarını önlemek için, Hayber üzerine gitmeye karar verdiler. Bunu duyunca Medine’deki yahûdîler telâşa düştüler. Müslümanların maneviyâtlarını bozmak için; “Yemîn ederiz ki eğer siz, Hayber’deki kaleleri, oraya birikmiş yiğit savaşçıları görseydiniz, hiç bir zaman oraya adım atmazdınız!… Dağların tepesindeki yüksek burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara yardıma gelmişlerdir!… Sizin, Hayber’i fethetmeniz mümkün müdür?…” diyorlardı. Bunlara karşı kahraman sahâbîler; “Allahü teâlâ, Habîbine, Hayber’i fethedeceğini vâd buyurmuştur” diyerek, yahûdîlerden hiç bir zaman korkmayacaklarını belirtiyorlardı. Eshâbın bu kararlı hâli, yahûdîleri daha çok korkutuyor, endişeye düşürüyordu. Münafıkların başı Abdullah bin Übeyy; “Muhammed, az bir kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup, mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden çıkarak karşılayın” diyerek Hayber’e acele haber gönderdi.

Eshâb-ı kiram hazırlıklarını tamamladı, kalanlarla helâllaşarak Peygamber efendimizin etrafında toplandı, iki yüz süvari ve bin dört yüz piyade olmuşlardı. Allahü teâlânın dînini yaymak, cihâd etmek ve şehîdlik mertebesine kavuşmak için sevgili Peygamberlerinin emrine hâzır oldular. Bu sırada bâzı kadınların, harpte, Eshâb-ı kiramın yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak için Peygamber efendimizden vazife istedikleri görüldü. Resûlullah efendimiz merhamet buyurup, onları bu sevâbtan mahrum etmediler. Böylece mücâhidlere, başta sevgili Peygamberimizin mübarek hanımı Ümmü Seleme hazretleri olmak üzere, yirmi hanım mücâhide de katıldı.

Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Medine’de yerine vekil olarak, Gıfâr kabilesinden hazret-i Sibâ’yı bıraktılar ve Hayber’e hareket emrini verdiler. Nümeyle bin Abdullah’ın bırakıldığı da bildirilmiştir.

Takvim, hicretin yedinci yılını gösteriyordu. Peygamber efendimizin mukaddes sancağını hazret-i Ali taşıyor; sağ kol kumandanlığını da hazret-i Ömer yapıyordu. Her konak yerinde Kâinatın sultânı; “Allah’ım! İstikbâle endişelenmekten, geçmişe tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten, cimrilik, korkaklık ve bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallatından sana sığınırım” diyerek dua buyuruyordu. Hayber’e yaklaşıldığı zaman, sevgili Peygamberimizin, Eshâbına dur emrini verdiği görüldü. El açarak; “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah’ım! Ey yerlerin ve üzerindekilerin Rabbi olan Allah’ım! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah’ım! Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah’ım! Biz senden, bu beldenin hayrını ve iyiliğini, bu beldede yaşayan insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden, insanların şerrinden ve içindeki her şeyin şerrinden de sana sığınırız!” diye münâcâta başladılar. Sahabelerin dudaklarından; “Âmîn” sesleri dökülüyordu. Bundan sonra Eshâbına; “Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek ilerleyiniz” buyurdular.

Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), Resûl-i ekrem efendimizin etrafında tekrar yürüyüşe geçtiler. Hayber’in en güçlü kalelerinden Natât kalesi yakınına gelip, karargâhlarını kurdular. Vakit akşamdı. Resûlullah efendimiz, âdet-i şerîfesi, sabah olmadıkça baskın yapmaz ve önce İslâm’a davet ederdi. Tekliflerini kabul etmedikleri takdirde harbe başlardı. Bu sebeple Eshâb-ı kiram sabahı beklediler. Yahudilerin hiç biri, İslâm ordusunun geldiğini anlamamıştı.

Kâinatın efendisi, sabah namazını kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve mücâhidleri harekete geçirdi. İki yüz süvari ve bin dört yüz piyade, düzenli hareketlerle Natât kalesi önlerine yaklaştılar. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşmak üzere kaleden çıkan yahûdîler, beklemedikleri durumla karşılaşınca şaşkına döndüler ve; “Yemîn ederiz ki, bunlar Muhammed ve düzenli ordusudur!…” diyerek gerisin geri kaçmaya başladılar. Onların bu hâlini gören sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber! Allahü ekber! Hayber, harâb olup gitti” buyurdular ve bu mübarek sözünü üç defa tekrarladılar.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yahûdîlere; ya müslüman olmalarını, ya teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa harb edilip kan döküleceğini bildirdiler. Yahûdîler, ileri gelenlerinden Sellâm bin Mişken’e gidip, durumu bildirdiler. Sellâm; “Daha önce, Muhammed’in üzerine yürüyünüz demiştim, kabul etmemiştiniz. Hiç olmazsa şimdi, onunla çarpışmakta gevşek davranmayınız. Müslümanlarla çarpışa çarpışa ölmeniz, hayatta kimsesiz kalmanızdan daha hayırlıdır!…” diyerek onları harbe teşvik etti. Yahûdîler, sür’atle çocuk ve kadınlarını Ketîbe kalesine, erzaklarını Nâim’e, askerlerini de Natât kalesine yığdılar.

İslâm ordusunun bu teklifine, yahûdîler ok atarak karşılık verdiler. O gün akşama kadar, çarpışma ok ile devam etti. Elli kadar sahâbî, atılan oklarla yaralanmışlardı. Akşam olunca, yeni bir karargâh keşfi için Muhammed bin Mesleme hazretlerine vazife verildi. O da Recî’ mevkîinin müsâid olduğunu belirtince, İslâm karargâhı, buraya nakledildi ve yaralılar tedâvî görmeye başladı.

Ertesi gün Natât önlerine gelen kahraman Eshâb, akşama kadar çarpıştı. Üçüncü, dördüncü ve beşinci günlerde de kuşatma devam etti. Yahudiler hep müdâfaada kaldılar. O günlerde sevgili Peygamberimiz, şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından, iki gün mücâhidlerin arasında bulunamadılar. İlk gün sancağı hazret-i Ebû Bekr’e, ikinci gün hazret-i Ömer’e verdiler. Her ikisi de, Eshâb-ı kiramın başında, yahûdîlere karşı pek şiddetli çarpıştılar, fakat kaleyi fethetmek mümkün olmadı.

Bu arada cesaretleri artan yahûdîlerin, kale kapılarını açıp hücûma geçtikleri görüldü. Artık göğüs göğüse çarpışma başlamış, savaş pek ziyâde kızışmıştı. Peygamber efendimiz, Eshâbına; “Allahü ekber! Allahü ehberl… diyerek tekbir getiriniz” buyurdukça, tekbir sadâları arasında düşmana kılıç çalıyorlardı. Bir ara Muhammed bin Mesleme’nin kardeşi Mahmûd (radıyallahü anhümâ) şehîd edildi ve çarpışmalar şiddetli bir şekilde, akşama kadar devam etti.

Ertesi gün de Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale fethedilemedi. Akşam, Kâinatın sultânı; “Yarın sancağı öyle bir yiğide vereceğim ki, o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ ve Resûlü de onu severler. Allahü teâlâ, onun eli ile fethi gerçekleştirecektir!” buyurarak müjde verdi. O gece Eshâb-ı kiram (r. anhüm), heyecanla sabahı bekledi. Her biri sancağın kendisine verilmesini umuyor, bu yolda, Allahü teâlâya dualar ediyordu. Bilâl-i Habeşî hazretleri, sabah ezanını yanık ve güzel sesi ile okudu. Ezan okunurken herkeste ayrı bir heyecan, ayrı bir zevk hâsıl oluyor, o ilâhî zevkin tadına doyulmuyordu. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbına sabah namazını kıldırdıktan sonra ayağa kalktılar. Mübarek islâm sancağının getirilmesini emrettiler. Mukaddes sancak getirilirken, Eshâb-ı kiram ayakta duruyor, merakla, Resûl-i ekrem efendimizin mübarek dudaklarından çıkacak sözleri dinlemek için bekliyorlardı. Nihayet Âlemlerin efendisi; “Muhammed’in zâtını peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya and olsun ki, ben, bu sancağı kaçmak nedir bilmeyen bir yiğide vereceğim” buyurduktan sonra, mübarek gözlerini Eshâbı arasında gezdirip; “Ali nerededir?”buyurdu. Sahâbîler; “Yâ Resûlallah! Onun gözleri ağrıyor” deyince, Efendimiz “Onu bana çağırınız” buyurdu. O günlerde hazret-i Ali göz ağrısına tutulmuş ve gözlerini açamaz olmuştu. Hazret-i Ali gelince, Kâinatın sultânı, onun şifâ bulması için, Allahü teâlâya dua ettiler ve mübarek parmaklarını ağızlarında ıslatıp gözlerine sürdüler. O anda, hiç bir ağrı kalmadı. Ayrıca; “Yâ Rabbî! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını bundan gider” diyerek, onun için dua buyurdular, Sonra hazret-i Ali’nin üzerine, mübarek elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline beyaz İslâm sancağını verdiler ve; “Allahü teâlâ, sana zafer nasîb edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme!” buyurdular. Hazret-i Ali de, “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Onlarla, dîn-i İslâm’a girdikleri zamana kadar çarpışacağım” dedi. Sevgili Peygamberimiz de; “Vallahi, senin sebebinle Allahü teâlânın, onlardan tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sâhib olup, onları Allahü teâlânın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır” buyurdu.

Hazret-i Ali, elinde sancak yahûdî kalesine ilerlerken, şanlı sahâbîler de peşinden yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp, sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada, Natât kalesinin kapısının açıldığı görüldü. Yahudilerin hücûm birlikleri dışarı çıktılar. Bunlar, Hayber’in en seçme askerleri idi. Her biri, çitf zırhlarla kaplı, demir muhafazalara bürünmüşlerdi, içlerinden birinin, hazret-i Ali’ye doğru yürüyüp, çarpışmak için karşısına geçtiği görüldü. Bu, Merhab’ın cesarette bir benzeri olmayan kardeşi Haris idi. Sür’atle saldırdı, iki çeliğin çıkardığı ses meydanı doldururken, Zülfikâr’ın şimşek gibi indiği ve Hâris’in başını gövdesinden ayırdığı görüldü. Bu anda, “Allahü ekber!” sesleri göklere yükseliyordu.

Çarpışma bütün şiddeti ile devam ediyordu. Eshâb-ı kiram, çarpışa çarpışa kale kapısına yaklaştı. Bu sırada yahûdînin biri hazret-i Ali’nin kalkanına vurdu. Kalkan yere düştü. Fakat alacak zaman yoktu. Fırsatı kaçırmak istemeyen yahûdî, kalkanı kaptığı gibi geriye kaçtı. Buna çok üzülen Allahü teâlânın aslanı, Zülfikâr ile etrafındaki düşmanları dağıttıktan sonra, kalenin kapısını kalkan yapmaya niyetlendi. “Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek, kocaman demir kapının halkalarına asıldı. Kancalarını duvarından sarstı çıkardı… Hazret-i Ali kapıyı sökerken, sanki kale yerinden sarsıldı. Sekiz-on pehlivanın yerinden kıpırdatamayacağı bu kapıyı tek eliyle kalkan yapıp, çarpışmağa başladı. Karşısına peşpeşe, yahûdîlerin en yiğit altı pehlivanı daha çıktı. Onları da Allahü teâlânın izni ile alt eden hazret-i Ali, kahraman arkadaşları ile kaleye girdi. Artık kalenin içinde çarpışılıyordu. Karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı. İslâm sancağı kaleye dikildi. Böylece en muhkem kaleleri olan Natât fethedildi. Sevgili Peygamberimiz; hazret-i Ali’nin gözlerinden öptükten sonra; “Gösterdiğin kahramanlıktan dolayı, Allahü teâlâ ve Resûlü senden razı oldu” buyurdular. Bu mübarek kelâmı işiten Ali (radıyallahü anh), sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz “Niçin ağlıyorsun?” buyurduğunda; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Sevincimden ağlıyorum. Zîrâ Allahü teâlâ ve Resûlü benden razı oldu” dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Yalnız ben değil, Cebrail, Mikâil ve cümle melekler senden razı oldular” buyurdu. Bu sırada Devs kabilesinden dört yüz müslüman, Peygamber efendimize yardıma geldi. Bundan sonra, diğer kaleleri fethetmek için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam edildi. Hayber’in geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çaresiz kalan yahûdîler, hey’et göndererek sulh isteğinde bulundular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu teklifi kabul ederek şu maddeler üzerinde anlaştılar:

1-Bu gazada müslümanlarla çarpışan yahûdîlerin kanları dökülmeyecek.

2-Hayber’i terkeden yahûdîler, yanlarında sâdece çocuklarını ve bir deve yükü lüzumlu ev eşyalarını götürebilecek.

3-Geri kalan taşınan ve taşınamayan malların hepsi, zırh, kılıç, kalkan, yay, ok gibi bütün silâhlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamâmı; kumaşlar, altınlar ve ayrıca hazîneler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar… ne varsa hepsi müslümanlara kalacak.

4-Müslümanlara bırakılması gereken herhangi bir şey, hiç bir suretle gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allahü teâlâ ve Resûlünün emânından ve himayesinden dışarda bırakılacak…

Bu şartlara uymayan, hazînelerini tulumlarla toprağa gömen Kinâne bin Rebî’ cezalandırıldı. Ele geçen ganîmetin, haddi hesabı yoktu. Hayber’in o verimli arazileri, hurmalıkları tamamen İslâm ordusuna bırakılmıştı.

Hayber fethedildikten sonra, yahûdîler, peygamber efendimize; “Yâ Muhammed! Biz Hayber’den çekip gideceğiz. Fakat, biz zirâattan, tarla, bağ, bahçe bakımından iyi anlarız, istersen, bu verimli arazileri bize kiraya ver. Biz çalışalım ve alınan mahsûlün yarısını size verelim!” teklifinde bulundular. Sevgili Peygamberimizin ve sahâbîlerin, tarla işleri ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar dîn-i İslâm’ı yaymak için uğraşıyor, cihâd-ı fî sebîlillah için gecelerini gündüzlerine katarak çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamber efendimiz memnun oldular ve; “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!” buyurdular. Yahûdîler bunu kabul ettiler ve Hayber arazilerini işletmeye başladılar.

BANA “HAYDAR”DERLER

Hazret-i Ali, Hayber müşriklerinden Merhab’ın kardeşi Harisi öldürmüştü. Bunu işiten Merhab, emrindeki askerlerle dolu dizgin meydana yürüdü. Hazret-i Ali’nin karşısına dikildi. Onun da üzerinde çift zırh vardı. Çift kılıç kuşanmış, iri cüssesi ile sanki bir devi andırıyordu. Bütün hiddeti ile; “Ben ki, harplerin en şiddetli olduğu zamanlarda ortaya atılıp, kahramanca çarpışan Merhab’ı m! Ben, kükreyen aslanları bile mızrak veya kılıcımla delik deşik ederim…” diyerek, kendini övmeye başladı. Hazret-i Ali de; “Ben ki, anam bana Haydar (Aslan) ismi vermiştir. Ben, heybetli bir aslan gibiyimdir! Seni bir hamlede yere serecek bir yiğit kişiyimdir!” diyerek, karşılık verdi. Merhab, hazret-i Ali’den Haydar kelimesini işitince, kalbine bir korku düştü. Çünkü gece rüyasında bir aslan kendisini parçalamıştı. Rüyada gördüğü aslan bu mu idi? Derken dev Merhab’ın hamle ettiği ve hazret-i Ali’nin onu kal kanıyla karşıladığı ve Zülfikâr’ı vurduğu görüldü. Koca Merhab’ın, tuttuğu kalın çelik kalkanı ile çelikten miğfer ikiye bölündüğü gibi kafasını da ensesine kadar kesti. Peygamber efendimiz; “Sevininiz! Hayber’in fethi artık rahatlaştı, kolaylaştı” buyurdular.