HİKMETLİ SÖZLER - kainatingunesi.com

HİKMETLİ SÖZLER

Hâdîs âlimi, hatîb ve velî Abbâs bin Hamza en-Nişâbûrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocası Zünnûn-i Mısrî’nin şöyle bu­yurdu- ğunu nakletmiştir:

“İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi.”

“Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin.”

Abbâs bin Hamza hazretleri buyurdular ki: “Hocam Ahmed bin Ebi’l-Havârî, hocası Ebû Süleymân Dârânî’den nakletti: “Bir vaktin insanları­nın bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümid içinde olmala­rıdır.”

“Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz.”

Yine hocası Ahmed bin Ebi’l-Havârî’den nakleder: “Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhireti tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O’nun rızâsına kavuşmak için çalışır.”

Tâbiîn devrinin büyük velîlerinden Abdullah bin Avn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir defâsında; “Akıllı bir kimse bir hatâ işledi­ğinde ne yapalım?” diye soruldu. Buyurdular ki: “Akıllı bir kimseyi, işle­diği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu zamânımızda da durum budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı bir başkasından kendisi duyar.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve düşünmemek cinâyettir.”

Yine buyurdular ki “Her denizin kenarı, sonu, her günün gecesi var­dır. Peşinden gece gelmiyecek gün, kıyâmet günüdür. Ucu bucağı bu­lunmayan deniz, Allahü teâlânın rahmet deryâsıdır.”

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı “Kişinin sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir.”

Evliyânın büyüklerinden Abdullah Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Açlık zâhidlerin, dünyaya düşkün olmayanların; zikir ârif- lerin gıdâsıdır.”

“Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıkla­mamak, yüzünü hakka dönmüş olmanın alâmetlerindendir.”

Mısır’da yetişen âlim ve velîlerden Abdullah ibni Vehb (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir kimsenin; “(Kâfirler) (Cehennem) ateşinin içinde birbirleriyle çekişirlerken, zayıf olanlar, o büyüklük taslıyanlara; “Biz size uymuştuk, şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?” derler.” (Mü’- min sûresi: 47) âyet-i kerîmesini okuduğunu işitti. Titremeye başladı ve uzun müddet kendisine gelemedi. buyurdular.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîle­rinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kapalıçar- şı’dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; “Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muham- med’i kurtarsın.” deyince, o da cevâben: “Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!” buyurdu- lar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin talebelerinden Tâhir Efendi anlatır. Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: “Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner.”

Yine buyurdular ki: Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.

Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.

Bağdad’da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdülke- rîm Cîlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Talebelerine buyurduğu ve eserlerinde yazdığı bâzı kıymetli sözleri şunlardır:

“Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü ilimler kavrayamaz. Celâli­nin hakîkatını fehimler, düşünceler idrâk edemez. İlim sâhibi olan, O’nu idrâkten, anlamaktan yana aczini, çâresizliğini îtirâf etti.”

“Aklın nûru îmân nûrundan azdır. Sebebine gelince, akıl kuşu hikmet kanatları ile uçar. Hikmet ise delillerden ibârettir. Deliller ise ancak eseri belli şeylere götürür.”

“Bir kimse Allahü teâlânın kendisini gördüğüne yakîn olarak inanırsa, âzâlarını ve kalbini günâh işlere kaptırmaz.”

“İnsanın kemâl derecesine ulaşıp, tasavvuf makamlarında ilerlemesi, Allahü teâlâyı bilmesine bağlıdır. Bu ise ancak seçilmişlere veya bir mür­şidin, yol gösterici rehberin huzurunda yetişenlere nasîb olur.”

Âlim ve velî Abdürrahîm-i Merzifonî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ho­cası Zeynüddîn-i Hafî’nin elini öpüp hayır duâsını alarak ayrıldıktan son- ra, hocası ardından bakıp;

“Bir ateş kütüğin yakduk

Diyâr-u Rum’a atduk.”

buyurdular.

Zeynüddîn-i Hafî hazretleri bu beyti ile talebesinin yüksekliğini ve onun Anadolu’daki görevinin ehemmiyetini işâret ediyordu.

Gerçekten şeyhinin “Aşk ateşi” diye övdüğü Abdürrahîm hazretleri­nin kalbi ilâhî aşkla dop doluydu. Yanık ve içli şiirler söylerdi. Zaman zaman;

“Tövbe yâ Rabbî! Hatâ yoluna gitdüklerüme,

Bilüp itdüklerüme, bilmeyüp itdüklerime.”

 

diyerek gözlerinden yaşlar döker, kalbi Allahü teâlânın korkusundan tit­rerdi.

Bâzı kimseler müderrislik görevini ve tâyin edilen ücreti kabul etme­sini onun dünyâya olan rağbeti şeklinde yorumladılar. Buna karşı Abdür- rahîm hazretlerinin cevâbı:

“Çeşitli eller yerine bir el tuttuk. Bu lokma ile nefsin ağzını kapattık.” oldu.

Tasavvuf yolunda bulunanlar, yedikleri, içtikleri şeylerin ve kullan­dıkları eşyânın helâl olmasına çok dikkat ederlerdi. Pekçok kimse, helâl olduğu şüphelidir diye, sultanlardan gelen hediye ve ihsânları kabûl et­mezlerdi. Kabûl etseler de, fakir ve yoksullara dağıtırlardı. Sultan İkinci Murâd Han, her şeyiyle âdil bir sultan olduğundan; Abdürrahîm bin Emir Merzifoni ondan maaş almakta mahzur görmedi.

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Akıllı kişi, Allahü teâlâyı daha çok tanır. Daha çok tanıyan hedefine daha çabuk ulaşır.”

Yine buyurdular ki: “Ağzıma lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar.”

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların Allahü teâlâya en yakın olanı, güzel huylara en çok sâhip olanıdır.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba’dan bahsederken şöyle demektedir:

Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler

Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar

Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler

Arslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.

 

TAŞLANMAYINCA

Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

Velî olmaz kişi taşlanmayınca,

Sivâ endişesi boşlanmayınca.

 

Kemâle iremez sâlik dirîgâ,

Bu aşkın oduna haşlanmayınca.

 

Söğütte hiç biter mi tatlu elma,

Yarılup, sarılup aşlanmayınca.

 

Yiyemez körpe kuzu dürlü otu,

Büyüyüp gün-be-gün dişlenmeyince.

 

Ne denlü aklı olsa da, kişinin,

Okumaz hocaya başlanmayınca.

 

Dahî başlanmağıla âlim olmaz,

Çalışup dersine düşlenmeyince.

Sabî, bâliğ, hemen âkil olur mu,

Nice yıllar geçüp yaşlanmayınca?

 

Amel çokluğuna yok îtibâr hiç,

Kulundan, Hâlıkı, hoşlanmayınca.

 

Bu Kuddûsîleyin sen olma tenbel,

Vücûd bulmaz bir iş, işlenmeyince.

Kuddûsî Divânı’ndan

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikin­cisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile aynı yüzyılda yaşa­yan büyük âlim Rükneddîn Alâüddevle Semnânî zaman zaman Şeyh hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gün yine bir talebesi gelerek Ali Râmitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap istediğini bildirdi.

Suâllerinden birisi şöyle idi: “Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ik­râm ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yok iken, gene de insanlar siz­den râzı bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?”

Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bi­lenlerse azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikâ­yetçiniz olmaz.

İkinci suâl: Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye et­miş; bu nasıl olmuştur?

Cevap: Allahü teâlânın, zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.

Üçüncü suâl: İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktası­nız. Bu nasıl olur?

Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. Mâdemki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murâd hiçbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha açık zi­kirle. İkisi de müsâvîdir.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, talebeleri ile birlikte, gâyet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazret-i Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: “İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstâdımız, Sultân-ül-Ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstâdımız bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acabâ ne­dir?” Bunun üzerine Bâyezîd hazretleri buyurdular ki: “Şu köpek, hâl li­sânı ile bana dedi ki; “Sana Sultân-ül Ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi.” Bunun üzerine ben ona yol verdim.”

Meczûb, hak âşığı, çok tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir gün Bağdât sokaklarından birinde gider­ken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; “Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arka­daşla- rınla oyna.” dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül’e çevirdi ve; “Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık.” dedi. Behlül bu söze şaştı ve çocuğa; “Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık.” diye sordu. Çocuk; “Allahü teâlâyı bilmek ve O’na ibâdet etmek için.” dedi. Behlül hazretleri; “Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu. Çocuk, Mü’minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; “Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülme­yeceğinizi mi zannettiniz?” Hazret-i Behlül tekrar; “Ey çocuk. Sen hakî­mâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et.” dedi ve ağlamaya baş­ladı. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; “Ey oğlum! Senin günâhın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyor­sun?” diye sordu. Çocuk da; “Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem’in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum.” dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı. Kendinden geçti. Kendine geldi­ğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; “Tanımadın mı?” dediler. Behlül; “Hayır.” deyince, onlar; “Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur.” dediler. Behlül de; “Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi.” deyip oradan ayrıldı.

Bir gün Behlül-i Dânâ hazretlerini kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; “Ey Behlül ne yapıyorsun?” diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; “Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bun­lar sağ olanlardan daha emin.” diye cevap verdi.

Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; “Seni gör­düğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum.” dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; “Benim böyle bir arzum yoktu.” cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. “Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne ola­cak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıp­lak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâ­lin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?” dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.

Bir zaman Bağdât’ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekil­mez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek; “Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatla­ması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?” dedi. O şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir.” Sonra ellerini birbirine vurarak; “Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?” dedi.

Abdullah bin Mihran anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde bir müddet Kûfe’de istirahat etti. Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü. Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada Hârûn’un develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül’ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn’un geldiği sırada Behlül yüksek sesle: “Ey Hâ­rûn!” diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: “Buyur Behlül, ne istiyor­sun?” dedi. Behlül: “Ey Müminlerin Emîri! Eymen bin Nâil, Kudame bin Abdülâmir’den bize şöyle haber verdi ve dedi ki: “Ben Resûl-i ekremi Arafat’tan dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi, kimse de kovulmazdı. “Yol verin, yol verin!” diyen mü­nâdileri de yoktu. Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile seyâhatinden hayırlıdır.”

Behlül Dânâ yine; “Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hedi­yeler götürüyor musun?” dedi. Halîfe; “Bu hediyeler nasıl olur?” de­yince, Behlül hazretleri; “İnsanlara Allahü teâlânın sevgisini, O’ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sâhib olmak en güzel hediyedir.” dedi. Bu- nu dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat!” dedi. Behlül: “Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti’ndedir. Kötüler ise Cehennem’dedir.” buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem dışında gidile­cek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap.” dedi. Ha­lîfe; “Amel- lerimiz hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Behlül hazretleri; “Allahü teâ- lâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür.” buyurdu. Halîfe; “Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Behlül; “Peygamber efendimize ak- rabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın ol­mak daha mü- himdir.” dedi. Halîfe; “Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?” deyince de, Behlül; “Onu Allahü teâlâ bilir.” bu­yurdu. Halîfe; Na- sıl yaşayalım?” diye sordu. Behlül; “Allah’tan kork. Her hâlinde Muham- med aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun.” dedi. Halîfe; “Çok güzel söylüyorsun, şu he­diyemi kabûl et.” dedi. Behlül hazretleri de; “Onu kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremez­sin, râzı edemezsin.” diye cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; “Para borcun varsa onu ödeyelim.” dedi. Behlül:

“Kûfe’de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun öden­meyece- ğinde ittifak etmişlerdir.” dedi. Hârûn Reşîd:

“Bâri ihtiyâcını temin edelim.” deyince, Behlül hazret­leri; “Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim’dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir.” buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.

Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahat­sız olanlar, Hârûn Reşîd’e gidip; “Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi baca­ğından asılır.” gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ’yı çağırtıp, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çı­karmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından ma­hallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; “Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten.” diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar gö­rüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd’e gi­dip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ’yı çağırtıp, sorduğunda: “Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim.” diye cevap verdi.

Hasan bin Sehl anlatır: Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül’e taş at­mağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, “Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?” dedi. Ben dayanamadım. “Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?” dedim. O da, “Sus!.. Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur.” buyurdular.

Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; “Yâ Rabbî! Bana Cennet’ini ver!” diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; “Kimsin, orada ne arıyorsun?” dedi. Damda bulu­nan Behlül Dânâ idi ve; “Devem kayboldu da onu arıyorum.” dedi. Ev sâhibi, “Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?” deyince, Behlül-i Dânâ; “Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan Cennet’i istemen daha akılsızlık değil midir?” buyurdu. Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ’nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini ak­satmadan yapmaya başladı.

Bir gün Behlül-i Dânâ’nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa gö­türmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; “Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?” dediler. Onlara; “Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum.” diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; “Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?” dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; “Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir.” buyurdular. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı.

Behlül bir gün Hârûn Reşîd’in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. As­kerler vurdukça o; “Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; “Ey Behlül! Bu ne hâl?” diye sordu. Behlül; “Se­nin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kır­baç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm.” Hârûn Reşîd; “Peki ne yapmam lâzım?” dedi. Behlül; “Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üze- re ol. Böylece tahtında otur.” buyurdular.

Behlül Dânâ hazretlerinin halîfe Hârûn Reşîd’e bir nasîhati de şöyle oldu. Bir gün halîfeye; “Ey Hârûn Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?” diye sordu. Hârûn Reşîd; “Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir.” dedi. Behlül; “Değil.” buyurdu. Halîfe; “Nedir?” deyince, Behlül-i Dânâ; “Ey Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise âdil hükümdarların se­vaplarıdır.” buyurdular. Bu sözler üzerine Hârûn Reşîd ağlamaya baş­ladı.

Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül’ü getirmelerini söyledi. Gi­denler Behlül’ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; “Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım.” dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; “Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?” dedi. O, bu soru üzerine; “Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tah­tımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum.” Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; “Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?” dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; “Ey müminlerin emîri! Be­nim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emir­likten düşecek saltanatından olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyle­yin.” dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamadı.

Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde gider­ken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza alın­mayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i Dânâ onun yanına yaklaşıp; “Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamaz­sın.” dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve; “Ey Behlül; Beni o mağlûb edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin.” dedi. Böylece kavga­cılar dövüşü bırakarak hatâlarını anladılar.

Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ’ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: “Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana he­diyemdir.” dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; “Ben ancak pa­muklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: “Oğ­lum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin.”

Birisi Behlül-i Dânâ’ya gidip; “Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir ta­şına ne yazayım.” dedi. Behlül hazretleri buna gülüp; “Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlar­dan başka her şeyi örtmektedir, yaz.” dedi.

Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ hazretleri ile sohbet eder­ken; “Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış.” dedi.

Bunun üzerine hazret-i Behlül; “Müsâde ederseniz bir danışayım.” dedi. Halîfe; “Kime danışacaksın, kimsen yok ki?” diye cevap verdi. Behlül de; “Ben danışacağım yeri biliyorum.” dedi ve oradan ayrıldı. Hâ­rûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şey­ler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; “Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı.” dedi.

Behlül; “Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam müm­kün değil.” dedi. Halîfe heybetle; “Ey Behlül! Sen gidip çöplere danış­mışsın, haberim oldu.” dedi. Behlül de; “Doğru söylüyorsun ben de on­lara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve; Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve iti­barımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle gel­dik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma.” dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: “Haklısın.” deyip düşün­celere daldı.

Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilminin çokluğundan dolayı kâdılık, hâkimlik makâmına getirilmek istendi. O zaman şöyle buyurdu: “Ben size bir şey söyleyeyim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemin ede­rim ki, ben kazâ (hâkimlik) işini yapamam. Eğer, bu sözüm doğru ise, sizin beni bu iş için görevlendirmeniz, uygun değildir. Eğer sözüm yalan ise, yalancı birisini bu vazîfeye tâyin etmeniz doğru olmaz.”

Bekr bin Abdullah el-Müzenî hazretleri buyurdular ki: “Bir kimsenin tamâhı, dünyâ lezzetlerini haram yollardan araması ve gazâbı öfkesi iyice azalmadıkça müttakî, Allahü teâlâdan korkan olamaz.”

“Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttakî sınıfına geçemez.”

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Muhammed Bekrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin, bir şiirinin tercümesi şöyledir:

“Da­rıldığın bir şeyden dolayı canın sıkıldığı zaman feryâd etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu niçin böyle oldu diye Hakk’a îtirâz etme. Çünkü Hakk’a îtirâz eden pişmân olur. Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olan kimse, pek yüksek ve şerefli derecelere kavuşur. Matlûbu ve mak­sûdu peşînen verilir. Sıkıntıları ondan gider. Evliyânın sözlerini yerine getirip, onlara sâdık kaldıklarından ve kendilerini Allahü teâlâya teslim, işlerini de havâle etmelerinden dolayı başkalarından üstün olur. Bir sı­kıntın olduğu zaman ümîdini kesme. Duâlara icâbet eden Allahü teâlânın fazlından ve lütfundan ümitli ol. Nice sıkıntı ve darlığın peşin­den Allahü teâlânın yardımı yetişmiştir.

Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, benlikten uzaklaş. Ey kalbim! Eğer kalbim isen, Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden râzı ol. Gizlide ve açıkta Allahü teâlâyı murâkabe et. Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, Allahü teâlâdan başkasına meyletme. Rabbimin hükmüne sabret. So­nunda hayır bulursun. Allahü teâlâya karşı sâdık ve samîmî ol. Kuşlar gibi, bilmediğin yerden rızka kavuşursun.”

Bir gün birisi Muhammed Bekrî’den bahsederek; “Bilmiyorum, Mu- hammed Bekrî, bu kadar bol yiyecek ve giyeceği nasıl buluyor?” dedi. Bu sırada Muhammed Bekrî, oraya gelerek; “Oğlum! Dünyâ bizim kalbimizde değil elimizdedir.” dedi.

Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke’de bir yerde oturuyordu. Yanında bir genç vardı. Biri gelip o gen­cin önüne bir kese altın koydu. Genç; “Benim ihtiyâcım yoktur.” dedi. O zaman o kişi; “Fakirlere ve zavallılara dağıt.” dedi. Genç bütün paraları dağıttı. Kendisine hiç bırakmadı. Akşam olunca o gencin bir yerde di­lencilik yaptığını gördü. “Ey Genç! Dağıttığın bir kese akçeden birkaçını kendine ayırsaydın.” deyince, genç; “O zaman, şu âna kadar yaşaya­cağımı bilmiyordum.” dedi.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri muhtelif sohbetlerinde buyurdukları şunlardır: “El-Evzâî şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak.”

“Kim Allahü teâlâya yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır.”

“İnsanların sırlarını ortaya çıkaracak sorular sorma.”

“Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin Eshâ- bına sevgi ve hürmetimdir.”

“Böbürlenmen, kendi ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir.”

“Malınız varken aç sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlama­nıza yeğ tutarız.”

“Âdemoğlunu dünyâda tâkib eden musîbetlerin başında, sevdikle­rinden ayrılması gelir.”

“Bir kimse bize, hadîs anlat dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor.”

“Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle.”

“Melekler, kendisine hayran kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın huzûruna götürür.”

“Kişinin ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur.”

Büyük velîlerden Bişr bin Mansûr es-Süleymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insan yaptığı ibâdetlere değil, Allahü teâlânın lütfuna güvenmeli­dir.” buyurdular.

Bağdât’ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “İntikam alıp da sonunda pişman olmaktansa, af­fedip de pişman olmak benim için daha sevimlidir.”

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Din âlimleri fakihler, sultan- ların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir.”

“Namaz, her takvâ sâhibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdı­dır.

Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibâdet ve hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen; Yaysız ok atana benzer.”

“Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ sabrı, musîbet mikdârınca indirir.”

“Takvâdan, Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”

“Uzun emel sâhibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir.”

“Allahü teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Me­selâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim… gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir.”

“Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur: 1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık.”

Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Câfer-i Sâdık hazretleri’nin yanına gelmişti. Ona dedi ki:

“Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zâ­hidi, Allah’tan en çok korkanısın. Benim nasîhatıma ne ihtiyâcın var?”

“Ey Resûlullah’ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâciptir, borçtur.”

“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim Muhammed aleyhis- selâmın elimden yakalayıp; “Niçin bana hakkıyla uymadın?” de­mesin- den korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibâdet ve amel işi­dir. Dâ- vûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: “Yâ Rabbî! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşa- yışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûl aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtıma) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!”

Evliyânın büyüklerinden Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ebû İmrân el-Cûnî’den naklederek buyurdular ki: “Dünyâda Allahü teâlânın sevdikleriyle berâber bulunmak ve cemâatle namaz kıl­maktan daha lezzetli bir şey kalmadı.”

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Per- vâne ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşı­lamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ’nın kapısında bek­lemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve; “Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâl- lerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman göre­mezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendi­lerini buluruz.” Buyur- du. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli ara­sına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kal- kıp; “Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz?” dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; “Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki ba- na; “Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin bekle­mesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme.” demek istediniz öyle değil mi?” dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; “Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; “Ekmek pişince- ye kadar biraz sabret ve bekle.” derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gel­mesi ve bunları daha çok i- şitmek içindir. Vezir sevildiğini anlayıp göz­yaşlarını tutamadı. Sevinçli o- larak oradan ayrıldı.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Rabbim beni serbest bıraksa bir dilekte bulun­mam. Kulun dilemesi olmaz. O’nun dilediğini yapardım.”

“Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görme­sinden üstündür.”

“İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yol, Peygamber efendimizin izin- de bulunanların gittiği yoldur. Bu yola bütün kötü yollar kapalıdır.”

“Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, milyonlarca sene sıdk ve ihlâs ile yürüse ve bir an geri dönse, kaybı kazancından fazladır.”

“İlim, kendi haddini bilmek; tasavvuf, kalbi temizlemektir.”

Hindistan’da yetişen çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağı Dehli (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün lezzetli yemek­lerle bir ziyâfet veriyordu. Bu ziyâfet sırasında şu hikâyeyi anlattı: “Der- viş’in biri, Şeyh Ebû Saîd hazretlerini görmeye gitmişti. Şeyhin deb­debeli çadırını, ipekten iplerini, altından kazıklarını gören derviş şaşkına döndü. Şeyh Ebû Saîd gibi büyük bir velînin, bu lüksünü anlayamadı. Ebû Saîd hazretleri, dervişin aklından geçenleri anlayıp, durumu şöyle açıkladı: “Ey derviş, çadırımızın bu altın çubuklarını kalbimize çakmadık, onları yere çaktık. Bu dünyâ, senin gölgene benzer, yüzünü güneşe dö­nersen, gölgen arkada kalır. Eğer sırtını güneşe dönersen, güneş arkada kalır.”

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kalplere şifâ olan sözlerinden bâzı- ları şunlardır:

“Cehennem yoluna düşüp de Cennet arzu eden kimsenin hâli, ku­zeye gidip hacc-ı şerîfe gidiyorum diyenin hâline benzer.”

“Hırs sâhibi her zengin fakirdir. Kanâat eden herkes zengindir.”

Konya’da yetişen evliyâ hanımlardan ve Mevleviye tarîkatının bü­yüklerinden olan Destîne Hâtun (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yakınlarında dar ve karanlık bir odada yaşardı. Gündüzleri oruç tutar, vakitlerini Allahü teâlâyı anmakla geçirirdi. Allah korkusu ile göz yaşları dökerdi. Onun bu hallerini görüp, gönülleri râzı olmayan sâlihâ hanımlar; “Kendinize çok eziyet ediyorsu­nuz. Birazcık bedeninizin rahatını düşünseniz olmaz mı?” dediklerinde, onlara; “Bunlarsız olmaz. Binicinin serkeş, dikbaşlı, itâatsız ata yumu­şaklık yapması onun serkeşliğini arttırır.” diye cevap verirdi.

Destîne Hâtun’un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. “Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak.” dedikle­rinde; “Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. O binlerce gü­zel elbiseden daha iyidir.” buyurarak dervişlerin post üzerine oturmala­rının sırrını da beyân etmişlerdir.

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir işin ba- şı, sonuna delildir, alâmettir. Rehberi olmayan yolunu şaşırır.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hiçbir şeye dayanmazdı. Bir gün bir yakını ona sırtını dayasın diye bir yastık getirmiş ve oturduğu yerde arkasına koymuştu. Fakat o, hafifçe yastığı kendisinden uzaklaştırıp; “Bir şeye yaslanmak âdetimiz değil.” buyur­dular.

Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Dürüst olmayan birinden doğruluk bekleme, edepsiz birinden edepli olmasını isteme.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Nice sevinçler vardır ki, sonları keder, nice hü­zün- ler vardır ki, sonları kurtuluştur.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Bedeninle dünyâda, kalbinle âhirette ol.”

“Ya göründüğün gibi ol veya olduğun gibi görün.”

“Bir müminin kalbini hoş tutmak, bana nâfile hac yapmaktan iyi ge­lir.”

Kûhistan taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî, Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine mektuplar yazarak suâller sorar, cevaplar alırdı. Cüneyd-i Bağdâdî haz­retleri ona yazdığı mektuplardan birisinde şöyle buyurdular:

“Ey kardeşim! “Kıyamet günü mallar boş bırakıldığı zaman” (Tekvîr sûresi, dördüncü âyet-i kerîme) yerin neresidir? Evler yıkıldığı, dağların uçuşup bulutlar gibi yürümeye başladığı, denizlerin taştığı, güneşin nû­runun kaybolup simsiyah olduğu, dağların yerle bir olup, yeryüzünün boş bir toprak hâline getirildiği, göklerin gülyağı gibi eriyip değirmen taşı gibi döndüğü zaman ne yapacaksın? Görülecek yer bulunmadığı za­man nereye bakacak, haber alınacak yer olmayınca nereden haber ala­cak, sabır ve teselliye imkân olmadığı zaman nasıl sabredeceksin? Öyle ise, şimdiden durmadan ağla, o zaman ağlama ve sızlamanın bir faydası yoktur. Çocuğunu kaybeden bir kadının döğünerek ağladığı gibi ağla. Seni yalnız bırakıp giden büyüklere kıymetli dostlara ağla. Fırsatcıların meydanı boş bulmasına, fırtınaların ortalığı dehşete ver­mesine ağla. Seni o dehşetli günlerde kimin kurtaracağını, nereden ge­lip nereye gideceğini düşün ve ağla!..

İnsanlara acımak lâzımdır. Onlara anlayamayacakları şeyleri söy­lemek, onlara acımanın icablarından değildir. Allah sana rahmet etsin, diline sâhib olmalısın. İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyle. Anla­yamayacakları şekilde hitâb etme. Çünkü, insanlardan bilmedikleri ve anlamadıklarına düşman olmayan pek azdır. İnsanlar ipleri salıverilmiş develer gibidir. İçlerinde yük yüklemeye ve binilmeye yarayanı yoktur. Cenâb-ı Hak, âlimleri ve hikmet sâhiplerini rahmet olarak yaratmış ve onları kulları üzerine rahmet olarak dağıtmıştır. Sen de çalış ve başka­larına rahmet ol. Sen halkın durumuna uygun bir halde aralarına gir ve onlara anlayacakları şekilde söyle. Böyle yapman, hem kendin, hem de onlar için daha hayırlıdır. Allahü teâlânın selâm, rahmet ve bereketi üzerine olsun.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri “Yaptığı ibâdetine güvenmek, Allahü teâlânın ihsânını unut­maktandır.”

“Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için amel eden, sevap kazanır.”

“Yapılan ibâdete karşı bedel beklemek, Allahü teâlânın lütfunu unutmaktandır.”

“Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, yaptığınız ibâdetlerin karşılığı ola­rak bilenlerden olmayın.” Buyurdular.

Tâbiînin meşhurlarından ve büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mescidler, iyi kimselerin mec­lisleridir.”

Yine buyurdular ki: “Kişi için vakar, ağırbaşlılık en güzel süslerden­dir.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mahlûkâtı ibret almak, kendi nefsini nasîhat almak, Kur’- ân-ı kerîmi onun hakîkatine ermek için düşün.”

Büyük velîlerden Ebû Saîd bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâ, bir an önce oradan çıkmakla güzel, Cennet onu istemek ve orada devamlı kalmakla güzel olur.”

Bağdât’ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sokağa çıktığında bir kalabalığı gördü. İnsanlar bir delinin başında toplanmışlardı. Deli kaçıyor, onlar peşinden koşuyorlardı. Deli onlara doğru dönünce kaçıyorlar. Sonra deli peşlerine düşüyordu. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri; “Dur ey deli!” diye seslendi. Bunu duyan deli dönüp baktı ve; “Deli kime derler biliyor musun?” dedi. Ebû Saîd-i Har- râz hazretleri; “Hayır bilmiyorum.” deyince, deli dedi ki: “Deli ona derler ki, attığı her adımda Allahü teâlâyı anmaz ve gâfil gezer.” buyur­dular.

Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şam’da yetişen büyük velîlerdendir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gece gündüz gayret eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, tevâzu sâ­hibiydi. buyurdular ki: “Allah’tan râzı olmak ve Allah’ın kullarına acımak, peygamberlerin ahlâkındandır.”

“Bütün insanlar başıma toplansa ve beni küçük görmekten vazge­çirmeye çalışsalar vaz geçiremezler.”

“Allahü teâlâ ile kul arasında en açık şey, kulun Mevlâsının verdiği her nîmetin nereye sarf edildiğini ona birer birer arz etmesidir.”

“Âhireti düşünmek aklın alâmeti ve kalbin hayâtıdır.”

Yine buyurdular ki: “Seni Hak’tan başkasına çevirecek sebeplere bağlayan şey sana düşmandır. Gafletle çıkan, Hak teâlâyı hatırlamadan aldığın her nefes sana kızgın demirlerle bir nişandır.”

“Bugünü, düne eşit olan zarardadır.”

Fas velîlerinin büyüklerinden Ebû Ya’zî Magribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tesiri, kulun işinde ve hâlinde görülmeyen hakî­kat, hakîkat değildir.”

“Hak’tan fazîleti taleb eden, ona vâsıl olur.”

“Kimseye faydası olmayan, kimseden faydalanamaz.”

“Sözün hası odur ki, ya Allahü teâlâyı hâtırlatmalı ya da O’ndan ha­ber vermelidir.”

Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ bir kavim için kö­tülük diler- se, onlara mücâdele kapısını açar, onları iş yapmaktan alıkoyar”. Çoğu zaman kendi kendine; “Seni yaratan ne kadar yüce! Yağa benzer bir şey vermiş onunla görürsün. Kemikle işitirsin. Bir et parçası ile konuşur- sun.” derdi.

“Bir din kardeşiyle karşılaşmak, maldan ve çoluk çocuktan daha ha­yırlıdır (iyidir).”

“Halkın bize verdiği her şeyi kabûl etseydik kıymetimiz kalmazdı.”

Yine buyurdular ki: “Süleymân aleyhisselâm oğluna; “Ey oğlum! Allahü teâlâdan kork! Çünkü Allahü teâlâdan korkmak, her şeyi yener.”

“Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık, çok konuşur, az iş ya­par.”

Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ebû Abdullah Hasan Vâsıtî der ki: Hirat’ta bulun­duğum sırada İmâmı dinledim. Zaman zaman minberde, sitem şeklinde halka şu beyti okurdu.

“Diri iken insanı gerçi herkes tahkîr eder.

Zor olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider.”

 

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık buyururdu ki: “İn­sanların en akıllısı, dünyâya gönlünü kaptırmayanlardır. En zengini de kanâat edenlerdir.”

“Başkalarının almak istemediği malın satıcısı sen olma!”

“Herkesin yemeğinden yeme! Fakat herkese yemek yedir!”

“Günah olan bir şeyde kendine karşı sert ol!”

“Kalbini şeytanın oyuncağı yapma”

“İçine, dışından çok îtinâ göster!”

“Âile ve yol büyüklerine hürmetkâr ol!”

“Sana saygı gösterene saygılı davran!”

“Sıhhatinin kıymetini bil!”

“Senden korkandan kork!”

“Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hâtırından çıkarma!”

“Hiçbir şey, kaybedilmiş vakti telâfi edemez.”

“Makam için, ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Ken­dinizi küçültmeyin!”

“Riyâzet, nefs-i emmâreyi yenmektir. Uzlet ise onu hapsetmektir.”

“Hergün bir fazîlete daha kavuşmaya çalışınız!”

Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri ifâde ve mânâ bakımından çok güzel şiirler yazardı. Şu kıta onun şiirlerindendir:

 

Hiçbir gece yoktur ki, kalbim kan ağlamasın,

Hiçbir gündüz yoktur ki, yüzden nâmus akmasın.

Ömrümde hiçbir tatlı şerbet içmedim ki, o,

Gözlerimden yaş diye akıp da damlamasın.

 

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) yolda giderken insanların neşe ve sevinç içinde olduklarını görünce; “Ni-ce neşeli ve sevinçli kimseler vardır ki, onlara nasib olacak kefenlikler dokunup satışa çıkarılmıştır bile.” buyurdular.

Fudayl bin İyâd hazretlerine birisi “Nasıl sabahladın?” diye sordu. Cevaben; “Hayır üzere sabahladım.” dedi. Adam tekrar; “Nasılsın?” de- di. Fudayl hazretleri; “Hangi hâlimi soruyorsun? Dünyevî hâlimi soru­yorsan, dünyâ bize meyletti de biz onun bütün yollarını geçtik. Âhireti so­ruyorsan, günâhı çok, ameli az, ömrü tükenmek üzere, âhirete ve ölüme hazırlığı olmayan birinin hâli nasıl olur ki!” diye cevap verdi.

Konya’da yetişen velîlerinden Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Dünyâda duracağın ka- dar dünyâ için, âhirete ise âhirette duracağın kadar çalış.”

“Ne kadar yaparsan yıkılacaktır, ne kadar yaşarsan ölünecektir.”

Meşhûr velîlerden Hakîm Senâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- leri’nin hikmet dolu şiirlerinin birinde; “Ey tavır ve hareketleri güzel olan âşıklar. Durmadan ilâhî hakîkatleri arayın. Kalk! Zulüm ve haksız­lıkla yoğrulmuş olan dünyânın toprak yığınından kalkan tozları gözyaşları- mızla bastıralım. Bu dönen künbedin insanların gözlerini al­datan yıldız- ların (Lâ) süpürgesiyle silip süpürelim. Mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allahü teâlânındır sözü kendiliğinden duyulsun.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her söz için doğruluk, her doğruluk için iş, her iş için de sabır gerekir.” Hazret, bir zâta: “Nasılsınız.” dedi. O da; “Selâmet ve âfi­yetteyim.” deyince, buyurdular ki: “Selâmet ancak Sırat köprüsünü geç­tikten sonra olur. Âfiyet ise Cennet’te bulunmandır.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelli­ğine, kalb, içinin ibretlerine bakar.”

“Ne kadar şaşılsa yeridir ki, bir kimse, ayrılmayacağı şeyden kaçıyor ve onunla kalmayacak olan dünyâyı istiyor. Gözleri kör değilse de, sîne­sindeki kalb kördür.”

“Her kusurdan münezzeh olan Rabbim! Dostlarını, evliyânı öyle yap- tın ki, onları bulan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımı- yor.”

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Başkasına el açacak duruma düşmek, müslümana yakış- maz.”

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) buyurdular ki: “Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Edepli yürü, hayâlı ko­nuş, sendeki şeref, seni yaratanındır.”

“Bir kişiyi çamurdan kurtarmak, bir âileyi kurtarmak gibidir.”

“En büyük bahtiyarlık, insanlığının kıymetini bilmektir.”

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şehirde dokuz kişi vardı. İyilik etmez, durma­dan fesat çıkarırlardı.” (Neml sûresi: 48) buyrulan Semûd kavmi ile ilgili âyet-i kerîmeyi okur, sonra da; “Şimdi her şehirde durmadan fesat çıka­ran nice dokuzlar var ki, hiçbir iyi iş gördükleri de yoktur.” derdi.

Mâlik bin Dînâr hazretlerine; “Yağmur duâsına siz de bizimle çıksa­nız.” dediler. Bunun üzerine o; “Korkarım ki benim yüzümden başınıza taş yağar.” buyurdular.

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: “Bir gün top­rakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; “Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi.” diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; “Ve aleyküm se­lâm, ey Mâlik bin Dînâr!” diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; “Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın?” diye sordum. Çocuk; “Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı.” dedi. Çocuğa; “Akıl ile nefs arasında ne fark var?” diye sorunca, çocuk; “Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti.” diye cevap verdi. “Sen neden toprakla oynuyorsun?” diye sordum. Çocuk; “Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız.” dedi. Ben yine; “Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken gö­rüyorum. Sebebi nedir?” diye sordum. “Rabbimin azâb edeceğini hatır­ladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum.” dedi. “Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun?” diye sorunca, çocuk; “Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakar­ken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm.” diye ce­vap verdi.”

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Halkı anan, Hakk’ı anmaktan geri kalır.”

“Nefsin selâmeti ona uymamakta, kişinin belâsı ise nefse uymakta­dır.”

“Sıkıntıdan kurtulmak istiyorsan, dünyâyı istemeği bırak, özür dile­mekten kurtulmak istiyorsan, diline hâkim ol.”

Tâbiînden meşhûr fıkıh ve hadîs âlimi Mesrûk bin el-Ecdâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mezarında, Allahü teâlânın azâbından emin, dünyâ sıkıntısından uzak ve rahat olan bir kimseye gıbta ettiğim kadar hiç kimseye gıbta etmem.”

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Câhiller çoğaldığı için, âlimler garib oldu.”

Yine buyurdular ki: “Dilde güzellik, tatlılık ve akılda olgunluk olmalı­dır.”

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiirinin tercümesi şöyledir: “Ne za- man oyalanmaktan ve boş şeylerden vaz geçeceksin? Saçın ağardı, za- yıflık, ihtiyarlık ve elem geldi, ölüm yaklaştı. Başa gelen bu işten ve gaf- letten dolayı hayâtım boyunca ağlasam ve göz yaşım bitseydi, bun­dan dolayı kınanmazdım!”

Muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Allahü teâlâyı bilir misin?” diye sorduklarında, başını önüne eğip, bir müddet sustu. sonra; “O’nu bilenin sözü az, hayreti dâimi olur.” buyurdu. Birisi kendisine “Nasılsın?” deyince, “Ömrü eksilip, günahı çoğalanın hâli nasıl olur?” buyurdular.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri; Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çır- pınır, talebelerini de bu gâyeye sevk ederek buyururdu ki: Irmak akarken zaman zaman gürültü çıkarır ve zaman zaman etrâfını zorlar. Ancak so- nunda denize kavuşarak sükûnete erişir. Allahü teâlânın rızâ­sına ka- vuşmak arzûsu ile yanan kimsenin de hâli böyledir.”

Hindistan Ulemâ ve evliyâsının büyüklerinden Nâgûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Beyt:

Bilmeyenler tanıyamaz bileni.

O halde sözü kısa kesmeli.

 

Evliyânın büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Şöyle buyurdular.

Zât-ı Hakda mahrem-i irfân olan anlar bizi,

İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi,

 

Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,

Katre nice anlasın, ummân olan anlar bizi.

 

Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) zamânında Sultân Gı- yâseddîn Balaban’ın büyük oğlu Sultan Muizeddîn Balaban’ın salta­natı döneminde, Sultân, Kıyaspur’a yakın bir yerde saray yaptırıyordu. Sul- tânın komutanları, şehzâdeleri ve halk, Nizâmeddîn Evliyâ’nın der­gâhını çok sık ziyâret ediyorlardı. Bu durum Nizâmeddîn Evliyâ’nın ya­şayı- şında biraz karışıklığa sebeb oldu. Bu yüzden, Nizâmeddîn Evliyâ bura- dan da ayrılmak istedi. Tam Kıyaspur’dan ayrılacağı sırada bir genç o- raya gelerek Fârisî olan şu sözleri söyledi: “Her şeyden önce, şöhretinin yayılmasından çekinmelisin. Şimdi bu kadar yaygın şöhretten sonra, kıyâmet gününde yüce Peygamberin yanında seni gözden düşü­recek işi yapmaya çalışma. Bir kimsenin inzivâya çekilip, kendisini Allahü teâ- lâya bağlılığa adayarak, dünyâdan kaçıp kurtulması kolaydır. Fakat asıl cesâret ve mertlik, kalabalık halkın içinde inzivâya çekilip, huzûr bul- maktır. Böyle karışıklıklardan müteessir olmamaktır.” Bu söz­lerin üze- rine, Nizâmeddîn Evliyâ son nefesine kadar Kıyaspur’da kaldı. Sonra buranın ismi Nizâmeddîn olarak değiştirildi.

Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri, Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin yanına gittiğinde, Genc-i Şeker   onu görür görmez şu beyti okudu:

Ayrılığının ateşiyle nice gönüller kebâb oldu

İştiyâkının fırtınasıyla nice cânlar harâb oldu.

 

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Ha­lîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri’nin in­sanlara rehber olan sözlerinden bâzıları şöyledir:

“Öfke ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur.”

“Takvâ sâhibinin ağzına gem vurulmuştur.”

“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Çünkü Allah’tan korkmak her şeyin ye­rine geçer ve hiç bir şey onun yerine geçemez.”

“Bizden önce helâk olanlar, hakkı engellemek ve zulüm yapmak yü­zünden mahvoldular. Hak onlardan satın alınırdı ve zulümden korunmak için de fidye verilirdi.”

“Müslümanlardan bir söz işittiğinde onu hayra yor, sakın şerre yor- ma!”

“Sizden öncekilerin kabul ettikleri bilgileri alınız. Onların söyledikle­ri- ne muhâlif, zıt olanları almayın. Çünkü önce geçen büyükler, sizden da- ha hayırlıdır.”

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah- metullahi teâlâ aleyhâ) zamânında bir kimse; “Yâ Rabbî! Benden râzı ol!” dedi. Bunu işiten, Râbia-i Adviyye buyurdular ki: “Kendisinden râzı olmadığın (Kazâ ve kaderine rızâ göstermediğin) bir zâtın, senden râzı olmasını istemeğe utanmıyor musun?”

“İşlediğiniz günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizle­yin.”

“Sabır insan olsaydı çok kerîm olurdu.”

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Nasıl sabahladın?” diye sorulduğunda, “Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde sabahladık. Rızkımızı yiyor ve ecelimizi bekliyoruz” derdi.

Hindistan’ın meşhur velîlerinden Rükneddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abdülehad hazretlerine kendi elyazılarıyla yazdığı bir mek- tubunda şöyle buyurmuştur: Meâlen; “Rabbinin nîmetlerini söyle” buyu- rulan âyet-i kerîme mûcibince, Allahü teâlâya hamd ve minnetler olsun ki, Allah’tan başka gözümde hiçbir şey kalmadı. Bununla berâber, iflâs ve aczden başka elimde bir şey yok, hayret ve kuvvetsizliklerden başka yolum yok. Beyt:

“Susamış, hem de sudan ayrıyım,

Hazîne başında, bir dilenciyim.”

 

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Makamların en üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir.”

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Seleme bin Dînâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Müminin, diline çok iyi sâhip olması ge- rekir.”

İstanbul’un büyük velîlerinden Seyyid Seyfullah Kâsım Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Bir beyti:

 

Nân için medh eyleme nâdânı, Nâdânlık budur.

Hayber-i nefsin helâk et, Şâh-ı merdânlık budur.

 

Açıklaması: Bir lokma ekmek için karşındaki câhil adamı methet­meye kalkma. Çünkü asıl câhillik budur. Elinden geliyorsa nefsini yen. İrâdene sâhip ol. İşte asıl mertlik de böyle olur. Meşhûr bir ilâhîsi:

 

Bu aşk bahr-ı ummandır

Buna hadd ü kenâr olmaz

Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır

Bunu bilende âr olmaz

 

Eğer âşık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra,

Düş İbrâhim gibi nâra,

Bu gülşende yanar olmaz.

 

Kıyamazsan başa, câna,

Irak dur girme meydâna,

Bu meydânda nice başlar,

Kesilir hiç sorar olmaz.

 

 

Hak ile hak olanlara,

Halkı üşürmüş başına

Ene’l-Hakk’ın firâşına

Düşenlere tîmâr olmaz.

 

Bak şu Mansûr’un işine

Halkı üşürmüş başına

Ene’l-Hakk’ın firâşına

Düşenlere tîmâr olmaz.

 

Seyfullah sözünde mestdür.

Şeyhinden aldığı destdür

Dîvâne râ kalem nîstdür (yokluk)

Ne söylese kanar olmaz.

 

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “En kuvvetli, kudretli insan, kendi nefsini yenendir.”

“Kendi nefsini terbiye edemeyen, başkasınınkini hiç terbiye ede­mez.”

Yine buyurdular ki: “Sâlih bir kul olmak isteyip de, yarın yaparım di­yerek günlerini geçiren kimse aldanmıştır.”

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: Hocam Sırrî-yi Sekatî hazretlerini hasta iken ziyârete gittiğimde, “Kendini nasıl hissediyor­sun?” diye sordum. Bunun üzerine; “Hâlimden tabîbime nasıl şikâyet edebilirim ki, bana bunu veren O’dur.” buyurdular.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Kendini iyi tanı. O zaman, hakkında söylenenler sana zarar vermez.”

“Kötü işler hastalıktır. Âlimler ise hastalıklara ilâçtır. Âlimler bozulur, kötü işlere bulaşırsa, hastaları kim iyileştirecek?”

Yine buyurdular ki: “İyi ve kötü amellerin kendilerine mahsus koku­ları vardır. İyiliğin kokusu çok hoş, kötülüğün kokusu ise, rahatsız edici­dir. Kalbde kötülük yapmak için bir meyil olduğu anda kokusu, insanın yanındaki meleklere gelir. İyilik durumunda da iyi kokuyu hemen alırlar. Nasıl ki o melekler, sizi hiç rahatsız etmiyorlarsa, siz de onları rahatsız etmeyin.”

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Resûlullah’ın ve Eshâbının yolunda olma­yanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabûl etmem.

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocalarından Ebû Hâşim er-Rummânî hazretlerini ziyâret etti. Ho­cası Şakîk-i Belhî’nin cebini kabarık görünce ne olduğunu sordu. Şakîk-i Belhî; “Dostlarımdan biri, orucunu bunlarla açmanı arzu ediyorum. Lüt­fen kabûl et diye yiyecek bir şeyler verdi. Çok ısrâr ettiği için ben de ka­bûl ettim.” dedi. Bunun üzerine hocası; “Demek sen akşama kadar yaşı- yabileceğini düşünebiliyorsun.” diyerek sitem etti.

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Dünyâdaki sermâyenize çok dikkat edin ve bilin ki âhiretteki sermâyeniz de bu olacaktır.”

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: Îsâ aleyhisselâma sordular: “Ey Allah’ın peygamberi, bize neyi tavsiye edersiniz?” Îsâ aleyhisselâm da; “Sözünüz zikir, sükûtunuz fikir, bakışınız ibret olsun!” buyurdu.

Yine buyurdu ki: “Dilim bir yırtıcı hayvandır ki, onu bırakırsam beni hemen helâk eder.”

Endülüs’te yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Tâzî (rah- metullahi teâlâ aleyh) şu mânâlarda şiirler söylemiştir: “Dünyâ ve onun süsleri hiçbir şey değildir. Dünyânın günleri sâdece emânettir. Dünyâyı tercih eden, emânet olan günleri gafletle geçiren kimseye akıllı denmez. Sermâyesini helâk olacak olan şeye yatıran kimseye yazıklar olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ve bütün işlerini Allahü teâlânın rızâ­sına uygun yapmak gayreti, şereflerin en büyüğüdür.

Vekar ile ahlâklanmayı unutma. Kötü işlere bulaşmayı bırakıp, her ân Allahü teâlâyı an ve O’nu hatırından çıkarma ve bunu her yaranın ilâcı bil. Bu, susuzluk için saf sudan daha faydalıdır.

Ey kardeşim! Kimin takvâdan nasîbi varsa ve dünyâya düşkün de­ğilse; kerâmete, çok iyiliklere, saâdet ve hakîkî zenginliğe kavuşur. Öyle ise, dünyâ sevgisinden vazgeç. Dünyâya düşkün olmak, bütün günahla­rın başıdır. Ona aldanma. Onun malı, mülkü, lezzetleri, görünüşleri hep aldatıcı, geçici ve yalancıdır. Sonunda yok olmak üzere hazırlanmıştır. Dünyâ hayâtı; oyun, eğlence ve süsten ibârettir. Dünyâ seni aldatma­sın. Dünyâ, zâlim ve hîlekârdır. Bu gün senin olduğunu sandığın malla­rın, yarın başkasının olduğunu görürsün.

İhlâslı birisi nasîhat verirse kulak ver. Onu dinle ve onunla amel et. Böyle kimsenin nasîhati, seni Rabbin rızâsına yaklaştırır. Allahü teâlâ bir kulundan râzı olursa, onu fadl ve lütfu ile, ebedî kalmak üzere, se­vinç ve saâdet yeri olan Cennet’e koyar.

Bursa’da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:

Hakka âşık olanlar,

Zikrullahtan kaçar mı?

Ârif olan cevheri,

Boş yerlere saçar mı?

 

Gelsin mârifet olan,

Yoktur sözümde yalan,

Emmâreye kul olan,

Hayr ü şerri seçer mi?

 

Gerçek bu söz yârenler,

Gördüm demez görenler,

Kerâmete erenler,

Gizli sırrın açar mı?

 

Üftâde yanıp tüter,

Bülbüller gibi öter,

Dervişlere taş atan,

Îmân ile göçermi?

 

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ey Âdemoğlu! Yaradandan kuvvet- li, yaratılandan zayıf kimse yok.”

Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, birisi ziyârete gitti. Ona hitâben; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?” dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Alla- hü teâlâdan gayri şeyleri unut. Bu yetişir.” buyurdu.

Yâ Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi se­nin için kâfidir.” dedi.

Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün beğenmediği bir hareketi yapması üze­rine, göğsündeki kılları koparınca canı acıdı. Kendi kendine “Acınıyorsun değil mi? Halbuki ben senin iyiliğine çalışıyorum.” dedi.

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur- dular ki: “İbret alınacak hâdiseler pekçok, bunlardan ibret alanlar ise çok azdır.”

Yine buyurdular ki: “Dünyâ ekin yeri, insanlar da sanki ekindir. Ölüm, bu ekinleri biçen oraktır. Azrâil (aleyhisselâm) harman sâhibi, mezar da harman yeridir. Cennet ve Cehennem ise, ekinlerin durumuna göre ko­nulacağı ambar gibidir. İnsanların da bir kısmı Cennet’e ve bir kısmı da Cehennem’e gideceklerdir.”

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Râbia-i Adviyye’ye sordular ki: “Sen şeytana düşman mısın?” “Hayır” dedi. “Niçin?” dediler. “Ben dostla o kadar meş­gûlüm ki, başkası hâtırıma gelmiyor” buyurdu.

Hâce Ebü’l-Hasan Harkânî buyurdu: “Yakınların yakını, bizim mak­sadımız olanın yanında uzak kalır. Kardeşim, suya daha yakın olan, daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.”

Bir kimse, bir dervişe gidip; “Birkaç gün seninle berâber olayım” dedi. “Ben olmasam kiminle olacaktın?” diye sordu. “Allahü teâlâ ile” dedi. “Benim olmadığımı kabûl et ve şu anda Allah ile ol” buyurdular.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) üç şeyin üç şeyle birlikte bulunmamasına üzülür ve şöyle derdi: “İlim var amel yok. Amel var ihlâs yok, ihlâs var teslimiyet yok.”