Hz. Nûh’a gemi yapması vahyediliyor - kainatingunesi.com

Hz. Nûh’a gemi yapması vahyediliyor

Hz. Nûh’un yaptığı bu duâlara melekler âmin dediler. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl etti. Ona sefîne (gemi) yapmasını, kavminin helâk olma zamânının geldiğini vahy etti. Nûh (a.s.) bundan, kavminin suda boğulacağını anladı.

Hûd sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Allahü teâlâ Nûh’a (a.s.) vahyedip meâlen buyurdu ki: “Nezâretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap! Zâlimler hakkında (azâbın def’i için) bana duâ eyleme ki onlar, gark (olunmakla, suda boğulmakla hüküm) olunmuşlardır.”

“Tefsîr-i Tibyan” da bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Rivayet olundu ki Cebrâil (a.s.) Nûh’a (a.s.)  gelerek dedi ki: “Allahü teâlâ sana bir sefîne yapmanı emrediyor.” O da; “Ben onu nasıl yapabilirim ki?” dedi. Cebrâil (a.s.); “Allahü teâlâ sana, onu yapmayı kolaylaştırır ve nasıl yapılacağı hususûnda yol gösterir” dedi.

Allahü teâlâ, sefîne yapması için vahyedince Nûh (a.s.), evlâdı ve kavminden îmân edenlerle berâber  gemiyi yapmaya başladı. Gemi  yapmak için çok ağaca ihtiyaç vardı. Bulundukları yer ise ağaçsızdı. Bu yüzden ağacın bol olduğu bir yerde gemiyi yapmaları icâp etti. Bulundukları yerin dışına çıkıp ağacı çok olan bir mahalli seçtiler ve çalışmaya başladılar.

Kavminin ileri gelenleri, oraya gelip, Hz. Nûh’u bir işle meşgûl görünce istihzâ ediyorlardı. “Bu da senin sihirlerinden bir tânesi ey Nûh! Peygamberlik dâvâsında bulunduktan sonra bir de bize gemi yapmak sûretiyle sihir yapmak istiyorsun. Artık neccâr (dülger) olun” diyerek onunla alay ediyorlardı. “Biz kıtlıktan kırılıyoruz. Şikâyetimiz bundan, sen de tutmuş, boğulmamak için gemi yapıyorsun” diyorlardı. Nûh (a.s.); “Siz şimdi bizimle alay ediyorsunuz. Fakat, helâk olduğunuz, boğulduğunuz zaman anlayacaksınız” diyordu.

Yine kavmin ileri gelenlerinden bâzıları da, istihzâ yoluyla; “Ey Nûh! Peygamberlikten vazgeçtin de dülgerliğe mi başladın? Kavmi arasından seçilmiş bir peygamber iken, şimdi bir dülger parçası mı oldun. Böylece, peygamberlik gibi yüksek bir mertebeden kötü bir san’at olan dülgerliğe birdenbire nasıl oldu da iniverdin?” diyerek alay ediyorlar, eğleniyorlardı.

Nitekim Hûd sûresinin 38. ve 39. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki:” Nûh gemiyi yapmaya başlayınca, her ne zaman kavminin ileri gelenleri, oradan geçse, onun sefîne yapmakla meşgûl olduğunu görüp, istihzâ (alay) ederlerdi. (Gemiyi, suyun olmadığı, deryâya uzak bir yerde yaptığından ve senelerdir yağmur yağmıyor olmasından dolayı, bu gemi yapma işi o kavme çok garip geliyordu. Hz. Nûh’a; “Ey Nûh! Sen ne yapıyorsun?” diye suâl ettiklerinde, o; “Sûre üzerinde yürüyecek (yüzecek) bir ev yapıyorum” buyurdu. Onlar bu cevâba gülüşerek; “Böyle, suyun izzeti olan, suya hasret kalınan bir yerde gemi yapasın ha! Önceleri, peygamberimiz idin, şimdi de dülger mi oldun?” diyerek istihzâ ederlerdi. Nûh (a.s.) onlara) dedi ki: Gerçi şimdi  siz bizimle istihzâ ediyorsunuz. Fakat Allahü teâlânın azâbı size geldiği zaman biz de sizinle istihzâ ederiz. Kendisini perişân ve rüsvây edecek azâbın kime geleceğini ve âhirette dâimî azâbın kime başına geleceğini yakında bileceksiniz.”

Nûh aleyhisselâmın kavmi, gece olunca Hz. Nûh’un yaptığı geminin yanına gelip yakmak isterler lâkin hiç zarar veremeden geri dönerlerdi. Nûh aleyhisselâma da; “Ey Nûh! Bu da senin sihirlerindendir” diyorlardı. Nûh (a.s.) bir müddet geminin yapımına devâm etti.

Geminin mâhiyeti: Kur’ân-ı kerîmde, fülk, fülk-i meşhûn, zât-i elvâh ve desir gibi kelimelerle işâret buyurulan, Hz. Nûh’un gemisinin mâhiyeti, eni, boyu yüksekliği, nasıl yapıldığı; yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu, ateş yanarak,  kazanı kaynayarak hareket ettiği yâni buharla çalıştığı rivâyetleri maşhûrdur.

Nûh (a.s.) yüzyıllar boyunca kavmini îmân ve hidâyete dâvet ettiği halde, onların, inanmamakta ısrâr etmeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada son olarak kavmine şöyle söyledi:

“Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için  Allahü teâlâ tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasîhat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana ve bana inananlara eziyet edip, incittiniz. Allahü teâlâ, yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabûl ediniz. Câhillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allahü teâlânın azâbı en kısa zamanda büyük bir tûfan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, îmân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allahü teâlâya îmân etmeyen âsîler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen îmân etsin ve benimle gelsin. Bu, benim, herkesin duymasını istediğim son sözümdür.”

Nûh’un (a.s.) son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; “Ey Nûh (a.s.)! Uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tûfanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerini de inanmıyoruz” dediler.

Nûh (a.s.) gemiyi bitirdiğinde vâdolunan azâbın vakti gelmişti. Tûfânın alâmetleri görülüp, sular yavaş yavaş yükselmeye başladı.

Allahü teâlâ, Hz. Nûh’a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden îmân edenleri gemiye almasını emretti. Gemiye alınan mü’minlerin sayısı hakkında değişik rivâyetler vardır. İbn-i Abbas’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre; Nûh (a.s.) da dâhil gemide 80 kişi bulunuyordu.

Hûd sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nihâyet helâk etme emrimizin, azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırdığı, (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nûh’a emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir olunanlar (Nûh’un (a.s.) zevcesi Vâ’ıle ve oğlu Yâm yâni Ken’ân) hâriç ehil ve ıyâlini, (âile efrâdını, yâni îmân etmiş olan hanımın Amûre’yi, oğulların; Hâm, Sâm, Yâfes ve bunların hanımlarını) ve sana îmân etmiş olanları gemiye koy. Zâten Nûh’a îmân edenler pek az idi.”

Tennûr lügatte kapalı bir ocak, fırın demek olup daha çok tandır mânâsına kullanılır. Âyet-i kerîmede geçen “tennûr” kelimesi hakkında, tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler bildirilmiştir. Bu rivâyetlerden bâzıları şöyledir: Tennûr, yeryüzü demek olup, yerden su kaynayıp fışkırdığında , Nûh’a (a.s.) gemiye bin denilmiştir. Tennûr, Hz. Havvâ’nın ekmek yaptığı taştan bir tandır olup, elden ele Hz. Nûh’a kadar gelmişti.

Tennûr, yeryüzünün şerefli ve yüksek yerleri demektir. Bu yerin veya yerlerin Kûfe tarafında bulunduğu, hatta Kûfe mescidinin yeri olduğu, Şam’da Ayn-i verdân denilen mevkîde bulunduğu ve Hindistan’da olduğu da rivâyet edilmiştir. Bazı âlimler de, tennûru, gemide suyun toplandığı yer olarak bildirmişler, yâni tennûrun geminin kazanı olduğunu haber vermişler; “Nûh’un (a.s.) gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor” buyurmuşlardır.

Allahü teâlâ Nûh’a (a.s.) gemiye neleri alacağını vahyedince, Allahü teâlânın emriyle bütün ehlî, vahşî ve yırtıcı hayvanlar ve haşerât, Hz. Nûh’un huzûrunda toplandı. Bunların toplanmasıyla çok büyük izdihâm, kalabalık meydana geldi. Hayvânâtın her biri; “Bizi al yâ Neciyyallah!” diye yalvarır, gemiye binebilmek için yarış ederdi. Hz. Nûh, sağ elini uzatınca bir hayvanın erkeğini, sol elini uzatınca da aynı cins hayvanın dişisini alırdı.

Rivâyete göre yılan ve akrep gemiye binmek istediler. Nûh (a.s.) onlara; “Siz zarar ve belâya sebep olan hayvanlarsınız, sizi gemiye bırakmam” dedi. Onlar da; “Ahdımız olsun! Seni zikreden, hatırlayan, ismini söyleyen kimseye zarar yapmayız” dediler.

Yılan ve akrebin zarar vermesinden korkan bir kişi; “Selâmün alâ Nûhun fil’âlemîn…” âyet-i kerîmesini okursa onların zararlarından korunmuş olur. Yılan ve akrep bu kişiye zarar veremezler. Çünkü bu şekilde söz vermişlerdir.

Tûfan âlametleri başlayıp, gemiye binecekler binerlerken, Hz. Nûh mü’minlerden birini kavmin meliki olan Safredûs’a gönderdi. O mü’min melike tûfânın başladığını haber

verip, kendisini îmâna dâvet etti.

Kral derhal atına atlayıp, geminin yanına geldi. Hz. Nûh’a bu olanları sordu. O da; “Ey Melik! Bu dâimâ size söylediğim, sizi korkuttuğum gadab-ı ilâhîdir. Allahü teâlâ’nın azâbıdır. İşte zâhir oldu” diye haber verdi. Kral ve diğer müşrikler, hâlâ bu hâli, diğer zamanlarda yağan, şiddetli yağmur olarak zannettiler ve en son dâveti de kâbul etmediler.

Gemiye binecekler hazır olunca, Hz. Nûh onlara, besmele ile gemiye binmelerini söyledi. Bütün mü’minler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde, Hz. Nûh’la berâber gemiye bindiler. Nitekim bu hâl, Hûd sûresinin 41. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh gemiye bineceklere; “Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, mü’minleri mağfiret edici ve merhametiyle tûfan belasından kurtarıcıdır” dedi.”

İmâm-ı Begavi ve Dahhâk’ın (r. aleyhimâ) rivâyetlerine göre, Hz Nûh geminin gitmesini isteyince “Bismillah” der, gemi giderdi. Durmasını isteyince de ,yine “bismillah” der ve gemi dururdu.

Tûfan başlıyor: Nihayet gemiye binecekler bindi. Tûfan başlamıştı. Sular yükseliyordu.

Hz. Nûh ilk önce ,îmân etmiş olan Amûre ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan olan oğulları ve bunların hanımları yâni Hz. Nûh’un gelinleri de mü’min idi . Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak imân etmiş olan Va’ıle ise, daha sonra, îmândan ayrılmış mürted olmuştu. Hz. Nûh’un bu kadından doğan oğlu Yâm yâni Ken’ân da babasına îmân etmemişti.

Bu Vâı’le  îman gibi büyük bir devlete , sonra da yüce bir peygambere zevce  olmak gibi çok üstün bir şeref ve sâadete kavuşmuş iken , îmândan ayrılmış ve nâsibsizin biri olmuştu. Mürted olduktan sonra ise aşağılık ve alçaklığına bir yenisini daha ekleyerek Hz. Nûh’a hâkaret ve hâinlik yapmaya başladı.Nûh’a (a.s.) mecnûn, deli diyerek, küstahlıkta bulunduğu gibi , onun gizli sırlarını , kavmin müşrik olan reislerine vermekten de geri kalmıyordu. Tabî ki bu kadın gemiye binemedi.

Diğerleri gemiye binerken, Hz. Nûh’un oğlu Ken’ân bir köşede duruyordu. Hz. Nûh , babalık ve peygamberlik şefkati ile son bir defâ daha bu âsî evlâda nâsihat etti. Îmân etmesini söyledi. Onların bu hâli Hûd sûresinin 42. ve 43. âyet-i kerîmelerinde şöyle bildirildi: “Nûh  o sırada ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân’a şöyle nidâ etti :”Ey oğulcuğum! Bizimle berâber sefîneye gir (ki müslümanlarla selâmete eresin).Kâfirlerle berâber olma. (Eğer kâfirlerle berâber olursan helâk olursun. Ken’ân; “Ne islâm’a gelirim, nede sefîneye girerim.) Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni sû(ya garkolmaktan ,boğulmak) dan korur” dedi. Nûh dedi ki:Allahü teâlânın îmân nâsib etmekle rahmet buyurdukları hariç, bu gün Allahü teâlânın azâbı olan boğulmaktan koruyucu, kurtarıcı yoktur. Bu ikisi arasına ,(Hz. Nûh ile Ken’ân veya dağ ile Ken’ân arasına ) bir dalga girip (Ken’ân da diğer kâfirlerle berâber ) boğulanlardan oldu.”

Yine Hûd sûresinin 45-47.âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki:  “Nûh , Allahü teâlâya nidâ edip dedi ki : “Yâ Rabbi! Oğlum (Ken’ân) benim ehlimdendir ve senin vâdin elbette haktır.(Senin vâdinde hilâf olmaz. Sen beni ve ehlimi gark etmeyeceğini vâdetmiştin.)Sen hakimlerin hakimisin”

Allahü teâlâ  buyurdu ki : Ey Nûh , o senin ehlinden değildir. (Tefsîr âlimleri bunu;Senin dininin ehlinden değildir,yâni kâfirdir” diye tefsîr etmişlerdir.) Zîrâ o sâlih olmayan bir amel sahibidir. O halde ilmine vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben , seni , câhillerden olmaktan men ederim .

Nûh dedi ki: Yâ Rabbi! İlmim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni mağfiret ve bana affınla rahmet etmezsen ben ziyâna düşenlerden olurum.”

Tefsîr âlimleri, kesin olarak Ken’ân’ın Hz. Nûh’un oğlu olduğu , dolayısıyla onun ehlinden , âilesinden olduğunu bildiriyorlar. Bunda şüphe yoktur. Âyet-i kerîmede, Hz. Nûh’a “O senin ehlinden değildir”buyurulması; “Senin dininin ehlinden veya tûfanda kurtaracağımı vâd ettiğim kimselerden değildir” demektir.

Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine  göre, Ken’ân, îmân etmiş görünen bir münâfık idi. Öyle olmasaydı, Hûd sûresinin 37. ve Müminûn  sûresinin 27. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi , Allahü teâlâ  Hz. Nûh’a; “Küfürle nefislerine zulmedenler hakkında azâbın def’i için bana duâ eyleme ki, onlar garkolun(makla, suda boğulmakla hüküm olun)muşlardır” buyurduğu hâlde Hz. Nûh, îmân etmiş görünen Ken’ân için Allahü teâlâya niyâzda bulunmazdı. Ken’an münâfık olduğundan Hz. Nûh da bunu bilmediğinden, görünüşe göre hüküm verip , onun için niyazda bulundu. Ken’ân, babasının ısrârına rağmen gemiye binmeyerek o güne kadar gizli tuttuğu küfrünü açığa vurmuş oldu.

Tûfan başlamıştı. Gökten âdetâ sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, sâir zamanlarda yağan yağmur suları gibi , tatlı değildi. Tadı acı olup içenin mîdesini harâb ederdi. Nereye dokunsa ateş gibi yakardı. Bunun normal bir yağmur değil ,azâb suyu olduğu, gâyet açık ve âşikâr idi. Bu yakıcı sular her tarafı kapladı. Gemide bulunanların hâricinde hiçbir canlı mâhluk kalmamak üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında kaldı. Bu kadar büyük ve geniş su deryâsında  dalgaların büyüklüğünü târif etmek mümkün değildir.

Bu tûfan esnâsında, Nûh’un (a.s.) gemisi emniyet ve selâmet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “O sefine, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları götürüyordu …”

Nûh’un (a.s.) gemisi dağlar gibi dalgalar arasında bütün dünyâyı dolaştı. Her uğradığı yerde, yâni şehirler üzerinden geçerken; “Bu şehir filan şehirdir. Tûfandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır” diye bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerin etrâfında, su üzerinde, yedi defâ döndü. Böylece Kâbe-i muazzamayı tavâf etmiş oldular.