Hz. Nûh’un bâzı husûsiyetleri - kainatingunesi.com

Hz. Nûh’un bâzı husûsiyetleri

 1- Kendinden önceki dîni neshedip yeni bir din etiren resûllerdendir. (Hz. Âdem de resûl idi. Fakat kendinden önce herhangi bir din hattâ insan olmadığı için, onun dîni herhangi bir dîni neshetmiştir değildir.) 2- Hak dîne dâvet ettiği için kavmi tarafından ezâ ve cefâ gören ilk peygamberdir. 3- Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek pek çok eziyet ve cefâ görmüş  olmasına rağmen kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. 4- O zaman yer yüzünde bulunan bütün kâfirler onun duâsı sebebiyle helâk oldu. 5- Kavmini hak dîne dâvet için, 950 sene çok ısrarlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak, gece gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise ona devamlı eziyet ettiler. 6- Mîsak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “…Husûsen bu ahd aldıklarımız içinde ve ülü’l-azm olanları sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam yeminli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Nisâ sûresinin 163. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Nûh’a (a.s.) ve ondan sonraki peygamberlere vahyetiğimiz gibi sana da vahyettik…” buyuruldu. 7- Allahü teâlâ ona gemi yapma ilmini ve san’atını verdi. Gemiyi suda yürütme imkânı verdi. 8- Yine Allahü teâlâ Nûh’u (a.s.); “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi. Ona tûfandan kurtuluş verdi ve bereketle ikrâmda bulundu.

Muhammed bin Kâ’b el-Kurazi (r.aleyh); “Hûd sûresinin 48. âyet-i kerîmesindeki bereket ve selâmın içersine kıyâmete kadar erkek ve kadın bütün mü’minler girmektedir. Onun zürriyrti devamlı kılındı” buyurmuştur. 9- Kıyâmet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan odur. 10- Devamlı olarak kavmini îmâna dâvet ederdi. Bununla berâber ibâdetten hiç geri durmaz, her gün yedi yüz rekat namaz kılardı.

Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Nûh ile berâber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nûh çok şükredici bir kul idi” buyuruldu.

“Tefsîr-i Mazharî” de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde İbn-i Merdeveyh’in (r.aleyh), Ebû Fâtıma’dan (r.aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Nûh (a.s.) “Bismillah” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi. 

İbn-i Cerîr ve Taberâni (r.aleyhimâ) Sa’d bin Mes’ûd es-Sekafî’den (r.anh) şöyle rivâyet etmişlerdir: Nûh (a.s.) bir şey yiyip içtiği veya bir elbise giyindiğinde hep Allahü teâlâya hamd ederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir.

Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya şüdretmeye teşvik vadır. Yâni siz Hz. Nûh’a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla berâber gemide taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde sizde onlar gibi olunuz demektir.

Hz. Nûh her hâliyle Allahü teâlâya şükreden bir zât idi. Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükreder, hayrı ancak Allahü teâlâdan birlirdi.

Katâde (r.anh) buyurdu ki: “Nûh (a.s.) bir elbise giyse “Bismillah” çıkardığında ise “Elhamdülillah” derdi.”

“Tefsîr-i Kurtubî”de  büyük âlimlerden nakledilerek; “Nûh  bir şey yerken “Bismillah”, yedikten sonra ise “Elhamdülillah” derdi.”

İmrân bin Süleym’den (r.aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Nûh’a “Çok şükredici bir kul” buyurulmasının sebebi şudur: O yemek yeyince; “Beni doyuran Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su veren Allahü teâlâya hamd olsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü teâlâya hamd olsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabı giydiren Allahü teâlâya hams olsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı” derdi.

“Mir’ât-ı kâinât”da diyor ki: “Hz. Nûh, devamlı sûrete Allahü teâlâya hamd eder, çok şükrederdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya hamd ederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet  veren şey benden çıkmazdı” derdi. İftar edceği zaman, elinde bulunan yiyeceği mü’minlerden ihtiyacı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi.”

Nûh (a.s.) en büyük husûsiyetlerinden olan şür hakkında Ehli sünnet âlimlerinin kitaplarında verilen bilgi özetle şöyledir:

Şükür: Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalp, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılâhî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (r.aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir.  Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”

Sırrî-yi Sekatî (r.aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden giderde o kimsenin haberi bile olmaz.”

İnsanın önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkda durduran, varlıkla durdurmakla yok olmakdan koruyan O’dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana onun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayâtımız, ilmimiz, işitmemiz, görmememiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhâsıl bütün insâni sıfatlarımız O’ndandır. Sayılamayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O’dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kularından rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına beğendiği yol olan İslâmı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadîs-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafâ’ya (s.a.v.) uyarak, dünyâ ve âhiret nîmetlerine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetleriden dolayı şükretmelidir.

Kul kime niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceği öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.), “Mektûbât”ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İylik edenlere hürmet edilir. Nîmet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlaya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O’nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O’nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O’na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, O’na çirkin gelebilir. O’nu büyütmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O’na hürmet ve şükür şekilleri, yine O’ndan bildirilmedikçe, O’na lâyık olacağına güvenilmez ve O’nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O’na belki hakâret olur. İşte O’nun tarafından bildirilen, tâzim hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O’na kalp ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş şekilde beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür.  Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O’nun dînine muhâlif olarak şükredilemez.

Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O’nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere âlet olmamaktır. Rütbe ve mevkînin şükrü,  o mevkî ve rütbeyi islâmiyet’e ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)

İslâm âlimleri şükür için; “Nîmet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nîmeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nîtekim Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetleri dile almamız şükür, hiç bihsetmememiz ise küfrân-ı nîmettir.

Nîmeti Allahü teâlânın sevdiği istediği işe sarf edince şükr yapılmış olur. Şükrün îmânla alâkası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yeyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz” buyruldu.

Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız îkrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikramların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.

Hucvîrî (r.aleyh) buyurdu ki: “Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez onları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâp ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi:7)

Hasen-î Basrî (r.aleyh) Resûlullah efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu anlattı: “Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; “Allah’a hamd olsun” derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bekara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah’dan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle berâberdir” buyruldu.

Ebü’l-leys-i  Semerkandî (r.aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin (aleyhimüsselam) de ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”

Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm’ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (s.a.v.) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.

Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.); “Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdi seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir” verdi.

Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesini sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumdan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbâbından olursa çok çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı müsîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O’na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsını zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelil bir kula, Allahü teâlâya şikâyet etmeyi hiç bir selîm akıl kabûl etmez.

Şöyle anlarılır: Birinin dostu zamânın pâdişahı tarafından hapsedildi. Habsedilen adan bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâ’ya şükretmesini söyledi. Habsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber  verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâ’ya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra habse, ishâl olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesine alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetini artırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi:7)  Maâzallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.

Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhiret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile Af ve magfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra korku ve ümit üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle anlatmışlardır: “Benî İsrâil’de çok ibâdet  eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüzyıl ibâdet  etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin ruhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.

Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüzyıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben amelimle Cennet’e girmek isterim”der. Melekler, beşyüzyıllık kabûl olmuş amelini hesâb ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler cenâb-ı Hakkın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Ya Rabbî! Beni fadlın ve ihsânın ile Cennet’e koy.” Allahü teâlâ; “Ey kulum! seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendi tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve  fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”

Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.

1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.

2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi ile değilde, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevî şükür ise de makbûl değildir.

3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza ettirmekle berâber, Allahü teâlânın tecellilerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfda bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzuu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnûniyetini izhâr etmesi, yâni elhimdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.

Bir kişi Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cevâbı şu oldu; “Sizin o yaptığınızı Horasan’ın köpekleri de yapıyor. Biz bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:

 

Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,

Şükrünün binde birini yapamaz bile.

 

Hz. Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavminin hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mârûf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında, Emr-i mârûf ve nehy-i münker ve nasîhatta bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:

Emr-i mârûf ve nehy-i münker: İnsanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, emr-i mârûf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz ve benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker farz olup insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Din nasihattir” buyurdu. Nasîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhâmetinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ve sevablarını ve azâblarını bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını ve kötülükten uzklaşmalarını emretti. Yâni emr-i mârûf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin sünnetidir ve onların yoludur. Nasîhatin terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür. Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i mârûf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafında çeşitli tarifler yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkâdir-i  Geylânî (r.aleyh); “Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mârûf, bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin söz birliği ile yasak edilen) şeylere münker denir” buyurdu. Nasîhat etmek, emr-i mârûf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca, geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O’na sebebini soramaz.

Allahü teâlânın peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk’a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i mârûf ve nehy-i münker yapmakta da O’na uyar. Bunu yapmayan tâbi olmuş değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nisbette bunu yapmalı, söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile nümûne olmalıdır. Îmân sâhipleri, İslâm’ın güzel ahlâkıyla ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârûfda bulunmalı, bunun çok te’sirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entaktır” sözü pek meşhurdur.

Nasîhat yapmak, emr-i mârûfda bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mârûf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mârûf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetlerin âdetlerine, devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir. Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet mutlaka bulunmalıdır: ilim, vera ve güzel ahlak. İlim olmayınca yasağı emirden ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksadlı olur. Niyeti düzgün olmayınca da başkalarına te’sirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin dışına çıkar ve yaptıkları hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i mârûf ve nehy-i münkeri de sevap olmaktan çıkar. Bunun için Emir-ül-müminîn Ali (r.anh) harbde öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kâfir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir hamlede, çabucak öldürsünde fazla acı çekmemeyim diye, Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hz. Ali’nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.

Hz. Ömer (r.anh) bir kimsenin, karnına vurmuştu. O da Hz. Ömer’e hakâret etti. Hz. Ömer bir daha vurmadı. “Niçin vurmadın” dediklerinde: “Önce O’na hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerif de; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla bildirmeyen, emr-i mârûf ve nehyi münker yapamaz” buyurmuşlardır.

Neyhi münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara katlanmasıdır. Emr-i mârûf ve nehyi münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını ve beğenmesini isteyen nehyi münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası olmaz. Çünkü niyet ve maksad başkadır.

Emr-i mârûfda, nasîhatta, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâm güzel ahlâkına uyarak nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kânunlara uymak en te’sirli nasîhat yoludur. İslâm güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mârûf ve nehyi münker yapmaktır.

Nasîhat el ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek hükümetin vazâfesidir. Emr-i mârûf ve nehyi münkeri el ile yapmak, hükümet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da her müslümana farz olan bir vazîfedir. Çünkü Buhârî’deki bir hadîs-i şerîfde; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü, günah olan bir işi görürse, onu eli değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalb o işi beğenmesin. Kalben nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde müslümanların emr-i mârûf ve nehyi münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terketmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsranda kalmazlar. Nitekim hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Emr-i mârûf ve nehyi münker yapan ile, nasîhati terkeden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimi de üsteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp orakadaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üste olanlar onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üstekiler de, alttakilerde helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularını bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i mârûf ve nehyi münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah’a îmânınızda devâm edersiniz” buyuruldu.

Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali! Altı yüz bin koyun mu istersin, yâhut altı yüz bin altın mı, veyâhut altı yüz bin nasîhat mı istersin?” Hz. Ali dedi ki: “Altı yüz bin nasîhat isterim.” Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate uyarsan, altı yüz bin nasîhate uymuş olursun.”

1-Herkes nâfilerle meşgûl olurken, sen farzları ifâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müstehâbları ifâ et!

2- Herkes dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!

3- Herkes birbirinin aybını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!

4- Herkes dünyâyı îmâr ederken, sen dînini îmar et, zînetlendir.

5- Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsının gözetirken, sen Hakk’ın rızâsının gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebeb ve vâsıtaları ara!

6- Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et!”.

 Nasîhatin faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan  kimsenin her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.

Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”

“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevabı da emr-i mârûf ve nehyi münker sevâbın yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”

Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehenneme atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin dolab etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar kendisine sen emr-i mârûf ve nehyi münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? derler. Evet başkalarına iyilik emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.”

“Bir yerde kötülerin yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak durumda bulunsalar da, o kötülere engel olmayıp, işlerine karışmayıp, sesizce otursalar, yarın kıyâmette maymun sûretinde haşr olunurlar.”

Mîrac gecesinde göklere çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların dudaklarını keserlerdi. Cebrâil’e (a.s.) bunlar kimlerdir? Diye sorduğumda; “Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatibleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler, hâlbuki kendileri yapmazlardı diye cevâb verdi.”

 

  1. Tefsîr-i Beydâvî
  2. Tefsîr-i kebîr (Fahrüddîn-i Râzî
  3. Tefsîr-i Mazharî
  4. Tefsîr-i Teberî
  5. Tefsîr-i Hâzin
  6. Tefsîr-i Kurtubî
  7. Tefsîr-i Nîsâbûrî (Garâib-ül- Kur’ân ve Regâib-ül fürkân)
  8. Tefsîr-i Celâleyn
  9. Şeyh-zâde (Beydâvî hâşiyesi)
  10. Şihâb (Beydâvî hâşiyesi)
  11. Sâvî (Celâleyn hâşiyesi)
  12. Cemel (Celâleyn hâşiyesi)
  13. Dürr-ül mensûr fit tefsîr-i bil me’sûr
  14. Tefsîr-i Ruh-ul beyân
  15. Zâd-ül mesîr fi ilm-it tefsîr
  16. Tefsîr-i kebîr (Bahr-ul muhît)
  17. Tefsir-i Tibyân
  18. Tefsir-i Mevâkıb
  19. Sahîh-i Buhârî (Kitâb-ül enbiyâ); bâb-3
  20. Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül i-tisâm); Hadis No:18
  21. Sünen-i İbn-i Mâce; cild-4, sh.1714
  22. Feth-ul bârî (Buhârî şerhi); cild-6, sh.264
  23. Râmûz-ül ehâdîs; cild-1, sh. 244, cild-2, sh.307, 353, 373, 408
  24. Levâmi’ul ukûl (Râmûz şerhi); cild-3, sh. 397, 685, cild-4, sh. 94, 160, 321, 322
  25. Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-2, sh. 169, 225, cild-3, sh. 32
  26. Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
  27. Mektûbât-ı Ma’sûmiyye; cild-1, m.24, cild-3, m.118
  28. Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-1, sh. 40
  29. Ravdat-ül ebrâr; cild-1, sh.12
  30. İhyâu ulûmiddîn; cild-1, sh. 12
  31. Kısâs-ı Enbiyâ (Kısâi)
  32. Târih-ul ümem vel-mûlûk (Târih-i Taberî); cild-1, sh.90
  33. El-Kâmil fit-târih (İbn-ül Esîr); cild-1, sh. 67
  34. Künh-ül ahbâr (Târih-ul âlî); cild-2, sh.19
  35. Kısâs-ül enbiyâ (Arâis-ül mecâlis); sh. 54
  36. Kısâs-ı enbiyâ ve tevârîh-ı hulefâ; cild-1, sh. 4
  37. Bedâi’uz zühûr; sh. 54
  38. Ravdat-üs safâ sh.130
  39. Hasâis-ül kübrâ; cild-2, sh. 180
  40. Me’âric-ün nübüvve; cild-1, 1. rükün, sh. 52
  41. Delâl-ün nübüvve; sh.98
  42. El-Besâir li münkir-it tevessüli bi ehl-il mekâbir (Gavs-ül ibâd bi beyân ir-reşâd kısmı, Hakîkât Kitabevi, İstanbul 1987); sh. 270
  43. Usûl-üs Serahsî; cild-2, sh. 30, 32, 131
  44. El-Müdhiş (Ebü’l Ferec İbn-ül Cevzî); sh. 76
  45. El-Me’ârif; sh. 10
  46. Kâmûs-ül a’lâm; cild-6, sh. 4604
  47. Lügat-i târih ve coğrafya; cild-7, sh. 90
  48. Mir’ât-i kâinât; cild-1, sh. 69
  49. Sefîne-i Nûh (Urduca, Muhammed Şefi’ el-Hatîb, Karaçi, Pakistan)
  50. Eshâb-ı Kirâm; sh. 367
  51. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1116
  52. Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 249, cild-5, sh. 119, cild-13, sh.162, cild-16, sh.101
  53. İslâm Ahlâkı
  54. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi
  55. Kimyâ-i seâdet
  56. Gunyet-üt tâlibin
  57. Tenbîh-ül gâfilîn
  58. Keşf-ül mahcûb (Hucvîrî)
  59. Kuşeyrî risâlesi
  60. Tarîk-un necât