İ m a n ı n Ş a r t l a r ı (3)
K İ T A P L A R A İ N A N M A K
İLAHİ KİTAPLAR
Allahü tealanın emirlerini ve yasaklarını, iman ve ibadet esaslarını, güzel ahlakı içine alan ilahî kitaplara inanmak, dinimizin üçüncü temel şartıdır. Yüce Rabbimiz, peygamberleri vasıtası ile bunların hepsini ilahî kitaplarda bildirmiştir. Allahü teala bu kutsal kitapları, bazı peygamberlere, melekle okutarak, bazılarına ise yazılı olarak, bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü tealanın sözleridir. Ebedî ve ezelîdirler. Sonradan yaratılmış değildirler. Bunlar, meleklerin keşfettiği veya peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü tealanın kelamı/sözüleri, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz söz gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü tealanın ve Onun sıfatlarının nasıl olduğunu insan, aklı ile anlayamaz. Fakat Onun kelamını insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Allahü tealanın, insanlara tebliğ ettiği bu kitaplardan Tevrat İbranice, İncil Süryanice ve Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir. Allahü tealanın indirdiği kitapların hepsi hakdır, doğrudur. Yalan yanlış olmaz. Eksikleri de yoktur.
BÜYÜK KİTAPALR ve SUHUF
İnsanlık tarihi, ilk insan olan Hazret-i Âdem ile başlar. O aynı zamanda insanlara gönderilen ilk peygamberdir. Hazret-i Havva ile evlenip çocukları çoğalınca, onlara Peygamber olarak gönderildi. Allahü teala, insanlara, her bin senede bir “Resul” ve her yüz senede bir de “Nebi” olarak peygamberler göndermiştir. Bunlardan bazılarına “Kitap ve Suhuf” verilmiştir. Bu Kutsal kitapların, Kur’an-ı Kerim’de bildirilenleri yüzdörttür. Bunların dört tanesi büyük kitaptır. Yüz tanesi suhuftur. Suhuf; küçük kitap, kitapçık, risale demektir. Büyük kitaplardan TEVRAT, Musa aleyhisselama, ZEBUR, Davud aleyhisselama, İNCİL, İsa aleyhisselama ve KUR’AN-I KERİM de, Muhammed aleyhisselama gönderilmiştir. Suhuf denilen küçük kitaplardan 10 suhuf Âdem aleyhisselama, 50 suhuf, Şit aleyhisselama, 30 suhuf İdris aleyhisselama ve 10 suhuf da İbrahim aleyhisselama gönderilmiştir.
KUR’N-I KERİM
Kur’an-ı Kerim, nazm-ı ilahîdir. Nazım; lügatta, incileri ipliğe dizmeye denir. Kelimeleri de inci gibi, yan yana dizmeye nazım denilmiştir. Şiirler, birer nazımdır. Kur’an-ı Kerim’in kelimeleri Arapça’dır. Fakat bu kelimeleri yan yana dizen Allahü tealadır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Bu Arabi kelimeler, Allahü teala tarafından dizilmiş ayetler halinde gelmiştir. Cebrail aleyhisselam bu ayetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselam da mübarek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen eshabına okumuştur. Kur’an-ı Kerim mahluk değildir.
Kur’an-ı Kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Peygamber efendimiz, kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamışken ve cahiliyye devrinin insanları arasında yetişmişken Tevrat’ta ve İncil’de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmiş kavimlerin hallerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini hüccetler, sağlam deliller söyleyerek susturdu. En büyük mucize olarak Kur’an-ı Kerim’i ortaya koydu ki, altı bin iki yüz otuz altı (6236) ayetinden biri gibi söyleyemezsiniz diye meydan okuduğu halde, bin dört yüz seneden beri, dünyanın her tarafından bütün İslâm düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları halde bir benzerini dahi söyleyemediler. Şimdi de, gayrimüslimler milyarlar dökerek bütün güçleriyle çalıştıkları halde söyleyemiyorlar. Hele o zaman Araplarda şiir, edebiyat, fesahat ve belagat, her şeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu halde, Kur’an-ı Kerim’e böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip Müslüman oldu. İman etmeyenleri de, İslamiyetin yayılmasını önlemek için savaşmaya mecbur oldu.
Kur’an-ı Kerim’de kimsenin yapamayacağı, söyleyemeyeceği şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Burada altısını bildirelim:
Birincisi: İcaz ve belagattır. Yani az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok şey anlatmaktır.
İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, Arap harflerine ve kelimelerine benzediği halde, ayetler, yani sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine hiç benzemiyor. Kura’an-ı Kerim, insan sözü değildir. Allah kelamıdır. Kur’an-ı Kerim’in yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve mükemmelliğini ifade ediyorlar.
Üçüncüsü: Bir insan, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve şevki artıyor. Halbuki, Kur’an-ı Kerim’in tercümelerinin, başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hasıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
Dördüncüsü: Geçmiş insanların hallerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir.
Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmektedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
Altıncısı: Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir suretle bilemeyeceği ilimlerdir ki; Allahü teala, ilimlerin evvelini ve sonunu Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir.
KUR’N-I KERİMİN TOPLANMASI
Cebrail aleyhisselam, her sene bir kere gelip o ana kadar inmiş olan Kur’an-ı Kerim’i, Levh-il mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Ahirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okudular. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ve eshabından çoğu, Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberlemişti. Bazıları da bir kısmını ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselam, ahirete teşrif ettiği sene, Halife Ebu Bekir (radıyallahü anh) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirterek oluşturulan heyete bütün Kur’an-ı Kerim’i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, “Mushaf” veya “Mıshaf” denilen bir kitap meydana geldi. Otuz üç bin sahabi bu mushafın her harfinin tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sureler belli değildi. Üçüncü Halife Osman (radıyallahü anh), hicretin yirmi beşinci senesinde, sureleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı tane daha mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye verdi. Bugün, dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp çoğaltılmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
AYET-İ KERİME ve SURE
Ayet, lügatta; alamet, nişan, ibret, delil ve harikulade manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de, bir manayı veya bir hükmü ifade eden uzun veya kısa cümlelerden her birine “ayet” denir. Ayetlerin sayısının altı bin altı yüz altmıştan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de bu ayrılıklar, büyük bir ayetin, birkaç küçük ayet sayılmasından veya birkaç kısa ayetin, bir büyük ayet sayılmasından ileri gelmiştir.
Sure ise lügatta yüksek rütbe, şeref, yüksek olarak yapılmış bina manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de, ayetlerden meydana gelen bölümlere “sure” denir. Cüz, Kur’an-ı Kerim’in yirmi sayfalık her bir bölümüne denir. Kur’an-ı Kerim’de (114) sure ve (6236) ayet vardır.
Kur’an-ı Kerim’in tamamı otuz cüzdür. Kur’an-ı Kerim’in on dört yerinde secde ayeti vardır. Bunlar “A’raf, Ra’d, İsra, Meryem, Neml, Sad, Fıssılet, Hac, Furkan, Secde, Nahl, Necm, İnşıkak ve Alak”[i] sureleridir. Secde ayetlerinden birini okuyanın veya işitenin, manasını anlamasa da secde yapması vaciptir.
KUR’AN-I KERİMİN TEFSİRİ
Kur’an-ı Kerim hiçbir dile, hatta Arapça’ya da tam tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak izah edilebilir, açıklanabilir. Kur’an-ı Kerim’in manası, tercümesi okunmakla anlaşılmaz. Bir ayetin manasını anlamak demek, Allahü tealanın, bu ayette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu ayetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murad-ı ilahîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi dercesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Din bilgisi olmayan birinin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü tealanın dediği sanarak, tercüme edenin kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Köylüye ait bir kanunu, hükümet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü köylü okuyabilse bile anlayamaz. Bu kanun önce valilere gönderilir. Valiler iyi anlayıp izahını ekleyerek kaymakamlara, bunlar da daha açıklayarak nahiye müdürlerine gönderirler. Nahiye müdürleri bu açıklamalar yardımı ile kanunu iyi anlayabilir ve muhtarlara anlatır. Muhtarlar da köylünün anlayabileceği bir dille anlatırlar. İşte Kur’an-ı Kerim de ahkam-ı ilahiyedir. Kanun-ı rabbanidir. Allahü teala, Kur’an-ı Kerim’de kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelamını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’in manasını yalnız Muhammed aleyhisselam tam anlar. Başka kimse tam anlayamaz. Eshab-ı Kiram ana dili olarak Arapça bildikleri, edip ve beliğ oldukları halde, bazı ayetleri anlayamaz, Resulullah’a sorarlardı.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bir gün yolda giderken, Resulullah’ın, Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık’a bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra başkaları da gördü ise de gelip dinlemeye çekindiler. Bu kişiler ertesi gün Hazret-i Ömer’i görünce “Ya Ömer! Resulullah, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim!” dediler. Çünkü daima, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hazret-i Ömer “Dün Ebu Bekir, Kur’an-ı Kerim’den anlayamadığı bir ayetin manasını sormuş, Resulullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, dinlediklerinden bir şey anlayamadım” dedi. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir’in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer o kadar yüksek idi ki, Resulullah efendimiz onun hakkında “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu ve Arapça’yı çok iyi bildiği halde, Kur’an-ı Kerim’in tefsirini bile anlayamadı. Çünkü Resulullah, herkese derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ebu Bekir’in derecesi ondan çok daha yüksekti. Böyle olmasına rağmen Hazret-i Ebu Bekir hatta Cebrail aleyhisselam dahi Kur’an-ı Kerim’in manasını, esrararını Resulullah’a sorardı.
Kur’an-ı Kerim’in manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz uyumayarak, dinlenmeyerek, istirahatlarını feda ederek bu hadis-i şerifleri toplayıp tefsir kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, uzun seneler durmadan çalışıp yirmi ana ilmi iyi öğrenmek lazımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları seksen ilimdir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, Kur’an-ı Kerim’e bugünkü Arapça’ya göre mana vererek yaptıkları tercümeler, Kur’an-ı Kerim’in hakiki manasından bambaşka bir şeye çevirmektedir.
KUR’AN-I KERİMDEKİ İLİMLER
Kur’an-ı Kerim’de bildirilen ilimler beş bölümde toplanabilir:
-
Kur’an-ı Kerim mahlukları inceleyerek, Allahü tealanın var olduğunu ve bir olduğunu anlamayı göstermektedir. Fen bilgileri bu kısımdadır. İçindeki bilgilerden ancak bir kısmı bugünkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Halbuki bu ilmî ve fennî esaslar, bin dört yüz sene evvel Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Dünyanın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, seksen doksan sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur’an-ı Kerim’de Enbiya Sresi 30. ve 33. ayetlerde “İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?” ve Yasin Suresi’nde “Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan Odur. Bunların her biri bir yörüngede yürür” buyruluyor. Demek oluyor ki, modern bilginlerin ancak elli seksen-doksan sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın kuruluş prensibini Cenab-ı Hakk, bundan tam bin dört yüz sene evvel insanlara bildirmiştir” buyrulmaktadır.
Modern biyologlar, hayatın kaynağını şöyle anlatıyorlar: “Dünyanın ilk atmosferinde amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Bunlardan yıldırımların etkisiyle aminoasitler meydana geldi. Milyonlarca sene evvel ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amipler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan aminoasitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir.”
Onların ancak kısa bir zaman evvel buldukları bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de bin dört yüz sene evvel açıklanmıştır.Mesela, Enbiya Suresi, 30.ayetinde: “İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?” ve Furkan Suresi, 54.ayetinde: “İnsanı sudan yaratarak, soy sop veren Allah’tır.” ve yine Yasin Suresi, 36.ayetinde: “Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri birçok şeylerden çift çift (bol bol) yaratan Allah’ın ismini üstün tut!” buyurulmaktadır. Buradan bitki ve hayvanat bilgilerine, fakat bunların yanında “Bilmedikleri şeyler” diye insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri atom enerjisi gibi yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar vardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, Rum Suresi 1. ve 4. ayetlerde şöyle buyuruyor: “Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı olması, Onun varlığının belgelerindendir. Doğrusu, burada bilenler (ilim adamları) için dersler vardır.” Bu sözler, bugün genetik/kalıtım ile uğraşan ilim adamlarına bir işarettir. Demek oluyor ki “Dil ve renk farklarında” henüz bizim bugün daha bulamadığımız bazı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkacaktır.
-
Tarihi inceleyerek iman edenlerin, İslamiyete uyanların mes’ut olduklarını, imansızların ise dünyada azap içinde yaşadıklarını anlatmaktadır.
-
Ahiretteki ni’metleri ve azapları bildirerek imânlı olmaya teşvik etmektedir.
-
Dünyada ve ahirette saadete kavuşmak için nasıl yaşamak lazım olduğunu öğretmektedir.
-
Müşriklerle/inanmayanlarla, münafıklarla/inanmış görünenlerle, yahudiler ve hristiyanlarla nasıl harp yapılacağı bildirilmektedir.