İbrahim b. Edhem Hazretleri
Babası doğduğu yer olan Belh şehrinin pâdişâhı idi. Kendisi gençliğinde şehzâde olup, avlanmayı pek severdi. Tahtta oturur, istediğini yer, arzûladığını giyer; her emri ânında, yerine getirilirdi.
Saraydan çıkacağı zaman, 40 (altın kalkanlı) kul askeri önünde; 40’ı da arkasında, tantana ile yürürlerdi.
Bir gece süslü yatağında uyurken, büyük bir gürültüyle uyandı. Tavan sallanıyordu.
Heyecanla seslendi: “Kimdir o?”
Tavandan cevap geldi: “Yabancı değil; tamdık biriyim.” “Ne istiyorsun?”
“Devemi kaybettim de, onu arıyorum!”
İbrâhim hayretle: “Hey şaşkın!.. Deve, damda aranır mı?” deyince, tavandan cevap verildi: “Asıl şaşkın sensin. Allah ü teâla, atlas döşekler içinde mi aranır!”
Bu söz İbrâhim b. Edhem’in kalbine bir ateş gibi düştü. O zamana kadar yaptığı, bütün kusur ve günahları düşünmeye başladı.
Babası ölüp yerine padişah olduğu günlerden birinde işe; saraya âniden heybetli bir zât geldi.
Padişah tahtında oturuyor; askerleri ve devlet büyükleri de etrafında, elpençe divân duruyorlardı. Birdenbire, o zâtı karşısında görünce: “Kimsin, ne istiyorsun?” diye sordu. Gelen kimse; “Burada konaklamak arzusundayım” cevabını verdi,
“Burası han değil, benim sarayımdır!” deyince yolcu sordu: “Burası daha önce kimindi?”
“Babamındı.”
, “Ondan evvel kimindi?” “Dedemindi.”
“Onlar şimdi neredeler?”
“Vefât edip gittiler.”
O zaman, yabancı zât güldü ve: “Demek burada kalanlar; zamanı gelince gidiyorlar! O hâlde burası, kervansaraydır, ‘Benim sarayım’ demek yakışır mı?” dedi. O zât, Hızır aleyhisselâmdı.
Belh padişahı bu sözleri işitince, derdi çoğaldı. Kararsızlık içinde: “Atlarımı hazırlayın, ava çıkalım. Belki teselli oluruz!” emrini verdi.
Sahrâya, ava çıktılar. Ne yapacağım bilemiyordu! Av köpeğiyle koşarken, mâiyetinden ayrı düştü. O sırada: “Uyan!” diye bir ses işitti. Aldırmadı, fakat o ses tekrar: “Uyan!” diye seslendi. Yine aldırmadı. Üçüncü defa da: “Uyan!” sesini duyunca, hızla atını sürdü, koşturdu.
Önlerine bir geyik çıktı. Birden arzusu, geyiği avlamak oldu. Fakat mintarafillah (Allah tarafından) geyik lisâna gelip: “Yâ İbrâhim! Hak teâla seni, av avlamak için mi yarattı?” diye sordu. O zaman, yüreğindeki ateş yeniden alevlendi. Gözyaşları sel gibi aktı; süslü elbiseleri ıslandı!
Cân ı gönülden, tevbe istiğfar eyledi. “Nasuh tevbesi”etti.
Atını ve köpeğini kırbaçlayıp, yanından kovdu. Tek başına geri dönüp giderken, bir çobana rastladı. Ona: “Ey çoban kardeşim! Elbiselerimizi değişelim mi?” teklifinde bulundu.
Çoban şaşırarak: “Niçin” diye sordu. O ise: “Bakalım; keçe külâh ve kepenek bana yakışacak mı?” cevabını verdi. Sonunda çoban râzı oldu. Elbiseleri değiştirdiler. Bu sırada melekler, onun hâlini seyrediyorlardı. Birbirlerine: “İbrâhim, padişah elbisesini çıkarıp fakir elbisesini giydi!” dediler.
Kazancını sadaka ederdi
O gerçekten dünyanın bütün süslü şeylerini terketmiş, âhireti düşünür olmuştu. Tacım, tahtım bırakmış, Allah ü teâlanın velî kulları arasına girmişti.
Oradan, Merv şehrine gitti. Bir köprüden geçerken, âmâ bir adamcağız aşağı düşüyordu. Hazreti İbrâhim bunu görünce dayanamadı: “Allahümmahfazhü! (Ey Allah’ım! Onu muhâfaza et, koru!)” niyazında bulundu.
Bu duâsı hürmetine düşmekte olan âmâcık; muâllakta (boşlukta) kaldı, düşmedi! Etrafta bulunanlar yetişip, adamcağızı kurtardılar. Halk bu kerâmete taaccüp edip, onun büyüklüğünü anlamış oldular.
İbrâhim b. Edhem hazretleri oradan, Nişâbur şehrine geçti. Kimse tanımasın diye, bir mağaraya girdi. Tam dokuz yıl o mağarada yaşadı! Bütün günlerini, ibâdet ve taatla geçiriyordu. Yalnız Perşembe günleri mağaradan çıkıp, dağda odun toplardı Sonra odunları Nişâbur pazarında satıp, parayı dervişlere dağıtıyordu. Cuma namazım Nişâbur’da kıldıktan sonra, tekrar mağarasına dönerdi. Namaz ve orucuna devam ederdi.
Mağarada bulunduğu bir gece, yıkanması icâbetti! Zemhe- rir (yılın en soğuk) günleriydi. Buzlan kırmak yoluyla, gusül abdesti alabildi. Ve seher vaktine kadar, ibâdet eyledi. Sabaha karşı soğuktan donmak üzere iken: “Ne olaydı, sırtımda bir kürküm bulunaydı!” diye düşündü.
Aniden sırtında, bir kürkün varlığım hissetti! Derhal Allahü teâlaya hamdetti, şükretti.
Mağarada kalması uzayınca, halk onun kerâmetlerini öğrenir oldu. Bunu farkeden Hazreti Şeyh’de oradan uzaklaşmayı uygun gördü.
Dokuz yıl kaldığı, o mübarek mağarayı terketti. Nişâbur’da hâlâ orası “İbrâhim Mağarası” olarak bilinmektedir.
Sonra ziyâret ve hacc niyetiyle, Mekke-i Mükerreme’ye doğru yollara düştü. Sahrâda giderken bir zâta rastladı. O zât, “İsm-i A’zam, duâsı okuyordu. İbrâhim b. Edhem hazretlerine de öğretti. Artık Allah ü teâladan, bu duâ ile ne istese; yanında buluyordu.
Daha sonra yolda, yine Hızır aleyhisselâma rastgeldi. Sarayda kendisine doğru yolu ilk gösteren bu zâtı hemen tamdı. Selâmlaştılar. Hızır (a.s.): “Ey İbrâhim! Sana, ‘İsm-i A’zam’ î duâsını öğreten kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
“Hayır! Pek de merak ediyorum. Çünkü o duâ ile Rabbim- den her ne istesem, yanımda buluyorum!” dedi.
Hızır aleyhisselâm gülerek: “O benim kardeşim, İlyas (as) idi” cevabını verdi.
Kendisine daha birçok nasihatler verip, o da kayboldu.
Nişâbur’dan ayrıldıktan epeyce sonra, “İbrâhim Mağarasını” ziyaret eden büyük bir zât: “Sübhanallah! İbrâhim bin Edhem hazretleri ne mübârek bir kimse imiş! Eğer bu mağarayı ağzına kadar, misk ile doldursalar; bu kadar güzel kokmazdı!” diyerek hayretini ifâde etmiştir.
Allah rızâsı için herşeyini fedâ eden eski “Belh pâdişâhı” çöllerde uzun müddet yolaldı.
Tam ondört sene sonunda, Mekke-i Mükerreme’yi görebildi! Çünkü, az bir yol gittikten sonra duruyor, iki rekat namaz kılıyordu.
Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu öğrenen “Harem-i Şe- rîf’ âlimleri, onu karşılamaya çıktılar. Kıymetli bir kimse gelirken onu şehir dışında karşılamayı âdet edinmişlerdi.
İbrahim b. Edhem hazretleri ise; kimse kendisini tanımasın diye, bir kafile arasına saklanmıştı. Karşılayıcılardan biri, tevâfuken ona yaklaşıp: “Ey müslüman! Acaba, İbrahim b. Edhem de geliyor mu?” diye sordu. O hayretle: “Ne yapacaksınız? Bırakın şu kötü adamı!” deyiverdi.
Bunu hiç beklemeyen karşılayıcılar ona bir tokat attılar ve: “Asıl kötü sensin! Çünkü öyle kıymetli bir zâta ‘kötü’ demek cüretinde bulunuyorsun!” dediler. O gülerek: “Evet! Ben de, aynı şeyi söylüyorum” karşılığını verdi. Sonra da kendi kendine: “Ey İbrahim! Sen ne ahmak ve cür’etkârsın! Mekke âlimleri seni karşılasın mı diyorsun? Halbûki onlar, muhterem ve mübârek kimselerdir. Ama sen de, lâyık olduğun şeye kavuştun! (tokadı yedin)” diye düşünüyordu. Bütün bunlara rağmen çok geçmeden, kendisini tanıdılar ve özür dilediler.
İbrâhim b. Edhem hazretleri; Kâ’be-i Muazzama’ya yüzünü gözünü sürdü. Ziyâret ve tavâflardan sonra; bir müddet Mekke’de kaldı. Kendisine, dost-ahbab buldu. Dülgerlikle (marangozluk) uğraşır; helâl para kazanırdı. Kazandığının çoğunu sadaka eder, ibâdete bakardı.
Bildirildiğine göre Belh’ten ayrılırken, süt emen bir oğlu kalmıştı! Çocuk büyüdü. Babasının mallarına vâris oldu! Fakat ’ bir türlü, memnun görünmüyordu. Birgün annesine merakla sordu: “Ey anacığım! Benim babam yok mudur? Varsa nerelerdedir?”
Annesi cevap verdi: “Ey oğulcuğum! Senin baban, pâdişâh idi. Fakat birgün âniden kayboldu. Beytûllah civarında bulunduğuna dair haberler gçldi amma, bilemiyorum!”
Oğlu da: “Ey anacığım! İznin olursa ben, babamı bulmaya çalışacağım” diyerek izin istedi. Annesi memnûniyetle, müsa-‘ âde etti.
Bunun üzerine oğlu, her tarafa dellâllar çıkartıp: “Bu sene hacca “gideceklerin, kendisine gelmelerini; çünkü bütün mas- raflan bizzat karşılayacağım” ilân ettirdi. Dörtbine yakın müslüman müracâat etti; hepsinin masraflarım ödeyerek, yola çıktılar.
İbrâhim b. Edhem hazretlerinin oğlu, hem hacc, hem de babacığına kavuşmak ümidiyle yolları, çölleri sevinçten uçarak aşıyordu!
Nihâyet Beytûllaha ulaştılar. Orada gördüğü yamalı elbiseli kimselere: “Ey müslümanlar!.. İbrâhim b. Edhem’i tanıyanınız, göreniniz var mıdır?” diye sordu. Onlar da: “O zât bizim hocamızdır. Mekke dışındaki dağlardan topladığı odunları, sırtında getirir satar! Parasıyla ekmek alır, bizlere dağıtır” dediler. Oğlu heyecanla yine sordu: “Şimdi nerededir?”
“Herhalde dağlara çıkmıştır” cevabını verdiler.
Bunun üzerine oğlu, sahrâya, dağlara çıktı. Giderken yolda, bir ihtiyar gördü. Sırtına ağırca odun yüklenmiş, geliyordu, kendisini tâkip etti! İhtiyâr, odunları pazarda sattı. Çokça ekmek alıp, dostlarına ve fakirlere ikrâm eyledi. Hep beraber yediler. Sonra dostlarıyla birlikte, Kâ’be’yi tavâfa başladılar. Tam o sırada güzel yüzlü bir delikanlı, karşısında durdu! İbrâhim b. Edhem hazretleri de, o gence dikkatlice bakıyordu.
Tavâfı bitiren dostları: “Ey üstâdımız! O delikanlıya, bu derece dikkatle bakmanızın hikmeti nedir?” dediler.
Cevap olarak buyurdu ki: “Ben, Belh şehrinden ayrılırken, süt emen bir çocuğum kalmıştı! Allahü a’lem (Allahü teâla bilir) baktığım çocuk, odur.”
Buna karşılık oğlu ise: “Babam beni tanırsa, kaçar!” endişesinle, kendisini belli etmiyordu. Fakat hergün gelip, yıllarca hasret kaldığı babacığını seyretmeye de doyamıyordu.
İbrâhim b. Edhem hazretleri bir ara dostlarıyla beraber; Beih’ten gelen hacıların yanına vardı.
Atlas bir çadır ortasında ve yüksek bir kürsü üzerinde oturan, oğlunu gördü. Kürsü üzerinde oğlu, Kur’ân-ı Kerîm okuyordu: “Mallarınız ve çocuklarınız (sizler için); bir imtihandır.” (Tegâbun sûresi, 15. âyet) meâlindeki, âyet-i kerîmeyi duydu. Babası bu “mübârek kelâmı” duyunca, geri dönüp gitti. Dostlarından biri de, gencin yanına yaklaşarak: “Ey oğul! Nerelisin?” diye sordu.
“Baban kimdir?”
“İbrâhim b. Edhem.”
“Öyle mi? Peki babanın yanına niçin gitmiyorsun?” , Delikanlı iç çekerek cevap verdi: “Onu ilk defa, ancak dün görebildim! Fakat benden uzaklaşır korkusuyla, kendimi tanıtamadım.”
O zaman “baba dostu” dedi ki: “Gel! Beraberce onun yanına gidelim.”
Ve elinden tutup, İbrâhim b. Edhem hazretlerinin huzuruna götürdü. Dostunun maksadı, iki sevgiliyi birbirine kavuşturmak, tarafları sevindirmek idi.
Hazretin yanına vardıklan zaman oğlu, kendinden geçecek derecede ağladı. Biraz düzeldiği zaman, bunca yıldır hasret kaldığı babacığına selâm verdi. Hazreti Şeyh de oğlunu, hasretle bağrına batı ve selâmını aldı. Sonra sordu: “Ey oğulcuğum! Söyle bana, hangi dindensin?”
Oğlu cevap verdi: “Elhamdülillah İslâm dinindenim!” , Babası, hamdetti ve: “Öyle ya! Kur’ân-ı Kerîm okurken seni dinlemiştim. Allah ü teâlaya şükürler olsun. Peki ilim de tahsîl ettin mi?” diye tekrar sordu,
“Evet babacığım”
Hazreti İbrâhim b. Edhem tekrar Rabbine hamdetti. Sonra onu sinesine çekti ve: “Yâ Rabbi! İmdâdıma yetiş!” diye niyâza, yalvarmaya başladı. Etrafındaki dostlan merakla sordular: “Ya hazret! Ne oldu? Niçin yalvarıyorsun?”
Oğulcuğu ise hiç sesini çıkarmadan duruyordu.
İbrâhim b. Edhem hazretleri soranlara dedi ki: “Ey dostla- rım! Oğlumu bağrıma basınca, şefkat ve sevgisi kalbimde faz- 1lalaştı. Bunun üzerine ‘taraf-ı İzzetten’ bir nida (ses) geldi ki: I ‘Ey İbrâhim! Beni sevdiğini, iddiâ edersin. Fakat benimle birlikte, başkalarını da (oğlunu da) seviyorsun. Sevgimize, ortak katıyorsun…” Bu sözleri işitince: ‘İzzet ve Celâl sahibi olan Al- |lah’ım! İmdadıma yetiş! Eğer oğlumun sevgisi, senin sevgini ihmâl ettirecekse; ya benim canımı al, ya onun!’ diye yalvardım” dedi.
Sonra da kucağındaki evlâdım göstererek: “İşte görüyorsunuz! Rabbim (teâlâ ve tekaddes hazretleri) duâmı hemen kabûl buyurdu ve oğlum, kucağımda ruhunu teslîm eyledi” ‘ deyip sözlerini tamamladı. Daha sonra hep birlikte, temiz oğulcuğunun cenaze namazım kıldılar. (Rahmetullahi aleyh)
Her gece gözetler; Kâ’be-i Muazzama’nın halvet (yalnız) kalmasını beklerdi! Nihayet bir gece, muvaffak oldu. Kâ’betul- lah’ta yalnız kaldığı anda, yalvarmaya başladı: “Yâ Rabbi! Beni günahlardan muhafaza eyle!” diyordu. O sırada, “Hitab-ı İzzet” yetişti: “Yâ İbrâhim! Benim ‘Gaffâr’ (mağfiret edici) olduğumu bilmen lâzımdır.”
Bunu işiten İbrâhim bin Edhem hazretleri: “Rabbenağfırli (Beni mağfiret eyle Rabbim)” deyince hitab-ı İzzet tekrar duyuldu: “Ey İbrâhim! Yalnız, kendin için istersin! Diğer kullarımı da niyâz etsen; Rahmet-i İlâhiyemden hiçbir şey eksilmez!”
Bunun üzerine, Hazreti İbrâhim eksik ve noksanlığını anladı ve: “Ey ‘gizli ve âşikâr herşeyi bilen ve gören’ Allah’ım! Kusurumu ve küstahlığımı bağışla! Cümle kullarınla birlikte, hepimizi mağfiret eyle. Rahmet ve ihsânlarını lûtfeylediğin zümreye bizleri de kavuştur, Allah’ım” niyazında bulunmaya devam eyledi.
Bazı müslümanlar da şöyle sordular: “Yâ hazreti şeyh! Allahü teâla, Kur’ân-ı Kerîm’de (Mü’min sûresi, 60ına âyet-i kerîme) buyuruyor ki: ‘…Ey kullarım!Benden isteyiniz; kabûl ederim, veririm!> Böyle olduğu halde, duâ ederek istediklerimizi bazan vermiyor?”
O da cevap olarak: “Ey müslümanlar! Rabb teâlayı bilip duâ eder; lâkin Onun emirlerini tutmazsınız! Peygamberimize şâhidlik eder; sünnetlerini icrâ etmezsiniz! Kur’ân-ı Kerîm’i okur; bildirdiği yola gitmezsiniz! Hâlıkımızm nimetierini yer; şükür etmezsiniz! Cennet ve Cehennemin ‘hak’ olduğunu bilip durduğunuz halde; âhiret için hazırlık görmezsiniz! Ana ve babalarınızı kendi ellerinizle kabre koymanıza rağmen; yine de ibret almazsınız! Bu derece kabahatli insanların duası kabul olunur mu?” buyurdu.
Birgün, yine sordular: “Yâ hazret! Bu fakirliği ve dervişliği nasıl buldun?”
Cevap verdi ki: “Belh ülkesine karşılık, fakirliği satınaldım! Fakat bana o kadar ucuza geldi ki; sanki bedava sandım! Çünkü fakirlik ve dervişlik, pek kiymetli bir şeydir! O sebeble ki, Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.): \Ancak, fakr ile fahrederim (öğünü- rüm)…’buyurmuşlardır.”
Birgün Ibrâhim b. Edhem hazretlerinin, hamama gitmesi icabetti. Çıkarken para istediler: “Yanımda pafa yok!” deyince: “Paran yoksa, hamama girmeseydin!” diye azarladılar. Vecde geldi, bayıldı! Ayıldığı zaman, borcunu ödeyen dostları sordular: “Hayr’ola hazret! Noldu!” ‘
Cevaben buyurdu ki: “Boş el ile; ‘Şeytan evine’ komazlar! Rahmân evine amelsiz (iyi işler olmadan) nasıl girebiliriz!”
Ramazân-ı Şerîfe tesâdüf etse bile ekin biçer, kazandığı parayla muhtaçları gözetirdi. Gece sabahlara kadar namaz kılar, bir türlü uyuyamazdı.
Arkadaşları sordular: “Yâ şeyh! Hiç uyumadan nasıl durabiliyorsun?” O da: “Ey dostlar! Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamaktan bir an bile kesilemiyorum. Bu hâlde göze, uyku yaklaşabilir mi?” dedi
“Namazdaki hûzurun nasıldır?”
“Namazdan sonra, huzûrum kaçıyor! Çünkü yaptığım ibâdet, kabûl olunmaz da ‘eski bir paçavra gibi’ amelim yüzüme çakılır diye, çok korkuyorum” cevabını verdi.
Bir gece “Beyt-i Mukaddeste”, kendini hasıra sarıp sakladı. Müezzin ve kayyımlar onu görüp de dışan çıkarmasınlar istiyordu. Gece yarısı bir “pır” içeri girdi. Mihraba geçip iki rek’at namaz kıldı. Arkasında 40 mürîdi vardı. Namazdan sonra pîr mihrâbda yüzünü döndü. Kırklardan birisi: “Burada biri var! Bizden değildir!!” deyince Hazreti Pîr gülümsedi ve: “O yabancı değil Edhem oğludur. Lâkin kırk gündür, kıldığı namazın tadım bulamaz!” diyerek keramet gösterdi. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem hazretleri sabredemeyip meydana çıktı. Pirin huzuruna varıp, selâm verdi ve: “Allah rızâsı için, bunun sebebini söyle!” diye ricâ eyledi.
Hazreti Pîr de: “Ey Edhem oğlu! Sen kırk gün önce hurma * alırken; yere düşen hurmayı da kendinin zannettin! Onu yediğin için, namazın tadını bulamıyorsun. Takvâdan yüz fersah uzak düştün” buyurdu.
Hazreti İbrahim b. Edhem çok teşekkür ederek, mescid- den ayrıldı. Hiç vakit kaybetmeden hurmacıya ulaştı. Sabah namazından çıkan hurmacı, dükkânı yeni açıyordu. Kırk gün önce yere düşen tek hurma için, helâllik dileyen eski “Belh padişahının sözlerini işitince, bir feryâd kopardı! O da dükkânını dağıtarak dervişândan (dervişlerden biri) oldu.
Bir gece rüyasında, Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Elinde defter ve divit (kalem) bulunuyordu. Merakla sordu: “Bu defter ve kalemler ne yapacaksın?”
Cebrâil aleyhisselâm cevap verdi: “Yeryüzündeki evliyâyı (Allah dostlannı) yazacağım!”
Daha büyük bir merakla tekrar sordu: “Acaba, beni de yazacak mısın?”
Cebrail (a.s.): “Senin için ‘İlâhî bir emir’ yok!” dedi. İbrahim bin Edhem hazretleri üzüntüyle: “Evet! Ben, her ne kadar evliya değilsem de, onları çok severim” diye kekeledi.
Biraz bekleyen Cebrail aleyhisselâm, gülerek: “Müjde, ey Edhem oğlu! ‘Ferman-ı İlâhî şimdi geldi. Defterin başına, senin adım yazacağım” buyurdu.
Sarhoş birini gördü! Adam istifrâ etmiş, ağzı bulaşık olarak yatıyordu. İbrâhim bin Edhem hazretleri su getirip, sarhoşun ağzım, yüzünü yıkadı! Soma da, ona dua etti!
Sarhoş biraz ferahladı. İyice ayıldıktan soma, kendisine: “İbrahim bin Edhem, senin ağzım duruladı!” dediler.
Adamcağız, “Ah!..” çekerek; sevincinden ve mahcûbiye- tinden uçayazdı! Derhâl tevbe, istiğfâr eyleyip, namaza başladı. Aynı gece Hazreti Şeyh’e “Hitâb-ı İzzet” yetişti: “Ey İbrâhim! Sen Bizim için bir ağız yıkadın. Biz de senin duan hürmetine; o kulumun gönlünü yıkadık!” buyuruldu.
“Helâl lokma” kazanmak için, bir bağda bekçilik yapıyordu. Birgün bağ sahibi emretti: “Bana, tatlı nar getir!”
O da, bir tabak nar götürdü. Fakat narlar ekşi çıktı! Bağ sahibi: “Tatlı nar istiyorum” diye emrini tekrarladı.
İbrahim bin Edhem hazretleri, bir tabak daha getirdi. “Hikmetli Hûdâ” onlar da ekşi çıktı! Bağ sahibi sinirlendi ve bağırdı: “Bunca zamandır burada bekçilik edersin! Narın tatlısını, ekşisinden ayırdedemiyorsun!..”
Bunun üzerine hazret de şöyle cevap verdi: “Ey efendi! Benim görevim, bağı beklemektir. Hiç yemediğim narların ekşisini, tatlısını nasıl bilebilirim!”
Bu sözleri işiten bağ sahibi, başını sallayarak: “Seni dinleyen de, İbrahim bin Edhem hazretleri sanacak” dedi.
O zaman hazreti Şeyh tanınmaktan çekindiği için, hemen bağı terkeyledi.
“Helâl lokma” yemeye gerçekten önem verir, bunun için durmadan çalışırdı. Birgün kendisine: “Bir genç tanıyoruz… Gece gündüz ibâdet ediyor; kendinden geçiyor” dediler.
O da merak edip gencin yanına vardı. Üç gün orada, misafir olmak istediğini bildirdi Genç kabûl etti.
Misafirliği sırasında, hep onu inceledi. Söylediklerinden fazlasını gördü. Kendisinin hâlsiz ve habersizliğine karşı; bu gencin böyle uykusuz ve gayretli hallerine şaşırıp kaldı!
Bir de, yediklerine dikkat eyledi. Hayretle gördü ki, gendk lokması helâl sayılmazdı! Kendi kendine: “Allah ü Ekber! Delikanlının bu hâlleri hep şeytandandır!” diyerek, onu kendi evine davet eyledi. Yanındaki lokmalardan yiyince gençte; o aşk, o arzû, o gayret görülmez oldu!
Kendisi bile, hayrete düşen delikanlı: “Bana ne yaptınız?” diye sormak mecburiyetini hissetti.
O zaman İbrâhim bin Edhem hazretleri, şöyle buyurdu: “Ey oğul! Lokmaların, helâl değildi! Yemek yerken midene, şeytân giriyordu! Sana hep gösteriş yaptırıyordu! O hâllerin hep şeytandandı. Helâl yiyince o mel’un midene giremedi. Ve normal hâline döndün.”
Başka şehre gidiyordu. Yolda bir askere rastgeldi. Asker sordu: “Sen kimsin?”
“Bir kulum!”
“Buralarda ma’mûr (îmar edilmiş) yer (şehir) var mıdır?”
İbrahim b. Edhem hazretleri eliyle kabristanı gösterdi! Buna pek kızan asker: “Benimle alay mı ediyorsun?” diyerek elindeki kırbaçla Hazreti Şeyhin başına vurdu! Başı kanamasına rağmen, hiç müteessir olmadı. Bilâkis askere, hayır duâda bulundu! Az sonra İbrahim bin Edhem hazretlerini karşılamaya çıkan şehir halkı, yanlarına geldiler. Onları o halde görüp, olaylan öğrenince: “Ey asker! Sen deli misin? Hakarete cür’et ettiğin bu zât yüksek bir Allah dostudur!” diye çıkıştılar. O zaman, zavallı asker de çok pişman olup, derhâl tevbe etti. Sonra hazretin ellerine, ayaklarına sarılıp özür diledi ve: “Ben sizin kafanızı yardığım halde, siz bana duâ ettiniz; bunun sebebi nedir?” diye sormaktan kendini alamadı. İbrâhim bin Edhem hazretleri buyurdu ki: “Ey oğul! Senin yaptığına karşılık sabrettiğim için; Cenâb-ı Hakk da bana, Cennetini nasîb eyledi. Cennete gitmeme vesîle olduğun için, senin de Cehenneme düşmeni isteyemezdim! Bu sebeple sana hayır duâda bulundum!” “Peki, efendim! Neden adınızı söylemediniz de, ‘bir kulum’ buyurdunuz?”
“Allahü teâlanın kulu olmayan var mıdır?”
“‘Ma’mûr yeri olarak niçin kabristanı gösterdiniz?”
“Bütün şehirler, hergün vefat edenler yüzünden; biraz daha harâb hale geliyor! Bütün büyükler ‘kabristan’a giderek; orayı ‘ma’mûri eylemiyorlar mı?”
Bir kere gemiye binmesi icabetti. Ama hiç parası yoktu! Parasız da gemiye bindirmediler. Gidip iki rek’at namaz kıldı. Namazdan sonra ellerini açıp: “Yâ RabbîL Şu gemi sahipleri, bende olmayan şeyden (para) istiyorlar. Ne yapmalıyım!” diye tazarrû eyledi (yalvardı).
Henüz duâsı bitmeden, yanındaki kumların “altın” olduğunu gördü! Cenâb-ı Hakk’a hamdedip bir avuç onlardan aldı. Gemicilere verdi ve gemiye bindi.
Yolda, büyük fırtına başladı! Herkes telâş içindeyken o abası altında sâkin duâdaydı. Gemidekiler: “Herkes can derdinde; sen ise, rahatça yatıyorsun! Bu ne hâldir?” dediler. O gerçekten rahat idi. Çünkü fırtına başladığı zaman, gemi diğerine asılmış, bir cüz Kur’ân—ı Kerîm sahîfesi görmüştü. Bunun üzerine: “Yâ Rabbî! Kitâbından bir kısmı, gemide bulunmakta iken; bizleri suda boğacak mısın?” diye düâ ve niyâz eylemiş: “Hayır, İbrahim!.. Öyle yapacak değiliz.”
“Hitâb-ı İzzet”ini işitmişti. Rahatlığı, bu yüzdendi. O sırada geminin başka bir kısmında buunan Recâ bin Hayve adlı müs- lüman ise: “Eyvah! Gemi fırtınaya dayanamayıp, batacak galiba!” diye üzülüyordu.
O da şu hitabı duydu: “Korkmayın, İbrahim bin Edhem kulum gemide olduğu müddetçe, batmazsınız.”
Azâd etmek üzere, bir köle satın almıştı! Ona sordu: “Adın *ne?”
“Ne çağırırsanız, odur!”
“Ne yemek istersiniz?”
“Ne verirseniz, onu yerim!”
“Ne iş yaparsın?”
“Ne emrederseniz, onu yaparım!”
“Ne arzû edersin?”
“Kölenin, hiç arzûsu olur mu?”
Bu cevaplar üzerine, İbrâhim bin Edhem hazretleri; kendi kendine: “Behey miskin! Acaba sen ömrün boyu; Hakk teâlaya böyle kul olabildin mİ? Kulluğu, köleliği bu adamdan öğren!” diyerek çok ağladı. O kadar ki, kendinden geçti!
Bir defa da, kendisine sordular: “Sen, kimin kulusun?” Titredi ve yere düştü. Hiç cevap vermeden, bayıldı!
Bir müddet sonra, kendine gelince: “Suâlimize niçin cevap vermedin?” dediler. O da gözyaşlan arasında: “Eğer ‘Allah ü teâlânın kuluyum’ deseydim, korktum ki, benden kulluk haklarım (tam olarak) ister. Değilim deseydim; bu da doğru olmazdı” buyurdu.
Sahrâda bulunduğu bir anda, namaz vakti erişti. Oradaki bir kuyudan su çekmek üzere kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın silme gümüşle dolduğunu gördü!
Hemen kuyuya gümüşleri boşaltıp, kovayı tekrar sarkıttı. Bu sefer çektiğinde kovanın altın dolu olduğunu farketti! Onları da boşaltıp, bir daha sarkıttı! Çektiğinde kova bu defa da mücevherlerle doluydu!
Bunun üzerine ellerini açıp, niyaza başladı: “Yâ Rabbî! Bana, hazînelerini gösteriyorsun? Bunlar benim murâdım değildir. Ben Sana, kulluk görevimi yapmak üzere; abdest almak için su istiyorum” diye yalvardı. Temiz, tatlı ve soğuk suyla dolu olarak kovası kuyudan çıktı.
Edebe aykın biçimde oturduğu hiç görülmemiştir! Çünkü padişahlığı yeni terkettiği günlerde bir defa unutarak öyle oturmuştu. Hemen bir ses işitti ki: “Ey İbrahim! Kullar, efendisi huzurunda böyle mi oturur?” İşte ö andan itibâren dâima, dizleri üzerinde bulunurdu.
İmamdı A’zam’la sık sık sohbet ederdi
Ahde vefası (sözünde durması) ve cömertliği; inanılmaz derecelere erişmişti.
Bir müslüman ile arkadaş idiler. Acıktıkları zaman kendi yiyeceğini ona verirdi. Birgün arkadaşı hastalandı. Tedavi ve isteklerini karşılamak için; hayvanını sattı. Arkadaşı iyileşince, sordu: “Ey İbrâhim! Hayvanın ne oldu?”
“Sattık!” cevabı üzerine, üzüldü: “Peki! Ben şimdi, neye bineceğim?” diye söylendi. O zaman İbrahim bin Edhem hazretleri: “Kardeşinin sırtına!” dedi ve üç menzil onu sırtında taşıdı!
Bir kere de Allah ü teâlâya tevekkül edip, hiç azık almadan hacca niyetlendi. Yollara düştü. Üç gün hiçbir şey yemeden yürüdü! Nihayet karşısına biri çıkıp: “Ey İbrahim! Bütün dünya nimetlerini ve sultanlığı hacca aç gidebilmek için mi terkettin? Onlara sahib olsaydın, hacca daha rahat erişebilirdin!” diye konuştu.
Hemen onu “kalb gözüyle” gören hazret, öfkeyle: “Çekil yolumdan melün şeytan!” diye bağırdı ve ellerini açarak: “Yâ Rabbi! Şu düşmanın şerrinden beni koru!” niyazında bulundu. Ânında bir ses işitti ki: “Yâ İbrahim! Cebindekileri at da, murâdın hâsıl olsun!”
Hazreti Şeyh elini cebine soktu. Meğer 4 gümüş dirhemi var imiş! Derhal onları fırlattı, attı. Bunun üzerine merim şeytan ürküp kayboldu. Sonradan öğrendi ki: “İblis (aley- hi’l-lâne) elinde dünyâlık bulunduranların etrafında dolanır ve onlara musallat olur!” imiş.
Halîfe bir konuşmalarında kendisine sordu: “Sizin mesleğiniz nedir?” Cevap olarak: “Bu dünyada, Allah ü teâlanın zikrini; âhi-rette ise, dîdârını (cemâliyle teşerrüf etmeyi) tercih edip; bunlar için çalışmayı kendime ‘meslek’ edindim. Dünyâyı, onu isteyenleri bıraktım” buyurdu.
Zenginlerden biri’ bin altın getirdi ve: “Lütfen kabûl buyurun!” dedi. Hazret: “Beti fakirlerden birşey almam!” cevabını verdi. O kimse: “Ama efendim, ben fakir değilim!” diye konuştu. İbrâhim bin Edhem (rh.a.) sordu: “Sahib olduğun maldan, fazlasını istemez misin?”
Zengin: “Tabiî isterim!” deyince, Hazret: “Demek ki, sen de muhtaçlardan sayılırsın! Tam zengin’olamazsın!” buyurdu.
Bazı müslümanlar nasihat istediler. Kat’î şekilde dedi ki: “Bağlı olanı açın! Açık olanı kapayın!”
Oradakiler şaşkınlık içinde konuştular: “Bunun hikmetini anlayamadık!” deyince Hazreti Şeyh: Bağlı olan kesenizi açm! Çok konuşan dilinizi bağlayın!” buyurdular.
Birgün yine sordular: “Yâ şeyh! Zamanınızı nasıl geçirirsiniz?” Cevap olarak: “Dört bineğim vardır; zamanı onlarla geçiririm: (1) Allah u teâlâdan bir ni’met eriştiği zaman şükürbine- ğine binerim; (2) Tâ’t vakti gelince ihlâs bineğiyle ilerlerim; (3) Belâ geldiği vakit; sabır bineğiyle beklerim; (4) Günah vâki olunca, tevbe bineğine biner, istiğfar eylerim” buyurdular.
“İlim ve amel hakkında ne söyleyeceksiniz?”
“İlim; amel için öğrenilmelidir. Ama çokları bunda yanılmıştır. Çünkü ilmi, dağlar kadar büyüdükçe, amelleri zerre kadar küçülmektedir!”
Ekseriya şöyle duâ buyururdu: “Ey Rabbim! Beni günah çukurundan, sana taât (ibâdet) lezzetine ulaştır.”
Hazreti İbfâhim b. Edhem (rh.a.) birgün, deniz kenarında oturmuş; elbisesinin söküklerini dikiyordu!
Şehrin valisi oradan geçerken, hazreti gördü. Kendi kendine: “Koskoca Belh padişahının haline bakın! Saltanatı bırakınca, eline ne geçti ki!..” diye düşündü.
Onun düşündüklerini, mânâ âleminde gören hazreti Şeyhin elindeki iğne, denize düşüverdi. “îğnemi getirin!” buyurdu. O zaman bir balık ağzında iğneyle, hazreti İbrahim bin Edhem’e yaklaştı! Onu eline alınca, valiye hitâbla: “Elime işte bu iğne geçti, ey vâli!” dedi.
Kendisine sordular ki: “Kalbler bazan niçin perdelenir, kararır?”
“Çünkü Allahü teâlanın sevmediğini severler! Çünkü bu yalancı (fâni) dünyanın sevgisi, âhireti unutturur?” cevabını verdi.
Çok meşâyih yüzü görüp, İmam-ı Â’zam ile sohbet eylerdi. Bir gün, Ebû Hanîfe hazretlerinin huzuruna girdiği zaman, talebeleri sert sert baktılar. İmâm-ı Â’zam da: “Seyyidüna İbrahim! (O bizim seyyîdimiz ve sevdiğimizdir)” dedi. Talebeleri ise merakla; “Seyyîdliği nasıl buldu?” diye sordular. Ebü Hanîfe hazretleri de: “Hak ile meşgul olmakla bulmuştur” buyurdular.
Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadî, onun, hakkında: “İbrâhim bin Edhem, miftahü’l-ulûm’dur (ilimlerin anahtarıdır)” demiştir.
Vefatına yakın bir gece, yatsı namazım kıldı. Uzun uzun duâ ettikten sonra: “Yâ Rabbi! Şu günahkâr kuluna, müslüman olarak ölmeyi nasibeyle! Beni de sâlihler zümresi’ ne dahil eyle” diye yalvardı.
Sonra seccadesi üzerinde bir müddet tefekküre daldı!…
İşte o sırada karşısına nûr yüzlü, temiz kıyafetli ve heybetli bir genç çıkıverdi! Bembeyaz elbiseler giymiş, çok güzel kokular sürmüştü. Gülümseyerek, ona bakıyordu.
İbrâhim bin Edhem hazretleri, şaşkınlık ve hayranlık içinde sordu: “Siz kimsiniz?”
Nûr yüzlü delikanlı*. “Ben melekü’l-mevtim, vefat vakti gelenlerin ruhunu kabz ile görevliyim!” deyince, İbrahim bin Edhem hazretleri hemen hatırladı:
“Allah ü teâlâ İyi kullarının ruhlarını kabz için Azrail aleyhisselâmı, güzel bir delikanlı bir şekilde gönderecektir.”
Zâten onun âniden karşısına çıkıvermesi, insan olamayacağını açıkça belli ediyordu.
Vefat edeceğini öğrenen, hazreti İbrahim bin Edhem: “Yâ • Rabbî! Sana şükürler olsun!” diyerek hamdetti, şükretti.
O esnâda “Kirâmen-Kâtibîn” melekleri de kendisine göründüler. Yaptığı iyi işleri yazmışlar, ona gösteriyorlardı! İkisi birden: “Yâ İbrahim! Allah ü teâla senin mükâfatım bol bol arttırsın! Çünkü bizleri, sâlihlerin sohbetine götürdün. Allah rızâsı için birbirlerini sevenlerin yanında bulundurdun. Câmilerde ibâdet edenlerin arasından ayrılmadın! Güzel şeyler işittik, güzel hareketler gördük!” dediler.
Bütün bunlardan sonra İbrâhim bin Edhem hazretlerine Rabbi teâlanın izniyle, cennetteki makamı gösterildi.
Azrail aleyhisselâm emrindeki birçok melekle beraber gelmiş bulunuyordu. Hepsi de hazretin sevdiği güzel kokular sürmüşler, düğüne gider gibi giyinmişlerdi.
Vefât ettiği ân “Yeryüzünün emânı gitti!” diye bir ses işitildi. Bu sesi herkes duyduğu halde, mânâsım anlayamadılar! Ancak ertesi gün, İbrâhim bin Edhem hazretlerinin vefatım öğrenince neyi kaybettiklerini anladılar.
162h(779m.) senesinde, Şam’da vefât eyledi.
Kabr-i şerîfi, Şam’da olmakla birlikte; bir rivayete göre de Basra şehrindedir.
Künyesi: Ebû îshâk olup, mübârek nesebi hazreti Ömer’e kadar uzanır. Herşeyden evvel ve sonra; Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetlerinden feyz ve bereket almıştır.
Rahmetullahi aleyh.