Allahü teâlâ peygamberleri vasıtası ile emir ve yasaklarının hepsini ilâhi kitaplarda bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitâb vardır. Yüzü küçük kitâbdır. Bunlara (suhuf) denir. Ve dördü büyük kitâbdır. Tevrât, hazret-i Mûsâ “aleyhisselâm”a, Zebûr, hazret-i Dâvud “aleyhisselâma, İncîl, hazret-i İsâ “aleyhisselâm”a, Kur’ân-ı kerîm, bizim Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”a nazil olmuşdur, inmiştir. Tevrat ibrânice, İncîl süryânice ve Kur’ân-ı Kerîm arabca olarak indirilmiştir. Bugün yehûdîlerin ve hıristiyanların okudukları (Tevrat) ve (İncîl) Allahü teâlâ tarafından indirilen hakiki tevrat ve incil değildir. Sonradan insanlar tarafından değişdirilmiştir. Yüz suhufdan, on suhufu, hazret-i Âdem “aleyhisselâm”a, elli suhufu, Şit “aleyhisselâm”a, otuz suhufu, İdrîs “aleyhisselama, on suhufu, İbrahim “aleyhisselâm”a inmişdir. Bunların hepsini, Cebrâîl “aleyhisselâm” indirmişdir. Bunlardan sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şân inmiştir. Kur’ân-ı Kerîmin hükmü, kıyamete kadar bakîdir, devam edecektir. Nesh olmakdan [geçersiz olmakdan] ve tebdîl ile tahrifden [insanların değişdirmelerinden] mahfûzdur, korunmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm Hakkında Kısa Mâlûmat
Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamıştır. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın inmesi az az, âyet âyet- yirmiüç senede temâm olmuşdur. Resûlullâh “sallallâhü aleyhi ve sellem” âhırete teşrif etdiği sene, halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veya (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’in” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduğuna söz birliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Mısr, Bağdâd [Küfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.
Kur’ân-ı kerimde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Ayetlerin sayısının 6236 dan az veya dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmişdir.
(Şir’at-ül-islâm) şerhindeki hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin yapdığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur’ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumakdır) buyuruldu. (Kitâb-üt-tibyân)da, (Kur’ân-ı kerîm okumanın en efdali, nemâzda okumakdır) buyuruldu. [Muhammed Ma’sûm hazretlerinin (Mektûbât) kitabındaki yazılı hadîs-i şerîfde, (Nemâzda okunan Kur’ân, nemâz dışında okunan Kur’ândan daha hayrlıdır) buyuruldu.
Kur’ân-ı Kerîm Okumanın Fazîleti
Hazret-i Ali “radıyallahü anh” buyurdu ki, “Nemâzda ayakda iken okunan Kur’ânın her harfi için yüz savâb verilir. Nemâz dışında abdestli okuyunca, her harfi için yirmibeş sevâb verilir. Abdestsiz okuyunca, on sevâb verilir. Yürürken ve iş yaparken okuyunca, daha az sevâb verilir.” Son zemânlarda, hafızların, Kur’ân-ı kerîmi tegannî ederek mûsikî perdelerine uyarak okumaları, çok çirkin bid’atdir. Çok günâhdır. Kur’ân-ı kerîmi, güzel ses ile, tecvid ile Allahdan korkarak ve hüzn ile okumalıdır. Kerderî, (Bezzâziyye fetvâsı)nda diyor ki, (Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân okuyana sevâb verilmez).
Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kur’ân-ı kerimi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevâb verilir. Tecvide uymazsa, on sevâb verilir). Bir âyeti ezberledikden sonra unutmak, en büyük günâhlardandır. (Kur’ân-ı kerîm okunan evden, Arşa kadar nûr yükselir) hadîs-i şerîfdir.
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kur’ân okunan eve, bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytânlar oradan kaçar). Kur’ân-ı kerîmi dinlemek çok sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (İnsanın dinlediği bir âyet, kıyâmetde kendine nûr olur) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîm okumağı geçim vâsıtası yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cenneti isteyiniz! Dünyalık istemeyiniz! Bir zemân gelir ki, hafızlar, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak için vâsıta yaparlar) buyuruldu.
(Şir’a) kitabında diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi kırk günde hatm etmek, ya’nî başından sonuna kadar okumak müstehâbdır, iyidir. Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olur. Hatm duâsında bulunmağa çalışmalıdır. Hatm bitince, yeniden hatme başlamak niyyeti ile Fatiha okumalıdır. Hadîs-i şerîfde, (İnsanların en iyisi, hatmi bitirince, yeniden başlıyandır) buyuruldu. (Kadîhân), nemâzda kırâti anlatırken diyor ki, Ramezânda ve başka zemânlarda cemâ’at ile hatm duâsı yapmak mekrûhdur diyenler vardır. Sonra gelen âlimler ise iyi olur dedi. Buna mâni’ olmamalıdır.)
(Tenbîh-ül-gâfilîn)deki hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir olsalar bile, azâbları hafifler) buyuruldu. Haberde bildirildi ki; (Cennet derecelerinin sayısı, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin sayısıncadır. Kur’ân-ı kerîmi hatmeden kimse, bütün derecelere kavuşur).
(Künûz-üd-dekâ’ık)da yazılı, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi hatmedenin duâsı kabûl olunur) buyuruldu. (Kitâb-üt-tibyân)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin hatm edildiği yere rahmet yağar. Hatmden sonra duâ etmek müstehabdır. Kur’ân-ı kerîm hatm olunurken toplanmak müstehabdır.
Abdullah ibni Abbâs hazretleri, hatm okuyan kimsenin yanında adamını bulundururdu. Hatm biteceği zemânı işitince, kendi de hâzır olurdu. Enes bin Mâlik hazretleri, hatm etdiği zemân, çoluk çocuğunu toplayıp duâ yapardı. Hatm bitince, ikincisine başlamak müstehabdır.
Hadîs-ı şerîfde, (İbâdetlerin en iyisi, hatm okuyup, bitince yenisine başlamakdır buyuruldu). (Hazînet-ül-esrâr)daki hadîs-i şerîflerde, (Kur’ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder) ve (Hatm duası yapılan yerde bulunan, ganimet dağılırken bulunan kimse gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden kimse gibidir. İkisinde de bulunan, iki sevâba da kavuşur ve şeytânı rezîl eder) buyuruldu. Sa’d ibni Ebî Vakkâs buyurdu ki, (Bir kimse, gündüz hatm okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa, sabâha kadar duâ ederler).
(Künûz-üd-dekâ’ık)da yazılı olan ve Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi tecvide uygun okuyana şehîd sevabı verilir) buyuruldu.
Menkıbe-1: Kadı İsâ adında sâlih bir zât vardı. Yakınlarından birisi vefat etmişti. Kâdı Îsâ, onun kabrine teveccüh edince, azabda olduğunu anladı. Bunun, üzerine sadaka verdi. Fukarâya yemek yedirdi ve Kur’ân-ı kerîm okuttu. Bunların sevâbını onun rûhuna, hediye eyledi.” Kadı İsa gece rüyasında o yakınını gördü. Azap melekleri tekrar azab için gelmişlerdi. Bu sırada onu bir nûr kapladı. Bunu gören melekler, hemen oradan ayrıldılar. Ertesi günü rüyasını tâbir ettirdi, “Okuduğun Kur’ân-ı kerîm ve yaptığın hayır hasenât ona nûr oldu ve azabdan kurtuldu. Çünkü Kur’ân-ı kerîm nûrdur,”dediler, (Evliyalar Ans. 7-217)
Kur’ân-ı Kerim Okumanın Edebleri
1- Kur’ân-ı Kerimi (ve Kur’ân-ı Kerim bulunan teybi) ayağa kalkarak almalıdır.
Teyp bandına ve gramofon plâğına Kur’ân-ı kerîm almak, kâğıd üzerine yazmak gibidir. Band ve plak da, Kur’ân-ı kerimin benzerini işiterek öğrenilmesine ve ezberlenmesine vâsıta olmakdadır. Kur’ân-ı kerîmi, bu niyyet ile, teyp, plâk üzerine almak câiz olur. Bunlara da, Mushaf-ı şerife olduğu gibi hürmet etmek, bunlara başka şeyler doldurmamak, yükseğe koymak, üzerlerine birşey koymamak, abdestsiz tutmamak, kâfirlere, fasıklara vermemek, başka şeyler bulunan bandlar ve plâklar arasına koymamak, fısk, oyun, eğlence yerlerinde çalmamak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîm dinlemek için kullanılan gramofon ve teyp hiçbir zemân fisk meclislerine götürülmemeli, bunlarda hiçbir zemân, haram olan çirkin şeyler çalınmamalıdır. [Seâdet-i ebediyye /726]
Radyoda Kur’ân-ı kerîm dinleyen de, hiç olmazsa, radyoyu yükseğe koymalı, bir iş yapmamalı, konuşmamalı, kıbleye karşı edeble oturmalıdır.
2- Sûre veyâ âyet okumağa başlarken E’ûzü okumak vâcibdir. Bitirince (Sadakallahül-azîm) demelidir.
3- Abdestli ve kıbleye karşı hürmetle okumalı.
4- Kendisinde riyâ, ya’nî gösteriş uyanırsa veya nemâz kılana mâni’ oluyorsa, yavaş sesle okumalıdır. Hâfizların mushafa bakarak okumaları, ezber okumalarından dahâ çok sevâbdır. Çünki, gözlerde ibâdet etmiş olur.
5- Kur’ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd üzere okumalıdır. Harfleri, kelimeleri bozarak tegannî etmek harâmdır.
Harfler bozulmazsa, mekrûh olur. Halebîde diyor ki, tegannî ile okuyan imâm arkasında kılınan nemazin iadesi lâzımdır.
6- Kur’ân-ı kerîmi okumadan evvel, bunu söyleyen Allahû teâlânın büyüklüğünü düşünmelidir.
Kimin sözü söyleniyor, düşünmelidir. Kur’ân-ı kerîme abdestli olarak dokunmalıdır. Bütün mahlûkatın sâhibi, hâkimi olan Rabbimizin kelâmı olduğunu düşünerek okumalıdır. İkrime “radıyallahü anh”, mushafı açınca kendinden geçerdi.
7- Okurken başka şeyler düşünmemelidir. Bir kimse bir bahçeyi dolaşırken gördüklerini düşünmezse, o bahçeyi dolaşmış olmaz. Kur’ân-ı Kerîm de mü’minlerin kalblerinin dolaşacağı yerdir.
Tenbih-1: Mushaf’a ve din kitâblarına karşı ayak uzatmak mekrûhdur. Yüksekde iseler, mekrûh olmaz. [(Hindîyye) beşinci cüz’de diyor ki, (Mushaf’ı hiç okumayıp, hayr ve bereket için evinde saklamak câizdir ve sevâbdır.
Eskimiş, istifâde edilmez hâle gelmiş olan mushafları, ayak altında bırakmak, birşey sarmak, kaplamak, kese kâğıdı yapmak gibi kullanmak, hakâret etmek olur, harâm olur. Çürüyüp toprak oluncaya kadar açılmıyacağı emîn olan yerdeki toprağa gömmek, bu yapılamazsa, yakıp külünü gömmek veya külünü denize, nehre koymak lâzımdır. Hakâretden kurtarmak için yakmak câiz, hattâ lâzım olur. (Sirâciyye fetvası), (Münyet-üI-müftî) ve (Halîmî)den de böyle anlaşılmakdadır.
Tenbih-2: Kur’ân-ı Kerîm arabcadır. Başka harflerle yazılmış olana Kur’ân-ı Kerîm denmez. Kur’ân-ı kerîmin, lâtin harfleri ile yazılmasına imkân olmuyor. Çünki bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîmi ve namaz sûrelerini latin harfleri ile değil. İslâm harfleri ile, bilen birisinden öğrenmelidir.
Tenbih-3: Her müslümân namazı sahih olacak kadar Kur’ân-ı Kerîmi doğru okumayı öğrenmelidir. Hiç olmazsa Fatihâyı şerîfeyi, kevser (innâ a’tayna), İhlâs (kulhüvallâhü ehad) sûrelerini,
Ettehıyyâtüyü, Allahümme salli ve Allahümme Bârik ve Kunut duâlarını, kunut duâlarını bilmiyorsa onların yerine Rabbena âtinâ veya üç kerre okunan Allahümmağfirlîyi, rukûda ve secdede okunan tesbihleri doğru okumayı, bilen birisinden mutlaka öğrenmelidir. Yoksa bunlar yanlış okunur, ma’nâları bozulursa, namaz bozulur. Meselâ (kulhüvallâhü ehad) i okurken ehat diye okunursa, sübhâne rabbiyel azîm’i okurken azîm deki (Z) kalın okunacakken ince (Z) ile okunursa namaz bozulur. Ömür boyu böyle yalnış okuyarak namaz kılınırsa âhirette hâlimiz nasıl olur? Âhirette îmândan sonra ilk sorulacak namazdır. Namaz hesâbı kolay geçerse diğer hesapların da kolay geçeceği umulur, buyuruluyor. Onun için namaz sûreleri, duâları ve tesbihlerini doğru okumayı en kısa zamanda öğrenmelidir. Çünkü hergün beş vakit namaz kılıyoruz. Her gün on-onbeş dakika çalışmakla bu sûreleri ve duâları kısa bir zamanda doğru olarak öğrenmek mümkündür.
Kur’ân-ı Kerîme Hürmetin Mükâfatı
Menkıbe: Ertuğrul Bey, Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazinin babasıdır. Kayı aşiretinin reisi idi. Yaşı doksanı aştığında Söğüt’te vefât etti. Kabri ve türbesi Söğüt’tedir. Her yıl Ertuğrul Gâziyi anma ve Söğüt şenlikleri düzenlenerek hâtırası yâd edilmektedir.
Ertuğrul Bey’in bütün gayesi, Söğüt civarına göç edip yerleşen Kayı aşireti ile diğer Türkmen Muhâcirlerini birlik ve içinde idâre edip, bu beldenin emniyet ve asayişini muhafaza etmektir.
Ertuğrul Bey, Söğüt ve cıvarını teftiş ederken bir gece bir köy imâmının evine misafir olmuştu.
Yatma vakti kendisi için ayrılan odaya geldi. Odada rafda duran Kur’ân-ı Kerîmi gördü. Kur’ân-ı Kerîm bulunan bir yerde uzanıp yatmaya gönlü razı olmadı. Abdest alıp namaz kıldı. Sonra mushâf-ı şerife karşı el bağlayıp sabaha kadar ayakta durdu. Seher vakti biraz “uykuya daldığında mâna âleminde kendisine:
“Sen benin kelâmıma bu kadar Hürmet ve saygı gösterdin, Ben de senin evladına kıyamete kadar devam edecek bir saltanat vereceğim” denildi. Bu hâdise ecdâdımızın’ Kur’ân-ı Kerîme karşı hürmet ve saygılarını gösteren güzel bir örnektir. [Kıssas-ı Enbiyâ Cilt-2/493
Kur’ân-ı kerîmin Tefsiri ve Tercemeleri
Bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir Kur’ân-i kerîmin ma’nâsı tercemelerinden anlaşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm hiçbir dile hattâ arabcaya bile terceme edilemez. Herhangi bir şiirin bile tam tercemesine imkân yoktur. Ancak izâh edilebilir. Bir âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre anlamış olduğu ma’nâyı öğrenir. Bir câhilin, bir bid’at ehlinin, bozuk bir kimsenin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Köylüye âid bir kanunu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, valilere gönderilir. Valîler, iyi anlayıp, izâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar daha da açıklayarak, nahiye müdîrlerine gönderir. Nahiye müdîrleri, bu açıklamalar yardımı ile kanunu iyi anlayabilir ve muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler.
İşte, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlânın emir ve yasakları bildirilmektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.’
Meselâ Ömer “radıyallahû anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim) dediler. Çünki, Resülullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dâima, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resülullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer “radıyallahü anh”, o kadar yüksek idi ki, Resülullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin tefsirini bile anlıyamadı. Çünki, Resülullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dâhâ yüksekdi. Fekat, o da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrarını, ResûlulIaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (… Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir)].
Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsir eden odur. Doğru tefsir kitâbı da, onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsir kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden bîri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsir ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları, çok zararlıdır. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şübheler, i’tirâzlar hâsıl oluyor. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî mezârlığının ismini ve hattâ, Resülullah efendimizin vefat târihini bile yanlış yazmışlardır. [Seâdet-i ebediyye /44 ]
Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîmin ma’nâsını böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıdır. Mu’teber tefsir kitaplarını da anlıyabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Meşhûr tefsirler bile, ehlinden başkasına zararlı olur. Hiçbir Kur’ân tercümesinden din öğrenilemez. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, îmânı gider. [Seâdet-i ebediyye /46 ]
İşte bizim gibi, ana ilimleri okumayan, İslâmiyyeti öğrenmek için, Kur’ân tercümesi, tefsîr, hadîs okumaya kalkışırsa, bunları kavrayamaz. Yanlış anlıyarak, imânımızı da kaybederiz. Çünkü Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veya şüphe etmek îmânı giderir. Hadîs-i şerîfte, (Kurân-ı kerîmi kendi görüşüne göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü anh” “Kur’ân-ı kerimi kendi görüşümle tefsîre kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgesinde gölgeler” buyurmuştur. [Şîr’â] İmâm-ı Mâlik hazretleri de “Eğer elimde imkân olsa idi, Kur’ân-ı Kerimi kısa akılları ile kendi görüşüne göre tefsîr edenin boynunu vururdum ” buyurmaktadır.
Berîka) kitabının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, (Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız emr olundu) buyurmakdadır
Tefsîrden din öğrenemeyiz demiştik. Meselâ abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şafiî’de 6, Mâliki ve Hanbelî’de daha fazladır. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, i’tikâdi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslâm âlimleri yıllarca çalışarak, Kur’ân-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhebde ise, mezhebine ait kitapları okur, dînini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihâl kitabı okumakla, dînine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalaklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek az bir ihtimâl de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur’ândan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek lâzımdır.
İmâm-ı Şa’ranî hazretleri buyuruyor ki: “hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerimi açıklar, Mezheb imâmları, hadîs-i şerîfleri açıkladı. Diğer âlimler de, mezheb imamlarının sözlerini açıkladı. Namazların kaç rek’at olduğunu rükû’ ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Peygamber efendimiz açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerimden anlamak mümkün olmazdı.” [Mîzân]
Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır.
Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye kitabı, kelam, fıkıh ve ahlâk bilgilerini içine alan çok kıymetli bir eserdir, içindeki bilgilerin hepsi, mu’teber âlimlerin eserlerinden derlenmiştir. Bu kitabı baştan sona dikkatlice okuyan birisi, dinimizin bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dinimiz hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Her müslümanın dinimizi çok iyi bilmesi şarttır, İslâm âlimleri, “Dînini bilmiyenin dîni yoktur.” buyurmuşlardır. Binikiyüzkırksekiz sayfalık bu kıymetli eseri, her müslümanın okuyup, çoluk çocuğuna da okutması lâzımdır. En güzel hediye, en güzel mirâstır.
Çağa Göre Tefsîr Olur mu?
Tefsîr, kelâm-ı ilâhiden, murâd-ı ilâhîyi anlamak demektir. Yâ’ni bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir.Tefsir âlimleri Peygamber efendimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı Kirâm’dan gelen bilgileri yazarak tefsîr kitabları meydana getirdiler. Bunların Tefsîrleri her asra uygundur. Her çağa, her asra göre değişik tefsîr yazmak demek, dîni her asrda bozmak demektir.
Asra göre, çağa göre tefsîr demenin mâ’nası yoktur.
Asrımızdaki insanlara göre kitap yazılacaksa islâm âlimlerinin kitapları aynen alınır. Günümüzde kullanılan kelimelerle ve buluşlarla açıklanabilir. Meselâ müşrikler Peygamber efendimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Mescid-î Aksânın kaç kapısı kaç penceresi vardı) gibi sualler sormuşlardı fakat Resûlullâh efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” etrafına bakmadığı için bunları görmemişti. Cebrâîl Aleyhisselâm Mescid-i, Aksâyı gözünün önüne getirince bakıp sorduklarına cevap verdi. Bu hâdise anlatılırken (Televizyonda görür gibi görmüştü denebilir) bu şekildeki bir açıklamaya da asrın tefsîri veya çağdaş tefsîr denmez. Böyle içinde şahsi düşünce bulunan bid’at sahiplerinin. îtikâdı bozuk kimselerin yazdığı tefsîrler okunmaz. Bir kimse bir âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, açıklarken daha önceki müfessirlerden, tefsîr âlimlerinden işitilmeyen şekilde kendi görüşüne göre, kendi aklına göre açıklama yaparsa îmânı gider. Çünkü Resûlullâh “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Kur’ân-ı Kerîmden kendi düşüncesiyle ve bilgisiyle ma’nâ çıkaran kâfirdir)
Tefsîr, akla değil, nakle dayanır. Eshâb-ı kirâmdan nakle dayanmıyan hiç bir tefsîr mu’teber değildir. Eshâb-ı kirâmın bildirdiğinden başka türlü tefsîr kitabı yazan, dalâlete, hatta küfre düşer.