İmam Ali Rızâ Hazretleri
Oniki İmamın 8incisi. Ehl-i Beyt’ten, Musâ Kâzım hazretlerinin oğlu; Muhammed Cevâd Taki’nin babası… Büyük dedeleri Aliyyü’l-Mürtezâ; büyük nineleri Fâtımâ’tüz-Zehrâ hazretleridir.
770 (153h) yılında, Medine-i Münevvere’de doğdu. Şöyle ki: Babası İmâm Musâ Kâzım hazretleri bir sabah, talebelerine sordu: “Mağrib (Fas-Tunus) tüccârlarından, gelen oldu mu?”
“Bilmiyoruz!..” cevâbı üzerine de: “Gelmiştir… Gidip, bakınız!..” buyurdu. Atlara binip gittiler… Hakikaten mağribden, bir gemi gelmişti! Oradan gelen bir esir tüccârı da, câriyelerini pazara çıkarmış, satıyordu… Hattâ onlara, 7 tâne güzel câriye gösterdi!..
Talebeler hiçbir şey söylemeden geri dönüp, vaziyeti İmâm Musâ’ya arzettiler. İmâm hazretleri dedi ki: “Esircinin gizlediği, biri daha olacak, onu isteyiniz… Ne kadar ücret derse, kabûl edip; onu satın alınız.”
Ertesi sabah erkenden, esirciye gidip çattılar: “Sen bize niçin, bütün esirleri göstermedin?”
“Bir tâne hasta olduğu için, huzûrunuza çıkaramamıştım!” diye özür dileyince, tekrar sordular: “O göstermediğin câriye için, ne kadar para istiyorsun?”
Mağribli esirci şaşırdı ve yüksek bir fiyat söyledi… Alıcılar ise: “O fiyata, kabûl ediyoruz.” cevabını verdiler… Mağriblinin hayreti, büsbütün arttı: “Efendi!.. Onu kimin için, satın alıyorsunuz?”
“Berâber olduğumuz zât için alıyoruz…”
“Ben onu, mağribte bulduğum zaman; bir kadın demişti ki: ‘Bu senin olacak, bir câriye değildir! Bu yeryüzünün, en kıymetli zâtına âit olacaktır! Onların bir çocuğu doğar. Büyüyüp yetiştiği zaman; dünyânın en büyük âlimi olur!..’”
İmâm Musâ Kâzım hazretleri, o câriyeyi nikâhladı. Ve bu anneden, İmâm Ali Rızâ hazretleri doğdu…
Allah Dostu
Halîfe Me’mûn kendisini, çok sever ve sayardı… Evlenme çağına geldikleri zaman, öz kızını onunla evlendirdi. Böylece, Halîfenin dâmadı oldu!.; Daha da ileri giderek, öldükten sonra kendi yerine; İmâm Ali Rızâ’nın (halîfe) olmasını emir ve ilân etti. Paraların üstüne, onun ismini kazdırttı!
Babası Musâ Kâzım hazretleri: “Oğlum Ali Rızâ’ya; kendi künyemi bağışladım!” buyurdu. Bu sebeyle babasıyla, aynı “künyeyi” taşırlar. İkisi de; Ebü’l-Hasen olarak anılır. Lakâbı ise; Rızâ ‘dır…
Birgün babasına sordular: “Yâ İmâm!.. Halîfe kendisinden razı olduğu için mi, oğlunuza ‘Rızâ’ diyorsunuz?” Cevâben buyurdu ki: “Hayır!.. Allahü teâlâ ve Resûlü, razı oldukları için.”
Gerçekten onun asıl dostları; Bâyezid-i Bistâmî ve Ma’rûf-i Kerhî gibi “Allah dostları” idiler!.. Onlar bile, Hazreti İmâmla sohbet edip; kemâle erdiler… O kadar ki; yalnız dostlan değil; muhâlifleri bile kendisinden râzı idiler!..
Anneciği şöyle anlatırdı: “Hâmile olduğum zaman, hiçbir ağırlık duymazdım!.. Yalnız geceleri kamımda; tesbîh (Sübhânallah) ve tehlîl (Lâ ilâhe illallah) sesleri işitir, korkardım!.. Uyandığımda hiç ses işitmezdi!.. Ve oğlum doğduğu zaman; ellerini yere koyup, münâcat eden (Allah’a yalvaran) bir kimse gibi, dudaklarını oynatıyordu!”
Kendi ninesi, Hatnîde Hâtûn da şöyle anlatır: “Bir gece rüyamda, Sevgili Peygamberimizi görmekle şereflendim! Bana buyurdular ki: ‘Yakında, devrindeki insanların en üstünü; bir torununuz olacak.’ Uyanınca, Efendim Musa Kâzım hazretlerine; rüyamı anlattım. Kısa zamanda torunumuz, Ali Rızâ (rh.a.) dünyâya geldi!”
Müslümanlara Hizmet
Hazreti Ali Rızâ çok namaz kılar, az uyur ve oruç tutardı…
Muhtâçları arayıp bulur, onlara yardımcı olurdu… Birgün hamama gitti. Oturup, yıkanırken bir asker geldi. Selâm verdikten sonra, ona dönüp: “Başıma su döküver de, yıkanayım” dedi. Hazreti İmâm: “Pekiî!” deyip, askerin başına su dökmeye başladı!
İmâmı tanıyanlar durumu görünce, çok üzüldüler ve: “Ey, Asker!.. Sen kendine hizmet ettirdiğin, zâtı tanıyor musun!.. O kimse; Aliyyü’l-Mürtezâ ve Fâtımatü’z-Zehrâ hazretlerinin torunu, İmâm Ali Rızâ’dır! Sen ne yaptığının, farkında mısın?” dediler… Askercik bu sözleri duyunca, hatâsının büyüklüğünü anladı. Hazreti İmâmın ayaklarına kapanarak: “Aman, Efendim!.. Niçin kendinizi tanıtmadınız!.. Cehâlet ve gafletimi, nasıl affettirebilirim?.. Lütfen beni bağışlayınız” deyip, özürler diledi. Hem de ağlıyordu… İmâm Ali Rızâ (rh. a.) onun başını okşayarak, buyurdu ki: “Sakın üzülme!.. Bir Müslümana hizmet etmek, herkese sevâp kazandırdığı için; sana hizmet etmeyi seve seve kabûl ettim!”
Bir tüccâr da dil tutukluğundan muzdaripti. Güçlük çekerek konuşuyordu. Çok tabipler, derdine çâre bulamadılar!..
Kendi kendine düşündü ki: …İmâm Ali Rızâ hazretlerine başvurayım!.. O nasıl olsa, bir devâ bilir… Ne de olsa, Sevgili Peygamberimizin torunlarındandır!..”
Bu düşünceler içindeyken, o gece rüyâsında; Ali Rıza hazretlerini görmez mi!.. Sanki dünyalar, kendisinin oldu. Hazreti İmâm dedi ki: “Senin derdinin devâsı, kimyon, zahter ve tuzdur… Onları suyla karıştırıp; ağzını üç kere o suyla çalkala!..
Şifâ bulursun, inşâallah…”
Sabahleyin uyandığında, rüyâsım hatırladı. Fakat (rüyâ işte!..) deyip, üzerinde durmadı… Ve karar verdiği gibi, İmâm Ali Rızâ hazretlerinin huzûruna varıp, derdini arz’etti. O mübârek- ler, tebessüm ederek sordular: “Senin derdinin devâsıni; rüyâda söylemediler mi?”
Tüccâr; “gönül sultanlarına” herşeyin mâlûm olduğunu anladı. Sonra, ta’rif edilen ilâcı yaptı ve derdinden kurtuldu!
Kaside
Zamanın meşhûr şâiri, Da’bel b. Ali bir kasîde yazdı. Bu şiirinde İmâm Ali Rızâ’yı, çok güzel şekilde methediyordu. Hazreti İmâm eserini beğendi ve kendisine, 50.000 akçe ihsânda bulundu. Sonra tenbih etti: “Benden izinsiz bu kasideyi, kimseye okuma!”
“Bâşüstüne” diyen şâir: “Yalnız sizin giymiş olduğunuz, gömleklerden birini ricâ ediyorum!” dileğinde bulundu. Ali Rızâ hazretleri taaccüble sordu: “Niçin istiyorsun?”
“Ölünce kefenim olsun diye, bereketlenmek istiyorum!” cevâbım verdi. Bir gömlek ve bir havlusunu ona uzatan, Hazreti İmâm: “İnşâallah bu .emânetlerle, emin olursun!” buyurdu. Devrin Halîfesi, bu şiirin güzelliğini işitti. Ve şâiri, huzûra çağırttı. Kasîdeyi okumasını istedi Da’bel b. Ali özür dileyip, İmâm hazretlerinin sözünü bildirdi. Halîfe bu sefer onu huzûra çağırtıp, kendisinden izin aldı. “Ehl-i Beyti” metheden, o kasideyi dinledi… Ve şâirine; 50.000 akçe de o bahşetti.
Bir zaman sonra Da’bel b. Ali, kervanla Irak’a gidiyordu… Yolda, eşkıyâ baskınına uğradılar… Bütün para ve eşyalarını alıyorlardı. Şâir Da’bel’in devesine, eşkiyânın biri çıkmıştı. En çok korktuğu ; Hazreti Ali Rızâ’nın armağanı olan, gömlek ve havlunun alınmasıydı! Uzaktan, eşkiyâyı süzmeye başladı. Fakat adam; deve üzerinde, birşeyler okuyordu. Yavaşça yanına yaklaştığında, duydu ki; kendi kasidesini okumakta. O zaman adamın, yüzüne baktı. Hayretle gördü ki hem okuyor, hem ağlıyordu!.. Eşkıyanın, Ehl-i beyt sevgisine çok şaştı ve sordu. “Bu kasideyi, kimin yazdığını biliyor musun?’
“İmâm Ali Rızâ hazretlerinin şâiri, meşhur Da’bel b. Ali yazmıştır. Fakat onu senin ve benim gibiler tanıyamaz!” cevabını veren, eşkıyâ reisine dedi ki “Da’bel b. Ali benim!..”
Sözlerinin doğruluğunu, kervanlardakiler tasdik edince; eşkıyâ bütün eşyâları iâde etti. Üstelik gidecekleri yere kadar, onları koruyup selâmete ulaştırdı!
Gerçekten Hazreti Ali Rızâ armağanları sâyesinde, emniyette kaldılar.
Evliyâ Kerameti
Bir müslümânın hanımı hamileydi. İmâm Ali Rızâ huzûru-ra varıp; rica etti: “Yâ İmâm!.. Duâ buyurun da, bir oğlumuz olsun…”
Cevaben buyurdular ki: “İki çocuğunuz olacak!..” Adamcağız sevinçle kalkarken, kalbinden*. “İsimlerini, Mu- hammed ve Ali koyarım” diye geçiriyordu. Bu sırada Hazreti İmâm seslendi: “Çocukların birine Ali, diğerine Ümm-i Amr isimlerini koyunuz.”
Müslümân evine geldi… Kendi annesi ve hanımı, onu bekliyorlardı. Nerede kaldığını sordular. Olanları anlattı. Bunun üzerine annesi dedi ki: “Ümm-i Amr benim anacığımın adıydı!..” Zamanı gelince, hanımı 2 çocuk dünyâya getirdi. Biri kız, diğeri oğlandı! Hazreti İmâmın bildirdiği, adları koydular…
Ebû İsmâil isimli bir zât, Hazreti İmâmın huzûruna gireli.
Arabça bilmediği için, kendi lisânıyla selâm verdi. Ali Rızâ Hazretleri de onun lisânıyla selâmını aldı… Müslüman, Sind diyârından geliyordu. Sind lisânıyla suâllerine , gâyet güzel cevaplar alınca: “Efendim!.. Siz ne güzel, bizim dilimizi konuşuyorsunuz!.. Fakat ben, arabca hiç bilmiyorum. Ama öğrenmeyi, çok arzu ediyorum” diye hâlini, arz’etti. O zaman Hazreti İmâm mübarek parmaklarıyla, Sind’li müslümanın dudaklarını mesh etti…“Hikmet-i Hûda” o ânda adamcağız, arabça konuşmağa başladı!.. Sonraları aynı zât demiştir ki: “Allahü teâlâ bana Hazreti İmâm hürmetine; arabça lisanını nasîb etti!”
Başka bir müslümân ise; suâllerini bir kağıda yazdı. Hazreti İmamın evi önüne geldi… Niyeti o kağıdı verip, cevaplarım yazılı olarak almaktı!.. Gördü ki, çvin önü çok kalabalık! Kağıdı içeri göndermesi, imkânsız gibi bir şey!.. Tam geri dönüp gideceği sırada, Hazreti İmâmın evinden bir hizmetçi çılctı. O şahıs, ismiyle çağırıyordu! Adamcağız şaşkınlıkla, yanına yaklaşınca; eline bir kağıt tutuşturdu ve: “Hazreti İmâm, bunu size yolladı…” dedi. Müslüman okuyunca gördü ki; suâllerinin bütün cevaplan kağıda yazılmıştı!..
Resûlullah’ın Hurmaları
İmâm Ali Rızâ hazretleri bir defa, Nişâbûr şehrini teşrif ettiler… Orada kendisini, 20.000’den fazla, âlim ve talebeleri karşıladı! Hepsi de müştereken ricâ edip, yalvardılar ki: “Bizlere; mübârek dedelerinizden gelen, bir hadîs-i şerif naklediniz.”
İmâm hazretleri teberrüken buyurdu: “Babam, Musâ Kazım’dan; o da babası, Câfer-i Sâdık tan; o da babası, Muhammed Bâkır’dan; o da babası, Ali Zeyn’el-Âbidin’den, oda babası, Hazreti Hüseyn den; o da babası, Hazreti Aliden; o da, İmâm Ahmed b. Hanbel hazretleri buyurur: “Bu hadîs-i kudsî, râvileriyle birlikte okunduğu zaman; bütün hastalıklara şifâ’dır.”Sevgili Peygamberimizden; O da, Cebrâil aleyhisselâmdan; o da, Allahü teâlâdan şu hadîs-i kudsîyi duymuşlar ki. La ilahe illallah kelamıdır…Bunu okuyan, kal’ama girmiş olur. Kal’ama giren de; azâbımdan kurtulur!’’
Sâlih bir müslümân, bir rüyâ gördü… Rüyâsında Sevgili Peygamberimiz, hacıların kondukları mescidde oturuyorlardı. Huzûrlarına varıp, selâm verdi. Selâmını, güzelce aldılar… Efendimizin önlerinde; hurma yaprağından örülmüş bir tabakta (Seyhânî) hurmalar vardı!… O müslümâna, bir avuç hurma verdiler! Saydı, 17 tâne idi… Müslüman kendi kendine dedi ki: “17 yıl ömrüm, kalmış olmalı!..”
Hem rüyâsım tâbir ettirmek, hem de ziyâret maksadıyla; İmâm Ali Rızâ hazretlerinin huzûruna gitmek istedi. Hazreti İmâmın da, aynı mescidde bulunduğunu öğrenince biraz şaşırdı hemen yanlarına koştu… Resûlullah Efendimizin oturduğu yerde oturuyor ve önünde; bir tabak hurma bulunuyordu!.. Onu görünce yanına çağırdı ve bir avuç hurma verdi. Adamcağız gayr-ı ihtiyarî (elinde olmayarak), hurmalan saydı. 17 tâne çıkmaz mı? Müslüman dedi ki: “Yâ İmâm!., biraz daha hurma, veremez misiniz?”
Ali Rızâ hazretleri tebessüm etti ve buyurdu: “Resûllullah’tan fazla verilir mi?”
Vefâtı
Ebüssalt (rh.a.) bir gün, Hazreti İmâmın yanında bulunuyordu. Ona buyurdu ki: “Şu gördüğün türbe, Hârun Reşîd’indir. Türbenin 4 yanından, toprak alıp buraya getiri..”
Gidip, getirdi… Toprağı kokladıktan sonra: “Yakında burada, benim için de kabir kazacaklar!.. Bir taş çıkacak. Horasan’ın, bütün külünklerini getirecekler. Fakat taşı çıkaramıya- caklar!” buyurdu…
Sonra da, başka bir yerden toprak istedi. Ebüssalt (rh. a.) o toprağı da getirdi. Bunun üzerine, Hazreti İmâm ferâhladı ve: “Benim kabrimi; bu toprağı aldığınız yere kazın!.. Kabrimi, derin kazın ve lahd yapın. Allahü teâlâ, dilediği kadar genişletir” enirini verdi… Ve sözlerine devamla: “Yârın Halîfe Me’mûn’ un, yanına gideceğim. Dışarı çıktığım zaman; eğer başım açıksa, benimle konuş. Değilse konuşma!” diye tenbih etti…
Ertesi sabah yeni elbiselerini giyip, Halîfenin yanına girdi… Me’mûn önündeki tabakdan, meyve yiyiyordu. Onu görünce, hemen ayağa fırladı. Selâmlaştılar. Halîfe ona da meyve ikrâm etti. Hazreti İmâm çok ısrar karşısında, iki tâne üzüm aldı…
Dışarı çıktığında; mübârek başını örtmüş idiler! Emri icâbı: Ebüssalt (rh.a.) kendisiyle konuşmadı. Doğruca ve beraberce, evine yürüdüler…
Eve vardıkları zaman Hazreti İmâm, kapının kilitlenmesini emretti. Sonra, yatağa yattılar…
Ebüssalt (rh.a.) evin içinde, mahzûn olarak bekliyordu… (Bu sırada birçok, fevkâlade hâller zuhûr etti). Ve Hazreti İmâm vefât eyledi. Öyle büyük bir âlimdi ki, hangi ilimden olursa olsun; sorulan her mes’eleye, güzel ve doğru cevaplar verirdi!.. Bilhassa Halîfe Me’mûn kendisine, çok suâl sorardı. Çünkü verdiği cevaplara, dâima hayrân kalırdı!.. Bu hâyranlığı o derece ileri gitmiş idi ki; onu kendine dâmad eyledi. Hâttâ öldükten sonra, kendi yerine halîfe olmasını emretti. Paralar üzerine, onun adını kazdırttı!..
Fakat “Emr-i îlâhî” öyle tecellî etmedi ve Hazreti İmâm; halîfeden Önce vefât eyledi.
818 (203h) yılı, Ramazân-ı şerifin 21inci Perşembe günü, Tûs (Meşhed) şehrinde vefât eyledi… Cenaze namazını, büyük üzüntü içindeki Halîfe Me’mûn kıldırdı. 50 yaşlarındaydı!
Allahü teâlâ bizi de; O büyüklerin kervânından ayırmasın, âmin.