İMÂN ve KÜFÜR - kainatingunesi.com

İKİYÜZALTMIŞALTINCI MEKTÛB

[İmân, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarında, dinden olduğu, ya’nî inanılması lâzım olduğu bildirilen şeyleri, kalbin tasdik etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. Kalbin inandığını, dil ile söylemek de lâzımdır demişlerdir. [Fekat söylemek, îmânın kendisi olmayıp, kalbdeki îmânın bildirilmesidir. Îmânı, özrsüz söylemiyen kâfir olur. İkrâh, ya’nî tehdîd ile, ya’nî ölüm veyâ bir uzvun kesilmesi ile veya şiddetli can yakılmakla zorlanınca, îmânını saklamak afv olur ve söylemiyen veya aksini söyliyen kâfir olmaz dediler. [Milel Nihâl]

Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfrden teberrî etmek, kaçınmakdır ve kâfirlikden, kâfirlere mahsûs olan şeylerden meselâ beline zünnâr bağlamak ve bunun gibi, kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmakdan sakınmakdır. Küfrden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemekdir. Kâfirler, kuvvetli, hâkim olup da, zararlarından korkulduğu zemân, kalbi ile sevmemek, korku olmadığı zemân, hem kalb, hem de her vâsıta ile karşı koymak lâzımdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde sevgili Peygamberine “sallallahü aleyhi ve seilem” kâfirleri ve münafıkları sevmemeği, çalışıp, onlardan üstün olmağı emr ediyor. Çünki, Allahü teâlânın ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlarından uzak olmadıkça O ve Resulü sevilmiş olmaz ve seviyorum demek doğru olmaz. Bir kimse, îmânım var dese, fekat küfrden teberri etmese, hem müslimânlığa, hem de dinsizliğe inanmış, iki dinli olmuş olur ki, bunlara (Mürted) denir. Bunlara münâfık gözü ile bakmak lâzımdır. Kalbde îmân bulunması için, küfrden teberrî, elbette lâzımdır. Bu teberrînin en aşağı derecesi kalb ile teberrîdir. En yüksek, en iyi derecesi de, hem kalb ile, hem kalıp ile olmakdır. Ya’nî, kalbdeki ayrılığı söz ile, hareket ile belli etmekdir.

Fârisî mısra’ tercemesi:

Düşmanlık etmedikçe, dostluk olamaz!

Ba’zıları, sevginin bu şartını, Ehl-i beyti “radıyallahü teâlâ anhüm”, [ya’nî Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” akrabasını ve torunlarını] sevmekde yanlış kullanıyor. Bunları sevmek için, Peygamberimizin üç halifesine “radıyallahü teâlâ anhüm” ve müslimânlardan bir çoğuna düşmanlık etmek lâzımdır diyor. Bu sözleri, çok yanlışdır. Çünki sevginin alâmeti, sevgilinin düşmanlarını sevmemekdir. Yoksa sevgiliden başka, herkese düşmanlık demek değildir. Aklı olan herkes bilir ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı, Ehl-i beyte düşman değil idi. Hele Eshâb-ı kiramın en büyükleri olan bu üç halîfe, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” uğruna mallarını, canlarını feda etdi. Mevkı’lerini, şöhret ve i’tibârlarını, Onun için terk etdi. Müslimânların Ehl-i beyti sevmesi, Kur’ân-ı kerîmde açıkça emr olunuyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” se’âdet-i ebedîyyeye çağırması ve kavuşdurması ni’metinin şükrü, karşılığı olarak, Ehl-i beytin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevgisi isteniyor. O hâlde, nasıl olur da, bu büyüklerin, Ehl-i beyte düşman olması düşünülebilir ve söylenebilir.

İbrahîm aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve Peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlanndan teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, (Mümtehine) sûresinde meâlen, (Ey mü’minler! İbrahim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Ya’nî siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan mü’minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünki siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O tapdıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dînînize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini kabûl etmedikçe bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini gösterecekdir) buyuruyor.

Bu fakire göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazanmak için küfrden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibâdet yokdur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâlânın zâtı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları bütün ma’bûdlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zâtının düşmanlarıdır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezasıdır. Nefslerin arzusu ve her dürlü günâhlar ise böyle değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâlânın günahkârlara gazab etmesi, kızması, kendi gazabı ile değil, gadab sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması hep sıfatları ve fi’lleri iledir. Günahkârlar, bunun için Cehennemde sonsuz kalmıyacak, belki bunlardan çoğunu isterse [Cehenneme sokmadan] afv edecekdir. Allahü teâlânın küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtından olduğu için rahmet ve re’fet sıfatları, âhıretde kâfirlere yetişemiyecek ve rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını, ortadan kaldıramıyacakdır. Zâtın düşmanlığı, sıfatın acımasından daha kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zâtın yapdığını değişdiremez. Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Rahmetim gadabımı aşmışdır). Bunun ma’nâsı, rahmet sıfatım, gadab sıfatımı aşmışdır. Ya’nî, mü’minlerin günâhkârlarına karşı olan, gadab sıfatımı aşmışdır demekdir. Yoksa, rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir.

Suâl: Allahü teâlâ, dünyâda kâfirlere merhamet ediyor. Nitekim yukarıda söylendi. O hâlde, dünyâda rahmet sıfatı, zâtın gadabını aşmıyor mu?

Cevâb: Kâfirlere dünyâda merhamet edilmesi görünüşdedir. Ya’nî, merhamet şeklinde görünen, istidrâcdır, hîledir. Nitekim, (Mü’minûn) sûresinde meâlen, (Kâfirlere çok mal ve evlâd vererek onlara yardım mı, iyilik mi ediyoruz? Küfrlerine karşılık olarak onlara, bol bol iyilikleri, çabuk çabuk gönderiyor muyuz zan ediyorlar? Hayır, öyle değildir. Bu yardım, onlara iyilik değil, belki istidrâcdır. Azmaları, kudurmaları ve Cehenneme gitmeleri içindir) buyuruyor. A’raf ve Nûn sûresinde, (Onları yavaş yavaş azâba yaklaşdırıyorum. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkca, dünyâ ni’metlerini artdırarak, fırsat veriyorum. Aldanıyorlar. Onlara hâzırladığım azâb çok şiddetlidir) meâlindeki âyet-i kerîmesi de böyle olduğunu açıkça göstermekdedir.

FÂİDE: Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır. Burada denilir ki, bir kimse, îmânı varken, kâfirlerin rüsûm ve âdetlerini yapar, onların ibâdetlerine, âdetlerine, bayramlarına kıymet verirse, âlimlerimiz, bu kimsenin îmânının gideceğini, mürted olacağını bildiriyor. [Çünki bu hâller, küfrden teberrî etmemekdir]. Zemânımız müslimânlarının çoğu, bu belâya yakalanmışdır. Âlimlerimizin bu sözüne göre, zemânımızda, Hindistândaki müslimân denilen insanların çoğu, Cehennemde ebedî azâb çekeceklerdir. Hâlbuki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmıyacak, çıkarılacakdır). Sen buna ne dersin?

Cevâb: Şöyle deriz ki, bir kimse dinde inanılması lâzım olan şeylerden, bir dânesine bile inanmamış veyâ şübhe etmiş ise veyâ beğenmemiş ise îmânı gider. Kâfir olur. Cehennemde ebedî yanacakdır. Bir kimse, Kelime-i tevhîd söyleyip, bunun ma’nâsını kabul eder, Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın Peygamberidir, her sözü doğrudur, güzeldir deyip, ona uygun olmıyanlar yanlışdır, fenâdır diye inanırsa ve son nefesinde de öyle ölüp, âhırete, bu îmân ile giderse, bu kimse, kâfirlere mahsûs olan âdetlere ve bayramlara katılır, kâfirlerin mukaddes bildikleri günlerinde ve gecelerinde, onların yapdıklarnı yaparsa Cehenneme girer. Amma, kalbinde zerre kadar îmânı olduğu için, [ya’nî bildirdiğimiz gibi, kısaca inandığı için] Cehennemde sonsuz kalmaz. [Kısaca inanmış olmak için, dinde inanılması lâzım olan şeylerden birini işitince, şübhe etmeden inanması lâzımdır]. Bu fakîr, birgün, bir hasta ziyaretine gjtmişdim. Ölüm hâlinde idî. Kalbine teveccüh etdim. Kalbi kararmış idi. O zulmetin temizlenmesi için çok uğraşdım. Fâide vermedi. Uzun zeman yokladıkdan sonra, o siyâhlıkların, kâfirlik bulaşıklıkları ve sıfatları olduğu ve kâfirler ile ve küfr ile olan bağlılığından, beraberliğinden olduğu anlaşıldı. O kadar uğraşdığım hâlde, o zulmetler temizlenemedi. Bunların ancak, küfrün cezası olan, Cehennem ateşi ile temizleneceği anlaşıldı. Fekat, kalbinde zerre kadar îmân nûru da görüldüğünden, bunun sayesinde Cehennemden çıkarılacakdır. Hastayı bu hâlde görünce, cenaze nemâzını kılayım mı, diye düşünceye daldım. Kalbimi uzun zemân yokladıkdan sonra, kılmak lâzım olduğunu anladım. Demek ki, kalbinde îmân varken, [Zarûret olmadığı hâlde bile] kâfirlerle düşüp kalkan, onlann bayramlarına, paskalyalarına uyanların cenaze nemâzlarını kılmalıdır. Bunları kâfir bilmemelidir. Nitekim bu gibilere, bugün [Hindistânda] böyle yapılmakdadır. Bunların, îmânları sâyesinde Cehennemden çıkacaklarına inanmalıdır. Fekat, hiç îmânı olmıyanlara [Muhammed aleyhisselâmın bir sözünü ve âdetini bile beğenmiyenlere] afv ve mağfiret yokdur ve küfrlerinin karşılığı olarak Cehennem azâbında sonsuz kalacaklardır. Din düşmanları, müslimânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslimân âdeti, müslimânların mübârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşırlarsa, genç ve sâf müslimânlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslümânlara, nemâz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Çünki, bugün bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru yapmakda, cahillik özr değildir. Dînini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, helâli, harâmı, farzları öğrenmek pek kolaylaşmıştır. Bunları lüzumu kadar öğrenmek farzdır].

Hulâsa, kâfirlerin âdet ve merâsimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa, [ya’nî kalbinden kelime-i tevhidin ma’nâsına, kısaca inanmış ise ve îmânı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise] Cehennem azabına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmıyacakdır. Îmânı olanlardan büyük günâh işleyen [ve tevbe etmeden ölen]lere gelince, Allahü teâlâ, bu günâhları isterse afv eder, isterse günâhı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Bu fakirin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” anladığına göre, Cehennem azabı ister sonsuz olsun, ister bir zemân olsun, küfr için ve küfr sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. Küfrden teberrî eden, kaçınan, îmân sâhiblerinin yapdıkları büyük günâhlar, yâ îmânları hürmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile veyâ tevbe etmeleri ile veyâ şefâ’ate kavuşmaları ile afv olunur. Böyle afv olmıyanlar, dünyâ sıkıntıları ve derdleri ile veya son nefesde cân verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. Bunlarla da temizlenmezse, ba’zıları kabr azâbı çekmekle afva kavuşur. Ba’zıları ise, kabr azâbı ve sıkıntıları ve kıyamet gününün şiddetleri ile afv olunup, günâhları biter ve Cehennem azabı ile temizlenmeğe lüzûm kalmaz. Nitekim, En’âm sûresi, seksenikinci âyetinde meâlen, (Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaşdırmıyanlar, Cehennemde ebedî kalmakdan emîndirler. Onlar için, bu korku yokdur) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, sözümüzün doğru olduğunu göstermekdedir. Çünki burada (Zulm), şirk demekdir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.

Suâl: Allahü teâlâ, küfrden başka, ba’zı günâhları işliyenlerin de Cehenneme gireceklerini bildiriyor. Meselâ, bir mü’mini, bile bile öldürenin cezası Cehennemde sonsuz kalmakdır buyuruyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Bir nemâzı bile bile, vaktinde kılmayıp, kazâ edene, Cehennemde bir Hukbe azâb edeceklerdir) buyuruyor. [Bir Hukbe, seksen âhıret senesi demekdir]. O hâlde, Cehennem azabı, yalnız kâfirlere değildir denilirse, cevâb veririz ki, Cehennem azâbı, müslimân öldürmenin haram olmasına aldırış etmiyen, halâl diyerek öldüren içindir. Nitekim Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, tefsirlerinde böyle ma’nâ vermişlerdir. Küfrden başka günâhlara Cehennemde azâb olunacağını bildiren haberler, hep bu günâhlarda küfr bulaşıklığı olduğu içindir. Meselâ, günâhı hafif görerek, ehemmiyyet vermiyerek işlemek, islâm dîninin emirlerini aşağı görerek, nemâz kılmamak ve günâh yapmak gibi şekilerdedir.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetimden büyük günâhları işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyuruyor. Bir kerre de, (Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhıretde azâb yokdur) buyurdu. Yukarıda, ma’nâsı yazılan âyet-i kerîme de, bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. [İntihâr etmek, ya’nî kendini öldürmek, başkasını öldürmekden dahâ büyük günâhdır.] [266. Mektûb]