İMÂNIN ŞARTLARI 5-6 - kainatingunesi.com

İMÂNIN ŞARTLARI 5-6

5 –  Îman edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi (Âhiret gününe inanmaktır). Bu zamanın başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği veya dünyadan sonra geldiği içindir. Hadis-i şerifte bildirilen bu gün, bildiğimiz gece gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlıyamadı. Fakat, Peygamberimiz, birçok alâmetlerini ve başlangıçlarını haber verdi:Hz. Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökten Şâma inecek, Deccâl çıkacak. Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler Emîr olacak, Allahü teâlânın emirleri yaptırılmıyacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemenden bir ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve Ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.

Günah işleri yapan müslümanlara (Fâsık) denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmiyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmiyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaklarını hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bazı âlimlere göre, bazı akâidden olacak, bazılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. [Bunun için, çocuklarımıza (Rabbin kim?Dînin hangi dindir?Kimin ümmetindensin?Kitabın nedir?Kıblen neresidir?Îtikatta ve amelde mezhebin nedir?)suâllerinin cevaplarını öğretmeliyiz! Ehl-i sünnet olmıyanın doğru cevap veremiyceği (Tezkire-i Kurtubî)de yazılıdır. ] [Tezkirenin müellifi Muhammed Kurtubî mâlikî, 671 [m. 1272] de vefât etti. ] Güzel cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir pencere açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.

Öldükten sonra, yine dirilmeye inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, ruhlar bedenlerine girip, herkes mezardan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana, (Kıyâmet günü) denir.

[Bitkiler havadan karbon dioksid gazını ve topraktan su ile tuzları, yâni toprak maddelerini alıp, bunları birleştiriyorlar. Böylece, organik cismleri ve azamızın yapı taşlarını meydana getiriyorlar. Senelerle uzun süren bir kimyâ reaksiyonunun, (katalizör) kullanarak, sâniyeden az bir zamanda hemen oluverdiği, bugün bilinmektedir. İşte bunun gibi, Allahü teâlâ, mezarda, su, karbon dioksid ve toprak maddelerini birleştirerek organik maddeleri ve canlı uzvları bir anda yaratacaktır. Böyle dirileceğimizi, Muhbir-i sâdık haber veriyor. Fen ilimleri de, bunun dünyada zaten yapılmakta olduğunu gösteriyor].

Bütün canlılar, (Mahşer) yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü haber vermiştir. Onun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.

Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde yazılı bulunacaktır. (Kiramen kâtibîn) meleklerinin bilmediği işler bile, azanın haber vermesi ile veya Allahü teâlânın bildirmesi ile ortaya çıkarılacak, herşeyden suâl ve hesap olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere, yerlerde, göklerde neler yaptınız? Peygamberlere, Allahü teâlânın hükmlerini Onun kullarına nasıl bildirdiniz?Herkese de, Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri nasıl yaptınız?Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz diye sorulacaktır. Mahşerde, îmanı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir.

Allahü teâlâ, dilediği müminlerin büyük ve küçük bütün günahlarını, fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkten, küfürden başka, her günahı, dilerse affedecek, dilerse, adaleti ile küçük günahlar için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmiyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve Kitapsız kâfirler, yâni Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanlara Peygamber olduğuna inanmıyan, Onun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmiyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.

Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir (Mîzân), bir ölçü âleti, bir terâzî vardır. Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevap gözü, parlak olup, Arşın sağında Cennet tarafındadır. Günah tarafı, karanlık olup, Arşın solunda, Cehennem tarafındadır. Dünyada yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzîde tartılacaktır. Bu terâzî, dünya terâzîlerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafîf tarafı aşağı iner, denildi. Âlimlerin bir kısmına göre, çeşidli terâzîler olacaktır. Birçoğu da, terâzîlerin kaç dâne ve nasıl oldukları dinde açık bildirilmedi. Bunları düşünmemelidir, dedi.

(Sırât köprüsü) vardır. Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennemin üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün Peygamberler (yâ Rabbî! Selâmet ver!) diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan bazısı şimşek gibi, bazısı rüzgâr gibi, bazısı koşan at gibi geçecektir. Sırât köprüsü kıldan ince, kılıncdan keskindir. Dünyada islâmiyete uymak da, böyledir. İslâmiyete tâm uymaya uğraşmak, Sırât köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefis ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada Sırâtı kolay ve rahat geçecektir. İslâmiyete uymıyan, nefslerine düşkün olanlar,Sırâtı güç geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, islâmiyetin gösterdiği doğru yola (Sırât-ı müstakîm) adını verdi. Bu ism benzerliği de, islâmiyet yolunda bulunmanın, Sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar,Sırâttan geçemeyip, Cehenneme düşeceklerdir.

Peygamberimiz Muhammed Mustafâya mahsûs olan (Kevser havuzu) vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennemde olsa bile, bir daha susamaz.

(Şefaat) haktır. Tevbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, Peygamberler, Velîler, Sâlihler ve Melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefaat edecek ve kabûl edilecektir. [Peygamberimiz, (Ümmetimden büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim) buyurmuştur. ] Mahşerde, şefaat beş türlüdür:

Birincisi, kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan, çok uzun beklemekten usanan günahkârlar, feryâd ederek, hesabın bir ân önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefaat olunacaktır.

İkincisi, suâlin ve hesabın kolay ve çabuk olması için, şefaat edilecektir.

Üçüncüsü, günahı olan müminlerin, Sırâttan Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefaat olunacaktır.

Dördüncüsü, günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkarmak için şefaat olunacaktır.

Beşincisi, Cennette sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmanının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennettekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefaat olunacaktır.

Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden ve güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.

6 –  İnanılması lâzım olan altı şeyden altıncısı; (kadere, hayr ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır). İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdîr etmesi iledir. (Kader), lügatte, bir çokluğu ölçmek, hükm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânasına da gelir. Allahü teâlânın, birşeyin varlığını ezelde dilemesine kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına (Kaza) denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmıyarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak herşeyi ezelde, sonsuz öncelerde, biliyordu. İşte bu bilgisine (Kaza ve kader) denir. Eski yunan felsefecileri buna (inayet-i ezeliyye) dedi. Bütün varlıklar, o kazadan meydana gelmiştir. Ezeldeki ilmine uygun olarak, eşyanın var olmasına da (Kaza ve kader) denir. Kadere îman etmek için iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, birşeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.

Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların [katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alışverişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler], herşeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyada ve âhirette, bunların cezâsını görmeleri ve herşey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız Odur. Sebeplerin meydana getirdiği herşeyi yaratan Odur. Herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır.

Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakta hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, birşeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. [Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka birşey yapmaz. Organik cismlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlıyan, ateş değildir. Doğruyu göremiyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmıyan kimse, ateş yakıyor sanır. İlk okulu bitiren bir kimse, (ateş yakıyor) sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Orta okulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsûs değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tâm gören Peygamberler ve O büyüklerin izinde giderek, ilim deryalarından damlalara kavuşan islâm âlimleri, bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zevallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakîkî yapıcının, yaratıcının sebepler değil, Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. ] Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde yakmaz. İbrâhîm aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. [Nitekim ateşin yakmasını önliyen maddeler de yaratmıştır. Bu maddeleri, kimyâgerler bulmaktadır. ]

Allahü teâlâ dileseydi, herşeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yimeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzaktan duyururdu. Fakat lutf ederek, kullarına iyilik ederek, herşeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altına gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. Onun birşeyi yaratmasını istiyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. [Lâmbayı yakmak istiyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak istiyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak istiyen, islâmiyete uyar. Kendini tabanca ile vuran ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işliyen, îmanını gideren de, Cehenneme gider. Herkes, hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşıyan, onların sözlerini dinliyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider. ]

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünya ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fena ve mutî’ ile âsî arasında fark kalmazdı.

Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Herşeyi, o âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyada zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, insanları aldatanları Cennete sokardı. Îmanı olanları, ibâdet edenleri, iyilik yapanları Cehenneme sokardı. Fakat, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, böyle dilemediğini göstermektedir.

İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan Odur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında (İhtiyâr) ve (İrâde) yaratmış, bu seçme ve dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmıştır. Bir kul, birşey yapmağı ihtiyâr edince, isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o işi, yaratır. Kul istemez ve dilemez, Allahü teâlâ da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun dilemesi ile de yaratılmaz. O da dilerse yaratır. Kullarının istekli işlerini yaratması, birşeye ateş değerse, o şeyde yakmağı yaratması, ateş değmezse, yakmağı yaratmaması gibidir. Bıçak değince, kesmeyi yaratmaktadır. Kesen, bıçak değildir, Odur. Bıçağı, kesmek için sebep kılmıştır. Demek ki, kulların istekli hareketlerini, onların ihtiyâr etmeleri, hareketi tercîh etmeleri ve dilemeleri sebebi ile yaratmaktadır. Fakat tabî’atteki hareketler, kulların ihtiyâr etmelerine bağlı değildir. Bunlar, yalnız Allahü teâlâ dileyince, başka sebeplerle yaratılmaktadır. Herşeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların, hücrelerin, mikropların, atomların maddelerini, özelliklerini, hareketlerini yaratan yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ancak, cansız maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların ihtiyârî, istekli hareketleri arasında şu ayrılık vardır ki, kullar bir şeyi yapmağı ihtiyâr, tercîh edince ve dileyince, O da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve yaratıyor. Kulun hareket etmesi kulun elinde değildir. Hattâ nasıl hareket ettiğinden haberi bile yoktur. [İnsanın her hareketi, nice fizik ve kimyâ olayları ile hâsıl olmaktadır. ] Cansızların hareketlerinde (İhtiyâr etmek) yoktur. Ateş değdiği zaman, yakmak yaratılması, ateşin yakmağı tercîh etmesi ve dilemesi ile değildir.

[Sevdiği, acıdığı kullarının, iyi, faydalı isteklerini, O da ister ve yaratır. Bunların kötü ve zararlı isteklerini, O istemez ve yaratmaz. Bu kullarından hep iyi, faydalı işler hâsıl olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl olmadığı için üzülürler. Bu işlerin zararlı oldukları için yaratılmadığını düşünmüş, anlamış olsalardı, hiç üzülmezlerdi. Bunun için sevinirler, Allahü teâlâya Şükrederlerdi. Allahü teâlâ, insanların ihtiyârî, istekli işlerini, onların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmelerinden sonra yaratmağı, ezelde irâde etmiş, böyle olmasını dilemiştir. Ezelde böyle dilemeseydi, istekli hareketlerimizi de, biz istemeden, hep O zorla yaratırdı. İstekli işlerimizi biz istedikten sonra yaratması, ezelde, böyle istemiş olduğu içindir. Demek ki, Onun irâdesi hâkim olmaktadır].

Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir:Birincisi, kulun kalbinin ihtiyâr ve irâdesi ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine (Kesb etmek) denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar, sevaplar ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. (Saffât) sûresinin doksanaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, hem insanlarda kesb, yâni hareketlerinde kalbinin ihtiyârı ve (İrâde-i cüz’iyye)si bulunduğunu göstermektedir. Cebr olmadığını açıkça isbât etmektedir. Bunun için (İnsanın işi) denilmektedir. Meselâ, Ali vurdu, kırdı denir. Hem de, herşeyin kaza ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.

Kulun işinin yapılmasında, yaratılmasında, önce bu işi kulun kalbinin ihtiyâr ve irâde etmesi lâzımdır. Kul, kudreti dahilinde olan şeyi irâde eder. Bu isteğe ve dilemeye (Kesb) denir. Âmidî merhûm, bu kesbin, işlerin yaratılmasında sebep olduğunu, te’sîr ettiğini bildiriyor. Bu kesbin ihtiyârî olan işin yaratılmasına te’sîri olmaz demek de zarar vermez. Çünkü, yaratılan iş ile kulun istediği iş, başka değildir. Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de var olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmaktır. Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtaç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökte Ramazan hilâlini [ayı] görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, beş vakit farz olan namazı kılabilir. Nisap miktârı malı, parası olan, bir hicrî sene sonra, bunun kırkta bir miktârı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır. Câhil ve ahmak olanlar, kaza, kader bilgilerini anlıyamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyârlarında şüphe ederler. İnsanı, istekli işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Bazı işlerde kulların ihtiyârı olmadığını görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu göstermektedir.

Bir işi yapıp yapmamaya gücü yetmeye (Kudret) denir. Yapmağı veya yapmamağı tercîh etmeye, seçmeye (İhtiyâr), istemek denir. İhtiyâr olunanı yapmağı dilemeye (İrâde), dilemek denir. Bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye (Rıza), beğenmek denir. İşin yapılmasına te’sîr etmek şartı ile, irâde ile kudretin bir araya gelmesine (Halk), yaratmak denir. Te’sîrli olmıyarak bir araya gelmelerine (Kesb) denir. Her ihtiyâr edenin, hâlık olması lâzım gelmez. Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. Allahü teâlâya hâlık ve muhtâr denir. Kula, kâsib ve muhtâr denir.

Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını, günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahtan râzı değildir, beğenmez. Herşey, Onun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin yüzikinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Ondan başka ilah yoktur. Herşeyin hâlıkı, ancak Odur) buyurulmuştur.

(Mu’tezile) fırkasında olanlar, irâde ile rıza arasındaki ayrılığı göremediklerinden, şaşkına döndü. İnsan dilediği işi, kendi yaratır dediler. Kaza ve kaderi inkâr ettiler. (Cebriyye) fırkası da, büsbütün şaşırdı. Halk etmeksizin ihtiyâr bulunacağını anlamadılar. İnsanda ihtiyâr yok sanarak, insanı, taşa, oduna benzettiler. İnsanlar, hâşâ, günah sahibi değildir. Bütün kötülükleri yaptıran Allahü teâlâdır, dediler. Cebriyye mensûblarının dediği gibi, insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı, kötülükleri, günahları, Allahü teâlâ zor ile yaptırsaydı, eli-ayağı bağlanıp dağdan aşağı yuvarlanan kimse ile, yürüyerek, etrâfını seyr ederek inen kimsenin hareketlerinin birbirlerinden farklı olmaması lâzım olurdu. Hâlbuki, birincinin yuvarlanması cebr ile, ikincinin inmesi, irâde ve ihtiyâr ile olmaktadır. Aralarındaki ayrılığı göremiyenlerin görüşleri kısadır. Hem de, âyet-i kerimelere inanmamış oluyorlar. Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını, lüzûmsuz, yersiz görmüş oluyorlar. Mu’tezile veya kaderiyye adındaki fırkanın dediği gibi, insan dilediğini kendi yaratıyor zannetmek de, (Herşeyi yaratan Allahü teâlâdır) âyet-i kerimesine inanmamak olduğu gibi, yaratmakta, insanlar, Allahü teâlâya şerîk, ortak edilmiş olur.

Şî’îler de, Mu’tezile gibi, insan dilediğini yaratır diyor. Eşeğin sopa yidiği hâlde sudan geçmediğini buna senet gösteriyorlar. Bunlar düşünmiyor ki, insan bir iş yapmak isterse, Allahü teâlâ da, o işin yapılmasını istemese, Allahü teâlânın dilediği olur. Mu’tezilenin sözünün yanlış olduğu anlaşılır. Yâni insan, her dilediğini yapamaz, yaratamaz. Onların dediği gibi, insanın her istediği olursa, Allahü teâlânın, âciz olması Îcap eder. Allahü teâlâ, aczden münezzehdir, uzaktır. Ancak, Onun irâde ettiği olur. Herşeyi yaratan, var eden, yalnız Odur. Allahlık böyle olur. İnsanlar için, (şunu yarattı, şunu yarattık, bunu yarattılar) gibi söylemek, yazmak çok çirkindir. Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Küfre sebep olur.

[Kulların ihtiyârî hareketleri, kendi irâdeleri ile olmıyan, hattâ haberleri bile olmadan, nice fiziksel, kimyâsal ve fizyolojik olaylarla meydana gelmektedir. Bu inceliği anlamış olan insâflı bir fen adamı, kendi ihtiyârî hareketlerine, (yarattım) demek şöyle dursun, (ben yaptım) demeye bile sıkılır. Allahü teâlâdan hayâ eder. Bilgisi, anlayışı ve edebi az olan ise, her yerde herşeyi söylemekten sıkılmaz.

Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor. Muhtaç oldukları şeyleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve âhirette sonsuz saadete kavuşmaları için, ne yapmaları lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Nefslerine, kötü arkadaşlara, zararlı kitaplara ve radyolara aldanarak, küfür ve dalâlet yoluna sapanlardan, dilediğini hidâyete kavuşturuyor. Bunları doğru yola çekiyor. Azgın, zâlim olanlara bu nîmetini ihsân etmiyor. Onları, beğendikleri, istedikleri, içine düştükleri inkâr bataklığında bırakıyor. ]

(Îtikatnâme) kitabının tercümesi burada tamam oldu. Bu tercümeyi yapan hâcı Feyzullah efendi, Erzincanın Kemâh beldesindendir. Uzun seneler Sökede müderrislik yapmış, 1323 [m. 1905] de vefât etmiştir. Kitabın yazarı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmanî, 1192 hicrî senesinde Bağdâdın kuzeyinde Şehrezûr şehrinde tevellüd, 1242 [m. 1826] de Şâmda vefât etti. Osman-ı Zinnûreyn soyundan olduğu için, Osmanî denir. Kardeşi Mevlânâ Mahmûd Sâhib hazretlerine imam-ı Nevevînin (Hadis-i erba’în) kitabındaki ikinci hadis olan ve (Hadis-i Cibrîl) adı ile meşhûr hadis-i şerifi okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib, bu hadis-i şerifi açıklıyarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişti. Mevlânâ Hâlid, kardeşinin nûrlu kalbini hoş etmek için, bu dileği kabûl buyurmuş, bu hadis-i şerifi fârisî dil ile şerh etmiştir.