İslâm dîni - kainatingunesi.com

İslâm dîni

Allahü teâlânın, Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile sevgili peygam­beri Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhırette rahat ve mes’ ûd olmalarını sağlıyan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet’in içindedir. Eski dinlerin, görünür-görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendinde toplamış­tır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl ede­ceği esâslardan ve ahlâktan ibarettir.

Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddet­mez ve nefret etmezler. İslâmiyet’in içinde hiç bir zarar, dışında da hiç bir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyet’in hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan içecek beklemek gibidir. İslâmiyet, memleketleri îmâr, insanları terfîh etmeği, refâha kavuşturmağı emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti istemektedir.

Îslâmiyet; zirâati, ticâreti ve san’atı, katî olarak emr eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idaresi altında bulunan insanların, evlâdın, ailenin ve milletlerin haklarını ve idârelerini öğretmekte; dirilere, geçmişlere, geleceklere karşı bir hak ve mes’ûliyet gözetmektedir. Seâdet-i dâreyn yâni dünyâ ve âhıret saâdetini kendisinde toplamıştır.

İslâmiyet, insanların rûhî ve maddî refahını en mükemmel şekilde te’min edecek prensip­ler getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir. Kısaca İslâm dîninin; îmân, ibâdet, münâkehât, muamelât, ukûbat esâsları vardır.

Îmân: Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Allahü teâlânın peygam­beri olduğunu ve O’nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, ina­narak söylemek, O’nun, Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca, geniş bildirdikle­rine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuv­vetli îmân şöyledir ki; ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O’nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmek­tir.

Mutlaka inanmamız lâzım gelen îmânın altı şartı vardır: Birincisi; Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhı­ret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamânsız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O’dur. O’ nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inan­mak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O’nundur. O’nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır.

Kullarına iyi olanı, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mec­bur değildir. Âsîlerin, günah işleyenlerin hep­sini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâlete muhâlif olmaz. Fakat, müslümanları,   ibâdet   edenleri   Cennet’e  sokacağını, bunlara, sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennem’de sonsuz azâb ede­ceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O’na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O’na hiç bir zarar vermez. Şirkten, küfürden başka, her­hangi büyük günahı işleyip, tövbesiz ölen kim­seyi dilerse affeder. Küçük günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz, azâb edece­ğini bildirmiştir.

Müslüman ve ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, îtikâdı Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan ve tövbe etmeden ölen kimseye, Cehennem’de azâb edecek ise de, böyle bid’at sâhibi müslümanlar, Cehennem’de sonsuz kalmayacaktır.

Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile gör­mek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütûf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennet’te, cemâl sıfatı ile görecek­tir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrum kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrum kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir.

Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi, düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir, denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyu­cusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yok­tur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihata etmesi, beraber ve yakın olması bizim anladığı­mız gibi değildir. O’nun yakınlığı; âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, baş­kalaşmak olmaz.

Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden bin bir tânesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan dok­san dokuzu bildirilmiştir. Bunlara; Esmâ-i hüsnâ denir.

Îmânın altı esâsından ikincisi; meleklere inanmaktır. Melekler, cisimdir. Latîftir. Gaz hâlinden daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridir­ler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, melek­lerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrı­lan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti.

Melek; elçi, haber verici veya kuvvet de­mektir. Çoğulu; “Melâike” dir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildi­rildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.

Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandı­lar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itâat ederler. Günah işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi yâni diridirler. Allahü teâlâ, insan­ları yaratacağını buyurduğu zamân; “Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?” gibi meleklerin, zelle denilen sorulan, bunların mâsum, suçsuz olmalarına zarar vermez.

Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldız­larda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damla­larında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri var­dır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Bâzıları, başka meleklerin âmiri­dir. Bâzıları, insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna ilhâm denir. Bâzıları­nın, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşı­sında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Cennet melekleri, Cennet’tedir. Bunların büyüklerinin adı Rıdvân’dır. Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar, Cehennem’de emrolunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bun­lara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri on dokuz tânedir. En büyüğünün adı Mâlik’dir.

Her İnsanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, Kirâmen kâtibin veya Hafaza melekleri denir. Hafaza meleklerinin, bun­lardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar.

Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine Münker ve Nekîr denir. Mü’minlere soranlara, “Mübeşşir ve Beşîr” de denir.

Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri var­dır. En üstünleri dört tânedir. Bunların birincisi Cebrâil aleyhisselâmdır. Bunun vazifesi, pey­gamberlere vahy getirmek, emir ve yasaklan bildirmektir. İkincisi sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrafil aleyhisselâmdır. Sûru iki defâ üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar diri­lecektir. Üçüncüsü, Mikâil aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazifesidir. Dördüncüsü, Azrâil aleyhisselâmdır. İnsanla­rın rûhunu alan budur. Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır. Hamele-i Arş deni­len melekler, dört tânedir. Kıyâmette sekiz ola­caktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. Azâb meleklerinin büyüklerine Kerûbiyân denir. Rahmet meleklerine Rûhâniyân denir. Bunların hepsi, meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar peygamberlerden başka bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, daha efdâl, daha üstündür. Meleklerin avamı, müslümanların  avâmından, yâni âsî ve fâsıklardan efdaldir.

Îmânın altı esâsından üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Allahü teâlâ, bu kitapları, bâzı peygamberlere, melekle okutarak, bâzılarına ise, levha üze­rinde yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işitti­rerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mah­lûk değildirler. Bunlar, meleklerin veya pey­gamberlerin kendi sözleri değildir.

Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur.

Kur’ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zamân, yan­lışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişi ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin en büyük mûcizesi Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsa­lar, söyleyemezler.

Semavî kitapların bize bildirileni yüz dört­tür. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhis­selâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm Muhammed ateyhisselâtü vesselama nâzil olmuş, inmiştir.

İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; Allahü teâlânın peygamberine inanmaktır. Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu gös­termek için gönderilmişlerdir. Yaratılış, huy, ilim ve akıl bakımından zamanlarında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem kimselerdir. Hiç bir kötü huy ve beğenilmeye­cek hâlleri yoktur. Peygamberlerde ismet sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiç bir günah işlemez. Peygamber olduğu bil­dirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzeri ayıp ve kusurları da olmaz. Her pey­gamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inan­mak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emn-ül-azl. Yâni peygamber­likten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.

Yeni bir din getiren peygamberlere Resûl denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere Nebî denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah’ın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsininsâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir.  Onlardan  birine inanmayan  kimse hiç birine inanmamış olur.

Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onları zararlı işler­den koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşman­ların çokluğuna, inanmayanların alay etmele­rine, üzmelerine rağmen, Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi oldukları, doğru söylediklerini göster­mek için, onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mûcizelere karşı gelemedi. Pey­gamberi kabûl edip inanan kimseye, o pey­gamberin ümmeti denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyura­caktır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât, mezârlarında, bizim bilmediğimiz bir hayât ile diridir. Mübârek vücûdlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde; “Peygamberler, mezârlarında, namaz kılarlar” buyruldu.

Peygamberlerin aleyhimüsselâm mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Pey­gamberlik vazifelerini görmekte, peygamber­lik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirilen yedi sıfat hepsinde vardır. Peygamberler, pey­gamberlikten azledilmez. Velîler ise, evliyâlık­tan ayrılabilir. Peygamberler aleyhimüssale­vâtü vetteslîrnât insandan olur. Cinden, melekten ve kadınlardan insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetle­rinin çok olması, gönderildikleri memleketle­rin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin çok yerlere yayıl­ması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsân­lar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zamân peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstün­dür. Ülü’l-azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebîlerden daha üstündürler.

Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüz yirmi dört binden çok olduk­ları meşhûrdur. Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara “Ülü’l-azm” peygamberler denir. Ülü’l-azm peygamberler; “Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muham­med Mustafâ aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretleridir.

İbrâhim   aleyhisselâm,   Halîlullah’dır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiç bir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah’dır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. İsa aleyhisselâm, Rûhullah ve Kelimetullah’dır. Çünkü, babası yoktur. Yal­nız “Ol” kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dün­yâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vâz vererek, insanla­rın kulaklarına ulaştırırdı.

Mahlûkların yaratılmasına sebeb olan ve âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah’dır. O’nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O’na; “Mağlûb olmak”, “Bozguna uğramak” gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalka­caktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennet’e herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez.

Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O’nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mah­lûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamâna erişirseniz, O’na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyet ve emreyledi. Mu­hammed aleyhisselâm, “Hâtem-ül-enbiyâ” dır. Yâni O’ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir.

Îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşin­cisi; âhıret gününe inanmaktır. Âhîret günü­nün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamânını kimse anlayamadı. Fakat, Peygamber efendimiz bir çok alâmetlerini ve başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisse­lâm gökten Şam’a inecek, Deccâl çıkacak. Yecüc Me’cü0c denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlâ­nın emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek. Yemen’den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kay­nayıp kuruyacaktır.

Günah işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen kor­kunç insan şeklinde mezâra gelip suâl sora­caklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak, bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için çocuklara; “Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevapla­rını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremiyeceği, “Tezkire-i Kurtubî” de yazılıdır. Güzel cevap verenlerin kabri genişle­yecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verile­cektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçire­cek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.

Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamâna Kıyâmet günü denir.

Bütün canlılar, Mahşer yerinde toplana­cak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz haber vermiştir. O’nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.

Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Kirâmen kâtibîn meleklerinin bilmediği işler bile, âzânın haber vermesi ile Allahü teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, her şeyden suâl ve hesâb olunacaktır. Mah­şerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; “Yerlerde, gök­lerde neler yaptınız?”, Peygamberlere; “Allahü teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?” herkese de; “Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazifeleri nasıl yaptınız? Birbi­riniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?” diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir.

Allahü teâlâ, adâleti ile, bâzı küçük günah­lar için de azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günahlarını fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve küfürden başka, her günahı dilerse affedecek, dilerse, küçük günah için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmeyeceğini bildir­mektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler yâni Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, O’nun bil­dirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, bu hâlde ölür­lerse, elbette Cehennem’e sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.

Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir Mîzân, bir ölçü âleti, bir terâzi vardır. Yer gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş’ın sağında Cennet tarafındadır.Günah tarafı ise, Arş’ın solunda Cehennem tarafında karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil ala­rak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzide tartılacaktır. Bu terâzi, dünyâ terâzilerine benzemez. Ağır tarafı yukan kalkar, hafif tarafı aşağı iner de­nildi. Âlimlerin (r.aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli terâziler olacaktır.

Sırat köprüsü vardır. Sırat  köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem’in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün peygamberler; “Yâ Rabbî! Selâmet ver” diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet’e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şim­şek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda İslâmiyet’e uymak da böyledir. İslâmiyet’e tam uymağa uğraşmak, sırat köprüsünden geçmek gibidir. Burada nefs ile mücâdele güçlüğüne katla­nanlar, orada sıratı kolay ve rahat geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyet’in gös­terdiği doğru yola; “Sırât-ı müstakîm”adını verdi. Bu isim benzerliği de, İslâmiyet  yolunda bulunmanın, sırat köprüsünü geç­mek gibi olduğunu göstermektedir. Cehen­nemlik olanlar, sırattan Cehennem’e düşecek­lerdir.

Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem mahsus olan Kevser havuzu vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennem’de olsa bile, bir daha susamaz.

Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir.

Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, her şeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehen­nem vardır. Cennet, yer küresinden, güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.

İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan oldu­ğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazânç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine Kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri bir biri yerine de kullanılır.

Bütün hayvanların, nebatların, cansız var­lıkların, katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hare­keti, fizik olayları, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri ve her şey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hep­sini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar ola­cak; eşyâyı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi bir sebeb ile yaratmaktadır.

Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin yakmakla, hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleş­mek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağla­yan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tep­kisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yarat­mıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakı­yor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse; “Ateş yakıyor” sözünü beğenmez. “Hava yakıyor” der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez; “Havadaki oksijen yakıyor” der. Liseyi bitiren; “Yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elekt­ron çeken element yakıcıdır” der. Üniversiteli ise; madde ile birlikte enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin iç yüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek dere­cesinde bulunan, hakîkatleri tam gören pey­gamberler ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri (r.aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeyle­rin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk oldukla­rını, hakîkî yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduğunu bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu.

Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyu­rurdu. Fakat lütfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşle­rini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O’nun bir şeyi yarat­masını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyet’e uyar. Kendine tabanca çeken, zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, küfre düşen de Ce­hennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur, Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmansız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Her­kes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar ara­sında, âmir, me’mûr, işçi, san’atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti’ ile âsî arasında fark kalmazdı.

İslâmiyet, müslümanlardan; Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem inan­dığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemek­tedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamber efendimizin vefâtın­dan sonra insanlar, İslâmiyet’i, Eshâb-ı kirâm­dan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna Ehl-i sün­net itikadı denilmiştir. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsi görüşlerini ve buna benzer başka şey­leri, aslâ karıştırmadılar.

Eshâb-ı kirâm, hep­sinde kemâl derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzih ve takdis etmek, O’nun bildirdik­lerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak… gibi vasıfları ile îmânlarını Pey­gamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyet’teki îmân esaslarını insanlara soranlara; saf, berrâk ve aslı üzere tebliğ etti­ler, bildirdiler.

Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’dan naklen bil­dirdikleri bu tebliği, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sün­net ve cemâat fırkası, bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da; Bid’at fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi.

Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’dan aldı­lar. O’nu bizzat görmenin, O’nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemâllere, olgunluklara ve üstünlüklere erdi­ler. Nefisleri mutmeinne olup, her biri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiç bir âlimin ve evliyânın sâhib olamayacağı derecelere kavuştular. Her birinin hidâyet yıl­dızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsi­nin îmânı, îtikâdı bir idi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb sâhibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hüküm­ler birbirlerine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unu­tuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.

İslâmiyet’i Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i Tâbiîn­den de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imamlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb sâhibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlim­lerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçiril­mediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitap­lara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koru­yan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.

Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâm­dan İmâm-ı a’zamın yoluna Hanefî Mez­hebi, İmâm-ı Mâlik’in yoluna Mâlikî Mezhebi, İmâm-ı Şafiî’nin yoluna Şafiî Mezhebi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in yo­luna da Hanbelî Mezhebi denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uy­gun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması ile mümkündür.

İbâdetler: Birincisi; şartlarına ve farzla­rına uygun olarak, her gün beş kerre, vakti gelince, namaz kılmaktır. Namazları; farzla­rına, vâciblerine ve sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakk’a vererek, vakitleri geçme­den kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, namaza; “Salât” buyuruluyor. Salât, lügatte insanın duâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir. İslâ­miyet’te salât demek; ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli şey­leri okumak demektir. Namaz kılmağa iftitâh tekbiri ile başlanır. Yâni erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; “Allahü ekber” demeleri ile başlanır. Son otu­ruşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.

İkincisi; malın zekâtını vermektir. Zekâtın mânâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demektir. İslâmiyet’te zekât demek; ihtiyâcından fazla ve nisâb denilen belli bir sınır mikdârında zekât malı olan kimsenin, malından belli mikdârını ayırıp, Kur’ân-ı kerimde vasıfları bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât, sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır. Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört ayaklı kasap hayvanları­nın zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyaç mad­desi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, Uşr denir. Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdarı olduktan bir sene sonra verilir.

Üçüncüsü; Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutmaktır. Oruç tutmağa Savm denir. Savm, lügatte, bir şeyi bir şeyden korumak demektir. İslâmiyet’te; şartlarını gözeterek, Ramazan ayında, her gün üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek, içmek ve cimâdır. Ramazan ayı, gökte hilâli (yeni ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesâb etmekle başlamaz.

Dördüncüsü; gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir. Yol emin ve beden sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimse­nin, ömründe bir kerre, ihrâmlı olarak, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmesi ve Arafat meyda­nında durması farzdır.

Beşincisi; Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraşmak, yâni cihâd etmektir. Cihâda hazırlanmak ibâdettir.

Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka… gibi bölümleri vardır.

Muamelât: Alış-veriş, kira, şirketler, faiz, mîrâs… gibi bölümleri vardır.

Ukûbât: Cezâlar olup başlıca beşe ayrıl­maktadır. Kısâs, sirkat, zinâ, kazf, riddet yâni mürted olmak cezâlarıdır.

Ahlâk: İslâmiyet, güzel ahlâk ile ahlâklanmayı, nefsi kötü huylardan temizlemeyi, iyi huylu olmayı, her cihetten iffeti ve hayâyı emr eder. Bu bilgileri ve yolları öğreten ilme, Ta­savvuf denir.

Beden sağlığına ait bilgileri tıb ilmi öğret­tiği gibi, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtul­masını da tasavvuf ilmi öğretir. Kalb hastalığı­nın alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah nzâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar.

İslâmiyet, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını, kısaca; ilim, amel ve ihlâsı emretmektedir. İnsa­nın mânen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir tayyârenin uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için tayyâre elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet kazânılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.

Tasavvufun iki gâyesi vardır. Birincisi; îmâ­nın vicdânileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: ‘Kalblere îmânın sin­mesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr, her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir.

Tasavvufun ikinci gâyesi; fıkıh ilmi ile bildi­rilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâ­detlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıy­metli rüyalar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen mârifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenip, bun­lara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, ter­biye edilmesi mümkün değildir. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de; O’nun düşmanlarını düş­man bilmek ve O’nu beğenmeyenleri sevme­mektir.

Bu birkaç günlük hayât; eğer dünyâ ve âhıretin sultânı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olarak geçirilirse; saâdet-i ebediyye, son­suz necât, kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi olmadıkça, herşey hiçtir. O’na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette ele birşey geçmez.

 

/- Tefsîr-i Mazharî

2- Tefsîr-i Taberî (Câmi-ul-beyân)

3- Tefsîr-i Kurtubî

4- Hâşiyetü Şeyh-zâde alel-Beydâvî

5- Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîh-ül-gayb)

6- Tefsîr-i Ebüssü’ûd

7- Tefsîr-i Hüseynî

8- Zâd-ül-mesîr

9- Ed-Dürr-ül-mensûr

10- Meâlim-üt-tenzîl

11- El-Bahr-ül-muhît

12- Te’vîlât-ı Ehli Sünne

13- Rûh-ul-beyân

14- Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn.

15- Tefsîr-i Hâzin

16- Tefsîr-i Azîzî

17- Sahîh-i Buhâri

18- Sahîh-i Müslim

19- Sünen-i Ebû Dâvûd

20- Sünen-i Tirmizî

21- Sünen-i Nesâî

22- Sünen-i İbn-i Mâce

23- Muvattâ

24- Müsned-i Ahmed bin Hanbel

25- Sünen-i Beyhekî

26- Müstedrek ales-Sahîhayn

27- Sünen-i Dârimî

28- Sünen-i Dâre-kutnî

29- Mu’cem-us-sagîr (Taberânî)

30- Kenz-ül-ummâl

31- Mişkât-ül-Mesâbîh

32- Eşi’at-ül-lemeât

33- Umdet-ül-kârî

34- Feth-ül-bârî

35- İrşâd-üs-sârî

36- Mecma’uz-zevâid

37- El-Metâlib-ül-âliyye

38- Musannef

39- Sîret-i İbn-i Hişâm

40- Rat’d-ül-Ünf

41- Megâzî (Vâkidî)

42- Tabakât-ı İbn-i Sa’d

43- Ensâb-ül-eşrâf

44- Târih-ül-Ümem vel-mülûk

45- El-Kâmil fit-târih

46- İnsân-ül-üyûn

47- Sîret-ün-Nebî (Ahmed Zeynî Daklân)

48- Medâric-Ün-nübüvve

49- Me’âric-ün-nübüvve

50-  Me’âric-ün-nübüvve  tercümesi (Altıpar­mak)

51- Mevâhib-i ledünniyye ve Zerkânî şerhi

52- Târih-ul-Hamîs

53- Kısas-ı Enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa)

54- El-Vefâ bi ahvâl-il-Mustafâ

55- Hasâis-ül-kübrâ

56- Mir’ât-ı kâinat

57- Delâil-ün-nübüvve (Beyhekî)

58- Delâil-ün-nübüvve (Ebû Nu’aym)

59- Şemâil-ür-Resûl (Tirmizî)

60- Şifâ-i şerîf

61- Huccetullahi alel-âlemîn

62- Sübül-ül-hüdâ ver-reşâd (Sîret-i Şâmî)

63- Fütûh-ül-büldân

64- Şevâhid-ün-nübüvve

65- Kitâb-ül-emvâl

66- Kitâb-ül-harâc

67- Siyer-i kebîr

68- Sifr-us-seâde

69- El-İsâbe

70- El-İstiâb

71- Üsüd-ül-gâbe

72- Ikd-ül-ferîd

73- Târih-ül-iber (İbn-i Haldun)

74- Muhâdarât-ül-ebrâr

75- Târih-ul-İslâm (Zehebî)

76- Vefâ-ul-Vefâ (Semhûdî)

77- İsbât-ün-nübüvve

78- Hilyet-ül-evliyâ

79- Siyeru a’lâm-in-nübelâ

80- Câliyet-ül-ekdâr

81- Ecdâd-ı Peygamberî

82- Muktefâ fî zikri fedâil-il-Mustafâ (İbn-i Habîb Halebî, Süleymâniye Kütüphânesi. Lâleli kısmı No: 2101)

83- Mektûbât-ı Rabbânî

84- Neseb-i Kureyş

85 Dîvân-ı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî

86-İhyâu ulûmiddîn

87- Mektûbât-ı Muhammed Ma’sûm Fârûkî

88- Mir’ât-ül-Haremeyn

89- Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye

90- Eshâb-ı Kirâm

91- Hak Sözün Vesîkaları

92- Herkese Lâzım Olan Îmân

93- Cevâb Veremedi

94- Fâideli Bilgiler

95- Müjdeci Mektûblar

96- Kıyâmet ve Âhıret

97- İslâm Ahlâkı

98- Rehber Ansiklopedisi

99- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi