İslâm dîni
Allahü teâlânın, Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhırette rahat ve mes’ ûd olmalarını sağlıyan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet’in içindedir. Eski dinlerin, görünür-görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibarettir.
Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmezler. İslâmiyet’in içinde hiç bir zarar, dışında da hiç bir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyet’in hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan içecek beklemek gibidir. İslâmiyet, memleketleri îmâr, insanları terfîh etmeği, refâha kavuşturmağı emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti istemektedir.
Îslâmiyet; zirâati, ticâreti ve san’atı, katî olarak emr eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idaresi altında bulunan insanların, evlâdın, ailenin ve milletlerin haklarını ve idârelerini öğretmekte; dirilere, geçmişlere, geleceklere karşı bir hak ve mes’ûliyet gözetmektedir. Seâdet-i dâreyn yâni dünyâ ve âhıret saâdetini kendisinde toplamıştır.
İslâmiyet, insanların rûhî ve maddî refahını en mükemmel şekilde te’min edecek prensipler getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir. Kısaca İslâm dîninin; îmân, ibâdet, münâkehât, muamelât, ukûbat esâsları vardır.
Îmân: Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve O’nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, inanarak söylemek, O’nun, Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca, geniş bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki; ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O’nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir.
Mutlaka inanmamız lâzım gelen îmânın altı şartı vardır: Birincisi; Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamânsız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O’dur. O’ nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O’nundur. O’nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbur değildir. Âsîlerin, günah işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâlete muhâlif olmaz. Fakat, müslümanları, ibâdet edenleri Cennet’e sokacağını, bunlara, sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennem’de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O’na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O’na hiç bir zarar vermez. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tövbesiz ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz, azâb edeceğini bildirmiştir.
Müslüman ve ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, îtikâdı Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan ve tövbe etmeden ölen kimseye, Cehennem’de azâb edecek ise de, böyle bid’at sâhibi müslümanlar, Cehennem’de sonsuz kalmayacaktır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütûf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennet’te, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrum kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrum kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir.
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi, düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir, denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihata etmesi, beraber ve yakın olması bizim anladığımız gibi değildir. O’nun yakınlığı; âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden bin bir tânesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksan dokuzu bildirilmiştir. Bunlara; Esmâ-i hüsnâ denir.
Îmânın altı esâsından ikincisi; meleklere inanmaktır. Melekler, cisimdir. Latîftir. Gaz hâlinden daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti.
Melek; elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Çoğulu; “Melâike” dir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.
Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itâat ederler. Günah işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi yâni diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zamân; “Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?” gibi meleklerin, zelle denilen sorulan, bunların mâsum, suçsuz olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Bâzıları, başka meleklerin âmiridir. Bâzıları, insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna ilhâm denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Cennet melekleri, Cennet’tedir. Bunların büyüklerinin adı Rıdvân’dır. Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar, Cehennem’de emrolunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri on dokuz tânedir. En büyüğünün adı Mâlik’dir.
Her İnsanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, Kirâmen kâtibin veya Hafaza melekleri denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar.
Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine Münker ve Nekîr denir. Mü’minlere soranlara, “Mübeşşir ve Beşîr” de denir.
Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En üstünleri dört tânedir. Bunların birincisi Cebrâil aleyhisselâmdır. Bunun vazifesi, peygamberlere vahy getirmek, emir ve yasaklan bildirmektir. İkincisi sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrafil aleyhisselâmdır. Sûru iki defâ üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. Üçüncüsü, Mikâil aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazifesidir. Dördüncüsü, Azrâil aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan budur. Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır. Hamele-i Arş denilen melekler, dört tânedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. Azâb meleklerinin büyüklerine Kerûbiyân denir. Rahmet meleklerine Rûhâniyân denir. Bunların hepsi, meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar peygamberlerden başka bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, daha efdâl, daha üstündür. Meleklerin avamı, müslümanların avâmından, yâni âsî ve fâsıklardan efdaldir.
Îmânın altı esâsından üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Allahü teâlâ, bu kitapları, bâzı peygamberlere, melekle okutarak, bâzılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin veya peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur.
Kur’ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zamân, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişi ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin en büyük mûcizesi Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler.
Semavî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm Muhammed ateyhisselâtü vesselama nâzil olmuş, inmiştir.
İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; Allahü teâlânın peygamberine inanmaktır. Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Yaratılış, huy, ilim ve akıl bakımından zamanlarında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem kimselerdir. Hiç bir kötü huy ve beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Peygamberlerde ismet sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiç bir günah işlemez. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzeri ayıp ve kusurları da olmaz. Her peygamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emn-ül-azl. Yâni peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir din getiren peygamberlere Resûl denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere Nebî denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah’ın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsininsâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse hiç birine inanmamış olur.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onları zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna, inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen, Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi oldukları, doğru söylediklerini göstermek için, onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mûcizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o peygamberin ümmeti denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât, mezârlarında, bizim bilmediğimiz bir hayât ile diridir. Mübârek vücûdlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde; “Peygamberler, mezârlarında, namaz kılarlar” buyruldu.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirilen yedi sıfat hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten azledilmez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîrnât insandan olur. Cinden, melekten ve kadınlardan insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin çok yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zamân peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. Ülü’l-azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebîlerden daha üstündürler.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüz yirmi dört binden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara “Ülü’l-azm” peygamberler denir. Ülü’l-azm peygamberler; “Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretleridir.
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah’dır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiç bir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah’dır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. İsa aleyhisselâm, Rûhullah ve Kelimetullah’dır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız “Ol” kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vâz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların yaratılmasına sebeb olan ve âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah’dır. O’nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O’na; “Mağlûb olmak”, “Bozguna uğramak” gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennet’e herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez.
Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O’nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamâna erişirseniz, O’na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyet ve emreyledi. Muhammed aleyhisselâm, “Hâtem-ül-enbiyâ” dır. Yâni O’ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir.
Îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi; âhıret gününe inanmaktır. Âhîret gününün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamânını kimse anlayamadı. Fakat, Peygamber efendimiz bir çok alâmetlerini ve başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökten Şam’a inecek, Deccâl çıkacak. Ye’cüc Me’cü0c denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlânın emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek. Yemen’den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.
Günah işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak, bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için çocuklara; “Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevaplarını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremiyeceği, “Tezkire-i Kurtubî” de yazılıdır. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamâna Kıyâmet günü denir.
Bütün canlılar, Mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz haber vermiştir. O’nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Kirâmen kâtibîn meleklerinin bilmediği işler bile, âzânın haber vermesi ile Allahü teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, her şeyden suâl ve hesâb olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; “Yerlerde, göklerde neler yaptınız?”, Peygamberlere; “Allahü teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?” herkese de; “Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazifeleri nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?” diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, bâzı küçük günahlar için de azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günahlarını fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve küfürden başka, her günahı dilerse affedecek, dilerse, küçük günah için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler yâni Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, O’nun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehennem’e sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir Mîzân, bir ölçü âleti, bir terâzi vardır. Yer gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş’ın sağında Cennet tarafındadır.Günah tarafı ise, Arş’ın solunda Cehennem tarafında karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzide tartılacaktır. Bu terâzi, dünyâ terâzilerine benzemez. Ağır tarafı yukan kalkar, hafif tarafı aşağı iner denildi. Âlimlerin (r.aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli terâziler olacaktır.
Sırat köprüsü vardır. Sırat köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem’in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün peygamberler; “Yâ Rabbî! Selâmet ver” diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet’e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda İslâmiyet’e uymak da böyledir. İslâmiyet’e tam uymağa uğraşmak, sırat köprüsünden geçmek gibidir. Burada nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada sıratı kolay ve rahat geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyet’in gösterdiği doğru yola; “Sırât-ı müstakîm”adını verdi. Bu isim benzerliği de, İslâmiyet yolunda bulunmanın, sırat köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar, sırattan Cehennem’e düşeceklerdir.
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem mahsus olan Kevser havuzu vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennem’de olsa bile, bir daha susamaz.
Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, her şeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden, güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.
İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazânç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine Kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri bir biri yerine de kullanılır.
Bütün hayvanların, nebatların, cansız varlıkların, katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri ve her şey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak; eşyâyı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi bir sebeb ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin yakmakla, hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse; “Ateş yakıyor” sözünü beğenmez. “Hava yakıyor” der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez; “Havadaki oksijen yakıyor” der. Liseyi bitiren; “Yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır” der. Üniversiteli ise; madde ile birlikte enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin iç yüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri (r.aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakîkî yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduğunu bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Fakat lütfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O’nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyet’e uyar. Kendine tabanca çeken, zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, küfre düşen de Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur, Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmansız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me’mûr, işçi, san’atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti’ ile âsî arasında fark kalmazdı.
İslâmiyet, müslümanlardan; Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamber efendimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyet’i, Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna Ehl-i sünnet itikadı denilmiştir. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsi görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri, aslâ karıştırmadılar.
Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemâl derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzih ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak… gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyet’teki îmân esaslarını insanlara soranlara; saf, berrâk ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’dan naklen bildirdikleri bu tebliği, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası, bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da; Bid’at fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’dan aldılar. O’nu bizzat görmenin, O’nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemâllere, olgunluklara ve üstünlüklere erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, her biri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiç bir âlimin ve evliyânın sâhib olamayacağı derecelere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı bir idi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb sâhibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirlerine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyet’i Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i Tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imamlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb sâhibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı a’zamın yoluna Hanefî Mezhebi, İmâm-ı Mâlik’in yoluna Mâlikî Mezhebi, İmâm-ı Şafiî’nin yoluna Şafiî Mezhebi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in yoluna da Hanbelî Mezhebi denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması ile mümkündür.
İbâdetler: Birincisi; şartlarına ve farzlarına uygun olarak, her gün beş kerre, vakti gelince, namaz kılmaktır. Namazları; farzlarına, vâciblerine ve sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakk’a vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, namaza; “Salât” buyuruluyor. Salât, lügatte insanın duâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir. İslâmiyet’te salât demek; ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa iftitâh tekbiri ile başlanır. Yâni erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; “Allahü ekber” demeleri ile başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.
İkincisi; malın zekâtını vermektir. Zekâtın mânâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demektir. İslâmiyet’te zekât demek; ihtiyâcından fazla ve nisâb denilen belli bir sınır mikdârında zekât malı olan kimsenin, malından belli mikdârını ayırıp, Kur’ân-ı kerimde vasıfları bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât, sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır. Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört ayaklı kasap hayvanlarının zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyaç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, Uşr denir. Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdarı olduktan bir sene sonra verilir.
Üçüncüsü; Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutmaktır. Oruç tutmağa Savm denir. Savm, lügatte, bir şeyi bir şeyden korumak demektir. İslâmiyet’te; şartlarını gözeterek, Ramazan ayında, her gün üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek, içmek ve cimâdır. Ramazan ayı, gökte hilâli (yeni ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesâb etmekle başlamaz.
Dördüncüsü; gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir. Yol emin ve beden sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre, ihrâmlı olarak, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır.
Beşincisi; Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraşmak, yâni cihâd etmektir. Cihâda hazırlanmak ibâdettir.
Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka… gibi bölümleri vardır.
Muamelât: Alış-veriş, kira, şirketler, faiz, mîrâs… gibi bölümleri vardır.
Ukûbât: Cezâlar olup başlıca beşe ayrılmaktadır. Kısâs, sirkat, zinâ, kazf, riddet yâni mürted olmak cezâlarıdır.
Ahlâk: İslâmiyet, güzel ahlâk ile ahlâklanmayı, nefsi kötü huylardan temizlemeyi, iyi huylu olmayı, her cihetten iffeti ve hayâyı emr eder. Bu bilgileri ve yolları öğreten ilme, Tasavvuf denir.
Beden sağlığına ait bilgileri tıb ilmi öğrettiği gibi, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını da tasavvuf ilmi öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah nzâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar.
İslâmiyet, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını, kısaca; ilim, amel ve ihlâsı emretmektedir. İnsanın mânen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir tayyârenin uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için tayyâre elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet kazânılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
Tasavvufun iki gâyesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: ‘Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr, her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir.
Tasavvufun ikinci gâyesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyalar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen mârifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de; O’nun düşmanlarını düşman bilmek ve O’nu beğenmeyenleri sevmemektir.
Bu birkaç günlük hayât; eğer dünyâ ve âhıretin sultânı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olarak geçirilirse; saâdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi olmadıkça, herşey hiçtir. O’na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette ele birşey geçmez.
/- Tefsîr-i Mazharî
2- Tefsîr-i Taberî (Câmi-ul-beyân)
3- Tefsîr-i Kurtubî
4- Hâşiyetü Şeyh-zâde alel-Beydâvî
5- Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîh-ül-gayb)
6- Tefsîr-i Ebüssü’ûd
7- Tefsîr-i Hüseynî
8- Zâd-ül-mesîr
9- Ed-Dürr-ül-mensûr
10- Meâlim-üt-tenzîl
11- El-Bahr-ül-muhît
12- Te’vîlât-ı Ehli Sünne
13- Rûh-ul-beyân
14- Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn.
15- Tefsîr-i Hâzin
16- Tefsîr-i Azîzî
17- Sahîh-i Buhâri
18- Sahîh-i Müslim
19- Sünen-i Ebû Dâvûd
20- Sünen-i Tirmizî
21- Sünen-i Nesâî
22- Sünen-i İbn-i Mâce
23- Muvattâ
24- Müsned-i Ahmed bin Hanbel
25- Sünen-i Beyhekî
26- Müstedrek ales-Sahîhayn
27- Sünen-i Dârimî
28- Sünen-i Dâre-kutnî
29- Mu’cem-us-sagîr (Taberânî)
30- Kenz-ül-ummâl
31- Mişkât-ül-Mesâbîh
32- Eşi’at-ül-lemeât
33- Umdet-ül-kârî
34- Feth-ül-bârî
35- İrşâd-üs-sârî
36- Mecma’uz-zevâid
37- El-Metâlib-ül-âliyye
38- Musannef
39- Sîret-i İbn-i Hişâm
40- Rat’d-ül-Ünf
41- Megâzî (Vâkidî)
42- Tabakât-ı İbn-i Sa’d
43- Ensâb-ül-eşrâf
44- Târih-ül-Ümem vel-mülûk
45- El-Kâmil fit-târih
46- İnsân-ül-üyûn
47- Sîret-ün-Nebî (Ahmed Zeynî Daklân)
48- Medâric-Ün-nübüvve
49- Me’âric-ün-nübüvve
50- Me’âric-ün-nübüvve tercümesi (Altıparmak)
51- Mevâhib-i ledünniyye ve Zerkânî şerhi
52- Târih-ul-Hamîs
53- Kısas-ı Enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa)
54- El-Vefâ bi ahvâl-il-Mustafâ
55- Hasâis-ül-kübrâ
56- Mir’ât-ı kâinat
57- Delâil-ün-nübüvve (Beyhekî)
58- Delâil-ün-nübüvve (Ebû Nu’aym)
59- Şemâil-ür-Resûl (Tirmizî)
60- Şifâ-i şerîf
61- Huccetullahi alel-âlemîn
62- Sübül-ül-hüdâ ver-reşâd (Sîret-i Şâmî)
63- Fütûh-ül-büldân
64- Şevâhid-ün-nübüvve
65- Kitâb-ül-emvâl
66- Kitâb-ül-harâc
67- Siyer-i kebîr
68- Sifr-us-seâde
69- El-İsâbe
70- El-İstiâb
71- Üsüd-ül-gâbe
72- Ikd-ül-ferîd
73- Târih-ül-iber (İbn-i Haldun)
74- Muhâdarât-ül-ebrâr
75- Târih-ul-İslâm (Zehebî)
76- Vefâ-ul-Vefâ (Semhûdî)
77- İsbât-ün-nübüvve
78- Hilyet-ül-evliyâ
79- Siyeru a’lâm-in-nübelâ
80- Câliyet-ül-ekdâr
81- Ecdâd-ı Peygamberî
82- Muktefâ fî zikri fedâil-il-Mustafâ (İbn-i Habîb Halebî, Süleymâniye Kütüphânesi. Lâleli kısmı No: 2101)
83- Mektûbât-ı Rabbânî
84- Neseb-i Kureyş
85 Dîvân-ı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
86-İhyâu ulûmiddîn
87- Mektûbât-ı Muhammed Ma’sûm Fârûkî
88- Mir’ât-ül-Haremeyn
89- Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye
90- Eshâb-ı Kirâm
91- Hak Sözün Vesîkaları
92- Herkese Lâzım Olan Îmân
93- Cevâb Veremedi
94- Fâideli Bilgiler
95- Müjdeci Mektûblar
96- Kıyâmet ve Âhıret
97- İslâm Ahlâkı
98- Rehber Ansiklopedisi
99- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi