İSLÂMİYET VE SOSYAL HAYATIMIZ
KUL HAKKI
Müslümanın vazifelerinden biri de, kul hakkını gözetmektir. Kul hakkının en mühimi
hoca ve ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların
gönüllerini kazanmağa çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, karı-koca hakkı, hükümet
hakkı, arkadaş hakkı gelir.
Kimseye yalan söylememeli, hile yapmamalı, ölçü âletlerini doğru kullanmalı, işçinin
ücretini, alın teri kurumadan ödemelidir. Borç ödememek, bindiği vasıtanın, otobüs
ve benzerlerinin ücretlerini vermemek hiyanet olur.
Üzerinde kul hakkı bulunan kimsenin ibâdetlerini Allahü teâlâ kabul etmez. Cennete
giremez. Kâfirin hakkından kurtulmak, müslümanın hakkından kurtulmaktan daha
zordur. Onun için kâfir ve müslüman farkı düşünmeden, herkese iyilik yapmalı, kötü-
lük edenlere kötülükle karşılık vermemelidir.
Bir kimsenin, başkasına zarar vermesi, malını çalması ve yemesi, iftira etmesi, dövmesi,
sövmesi, yaralaması, ücretsiz olarak birinin çocuğuna iş gördürmesi, alay etmesi,
gıybetini yapması kalbini kırması, eli ve dili ile eziyet etmesi kul haklarındandır.
Bu haklardan kurtulmak için, hak sahiplerinin haklarını ödemek lâzımdır. Bunun için
de, hak sahibi ile helâllaşmalı, ona iyilik ve dua etmelidir. Hak sahibi ölmüş ise, çocuklarına,
varislerine verip ödemelidir. Onlara iyilik yapmalıdır. Varisleri bilinmiyorsa, o
miktar parayı fakirlere sadaka verip sevabını hak sahibine niyet etmelidir.
Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermek, yüzlerce lira
sadaka vermekten kat kat daha sevaptır. Bir kimse peygamberlerin yaptığı ibâdetleri
yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe
Cennete giremez.
Peygamber Efendimiz Veda hutbesinde buyurdu ki: (Bilin ki, Allahü teâlâ dünyada
yaptığınız her şeyin hesabını soracaktır.) Müslüman demek, âhiret günü-
ne, hesap gününe hazırlanan insan demektir. Her mü’min hesaba çekilmeden önce
kendini hesaba çekmelidir. Kul hakkı, şefaatle değil, hesapla kapanır. Hepimiz için en
korkulacak hesap bu haktır.
Kıyâmet günü hak sahipleri, haklarını mutlaka alacaktır. Hattâ boynuzsuz koç, boynuzlu
koçtan vurma hakkını alır. Dünyada hak sahibine hakkı ödenmezse veya hakkını
helâl etmezse, âhirette iyilikleri alınıp hakkı olana verilir.
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimse, din kardeşinin ırzına veya malına
saldırırsa, malın, paranın geçmez olduğu gün gelmeden önce, onunla
helâllaşsın, iyi amelleri varsa, hakkı ödeninceye kadar bu amellerinden alı-
nır. İyi amelleri yoksa, hak sahibinin günâhları buna yükletilir.)
Bir gün, Resûlullah Efendimiz Eshâbına buyurdu ki:
– Müflis kimdir, biliyor musunuz?
Eshâb-ı kirâm da:
– Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir, dediler.
– Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile,
oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür, kiminin
malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine
bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları
biterse, hak sahiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme
atılır) buyurdu.
MENKIBE: Kul Hakkından Sakınmak
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı.
Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir
evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi.
Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını
kirlettiği geldi ve üzülerek;
“Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş
olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?” diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin
kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; “Buyrun bir arzunuz mu var?” diye sorunca;
“Sizden özür dilemeye geldim.” dedi. Mecûsî hayretle; “Ne özrü?” diye sordu. O da;
“Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla
kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu.” deyince,
Mecûsî hayretle; “Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin
ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez.” dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî;
“Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır.” dedi. Mecûsî; “Size bu
inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?” diye sorunca; “Evet
dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti.” dedi. Mecûsî; “O
hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?” diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
MENKIBE: Peygamberimizden Hakkını İstedi
Peygamber Efendimiz, vefatından birkaç gün önce sevgili eshâbına buyurdu ki:
– Benim üzerimde kimin hakkı varsa gelsin, hakkını benden alsın ve
helâlleşelim!
O anda Ukâşe “radıyallahü anh” isimli bir sahâbe, hemen ayağa kalkarak dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Siz bana bir gün şöyle elinizle vurmuştunuz. Ben o hakkımı sizden
istiyorum!
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
– Gel yâ Ukâşe! Hakkını benden al!
O anda bütün Eshâb-ı kirâm hayretle Hazret-i Ukâşe’ye bakıyorlardı. Hazret-i Ukâşe,
Resûlullah efendimizin yanına giderek dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Siz bana gömleksiz olarak sırtıma vurmuştunuz.
Hemen Resûlullah Efendimiz gömleğini sıyırıp buyurdu ki:
– Vur, yâ Ukâşe!
Sevgili peygamberimizin aşkıyla yanan Hazret-i Ukâşe hemen Peygamber Efendimizin
mübârek sırtındaki “Nübüvvet (Peygamberlik) Mührü” nü gayet nazikçe öptü ve
dedi ki:
– Yâ Resûlallah! İşte, benim maksadım bu idi.
Bu hâli gören Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Ukâşe’ye gıpta ettiler. Çünkü, Nübüvvet Mührü’nü
öpen kimsenin kavuştuğu saâdeti hepsi biliyorlardı.
KOMŞU HAKKI
Her müslümanın, iyi komşular arasında ev araması lâzımdır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz,
(Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız!
Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz!) buyurdu. Ve yine buyurdu ki:
(Komşuya hürmet etmek, anaya hürmet etmek gibi lâzımdır.)
Komşuya hürmet, onunla iyi geçinmekdir. Onun aç olduğunu bilerek, kendisi tok
yatmamaktır. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği rızıklardan ona da vermelidir. Onu
incitecek söz ve harekette bulunmamalıdır.
Hadîs-i şerîfte, (Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse, Allahü teâlâya
îmân etmemiştir) buyuruldu.
Gayri müslim vatandaşlardan olan komşuya da mümkün olduğu kadar hediye vermeli,
iyilik yapmalıdır.
Hadîs-i şerîfde, (Müslüman olmayan komşusunun bir hakkı, müslüman ko-
şusunun iki hakkı, akraba olan komşusunun üç hakkı vardır) buyuruldu.
Komşunun yaptığı eziyetlere ve câhilce hareketlerine sabretmeli, karşılık vermemelidir.
Alkollü içkinin ve dinimizde yasak edilen çeşitli günâhların haram olduğunu
güler yüz ve tatlı dil ile anlatmalıdır. Komşular, günâh işlediklerini görüp de nasihat
vermeyen ve kendileri ile görüşmeyen, Cehennemden kurtulmaları için yardım etmeyen
komşularını, Kıyâmet günü Allahü teâlâya şikayet edecekler, maddi ve manevi
haklarını isteyeceklerdir.
Komşunun çocuklarını eli ile okşamalı, namaz kılmaları ve günâh işlememeleri için,
tatlı dil ile nasihat etmelidir.
Hadîs-i şerîfte, (Evinizde pişen yemekten, komşunun hakkını veriniz!) buyuruldu. Ödünç olarak ve ariyet olarak istediğini hemen vermelidir.
Komşusu hasta olunca, ziyaretine gitmelidir. Sıkıntıya düşünce, imdadına yetiş-
melidir. Hadîs-i şerîfte, (Sıkıntıya düşen komşusuna yardım eden, sıkıntısını
gideren kimseye, Allahü teâlâ kıyâmet günü kıymetli elbise giydirecektir)
buyuruldu.
Cenazesi olunca, “Taziye” etmeli, yâni sabretmesini söylemeli ve cenazesinin hizmetine
koşmalıdır.
Dünyada en kıymetli şey, müslüman, sâlih (iyi, temiz), Allahü teâlânın ve mahlukların
haklarını bilen ve gözeten komşudur. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ bir sâlih müslümanın
hürmetine, komşularından binlerce belâyı, felaketi uzaklaştırır) buyuruldu.
Ve yine (Kendisinin iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak isteyen kimse sâlih, hâlis
olan komşularının kendisi hakkında ne dediklerini öğrensin, iyi kimsedir diyorlarsa,
Allahü teâlânın yanında iyi olduğunu anlasın!) buyuruldu.
Herhangi bir kimseye yapılması haram olan bir fenalık, komşuya yapılırsa, günâhı
kat kat daha fazla olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevap olan bir iyilik, komşuya
yapılırsa, sevabı kat kat daha fazla olur.
MENKIBE: Sarhoş Komşu
İmâm-ı A’zam efendimizin bir komşusu vardı. Evleri birbirine bitişikti. Komşusu, devamlı
surette sarhoş olup meyhaneden çıkmaz, akşamları eve gelince de sabaha kadar
saz çalar ve şarkı söylerdi. Hazret-i İmâm hiçbir şey demez, sabrederdi. Bir akşam,
adamdan hiçbir ses gelmeyince, sabah erkenden evinin kapısına gitti ve kapıyı çaldı.
Adamın hanımı çıktı ve “Buyurun efendim” dedi, İmâm-ı A’zam efendimiz sordu:
– Efendinizden bu akşam hiç ses gelmeyince merak ettik. Acaba başına bir iş mi
geldi?
Adamın hanımı, üzülerek ve utanarak dedi ki:
– Efendim, dün akşam geç saatlerde çarşıdan gelirken bekçiler, sarhoştur diye
götürüp hapse atmışlar.
Bunun üzerine İmâm-ı A’zam hazretleri hemen şehrin valisinin konağının yolunu tuttu.
Vali, İmâm-ı A’zam efendimizi kapıda görünce şaşırdı.
– Buyurun efendim, hayr ola! Bugün buraya teşrif ettiniz. Bir arzunuz mu var?
– Vali Bey, bizim şöyle şöyle bir komşumuz vardı. Akşam bekçiler sarhoş diye
hapse atmışlar. Bunu hapisten çıkarmanız için geldim.
Bunun üzerine, hemen adamı hapisten çıkarttılar. Ve İmâm-ı A’zam’a teslim ettiler.
Yolda komşusuna dedi ki:
– Kusura bakmayın, akşamdan haberimiz olmadı ve çocuklarınıza nafaka veremedik.
Şu paraları al da, onlara nafaka temin et!
Adamcağız çok üzüldü ve mahcup oldu. Bunun üzerine adamcağız halis bir kalble
tövbe etti. Ölünceye kadar İmâm-ı A’zamdan ayrılmadı, O’nun sadık talebeleri arasına
girdi ve nice ihsânlara kavuştu.
MENKIBE: Yahudi Komşu
İslâm âlimlerin büyüklerinden Mâlik bin Dinâr’ın yahudi bir komşusu vardı. Yahudi,
evinin kanalizasyon çukurunu, düşmanlık olsun diye, Mâlik hazretlerinin odasının arkasına
yaptı. Odadan içeri sızıntı oluyor, pis koku çok rahatsız ediyordu. Mâlik bin Dinar,
her gün sızıntıları temizler, pis kokuyu giderici güzel kokulu şeyler yakardı.
Yahudi, Mâlik’in rahatsız olduğunu anlıyordu. Fakat şikayete gelmemesine hayret
ediyordu. Mâlik’in üzerine kendisinin sabrı taştı. Mâlik’in evine geldi. Pis kokuyu duyunca
dedi ki:
– Ey Mâlik, bu koku ne?
– Burada kokulu şeyler yakıyorum.
– Hayır, bu koku kanalizasyon kokusudur. Bak duvardan sızıyor. Ne diye bana söylemiyorsun?
– Eğer söyleseydim, sen üzülebilirdin. Bizim dinimizde, komşuyu üzmemek ve ondan
gelen eziyetlere katlanmak vardır. Komşuyla kavga ve gürültü etmek yoktur.
Yahudi bu sözler karşısında sarsıldı. Dedi ki:
– Ben bugüne kadar İslâm dinine düşman idim. Şimdi İslâmiyete hayran kaldım.
Böyle güzel ve tatlı hükümler ancak hak olan bir dinde bulunur. Ey Mâlik, müslüman
olmak için ne lâzımsa derhâl yapmaya hazırım!
Yahudi, Kelime-i şehâdet getirdi ve iyi bir müslüman oldu.
HOCA HAKKI
İnsan, kendisine dinini öğreten hocasına hürmet, saygı ve tazim etmelidir. Hoca hakkı,
ana-baba hakkından daha üstündür Çünkü ana-baba, çocuğunu büyütür, bakar, kötülükten,
haramlardan korur. İbâdete alıştırır. İnsanın hocası olan din âlimi ise, çocuğa hem
dünya ve hem de âhiret hayatını kazandırır. Dinin emir ve yasaklarını, farzları, haramları
ve güzel ahlâkı öğretir. Doğru bir îmân, hakiki bir İslâm âliminden öğrenilir. Çocuğa dinini,
îmânını öğreten hocanın hakkı, anne baba hakkından da üstündür.
İlim öğrenen talebe, hocasının hakkını gözetmedikçe, ona terbiyeli, edepli davranmadıkça,
öğrendiği ilimden faydalanamaz ve âlim olamaz. Bir beyit:
Edep ehli, edepten hâli kalmaz,
İlim öğrenen edepsiz, âlim olmaz.
Eshâb-ı kirâm, bütün müslümanların hocasıdır. Onların hakkını unutmamalıdır. Eshâb-ı
kirâm, İslâmiyeti Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimizden öğrenip,
sonra gelenlere anlattılar, bildirdiler. Böylece bütün müslümanların hocası oldular.
MENKIBE: Benim Kızım Senin Hanımın Olacak
1.000 sene önce Mısır’da yaşamış velîlerden Ahmed Harrâr hazretlerinin talebesi
Safiyyüddîn anlatır:
“Hocamın sâlihâ ve evliyâ bir kızı vardı. Talebelerinden çoğu o kızla evlenmeyi dü-
şünmüşler. Hocam kerametiyle onların bu arzularını anlamış ve şöyle demiş: “Bu kı-
zım doğduğunda kiminle evleneceğini Allahü teâlâ bana bildirdi. Ben onu bekliyorum.
Onunla evlendireceğim.” demiştir.
Bir gece rüyâmda hocamı görmüştüm. Bana; “Safiyüddîn senin hanımın benim kızımdır”
dedi. Uyanınca şaşırıp kaldım. Utancım sebebiyle bunu hocama anlatmam mümkün de-
ğildi. Anlatmasam olmazdı. Rüyâmı gizlemem de beni rahatsız ediyordu. Çünkü hocamdan
hiçbir şeyi gizlemezdim. Ben bu hâlde ne yapacağımı düşünürken, hocam bana; “Rüyâda
ne gördüysen anlat” dedi. Heybetli bir hâlde idi. Bir müddet sustu ve; “Ne gördüysen mutlaka
anlatmalısın” dedi. Ben de rüyâmı aynen anlattım. Bana; “Evlâdım bu senin için takdir
edilmiştir” dedi ve beni kızıyla evlendirdi. Kızı velî bir hanımdı. Yüzünde velîlik nûru parlardı.
Kim görse evliyâ olduğunu nûrundan anlardı. Bu hanımdan olan evlâdımın her biri âlim ve
faziletli kimseler oldu. Hocamın vefâtından sonra onunla uzun zaman saâdet içinde ömür
sürdük. Keşfi çok kuvvetli idi.
Vefât edeceği zamanı ve vefât ettikten sonra vukû bulacak birçok acâib hâdiseleri
bildirdi. Vefât edeceği anda; “Ey mutmeinne olmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş
olarak Rabbine dön” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
MENKIBE: Hocama İltica Ettim
Bir genç, gemiyle Mudanya’dan İstanbul’a gidiyordu. Armutlu açıklarına geldiğinde
şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya
başladı. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi
oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Kaptan, yolcuları teskin etmeye çalışıyor
ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu.
Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günâhlarına tövbe ediyordu.
Bazıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Bu genç, üç İhlâs ve bir Fâtiha-i
şerîfe okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem),
Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm), evliyânın ve âlimlerin ve Aziz Mahmud Hüdâyi
hazretlerinin rûh-i şerîflerine hediye etti. Sonra da; “Yâ hazret-i Aziz Mahmud Hüdâyi!
Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum. Zira, “Kabrimi ziyarete gelen, denizde
boğulmasın” diye va’diniz var” dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peyda oldu. Yaklaştıkça,
bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde sür’atle kendilerine doğru geldiğini
gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o kimse,
geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir miktar tuttuktan sonra, geminin önünden
yürümeğe başladı. Yürüdüğü yerlerde dalgalar yine sâkinleşiyordu. Bir müddet sonra
gözden kayboldu.
Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı.
Bir müddet sonra, selâmetle sahile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı.
Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Fakat, bu gelen zâtı tanımıyordu. Yolcular sahile çıktıklarında,
delikanlı hemen Aziz Mahmud Hüdâyi hazretlerinin kabrine gidip hadiseyi anlattı,
yardımından dolayı ona teşekkür etti. O gece rüyasında Aziz Mahmud Hüdâyi hazretlerini
gördü. Ona buyurdu ki: “Sen bize iltica ettiğin zaman, biz de hocamız Üftâde hazretlerine
iltica ettik. Bu sebeple size imdada gelen, hocam Üftâde hazretleri idi.”
ARKADAŞLIK HAKKI
Müslümanın vazifelerinden biri de, arkadaş hakkını gözetmektir. Bu bakımdan daima
sâlih iyi kimselerle arkadaşlık kurmalıdır. Çünkü kötü arkadaş, insan için çok zararlıdır.
Bütün fenalıkların başı kötü arkadaştır. Kötü arkadaş insanı dünyada ve âhirette
felâkete sürükler. Böyle bir felâkete düşmemek için arkadaş seçiminde son derece
dikkatli davranmalıdır. Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir, insanın saâdeti de, felaketi
de arkadaşlık yaptığı kimselere bağlıdır. Arkadaş seçerken aranacak mühim şartlardan
bir kısmı şunlardır:
1- Arkadaş, dindar ve akıllı olmalıdır.
2- İyi huylu olmalıdır.
3- Kötülük yapan, günâh işleyen kimse olmamalıdır.
4- Yalan söylememelidir.
5- Cimri olmamalıdır.
Üç çeşit arkadaş vardır. Birincisi, gıda gibidir, ona devamlı ihtiyaç duyulur. İkincisi
ilâç gibidir, bazen ihtiyaç hissedilir. Üçüncüsü, hastalık gibidir, istenmediği hâlde o
insanı yakalar. Gerçek arkadaş, gıda gibi ihtiyaç duyulanıdır. Bunlar salih, temiz ve
faydalı arkadaşlardır. Böyle arkadaşlara sahip olmak için çok uğraşmalı, aramalıdır.
Hazret-i Ali, (İyi arkadaşa sahip olmayan kimse, sağ kolu olmayan kimse
gibidir) buyurdu.
İnsanın hayatta en güzel kazançlarından biri de sadık arkadaşlar, dostlar kazanmasıdır.
Vefakâr arkadaş, bitmeyen, tükenmeyen en güzel hazinedir. Sadık dost olan
arkadaş, hayatın çeşitli sıkıntı ve hadiseleri karşısında yardımcı olur.
Arkadaşlık hakkını gözetmek mühim bir vazifedir. Arkadaşa mal ile ve mümkün olan
her vasıta ile yardımcı olmak lâzımdır.
Arkadaşın sırrını saklayıp, aybını örtmelidir. Zor bir iş teklif etmemeli, sıkıntılı anlarında
ferahlık vermeye çalışmalıdır. Ona karşı daima vefakâr ve fedakâr davranmalıdır.
Her türlü sıkıntısını gidermeli, günâh işlemesine mâni olmalı, başına gelen felâketler
esnasında ona yardımcı olmalı, elinden tutmalıdır.
MENKIBE: Arkadaş Ziyareti
Bir kimse bir din kardeşini ziyarete gidiyordu. Allahü teâlâ onun yanına bir melek
gönderdi. Melek sordu:
– Nereye gidiyorsun?
– Filan din kardeşimi görmeye.
– Onunla bir işin mi var?
– Hayır!
– Akraban mıdır?
– Hayır!
– Sana bir iyiliği mi dokundu?
– Hayır!
– O hâlde niçin gidiyorsun?
– Allah için gidiyorum. Onu Allah rızası için seviyorum.
– Allahü teâlâ beni, seni sevdiğini müjdelemem için gönderdi. O kimseyi sevdiğin
için Allahü teâlâ da sana Cenneti va’detti.
YOKSUL VE YETÎM HAKKI
İnsanlar içinde yakın alâkaya ve yardıma en çok muhtaç olanlar, daha hayatın başında
iken, yalnız ve muhtaç kalan yetim ve öksüz çocuklardır. Bunları himaye etmek, ellerinden
tutmak, ihtiyaçlarını gidermek müslümanların başta gelen vazifelerindendir.
Böyle öksüz ve yetim olanlar, Allahü teâlânın bütün kullarına emânetidir. Yakınlarından
başlamak üzere bütün müslümanlara bu emâneti korumak vazife olarak verilmiştir.
Bu görevi yerine getirenler, Allahü teâlânın ve O’nun sevgili Peygamberi Muhammed
aleyhisselâmın rızasına kavuşmuş olur.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: (Yetim işlerine bakan kimse, ister yetimin
akrabasından olsun, ister yabancılardan olsun, benimle o, Cennette şu iki
parmak gibi bulunacağız.) Peygamberimiz bunu söylerken orta parmağı ile şehâ-
det parmağını biraz açarak göstermiştir.
Yetimleri gözetmek ve korumak, aynı zamanda Sevgili Peygamberimize karşı bir
borçtur. Çünkü Peygamberimiz de, hem yetim, hem de öksüz olarak büyümüştür. Yetim
sevindirmek çok sevaptır. İnsanı, Cennete yüksek derecelere kavuşturur. Sevgili
Peygamberimiz bunu haber vererek buyurdu ki:
(Bir kimse merhametle yetimin başını okşasa, elini üstünde gezdirdiği her
kıl için, bir kötülüğü siler. Her kıl için, bir derecesini arttırır.)
Allahü teâlâ Nisâ sûresi 10. âyetinde buyurdu ki:
(Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yerler
ve yakında alevli ateşe gireceklerdir.)
Peygamber Efendimiz de; insanı helak eden, Cehennemde azap görmesine sebep
olan yedi şeyden birinin yetim malı yemek olduğunu, haber vermiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde:
(Ben iki zayıfın; yetim ile kadının hakkına tecavüz etmeyi yasaklıyorum!)
buyurdu.
Eshâb-ı kirâm, İslâmiyetin emirlerine uyarak yetimleri gözetirdi. Onların yedirilip,
içirilmesinde kendilerine maddi yardımlarda bulunmayı vazife kabul etmişlerdi. Hazret-i
Ömer’in oğlu, sofrasında bir yetim bulunmadan yemek yemezdi. Yolculukta bile,
bir yetim bulur, öyle yemeğe başlardı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bir gün çarşıya çıkmıştı. Genç bir kadın yanına
gelerek O’na dedi ki:
– Ey mü’minlerin Emiri! Kocam öldü. Geride yetim küçük çocuklar bıraktı. Onlar,
kendi yiyeceklerini temin edemiyorlar. Ekinleri ve davarları da yok. Onların, kıtlıktan
yok olup gitmelerinden korkuyorum. Ben, Huzef bin Eyma el-Gif’ari’nin
kızıyım. Babam, Hudeybiye’de Peygamber Efendimizle beraber bulundu.
O zaman Hazret-i Ömer durdu ve:
– Bu ne büyük şeref! dedi. Evinin önünde bağlı duran besili devenin yanına gitti.
Yiyecek ve elbise dolu iki çuvalı deveye yükledi. Yularını ona vererek:
– Bunu al götür. Bitince Allah daha hayırlısını verir, dedi.
Dinimiz, yetimin zayıf sayılmamasını ve horlanmamasını emretmektedir. Zira, yetimin
kalbi çok hassastır. Yardımcısı Allahü teâlâdır. Bu sebeple yetime haksızlık etmekten,
onu incitip ağlatmaktan Allah’a sığınmak ve korkunç belâ ve musibetlerle
karşılaşmaya sebep olan yetim hakkı yemekten şiddetle kaçınmak gerekir.
Birçok şehirlerin batmasına, sarayların ve köşklerin yıkılmasına yetimlerin ahı sebep
olmuştur. Peygamberimiz buyurdu ki:
(Yetim dövüldüğü zaman ağlamasından dolayı arş-ı âlâ titrer ve Allahü
teâlâ, meleklerine şöyle buyurur:
– Ey meleklerim, babasını toprağa gömdüğüm yetimi kim ağlattı?)
Kendisi onu ağlatanı en iyi bildiği hâlde, yetimin şanını yükseltmek için böyle sorar.
Melekler de:
– Allahü teâlâ en iyisini bilir der.
(Ey meleklerim, sizi şahit tutuyorum ki, her kim o yetimi memnun ederse,
ben de onu kıyâmet günü memnun ederim!)
MENKIBE: Yetim Abdullah
Abdullah, on yaşlarında iken bir savaşta babasını kaybetmişti. Annesi de evlenince
üvey baba Abdullah’ı istememişti.
Bir bayram günü Abdullah, yine bir kenara oturmuş, başını ellerinin arasına almıştı.
Cıvıldaşan çocuklara bakıp ağlıyordu.
O sırada oradan Peygamberimiz geçiyordu. Oynaşan çocukları seyretmek için biraz
durdu. Gülümsedi. Birkaç çocuğu okşadı. Sonra Abdullah’ı gördü. Kenarda durup
ağlaması dikkatini çekmişti. Yanına gitti ve niçin arkadaşlarıyla oynamadığını, niçin
ağladığını sordu?
Abdullah, Peygamberimizi tanımıyordu.
– Amca dedi, babam bir savaşta şehid düştü, annem evlendi. Yapayalnız kaldım.
Ne yiyecek bir dilim ekmeğim, ne giyecek yeni bir gömleğim var; bu yüzden
arkadaşlarıma katılamıyorum.
Peygamber Efendimizin mübârek gözleri doldu.
– Peki Abdullah dedi, sen Hasan ile Hüseyin’e kardeş olmak ister misin?
– Çok isterim.
– Peygambere torun olmak ister misin?
– Çok isterim.
– Öyleyse yürü bize gidelim, bundan sonra benim torunumsun.
Abdullah, ancak o zaman Peygamberimizin karşısında bulunduğunu anladı ve ellerine
sarılıp öptü. Birlikte eve gittiler. Abdullah’ın karnı güzelce doydu. İlk defa yeni elbiseler
giydi ve Peygamberimizden izin alıp tekrar çocukların arasına döndü. Ama bu sefer
kenardan seyretmiyordu. Oyuna katılmış, onlar gibi hoplayıp zıplamaya başlamıştı. Çocuklar
bu değişikliği merak edip Abdullah’a sordular:
– Ey Abdullah, bir saat önce ağlıyordun, üstün başın dökülüyordu. Şimdi bakıyoruz
yeni elbiseler giydin, aramıza katılıp oynuyorsun. Sebebi nedir?
Abdullah memnun memnun gülümseyerek dedi ki:
– Benim yerimde olsaydınız siz de sevinirdiniz. Ben Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtı-
ma’ya evlat, Hasan ile Hüseyin’e kardeş, Peygamber Efendimize de torun oldum.
Çocuklar gıpta ile iç çektiler. Bir ağızdan şöyle dediler
– Keşke biz de senin gibi yetim kalsaydık da, Peygamberimizin torunu olma şerefini
kazansaydık. Sana imreniyoruz Abdullah!
MENKIBE: Yetimin Hatırı
Kâfirlerden biri, bir gün bir yetime rastlamış, ona acıyıp elbise giydirmişti. O gece
rüyasında:
“Kıyâmet kopmuş, kendisi Cehennemlik olmuş. Zebaniler onu tam Cehennemin ortasına
atacağı sırada, yetim yetişip onlara arkadan bağırmış: (Bırakın onu, o beni giydirdi!)
diye haykırmış. Zebanilerin (Bize onu bırakmamız emredilmedi ki!) demeleri üzerine,
şöyle bir ses duymuş:
“O yetimin hatırı için serbest bırakın onu!”
Uyanınca hemen, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
MENKIBE: Kurtulmuş Kadın
Hazret-i Âişe validemiz, zamanındaki bir olayı şöyle anlatır:
“Rüyamda kıyâmeti gördüm. Kulların amelleri tartılıyordu. Bir kadının amellerini terazinin
bir kefesine koydular. Uhud Dağı’ndan çoktu. Bir ses duydum. “Bu kadın Zâfiret-ül-Adviyye’dir”
diyordu. Uyanınca onu aradım. Kâ’beyi tavaf ediyordu. Ona:
– Mü’minlerin annesi seni istiyor, dediler.
– Tavafı bitireyim de gelirim, dedi. Tavaftan sonra geldi.
Hazret-i Âişe validemiz:
– Ne amel ettin de sevabı Uhud Dağı’ndan çok oldu? diye sordu.
– Kapıma gelip de, bir şey isteyen hiç kimseyi boş çevirmiş değilim. Bir de, her
pişirdiğim yemekten, muhakkak bir yetime yedirmişim. Bir üçüncüsü daha var,
o da müezzin her ezân okuyuşta, ben de onunla tekrar ettim ve ardından namazımı
kıldım, dedi.
Hazret-i Âişe -i Sıddîka buyurdu ki:
– Ka’benin Rabbi olan Allah’a yemin ederim ki, sen kurtulmuşsun ve senin gibi
yaşayanlar da kurtulmuştur.
MİSAFİR HAKKI VE MİSAFİRPERVERLİK
Ziyaret maksadı ile eve gelen misafire ikram etmek, bizzat hizmetinde bulunmak,
onu aç bırakmamak ve istirahatını temin etmek, Allahü teâlânın beğendiği güzel bir
huydur. Bu, cömertlerin âdeti olup, Cennetliklerin alâmetlerindendir. Gerekirse, kendisi
aç durup, misafire yedirmek, cömert olan misafirperverin hâlidir.
Misafirin gelişinde, ev sahibi için bereket ve hayır vardır. Bunu ni’met bilmelidir. Misafir,
rızkı ile gelir. Peygamberler, veliler ve bütün sâlih müslümanlar, evlerini ve sofralarını
bereketlendirmek için misafiri dört gözle beklemişler, onu baş tacı etmişlerdir.
Evlerine geleni “Allah misafiri” bilmişlerdir. Peygamberlerden İbrahim aleyhisselâmın,
günlerce misafir beklediği, misafir gelmeden yemek yemediği meşhurdur.
Misafire ikramda, cimrilik yapmamalıdır. Misafire dört şeyi vermeyen, ona zulüm,
haksızlık etmiş olur. Bu dört şey; ekmek, su, tuz ve ateş olup hayatın devamı bunlara
bağlıdır. Misafir, bunları vermeyen ev sahibinden şikayetçi olabilir.
Misafire yemeği getirmede acele etmelidir, bekletmemelidir. Evinde bulunan çoluk
çocuğunun payını bırakmalı, kalblerinden misafirlere karşı kötü düşüncelerin geçmesini
bu yolla önlemelidir.
Misafire eli açık, güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır. Misafirin yanında ve her zaman,
ev halkına ağır, dokunaklı söz söylememelidir. İçinde sövme, ayıplama olmayan şaka,
latife yapılabilir.
Misafir gideceği zaman kalkıp, kapıya kadar uğurlamalıdır. Kusurumuza bakmayın,
yine bekleriz gibi sözler söylemelidir.
Misafirperverliğin faziletini, üstünlüğünü bildiren bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ bir eve, bir misafir göndermek dilediği zaman, ondan önce
bir meleği, beyaz bir kuş suretinde oraya gönderir. Gelir, o evin kapısı eşiği
üzerinde durur. “Ey ev halkı, esselâmü aleyküm” der. Ona Cebrâîl aleyhisselâm
cevap verir ve, “Senin bu ev sahibi ile ne işin var?” der. O melek,
“Beni buraya elbette Allahü teâlâ gönderdi. Ona selâm söylüyor ve buyuruyor
ki, filân kimse sana misafir olarak geliyor. Bu ona Allahü teâlânın Cennetten
ihsân ettiği kırk günlük berekettir.” Cebrâîl aleyhisselâm onu tutar
ve o evin içine sokar. O meleğin ağzında bir pusula, “kâğıt parçası” bulunur.
Cebrâîl aleyhisselâm, “Bu nedir?” der. Bu, Allahü teâlânın bu hane halkı için
yazmış olduğu Cehennem ateşinden kurtulma senedidir der.)
Ev sahibi, misafirine kendisi hizmet etmelidir. Misafir olan evde, melekler ayakta durur.
Bir gün Hazret-i Ömer’e bir misafir gelmişti. Kalkıp ikram için, ona, kendisi hizmet
etti. Sebebini sorduklarında:
– Resûlullah Efendimizden duydum, buyurmuşlardı ki: (İçerde misafir bulunan
evde, melekler ayakta dururlar.) Meleklerin ayakta olduğu yerde, oturmaktan hayâ
ederim. Misafire hizmet ettirmek, mürüvvetsizlik olur, insafa yakışmaz.
Emevî devleti halifelerinden Ömer bin Abdülaziz hazretlerine bir gece misafir gelmişti.
Kendisi yazı yazıyordu. Kandili ikide bir sönüyordu. Misafir dedi ki:
– Kandili düzelteyim, sönmesin.
– Misafirine iş yaptırmak kişinin keremine yakışmaz.
– Öyle ise, hizmetçiyi uyandırayım.
– Hayır, o şimdi uyumuştur.
Deyip kendisi kalktı. Yağdanlığı aldı ve kandile yağ koydu. Misafir dedi ki:
– Ey mü’minlerin emiri, hizmetçiniz dururken kendinizin bunu yapması uygun mudur?
– Ne var bunda? Kandile yağ almaya kalktığım zaman Ömer idim. Dönüp geldiğimde,
yine Ömer’im. Allahü teâlânın katında insanların en hayırlısı alçak gönüllü olanıdır.
MENKIBE: Misafir Sır Saklamalıdır
Misafir ev sahibinin sırlarını saklamalı, onda gördüklerini ve duyduklarını kimseye
söylememelidir. Gıybetin en çirkinlerinden biri de, ev sahibini çekiştirmektir.
Bir gün birisi, Hasan-ı Basri’ye gelerek dedi ki:
– Falan kimse, senin hakkında kötü şeyler söylüyor.
– Sen onu nerede gördün?
– Evinde gördüm. Ona misafirdim.
– Ey nâmert! Bu kadar yemeği karnında sakladın da, bir sözü mü saklayamadın?
Doğru söylüyorsan, benim onunla dört işim vardır:
1- Dilim ile ondan şikayetçi olmam.
2- Kalbimden ona kin tutmam.
3- Dünyada ve âhirette ona düşman olmam.
4- Ondan bir hak istemem. Onunla Cennete girmek “isterim.
Ey fâsık! Kalk, getirdiğini geri götür. Söz getiren, götürücü de olur. Ben hakkımı helâl
ettim. Sen de git, onunla, helâlleş!.
MENKIBE: Bire On
Bir gün, iki kişi Râbia-ı Adviyye hazretlerini ziyarete geldiler. İkisi de açtı. “Yemeği
helâldir” diye içlerinden yemek yemek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızası
için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evde mevcut olan iki ekmeğini buna verdi. Gelen
sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. Onsekiz ekmek vardı. Dedi ki:
– Ekmeklerin yirmi olması gerekir. Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki
ekmeği de verdi.
Oradakiler hayretle sordular?
– Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeğe gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri
kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.
Râbia hazretleri dedi ki:
– Siz ikiniz gelince, karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği
kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu iki ekmeklerin misafirlerin karnı-
nı doyurmayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim, iki ekmek yerine
20 ekmek geleceğini bildiğim için de, ekmeklerin noksan olduğunu söyledim.
MENKIBE: Kapıya Geleni Boş Çevirme
Ümmü Büceyd (radıyallahü anhâ) hanım sahâbîlerdendir. Resûlullah sallallahü aleyhi
vesellem Efendimiz bazen onların bahçesine gelir ve istirahat ederlerdi. Bir defasında
yine bahçelerine teşrif ettiklerinde şu hadiseyi nakleder:
“Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz bize gelince, hemen bir kâse çorba
hazırlayıp ikram ettim. Hizmet için koştururken aklıma takılan, gönlümü tırmalayan bir
soruyu sorayım istedim. Dedim ki:
– Yâ Resûlallah! Bazen kapıya dilenci geliyor, bir şeyler istiyor. Ben de yanımda
bulunan şeyleri azımsayıp küçük gördüğümden bir şey veremiyorum. Değersiz
bir şey mi vermiş olurum diye isteyeni boş çeviriyorum. Bu da gönlüme hoş gelmiyor.
Kalbime sıkıntı veriyor, üzülüyorum. Nasıl hareket edeyim?
İki Cihan Güneşi Efendimiz, bu yanık yürekli, vermek hasretiyle kavrulan sahâbesine
şöyle cevap verdi:
“Bir hayvan tırnağı da olsa kapıya gelen yoksulun eline bir şeyler koy.” buyurdu.
MENKIBE: Misafir Rızkı İle Gelir
Misafirperver bir sahâbî vardı. Hanımı ise her gün kocasının yanında birkaç misafirle
gelmesine tahammül edemez ve kocasına:
– Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını
yiyorlar, derdi.
Kocası, aldırış etmez eve gelirken her gün yanında birkaç misafir getirmekte devam
eder. Kadın sahâbî dayanamayıp, gider durumu Resûlullah Efendimize (sallallahü aleyhi
ve sellem):
– Yâ Resûlallah! Kocam her akşam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamın
kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalanıverse, açlıktan ölmekten
korkarım, der.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kadının kocasını, huzuruna çağırtır,
durumu bir de ondan dinler. Sahâbî:
– Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş’e ve bereket veriyor,
der.
Bu sefer Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kadına, bundan sonra fazla de-
ğil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı olmayarak:
– Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, der.
Sahâbî hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa, bir misafire
razı olur. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini görür. Kadın sinirlenmiştir,
içi rahat değildir. Yemek hazırlamak için mutfağa girer, üç kişilik yemek hazırlayıp
tepsiyi kocasına verir. Biraz sonra da, misafirlerden birinin çıkıp gittiğini görür.
Hazırlanan yemeklerden biri yenmemiştir. Kadın kocasına:
– Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sorar.
Sahâbî, ikinci misafirin farkında değildir:
– Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte,
diye cevap verir.
Kadın çok iyi görmüştür. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştır. Bu münakaşanın
içinden çıkamayacaklarını anlayan karıkoca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata
giderler ve durumu anlattılar… Onları dinleyen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
– Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan
sûretine giren rızıktı. Allahü teâlâ hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına
sokmuştu. Hanımın ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı,
ama o rızık, eksilmedi.
MENKIBE: Misâfir İstiyordun Gönderdik, KovdunHâce Ali Şirgâhî, Şâh Şücâ Kirmânî’nin türbesinin yanında fakirleri davet eder, yemek
verirdi. Böyle bir gün; “Yâ Rabbî! Bir misâfir gönder!” dedi. Aniden bir köpek geldi. Hâce
Ali köpeği kovaladı. Köpek kaçtı. Sonra Şâh’ın kabrinden bir ses geldi:
“Misâfir istiyordun. Gönderdik, kovdun” dedi. Derhâl kalktı, dışarı koştu. Köpeği aradı bulamadı.
Şehrin dışına gitti. Köpeği orada bir ağacın altında yatıyor hâlde buldu.
Yemeği onun önüne koydu. Köpek yemeğe dönüp bakmadı. Hâce Ali utandı ve istiğ-
fâra başladı. Tövbe etti. Köpek dile gelip;
“Ey Hâce Ali, şimdi iyi ettin. Misâfir çağırıp kovmak ne demektir. Dikkatli ol! Eğer Şâh
Şücâ orada olmasaydı, göreceğini görmüştün, bütün hâller senden alınırdı” dedi.
MENKIBE: Mü’mine İkram, Affa Sebebdir
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir gün evinde bir yastığa dayanmış oturuyordu.
İçeriye Selman-i Farisi girdi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ), oturması için yastığı
ona uzattı. Selman-i Farisi (radıyallahü anh):
– Resûlullah Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ne kadar doğru söylüyor, dedi.
Hazret-i Ömer:
– Yâ Ebâ Abdurrahman ! Nedir o?
– Bir gün Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna çıktım. O
dayanmakta olduğu yastığı bana uzattı ve “Selman, evine gelen Müslüman
kardeşinin altına ikram olarak bir minder uzatan müslümanı Allahü
teâlâ mutlaka affeder” buyurdu.
İHTİYARLARA HÜRMET
Dînimiz, ihtiyarlara hürmet etmeye büyük ehemmiyet vermiştir. Sevgili Peygamberimiz
buyurdu ki: (Bir genç, bir yaşlıya, yaşından dolayı hürmet ederse, onun
yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir.)
Bugünün gençleri, yarının ihtiyarlarıdır, ihtiyar olmasa bile, yaşlılara hürmet etmek
dinimizin mühim emirlerindendir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Büyükleri saymayan, küçüklere acımayan bizden değildir.)
(Yaşlılara hürmet ve ikram, Allahü teâlâya saygıdandır.)
(Müslüman, güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet eder.)
Ziyaretlere, yaşına hürmeten büyüklerden başlamalı, bir şey vermeye ise küçüklerden
başlamalıdır.
İhtiyara hürmet ederken, zengin fakir ayırmamalıdır. Zengine zenginliği için hürmet
edilmez. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Zengine, zenginliğinden dolayı tevazu edenin, dininin üçte ikisi gider.)
İslâm âlimleri, malından dolayı zengini yüceltenin, fakirliğinden dolayı yoksulu aşa-
ğılayanın lanete müstehak olduğunu bildirmişlerdir.
MENKIBE: İhtiyarın Önüne Geçmedi
Bir gün Hazret-i Ali, sabah namazı için mescide giderken bir ihtiyara rastladı. İhtiyarın
aksakalına hürmet edip, önüne geçmedi. İhtiyarın arkasından ağır ağır yürüyordu.
Mescid kapısına kadar geldiler. İhtiyar içeri girmeyip, gitti. Hazret-i Ali, bu ihtiyarın
hıristiyan olduğunu anladı.
Hazret-i Ali mescide girince Resûlullah Efendimizi Eshâb-ı kirâm ile birlikte rükû’a
eğilmiş buldu. Namaz bittikten sonra Eshâb-ı kirâm Resûlullah Efendimizden birinci
rükûda çok beklediklerinin sebebini sordular. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz buyurdu
ki:
(Âdet olan tesbihi yapıp rükûdan kalkacağım zaman Cebrâîl aleyhisselâm
Sidretül-Münteha’dan süratle geldi. Başımı tutarak rükûdan kalkmama engel
oldu. Bunun hikmetinin ne olduğunu da bilmiyorum.)
O sırada, Allahü teâlâ da Cebrâîl aleyhisselâma buyurdu ki:
(Ey Cebrâîl! Habibime söyle, rükûda bekletilmesinin hikmetini bildir de, Eshâbına da sırrını açıklasın!)
Hemen Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullah Efendimizin huzuruna gelerek:
– Yâ Resûlallah! dedi. Siz, rükûdan kalkacağınız zaman, Allahü teâlâ “Git
Habibimin sırtını tut da rükûdan kalkmasın. Çünkü sevgili kulum Ali,
yolda rastladığı bir ihtiyarın aksakalına hürmet ederek yavaş yürüyor,
cemâat sevabından mahrum olmasın!” buyurdu. Bunun üzerine ben de hemen
gelerek, sizi Hazret-i Ali gelinceye kadar rükû da tuttum. Hak teâlâ beni,
sizleri rükûda tutmak için gönderdiği zaman kardeşim İsrafil aleyhisselâmı da
doğmaması için güneşi tutmaya gönderdi. Hikmeti budur.
Resûlullah Efendimiz, Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği haberi ve namaz da iken rükû-
da neden bekletildiğinin hikmetini de Eshâb-ı kirâma anlattı.
MÜSLÜMANLARIN HAKLARI
Müslüman, müslümanın din kardeşidir. Kendisine yapılmasını istemediği şeyleri,
kardeşleri için de istemezler. Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidirler. Birindeki
dert, sıkıntı ve üzüntü hepsini rahatsız eder.
Müslümanlar birbirine hürmet eder, aralarında yardımlaşırlar. Din yolunda ve dünya
işlerinde sıkıntıda gördüklerini bu sıkıntılardan kurtarırlar. Ramazan-ı şerîfe, oruç
tutanlara, câmilere, ezâna, namaz kılanlara, Kur’ân-ı kerîme saygı gösterirler. Başkalarının
mallarına, canlarına ve ırzlarına (namuslarına) saldırmazlar. Her türlü suçu işlemezler.
Kul ve hayvan haklarını gözetirler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşayarak herkesin
sevgi ve saygısını toplarlar. Müslümanlar, müslüman olmayanlara karşı da güler yüzlü
ve tatlı dilli davranırlar. Bu davranış, onları İslâmiyete ısındırır.
Müslümanların haklarını gözetmek lâzımdır. Sevgili Peygamberimiz, (Müslümanın
müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını
yoklamak, cenazesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah
diyene, yerhamükellah diyerek cevap vermek) buyurdu.
Selâmlaşmak
Müslümanların birbirine karşı haklarından birincisi, birbirlerini gördükleri zaman
selâmlaşmalarıdır. İki müslüman karşılaştığı zaman “Selâmün aleyküm” veya “Esselâmü
aleyküm” diyerek birbirlerine selâm verirler. Kendisine selâm verilen de
bunu, “Aleyküm selâm” veya “Ve aleyküm selâm” diyerek alır. Sadece “Selâm”
veya “Selâm aleyküm” demek ve başka sözler söylemek selâm olmaz. Buna cevap
vermek lâzım değildir.
“Selâmün aleyküm” demek, (Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez. Selamettesin)
demektir. Selâmın cevabı da aynı mânâdadır.
Selâm; tanıdık, tanımadık herkese duyabileceği kadar seslice verilir. Önce büyük
küçüğe, şehirli köylüye, binekte olan yayaya, ayakta olan oturana, az olan çok olana,
efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir.
Peygamberimiz, Medine’ye teşrif ettiklerinde müslümanlara ilk iş olarak birbirleriyle
selâmlaşmalarını tavsiye etmiştir. Bu durum, müslümanlar arasında tanışma ve kaynaşmaya
sebep olmuştur.
Hasta Ziyareti
Hasta olan din kardeşini ziyaret etmek (iyâdet), müslümanların birbirine karşı olan
haklarındandır. Sevgili Peygamberimiz, (Bir hastayı yoklayan, hep Cennet bah-
çelerinde bulunur ve şehid sevabına kavuşur) buyurdu. Bu sevaba kavuşmak,
hastanın gönlünü ve duasını almak için hasta ziyaret edilir. Hastanın duası kabul olur.
Davetine Gitmek
Bir müslümanın davetine gitmek de, müslümanların birbirlerine karşı olan haklarındandır.
Yalnız çağrılan yere gitmek için bazı şartları gözetmek lâzımdır. Oyun oynanan,
çalgı çalınan, gıybet edilen ve içki içilen davetlere gidilmez. Böyle mâniler bulunmayan
davetlere gidilir.
Aksırana Dua Etmek
Aksırmak ni’mettir. Ni’mete kavuşan hamdeder. Böyle hamd edeni işiten de ona dua
eder. Müslüman aksırınca (Elhamdülillah) demeli, bunu duyan Müslüman da geciktirmeden
hemen, (Yerhamükellah) demeli. (Allah sana rahmet etsin) demektir. Üçüncü
biri varsa (Yehdînâ ve yehdîkümullah) demelidir. Bu da, (Allah bize ve size hidayet versin!)
demektir. Üçüncü bir kimse yoksa, aksıran cevap olarak aynı şeyi kendi söylemelidir.
Nasihat Etmek
İnsanlara iyiliği anlatarak, kötülükten sakındırmak lâzımdır. Bu her müslümanın vazifesidir.
Allahü teâlâ, nihayetsiz merhametinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvelâ
Peygamberleri, sonra bunların yerine, evliyâyı ve âlimleri davetçi gönderdi. Bunların
dili ile sevaplarını ve azaplarını bildirerek, bütün insanların iyilik yaparak, kötülüklerden
uzaklaşmasını emretti.
İnsanlara iyiliği anlatarak, kötülükten sakındırmak, onların işine karışmak değildir.
Bu insanlara yapılacak en büyük iyiliktir. Allahü teâlânın da emridir. Nitekim Âl-i imran
sûresi 110. âyetinde: (Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti! Siz beşeriyet
için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, fenalıktan
men edersiniz ve Allah’a îmânınızda devamlı olursunuz) buyuruyor.
Sevgili Peygamberimiz de, (Günâh işleyeni, eliniz ile men ediniz. Buna kuvvetiniz
yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile
beğenmeyiniz. Bu ise, îmânın en aş aşağısıdır) buyurmuştur.
İnsanlara nasihat ederken kimsenin kalbini kırmamalı, fitne çıkmasına sebep olmamalı-
dır. Kimseye kötü gözle bakmamalı, herkese iyilik yapmak düşüncesinde olmalıdır.