İSTANBUL'UN FETHİ - kainatingunesi.com

İMANIN ZİRVESİNDE İHLASLI BİR İNSANGERÇEK VE BÜYÜK BİR VİZYON EŞSİZ BİR STRATEJİ, NETİCE ZAFER

“KONSTANTİNİYE MUHAKKAK FETH OLUNACAKTIR. O KOMUTAN NE GÜZEL KOMUTAN, O ORDU NE GÜZEL ORDU.” Hadis-i Şerif

[MUCİZE BİR HEDEF, MUCİZE BİR KOMUTAN VE MUCİZE BİR ORDU]

Sultan İkinci Mehmed Han henüz yedi yaşında iken hocası Akşemseddin hazretleri kulağına eğildi ve başarının en önemli kuralını fısıldadı: “Hedefini tespit etmelisin!” Önce hedef belirlendi: “Konstantiniyye mutlaka feth olunacaktır.”

Akşemseddin hedef tespitinden sonra da şöyle söyledi: “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.”

“Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu. Akşemseddin hiç duraklamadan cevap verdi: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen, Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder, gerçek olur.”

Ve günü gelince, çocuk yaşına bakmadan Bizans’ın fethini düşünmeye başladı.  Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Sadrazamdı. Sadrazam olarak genç padişaha yol göstermek gibi bir sorumluluğu vardı. Bu genç Padişah, bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Osmanlı mülkü yerle bir olabilir, hatta elden gidebilirdi. Ümmet-i Muhammed’i bir aceminin elinde kurban etmeyecekti. İkaz görevini yapacak, kelle pahasına da olsa bile Padişahı bu maceradan vaz geçirecekti.

Birgün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu: “Sen ümmeti Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersün?”

Genç Hünkar, baba yadigarı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu: “Kangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirum?”

“Bizans’ı feth itmeğe and virmişsün. Ümmetun telefine başkaca sebep ne lazım?”

“Beli, and virdük. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedük! Bir mahzuru mu var?”

“Elbette!” diye cevap verdi Sadrazam, konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim, olmayacak duaya hiçbir vakit amin dimez.” Sultan İkinci Mehmed gülümsedi:

“Kangi duayı kabul edeceğini ancak Hak teala bilür. Biz sadece arzımızı yapar hükmi ilahiyi bekleriz.” Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı: “Her daim dimez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftur. Biz dahi fethin tahakkuku cihetinde gayret edeceğiz. İnşaallahü teala fetih mukarrerdir.”

“Nereden belli ki?”

“Doğru henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.”

Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı. “Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi.

Genç hükümdar hışımla pencereye döndü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını seyretti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sadrazamı henüz inandıramamıştı. Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. Onbeş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Kendisi ise onbeş yaşını geçeli birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu. Fakat şartlara teslim olmayacaktı.” Çandarlıya döndü: “Bak a verizim” diye söze başladı, öfkesini tereddüdüne sarıp yutkunarak; “Ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.”

İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı: “O zaman bil ki, bunun mes’uliyeti tamamiyle sana aittur, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru ünvanını alayım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!”

Padişah ilk defa öfkelendi: “Hırs değil iman!..” diye bağırdı, “dedik ya, ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.”

“Elinde olanla yetinsene.”

“Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin. Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.” Çandarlı çıkmak için toparlanırken: “Ben söylemiş olayım, Hak teala ve kulu nezdinde mes’uliyetten kurtulayım da, sen ki yine ne istersen onu yap, padişah sensin.”

“Şükrolsun biz padişahı cihanız ve Kostantiniye’yi feth edeceğiz.” “İmkansız” dedi Çandarlı Halil Paşa.

“Neden koca vezir?”

“Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak büyüklükte topumuz yoktur.” Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Akşemseddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu: “Surları yıkacak toplar, günün birinde yapılacak mı?.” “Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde herhal yapılır.” Genç hükümdar kükredi:

“İşte bugün o gündür vezirim! Topları kullanarak, surları tar ü mar edecek Padişah da karşında duruyor.”

Ne demişti Ak Hoca: “Şartlara teslim olmazsan, şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder, gerçek olur.”

Şartlar değişti, Bizans teslim oldu, çünkü rahmet inmişti. Bakın nasıl?

Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes’in hizmetinde Macar asıllı bir top dökümcüsü mühendis vardı. Urban Usta. Tam o sırada, İmparatorla arasında, küçük bir ücret anlaşmazlığı olmuştu. Bu yüzden Urban Usta pılını-pırtısını topladı ve Edirne’ye gitti. Padişahla görüşmek istedi. Topçu olduğunu söyleyince, Padişahın bu işle çok ilgilendiğini bildiklerinden, hemen huzuruna çıkardılar. Urban Usta yanında getirdiği planları Padişahın önüne koydu: “Bunlar” dedi, “Bizansı koruyan surların planıdır, tarafımdan en zayıf noktalar tespit edilmiş ve işaretlenmiştir.” Ardından başka bir deri heybe açtı: “Bunlar da işaretlenmiş yerleri, yıkacak kuvvette, gülleler atabilen, topların planlarıdır. Bana imkan ve fırsat verirseniz sizin için bu topları dökerim. Siz de surları yerle bir edersiniz.”

Rahmet tecelli etmişti: Geriye şükür ve gayret kalıyordu. Tarihci Tursun Bey, kendi adını taşıyan tarihinde der ki:

“Çün erkanı devlet vü mülazımanı hazret, kal’anın kapularını açdılar, Sultan Mehmed Hanı Gazi, Hazreti Muhammedi Arabi aleyhissalatü vesselam, Buraka binüp seyri Cennet ider gibi, ulema ve umerası ile kal’ayı teşrif buyurdular.”

Mübarek fethin 554. yıldönümünde, “cevher insan” modeline hasret oluşumuzu da dikkate alarak, Fatih Sultan Mehmed’in kimliği, kişiliği ve yetişme tarzı üzerinde dikkatle durmamız lazımdır. Öncelikle belirtmeliyiz ki, Sultan İkinci Mehmed’in doğduğu dünyada, bir fatihin yetişmesi için gerekli maddi ve manevi tüm şartlar hazırdı. Osmanoğlu’nun elinde, Malazgirt zaferinden itibaren oluşan, aynı kıble eksenli, Kur’anı kerim orijinli insan kaynakları vardı. Mesela hocaları: Molla Gürani gibi, Akşemseddin gibi, Molla Hüsrev gibi; cevherlerin aynı dönemi paylaşmalarına, tarih pek nadir şahit olmuştur. Bu iman, ilim ve yürek adamları ise sadece aynı dönemi paylaşmakla kalmamış, aynı çocuğu aynı anda yetiştirmek gibi İlahi bir yardımın unsuru olmuşlardır.

Dikkat: “Büyük Fetih” bir birini tamamlayan üç “abide insan”dan oluşuyor. Biri Fatih Sultan Mehmed Han, ikincisi Akşemseddin hazretleri ve üçüncüsü ateş hattında Ulubatlı Hasan…

Ulubatlı Hasan sosyal terbiyenin cihad ruhunu; Ak Hoca, Kur’anı azimüşşan ve Sünneti seniyye gibi, dinin temel kaynaklarını; Sultan Mehmed Han ise adil, kabiliyetli, liyakatlı ve gayretli yönetimi temsil ediyor.

Millet bu üçlüyü yetiştirdiği zaman fetih yolları tekrar önünde açılacaktır.

İmanın zirvesinde ihlaslı bir insan, gerçek ve büyük bir vizyon, en son yüksek teknoloji, eşsiz bir strateji ve netice zafer.