KABİR - kainatingunesi.com

KABİR

Meşhûr tasavvuf âlimlerinden Abbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Kabre yılanlar dışardan gelir sanmayınız. Sizin kötü amelle­riniz kabirde sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haram­lar da kabre yılan olarak gelir.”

Yemen’de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Abdullah Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “Mevtâları iyi veya kötü hâlde görmek, cenâb-ı Hakk’ın bâzı kullarına ih­sân ettiği bir keşf ve kerâmettir. Dirilere müjde vermek, onlara doğru yolu göstermek veya ölüler için hayırlı bir iş yapılmasına, borçlarının öden­mesine yaraması içindir. Ölüleri görmek, daha çok rüyâda olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ ve hâl sâhipleri için kerâmettir.”

“Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Ölülerin illiyyîndeki veya siccîn- deki rûhları, arasıra, yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine iâde olunurlar. En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, nîmetlere kavuşur. Azap göre­cekler, azâb olurlar. Rûhlar, illiyyînde veya siccînde iken cesed olmaksı­zın da, nîmetlenir ve azap çekerler. Kabirde ise, rûh ve cesed birlikte nîmet- lenir. Yâhut azaplanır.”

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Abdülhakîm-i Siyalkûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bir sohbet esnâsında talebelerinden biri kabir ziyâreti hak­kında bir soru sorunca buyurdular ki: Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. “Ölü yardım yapamaz.” diyenlerin, ne demek iste­diklerini anlayamıyorum. Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâ­sının kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yap­maktadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver demektedir. Yâhut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek; “Ey Allahın velîsi, bana şefâat et! Benim için duâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol.” demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir, sebeptir. O da fânîdir, hiçbir şey yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Böyle söylemek, böyle inan­mak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, bir şey iste­mek dînimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehâb olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır. Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan ev­liyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inan­mıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkar­maktadır. Evet bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da vermelidir. Fakat bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflere dil uzatılmaz. Çünkü, Resûlullah efendimiz kabir ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan bir şey istemeyi hiç yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin kabirde diri oldukla­rını her müslüman bilir ve inanır.

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kabir ziyâretine dâir buyurdular ki: “Kabirleri zi- yâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.”

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kabir sıkması, kabir azâbı ve nîmetinin hesâblâ mî­zânın hak olduğuna inanmalıdır. Mîzânın iki kefesi vardır. Burada kulla­rın iyilikleri ve kötülükleri tartılır. İyilikleri hafif gelen Cehennem’e gider. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden mümin olanlarına şefâatı hak­tır.

Büyük velîlerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed Bâbâ Ten- bektî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cumâ günü olduğu zaman, kabris­tanlara gider, kimlere ait olduğu bilinmeyen kabirleri ziyâretle kabirdeki kimsele- rin rûhuna Kur’ân-ı kerîm okur, duâ ederdi.

Hindistan velîlerinden Ahmed Diyobendî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara doğru yolu anlatmak için hilâfet aldığı ilk zamanlarda hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle bir mektup yazdı:

“Bendeniz kendimde hiç bir mânevî hâl ve kemâl bulmuyorum. İki ki­şiye zikir ile ilgili bir vazîfe vermiştik. Onlarda birçok hâller görüldü.”

Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şu cevabı yazdı: Mektûbunuzda; kendimde bu yolun büyüklerine âit hâller, ilimler ve mârifetlerden bir şey bulamıyorum. Bununla berâber iki kişiye bu yolu öğrettim. Onlarda bunun tesirleri, garip hâller görüldü. Bunun sebebi ne­dir? diye yazıyorsunuz.

Bil ki, o iki kişide görülen hâller, sizin hâllerinizin aksetmesiyle mey­dana gelmiştir. Sizin hâlleriniz onların istidâd aynasında görülmüştür. İlim sâhipleri oldukları için kendi hâllerini bilmişlerdir. Maksat bu hâllerin hâsıl olmasıdır. Bu hâlleri bilmek de ayrı bir devlet ve nîmettir. Bâzısına bu ilmi verirler, bâzısına vermezler. Bununla berâber her ikisi de evliyâlık hâlidir. Allahü teâlâya yakın olmakta eşittirler.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Ahmed Saîd-i Fârûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizin kabrinin nasıl ziyâret edileceği sorulduğunda buyurdular ki: Resûlullah efendimizin kabrini zi­yâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhis- selâmdan istimdâd, yardım isteme hâli meydana gelinceye kadar devâm eder.

Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meş­gûl olan bir kalb, Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mah­rûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin geniş­liğinden ümitli olarak, O’nun kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kal­bine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz alır. İki cihân saâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O’nun sünnet-i seniyyesine uymaya çalışır.

Ahmed Saîd hazretleri buyurdular ki: “Düşünerek, kendinden evvel vefât etmiş olan akrabâ ve dostlarının hâlinden ibret alarak kabir ziyâreti yapmak, katı kalpleri yumuşatmakta pek faydalıdır. Bu sebeple kabir zi­yâretini çok yapmak lâzımdır.”

Buhârâ’da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) kabir ziyâreti hakkında buyurdular ki: “Bir âlimi ve evli- yâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O bü­yüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk’ın rızâ­sına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk’a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir.”

“Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın ol­maktan daha iyidir. Zîrâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yok­tur. Her yer aynıdır. Nitekim, bu mânâda Resûlullah efendimiz; “Her ne­rede bulunursanız, bana salevât okuyunuz.” buyurdu.

Horasan’da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fı­kıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri “Evliyânın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için, meza­rına gidip ziyâret etmeye lüzum var mıdır? Nerede olursa olsun, bir velî­nin rûhuna teveccüh olunursa, rûhu orada hâzır olmaz mı?” diye sordu­lar. Cevâbında; “Kabir başına gitmenin çok faydası vardır. Evliyâyı ziyâ­rete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü her adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgûl olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâdesi artar. Evet, rûhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar, hatırlandığı her yerde hâzır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca, beraber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için rûhun bu toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. Birgün Cüneyd-i Bağdâdî’nin vaktiyle çile çekmiş olduğu odaya girdim. Burada çok zevklendim. Sonra Cüneyd’in mezarına gittim. Orada önceki zevki bulamadım. Sebebini mürşidime sordum. “O zevkler, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin sebebi ile mi hâsıl oldu?” buyurdular. “E- vet!” dedim.

“Ömründe birkaç gün kaldığı yerde zevk hâsıl olduğuna göre, sene­lerce, birlikte bulunduğu bedeni yanına gidince, elbette daha çok zevk hâsıl olmak lazım gelir. Belki mezarı başında iken başka şeyleri görerek ona teveccühün azalmış olabilir.” Buyurdular.

Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından   Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: “Medîne’de birisinin kız kardeşi vefât etti. O kimse şöyle anlattı: “Kızkardeşimi defnettiler. Kabri başından ayrıldık. Benim değerli bir yüzüğüm vardı. Kayboldu. Onun kabrine düştü zannıyla kabrine git­tim. Kabrin lahdi üzerindeki tahtayı kaldırdım. Ateş alevleri yüzüme vur- du. Baktım, mezarın içi ateşle dolu. Tahtayı yerine koydum. Mezarın üs- tünü sıkıca kapatıp ağlayarak eve döndüm. Annemden, kız kardeşi­min huyunun nasıl olduğunu sordum. Bana; “İki kötü huyu vardı. Biri nama- zına gevşekti. İkincisi koğuculuk yapardı.” cevâbını verdi. Bundan anla- şılmış oldu ki, bu iki kötü huy, kabir azâbına sebeptir.”

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz hazret-i Ömer’e hitaben; “Ey Ömer! Öldüğün vakit a-damların gidip senin boyuna uygun bir mezar hazırlayıp, seni yıkayıp ke- fenledikten ve koku sürdükten sonra, seni götürüp mezara koydukları ve toprağı üzerine örterek geri döndükleri vakit hâlin nice olur? Münker ve Nekir adındaki kabrin iki büyük ibtilâsı (suâl melekleri) sana gelir. Sesleri yıldırım indiren gök gürültüsü, gözleri parlak şimşekler gibi, uzun saçla-rını sürürler. Uzun ve sivri dişleri ile mezarın topraklarını alt üst ederler. Sana çeşitli zorluklar çıkarırlar. Seni korkuturlar. O vakit senin hâlin nice olur ey Ömer?” buyurdu. Hazret-i Ömer de; “Bu zamanki aklım o zaman da başımda olacak mı?” diye sordu. Resûl-i ekrem efendimiz; “Evet.” buyurunca; “Ben onların hakkından gelir, gerekli cevaplarını veri­rim.” dedi.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Bedî’uddîn Sehârenpûrî hazretle­rine, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, yazdığı mektubun bir bölümü aşağıdadır:

…Kabirdeki hayât, bir bakımdan, dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı, insanlara göre deği­şir. Hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar”. buyruldu. Peygamberimiz mîrâc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, mezarda namaz kılarken gördü. O ânda göğe çıkınca, Mûsâ aleyhisselâmı gökte gördü. Kabir hayâtı, şaşılacak bir şeydir. Bu günlerde, merhûm büyük oğlum (Muhammed Sâdık) dolayısı ile, kabir hayâtına bakarak, şaşılacak gizli şeyler görülüyor. Bunlardan az bir şey bildirsem, akıl ermez. Fitnelere, karışıklığa sebeb olur. Cen­netin tavanı, Arş’dır. Fakat kabir de, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Akıl gözü bunu göremiyor. Kabirdeki şaşılacak şeyler, başka bir gözle görülüyor. Yarım yamalak da olsa, inanmak, azâbdan kurtulmağa se­beptir. Fakat, o güzel kelimenin (Kelime-i tevhîd) Hak teâlâ tarafından kabûlü için (dünyâda dînin emirlerine uymak), sâlih emirleri işlemek lâ­zımdır…

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tûs şehrine gidip, birkaç gün kaldı. Bir gün talebe ve ahbâbıyla Şeyh Mâşuk-ı Tûsî’nin kabrini ziyârete gittiler. Meza­rın yanına gelince: “Esselâmü aleyke, yâ Mâşuk-ı Tûsî, nasılsın, iyimisin? buyurdu. Kabirden; “Ve aleykesselâm. İyiyim, çok rahatım.” di­yen bir ses geldi. Yanındakilerin hepsi, bu cevâbı duydular. Orada bulu­nanlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Bu kerâmeti görünce, tövbe etti. Bundan sonra talebelerinden ve sev­diklerinden oldu.

Zamânın büyüklerinden Abdülkuddüs şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî hazretlerini kabrine koyduk. Gördüm ki, mübârek yüzleri tarafın­dan “Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” hadîs-i şerî­finde buyurulduğu gibi, Cennet’ten bir kapı, kabr-i şerîflerine açıldı. O kapıdan iki hûri gelip, ona selâm verdi ve; “Allahü teâlâ bizi, sizin için ya­rattığı vakitten beri sizi bekliyoruz.” dediler. Hâce hazretlerinin onlara; “Ben Hak teâlâ hazretleri ile ahdettim ki, O’nun hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlatılamayan dîdârını görmedikçe, benim yolumda bulu­nanlara ve benden hakkı işitip amel edenlere şefâat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile meşgûl olmam.” dedi. Vefâtından sonra sevenle­rinden biri onu rüyâda görmüş ve; “Ne amel işleyelim ki kurtuluşa ere­lim?” diye sormuştur. “Son nefeste ne ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz.” buyurmuştur.

Anadolu’da yetişen âlimlerden ve evliyâdan Cemâleddîn Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) defnedilmesinden sonra dersleri yarım kalan talebeleri birlikte toplanıp kabrinin başına gittiler. Saygı ve hürmetle ziyâ­ret edip rûhuna Kur’ân-ı kerîmden sûreler okudular. Devâm ederek; “Ho­cam! Hocam! Biz geldik.” dediler. Fakat Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretle­rinden ses gelmedi. İkinci ve üçüncü gün aynı durum oldu. Dördüncü gün kabrin başına geldiklerinde rûhâniyeti tecessüm edip; “Geldiniz mi yavrularım. Haydi dersimizi okuyalım.” buyurdu. Yarım kalan derslerini tamamlayıp ayrılacakları zaman talebeleri; “Hocam biz üç gündür kabri­nizin başına geldik, toplanıp sizden cevap bekledik ama bir türlü cevap alamadık. Sebebi neydi?” diye sordular. Cemâleddîn Aksarâyî hazretleri cevâben buyurdu ki: ,”Evlatlarım! Defnedildiğim kabrin yanından bir mü­min geçiyordu. Kabristana karşı dönüp bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı şerîf okudu. Burada yatan müminlerin rûhlarına bağışladı. O sevaptan nasî­bimizi alabilmek için biz de sıraya girdik. Üç günde bana ancak sıra ge­lebildi. Onun için geç kaldım. Özür dilerim.”

Devâm ederek buyurdular ki: “Efendim! Tâbiînden Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın geldi. “Efendi haz­retleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda görüp hasretimi gidereyim.” dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri gerekeni yaptıktan sonra kadın gitti. Fakat ertesi gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağlayarak tekrar dergâha geldi. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına; “Niçin ağlıyorsun?” diye sorunca kadın; “Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir elbise giydirmişler cayır cayır yanıyor.” dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri ve yanında bulunanlar kendi sonlarının nasıl olacağını düşünerek ağlaştılar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî hazretleri kendi rü­yâsında vefât etti. Cennet’e girdi. O, Cennet’te gezerken muhteşem bir köşk ve önünde bir kadın gördü. O kadına; “Yavrum sen hangi peygam­berin hanımı veya kızısın?” diye sordu. Kadın; “Hayır ben bir peygambe­rin hanımı veya kızı değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını görmek isteyen kadının kızıyım.” dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; “Kızım annen senin Cehennem’de yandığını söyledi. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma nasıl ulaştın?” buyurdu. Kadın; “Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb görüyorduk. Bir mümin kabris­tana gelip on bir İhlâs, on bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabris­tanda yatan müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb eden meleğe; “Benim âyetlerim ve adım hürmetine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. Onlara azâb etmeyin ve birer makam verin.” buyurdu. Onun için bu makâma geldim.” dedi.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Ebü’l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kabir ziyâretlerine gider, mânen istifâde ederdi. Kabir ziyâreti için sefere çıkmak câizdir buyururdu. Serhend ve Pâni-püt’e oradaki kabirleri ziyâret için gitmişti. Din büyüklerinin kabirlerini ziyârete gidince tam bir edeb üzere bulunurdu. Ayakkabılarını çıkarıp, ellerini bağlar, başını önü- ne eğerek, kabrin yanına giderdi. Yüzünü kabre dönerlerdi. İki dizi üzeri- ne oturarak Kur’ân-ı kerîm okurdu. Edeb ve hürmetle geri geri gide­rek kabrin yanından ayrılırdı.

Tâbiînin büyüklerinden. Hadîs ve fıkıh âlimlerinden Eyyûb-i Sahti- yânî hazretleri ile ilgili olarak İmâm-ı A’zâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ben Medîne’de iken, sâlihlerden Eyyûb-ı Sahtiyânî haz- retleri gelip, Mescid-i şerîfe girdi. Yüzünü Kabr-i Nebevî’ye döndü. Ziyâ- ret edip ayakta ağladı. Sonra geri çekildi.”

Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi Muhammed Hâdimî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rum diyârının seçilmiş âlimlerinden olan mübârek babası Mustafa Efendinin kabrini ziyârete gitmişti. Kabrinin başında Yâsîn sûre­sini okuyup sevâbını, Peygamber efendimize bütün peygamberlere (aleyhimüsselâm), Eshâb-ı kirâma (radıyallahü anhüm) ve bütün ehl-i îmânın rûhlarıyla birlikte, babasının da rûhuna hediye etti. Sonra murâ­kabeye dalmış halde beklerken, Allahü teâlânın izniyle babası âniden mezarından kalktı. Çok heyecanlandı. Onu bu şekilde ilk defâ görü­yordu. Sessizce bir müddet bekledikten sonra, ondan nasihat istedi. “İşte beni görüyorsun ya. Dünyânın sebep ve alâkalarından hiçbir şey fayda vermiyor. Geçim husûsunda hırs ve kötü emelden sakınarak, cenâb-ı Hakk’a tevekkül et ve O’nun verdikle- rine râzı ol! Dünyâda sebeplerini yaratanı unutup, ihtiyâcını, görünüşte buna sebeb olan kula bildirirsen, cenâb-ı Hak seni elinden bir şey gelmeyene muhtâc eder. Eğer ihtiyâcını herkese söylemeden sâdece Allahü teâlâya arz edersen, dünyâ bile sana muhtac olur.” dedi.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah korkusu ile çok ağlardı. Bir defâsında dostlarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedilince kabir ba­şında ağlayıp, çok göz yaşı döktü. Sonra orada bulunanlara şöyle dedi: “Ey müslümanlar! Kabir dünyâ konaklarının sonu, âhiret menzilinin ilki­dir. Mâdem ki hepimiz ölüp kabre gireceğiz, o halde nasıl zevk, safâya dalıp, gezebiliriz. Îmân ehlinden olanlar kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Bunlar iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allahü teâlâ tara­fından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devâmı müd­detince hangi tehlikelerle karşılaşılacağı belli değildir. Sonunda ölüme varacağını bilen, kıyâmette kalkılacağına inanan, kalkınca Allah’ın huzû­runa çıkacağına kânî olan kişiye gereken şey, üzüntü ve endişe içinde olmaktır.” Orada bulunanlar bu sözlerinden dolayı ağladılar. Başka bir seferde de; “Eğer Kur’ân-ı kerîm okuyorsanız, dünyâda hüznünüz çok olsun, çokça ağlayasınız.” buyurdular.

Anadolu velîlerinden Himmet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzı sırasında söylediği beyti şöyledir:

 

Azığın var mı yola gitmeye

Döşeğin hazır mı varıp yatmaya

Ejderler gibi dem çekip yutmaya

Yerler ağzın açtı haberin var mı?

 

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şöyle duydum: Sâlih insan kab- re konur. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi amelleri etrâfını sarar. Azab melekleri geldiğinde karşılarına namaz çıkar. Onlara; “Bu şahıs, ayakları ile Allahü teâlânın huzûrunda durdu, namaz kıldı. Buna azab edemez- siniz.” Sonra baş tarafından gelirler, bu defâ oruç karşılarına çıkar; “Bu baş, Allah için oruç tuttu, burada azâb edemezsiniz.” der. Vücudun diğer kısımlarına gittiklerinde, hac ve cihâd gibi ibâdetler karşılarına çıkarlar. Ellerine geldiklerinde eller; “Allahü teâlânın rızâsı için bu eller sadaka vermiştir. Onun için azâb edemezsiniz.” derler. Bütün bu durum karşı- sında azâb melekleri; “Mâdem ki dünyâda sâlih ve temiz bir kişi olarak yaşadın, güzel bir şekilde öldün, burada müsterih ol, rahat yat.” derler. Sonra rahmet melekleri gelir. Cennet’ten ışık, yatak ve giyecek getirirler. Kabrini gözün görebildiği kadar genişletirler. Kabrini aydınlatırlar. Kıyâ­mete kadar kabri aydınlık kalır.”

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatıyor: “Bir gün, Halîfe Ömer bin Abdülaziz ile beraber bir mezarlığa uğradık. Halife ağladı ve “Vallahi, şu mezara girip de azâbdan emin olan kimseden daha nasibli, daha bahtiyar kimse bilmiyorum” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Gamri Câmii imâmı Emînüddîn şöyle anlattı: “Berhemtuş Kabristanında bulunan bir ölü, geceleri kabrinde bağırıp du­ruyordu. Onun hâlinden bezen halk, durumu Muhammed bin Anân haz­retlerine anlattılar. Bunun üzerine o da, o gece kabrin başına gitti. Baş ucunda Mülk sûresini okudu. Sonra o şahsı bağışlaması için Allahü teâlâya duâ etti. O geceden îtibâren o şahsın bağırması kesildi.”

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Abdülmevlâ bin Muhammed’den şöyle nakledilmiştir: “Muhammed bin Ahmed hazretleri kabre konulunca, kabri başında Kur’ân-ı kerîm okuyordum. Bir yerinde yanlış okumuşum. Kabirden seslenip, yanlışımı düzeltti. Sesini duyunca korkup, titremeye başladım.”

Yine şöyle anlatılmıştır: “Kabri başında Kehf sûresi okunuyor, o da kabirden: “Lâ ilâhe illallah” diye sesleniyordu.”

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) karâfe kabristanını ziyâret ettiği zaman, kabir ehline selâm verir, mezardakiler onun selâmına yüksek sesle cevap verir ve orada bulunanlar bunu işitirlerdi.

İmâm-ı Şa’rânî hazretleri şöyle nakletti: “Muhammed Şâzilî hazretleri ölüm hastalığında; “Kimin bir hâceti, isteği olursa, kabrime gelsin; onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir.” buyurdular.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Muîdzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) efendinin talebelerinden biri şöyle anlatır: “Bir gün Muhammed bin Abdü- lazîz’den Şerh-i Akâid okurken, konu kabir azâbının îzâhına gel­mişti. Hocam kabir azâbının hak olduğunu vesîkaları ile çok güzel îzâh etti. Orada bulunanlardan biri, kabir azâbını inkâr etti. Kabir azâbının ol­madığını kuvvetli delîllerle îzâh edebileceğini söyledi. Hocam buna üzül­düyse de, bir cevap vermedi. Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra, o kimse, Mer’aş’ın yakın bir köyüne gitmek için yola çıktı. Köye giderken, yolu bir kabristana uğradı. Eski bir kabrin başında durdu. Baktı ki, kabire açılan bir delik var. Elini bu delikten kabre soktu. Sokması ile berâber feryâda başlaması bir oldu. “Yandım, ölüyorum, elimi kurtarın!” diye avaz avaz bağırıyordu. Yanında bulunan yol arkadaşları donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Hiçbiri ne yardıma, ne de bir söz söylemeye kâ­dir oldu. Kabir azâbını inkâr eden o kimse; “Ben kabir azâbının hak ol­duğuna inandım. Önceki bozuk îtikâdıma tövbe ettim.” dedi ve kolunu kabirden çıkardı. Baktıklarında elinde ve kolunda yanık izleri vardı. Ya­nında bulunanlar bu hâlin o inkârcı kimseye bir ders ve ibret olarak mey­dana geldiğini anladılar.

Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın büyüklerindendir. Sultan Abdülmecîd Hân hazretleri Selânik’e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni’ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbe­nin kime âid olduğunu sordu. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî’ye âid olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî’nin rûhâniyetine hitâben; “Ey Niyâzî-iMısrî, kıymetini takdir edemeyen kimselere bedduâ eylemiş­sin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği âşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam” diye yalvardı ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi. Sultan Abdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin tâmir edilmesi için emir verdi.

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Ha­lîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili ola­rak Meymûn bin Mihran şöyle anlatır: “Ömer bin Abdülazîz ile berâber bir kabristana uğradık. O, kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördü­ğün kabristanda yatanlar, babalarım Emevîlerdir. Bunların hepsi gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar yemektedir…” Hem böyle söylüyor, hem de ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu ki: “Vallahi burada, kimin azâbda olduğunu, kimin Allahü teâlânın azâbından emin olduğunu bilemiyorum.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri yine buyurdu ki: “Geçen gece ölüleri düşündüm. En samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen, oradan kaçarsın. Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular arasında kurtların kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bo­zulduğunu, vücûdunun pis hâle geldiğini görüp kendisinden nefret eder­din.” Bunları söyledikten sonra bayılıp düştü.

Âlimlerden birisi Ömer bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmek­ten yüzünde ve rengindeki değişikliği görerek; “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz “Sen beni ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp, yanaklarımın üzerine akdığını, dudakla­rımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın açık kalıp oradan irin ve cera­hatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün üzerine geldiğini, ba­ğırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile karşılaşır­dın.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi def­netmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı. Yanındakiler ona: “Ey müminlerin emîri! Sen bu cenâzenin sâhibi misin de, burada kaldın. Halbuki falanca cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin Abdülazîz onlara şöyle cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” dedi. Ben de; “Söyle ne yap­tın.” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim.” dedi. Tekrâr şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç sormu­yorsun.” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye sordum. Bana, “Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım.” dedi. Kabirden bu sözleri naklettikten sonra, Ömer bin Abdülazîz ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölü­yor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzet­lere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır. Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun ser­veti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onla­rın bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve hiz­metçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı.”

Kabir yine Ömer bin Abdülazîz’e şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradı­ğın zaman, dünyâda iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fa­kirlere de fakirliğinizden ne kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendile­riyle güzel güzel konuştukları dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Ni­çin susuyorlar? O dünyâ güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki rahatlıkla­rını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları baş­kalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimse­siz, sâhipsiz dolaşır oldu.

Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dün­yâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin var mı? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geli­yor! Yoksa susuzluktan, terlere boğan o korkudan sana rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin!

Ey insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğ­raşıyorsun. Ey aldanma içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapı­yorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle yaşar.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cumâ geçti ve vefât etti.

Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mümin, kabre konduğu zaman, dünyâda yapmış olduğu sâlih ameller, onu kuşatırlar.”

Tâbiîn devrinde Basra’da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatı­yor: Bir gün kabristana gitmiştim. Mezarlara bir baktığımda, dilsiz, sâkin ve sessiz bir topluluk gördüm ve onlara şöyle seslendim: “Cesetlerinizi ve ruhlarınızı birbirinden ayırdıktan sonra birleştirecek ve uzun bir imti­handan geçirdikten sonra sizi diriltip haşredecek olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir!..”

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kabir azâbıyla ilgili olarak buyurdular ki: Kabir azâbı, dünyâ sevgisini âhiret sevgisine tercih edenlere olur. İki­sinin sevgisi müsâvî, yâhut âhireti dünyâdan çok sevene kabir azâbı yoktur.”

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “Bir kimse, hep ölümü hatırlar, ömrünü ölüme ve ondan sonraki hayata hazırlamakla geçirirse, kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Ölümü hiç hatırlamaz, gafletle günleri geçerse, onun kabri Cehen­nem çukurlarından bir çukur olur.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birin­cisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkala­rında ise yoktur. Acabâ hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ haz­retleri de şöyle buyurdular: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Mâdem ki, siz örttünüz, biz bir şey demiyoruz. Ama bizim üze­rimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devâm etmektedir. Başka­le’de, Gayda’da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü yâni türbe içinde değildir.)

Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ankara-Eskişehir demiryolunun kenarında bulunan türbesi, 1948’de yo­lun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defâsında, döşenen rayların sökülüp, sekiz metre geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine Yûnus Emre için bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi. Yûnus Emre’nin yeni kabri, eskisin­den 100 m kadar ileride bir tepecikte yapıldı. Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merâsim yapmadan ça­lışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine dâvetsiz, ilânsız otuz binden fazla insan kalabalığı toplandı.

Yûnus Emre’nin kabri îtinâ ile açıldı. Bedeni, 700 seneden beri hiç bozulmamış bir hâlde, bir eli yüzünde, bir eli kalbinin üstünde, rahat bir şekilde uzanmış yatıyor görüldü. Mübârek bedeni oradan alındı, tabuta kondu ve kalabalığın elleri üzerinde, 100 metrelik mesâfe tam üç saatte katedildi. Yeni mezarına defnedildi. Yûnus Emre’nin vasıyeti şu idi: “Beni hocamın türbesinde, giriş yolu üzerine gömsünler!” Bundan murâdı, şey­hini ziyârete gelenlerin, kendisini çiğneyip de geçmeleriydi. Bu, hocasına ne ölçüde bağlı olduğunu göstermektedir.