KONYA EVLİYALARI - kainatingunesi.com

1. MEVLANA CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”

Büyük İslâm âlimi ve evliyâsıdır. Soyu, İbrahim Edhem hazretleri vasıtasıyle hazret-i Ebû Bekr’e “radıyallahü anh” ulaşır. 1207 (h.604) senesi Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (h.672) senesinde Konya’da vefat etti. Kabr-i şerîfi, Konya’nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.

Mevlâna hazretleri küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himayesinde yetişti. Manevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinde bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibin meleklerini görür, evliyânın rûhlarıyla konuşurdu. Melekler ve ricâl-i gayb ismi verilen Allahü teâlânın velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederdi. Zahiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnun kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgul olmaları için vazifelendirip; “Oğlum Muhammed’e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhametleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir arıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun.” derdi.

Sanki üçüncümüz sen idin?

Menkıbe -1 Talebelerinden Şemseddin Attâr anlatır: Mevlâna bir gün camide vâz ederken, mevzu; Hızır ile Musâ aleyhisselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesehat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş, bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak, verdim dediklerini anladım. “Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin” diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. “Anladım, sen Hızırsın, ne olur bana ihsân eyle!” dedim. Cevâben; “Şurada hazret-i Mevlâna varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder.” dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlâna hazretlerine anlatmak, için yanına varıp söze başlamadan; “Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur.” diyerek benim sözümü kesti.

Bütün Mahluklara karşı şefkatliydi

Menkıbe-2 Mevlâna hazretleri, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahluklara karşı çok merhametli idi. Bir gün Nefisüddîn Sivasî’ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir viraneye gitti. Nefisüddîn de gizlice onu takibe başladı. Sonunda, Mevlâna’nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlâna dönüşünde, Nefisüddîn’in kendisini takib ettiğini anlayıp; “Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır.

Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; “Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü Teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Esbâbım! Siz de O’nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin” buyurdu. Nefisüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlâna’nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz” dedi. Bunun üzerine Mevlâna; “Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkata ve ahbablarına da şüphesiz merhamet eder” buyurdu

Bu altınları çamura atınız

Menkıbe-3 Selçuklu Sultanı Rükneddin, Mevlâna’ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddin, Mevlâna’ya altınları arz edince; “Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!” buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyaya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlâna, talebelerine onların bu vaziyetlerini gösterek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahîret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden, alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünya için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünya malının muhabbetini kalbinize koymayınız, diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhîrete çalışmak lazım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tama yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyada saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye; mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel âhlâk sahibi olmaktır.” buyurdu.

Acele evi boşaltın

Menkıbe-4 “Sultan Rükneddin’in hanımı anlatır. Bir gün Mevlâna hazretleri âniden aramızda peyda olup, “Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın!” buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlâna’nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlâna’nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.

Ezâna hürmetin mükâfatı

Menkıbe-5 “Mevlâna hazretleri, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veyâ dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyurdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı mütevâzı bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırnadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı. Nihayet bir gün vefat etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hereketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; (O kulum, ismim anıldığı zaman ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun.) hitabı geldi.

Nasîhatleri:

1- Mevlâna hazretleri, bir gün oğlu sultan Veled’e; “Oğlum! Eğer Cennet’te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zira alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır.” buyurdu.

2- Mevlâna hazretleri, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; “Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyada da âhîrette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâima vermeyi, ihsan ve ikramlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.” buyurdu.

3- Oğlu Sultan Veled anlatır: “Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamamiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsimin isteklerinden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücahede eder halde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?” dedi. Bu suâle; “Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücadele etmiştir. Biz de öy!e yaparız.” cevabını verdi.

4- Mevlâna hazretleri vefatından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve; “Vefatımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne halde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü Teâlâ’nın izniyle size kendimi gösterir, maddi ve manevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdadınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bazı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve aşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terkedin, sefihlerle (bayağı, alçak kimselerle), câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayınız. Onları kendinize muhatap etmeyiniz ve hep iyi insanlarla beraber olunuz. Ya hayır konuşunuz veyâ susunuz. İnsanların sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

5- Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtîkad ile beni, Allahü Teâlâya vesile ederek duâ ederler, beni vesile ederek, O’ndan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de Rabbime yalvarırım. Böylece duâlarının neticesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar.” buyurdu.

6- Bir gün oğlu Sultan Veled’e şöyle nasîhat etti: “Ey oğul! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde ilim, edep ve takva üzerine bulun. Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazife edin. Fıkıh (din bilgilerini) ve hadîs-i şerîf öğren. Câhil sofulardan olma. Namazı her zaman cemâatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir. Makâma bağlı olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Yalnız kalma. Çok söz söyleme. Çok söz işitmek kalbe nifak verir. Söylenen sözü inkâr etme. Onun söyleyenleri ve sahipleri çoktur. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur. Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın. Dünya malına kapılma. Dünya arzusu dînin zayi olmasına sebep olur. Çok gülme ve kahkaha atma. Zira fazla gülmek kalbin ölümüdür.

7- Herkese şefkatle bak, Hâinlikle bakma. Dışını süsleme. Zirâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir. Kimseye hizmet buyurma. Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme. Zira inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzü göremezler buyururdu.

8- Mevlâna hazretleri; tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi vardır, buyurmaktadır, Bunun için;

“Gel, gel, her kim olursan ol gel!

Allah’a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.

Tevbeni yüz defa bozmuş olsan, bile gel” sözünün ona ait olduğu söylenmektedir.

Mesnevî-yi Şerîf ve Ney

Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî hazretlerinin en meşhur eseri mesnevisidir. Mesnevi’de yirmi dörtbin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî’sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır.

“Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddin-i Rûmi “kuddise sirrûh” ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi.

Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî “kuddise sirrûh” Mesnevî’sinin birinci beytinde buyuruyor ki:

“Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor” Burada ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Kâmil insanlar, kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramakla meşguldür. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında Ankara valisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhî’nde, ney’in insan-ı kâmil olduğunu dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düştüğünden, mesnevînin birinci beyitinde geçen “ney”i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dinimizin ve Celâleddîn-i Rûmî’nin “kuddise sirrûh” beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstadının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakta ise de, Mesnevî şerhlerini okuyarak, o hakikat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

Celâleddîn-İ Rûmî “kuddise sirrûh”, yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim (Mesnevî)sinde:

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,

Bî leb-ü bî gam mîgû, nâm-ı Rab!

buyuruyor ki, (O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini [kalbinden] söyle!) demekdir. Sonradan gelen din câhilleri, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu günâhlara ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlâna da böyle çalar ve oynardı. Biz mevlevîyiz, onun yolunda gidiyoruz diyerek, yalan söylemişlerdir.

2- SADREDDÎN-İ KONEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”

Konya’nın büyük velilerindendir Şâfi’î kelâm âlimlerindendir. Üvey babası olan Muhyiddîn-i Arabîden feyz aldı. 1210 Malatyada doğdu 1274 Konyada vefat etti. Kabri şerîfi Konyada kendi adıyla anılan camînin bahçesindedir.

Sadreddîn-î Konevî hazretleri Konya’da binlerce talebeye ders verdi. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Sa’îdeddîni Fergânî gibi bir çok hikmet ve tasavvuf ehli kimseleri yetiştirdi. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin vahdet-i vucud hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dine ve akla uygun olarak îzâh etti. Harâmlardan çok sakınır. Harâma düşme korkusu ile mubâhların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kırmaz, dünya malına asla meyletmezdi.

Niçin Konya’ya gelmiş

Menkıbe-1 Sadreddîn-i Konevî’ye üvey babalık ve hocalık yapmış olan Muhyiddîn-i Arabi hazretleri anlatır; “Bir zaman bana Anadolu’ya gitmem ilham edildi. Rabbime yalvarıp bu hicretden murad nedir, vârisim olup benden yardım isteyen kim olabilir diye arzettim. Bana şöyle cevap verildi: “Vârisin Sadreddîn-i Konevîdir. Hîcretden murad da ona manevi ilimleri öğretmendir”. Bunun üzerine Anadolu’ya geldim ve Sadreddîn-i irşâd ve Allahü Teâlâ’nın ona ihsânı olan bilgileri öğrettim.

Hâlis tövbe

Menkıbe-2: Bir gece hırsızın biri Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhındaki odasına girdi. Mücevher alırım ümidiyle bir yere gizlendi. Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin uyumasını bekledi. Hikmeti ilâhi o sırada nur yüzlü, bir zât kapıdan içeri girdi. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine selam verdi ve ona hitabederek “Ey gavs hazretleri! Yediler denilen evliyâdan birisi vefat etti şimdi onun yerine kimi tâyin buyurursunuz.” Sadreddîn-i Konevî hazretleri tebessüm etti ve “Ey Hızır kardeşim! Etrafı şöyle bir dolaş. Kim ki uyanık ve ayakta ise inşâallah odur!” buyurdu. Hızır aleyhisselâm eline bir çerağ alıp dolaşmaya başladı. Perde arkasına saklanmış hırsızı gördü. Onu alıp Sadreddîn-i Konevî hazretlerine götürdü ve efendim bu mudur, dedi. Hırsızın o anda büyük bir pişmanlık içinde olduğu görüldü Hâli tamamen değişmişti. Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bakıp; “Evet budur” buyurdular. Bunun üzerine o zât pişmanlığından ve hâlis niyet ile tevbe etmesi sebebi ile kimseninbilmediği Allah adamlarından biri oldu.

Son vasiyet

Sadreddîn-i Konevî hazretleri ömrünün, sonlarına, doğru şöyle vasiyette bulundu. “Rabbime hamdeder, Resûlullah efendimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” salat ve selâm ederim.

Ben yakînen inanıyorum ki cennet ve cehennem haktır. Amellerin tartılacağı mizan haktır. Ben bu îmân ile yaşadım ve bu îmânla vefat ediyorum.

Sevdiklerim ve talebelerim vefâtımın ilk gecesinde Allahü teâlânın beni her türlü azapdan bağışlaması ve beni kabûl etmesi niyeti ile yetmişbin kelime-i tevhîd yani Lâ İlahe İllallah okusunlar.

Defnedildiğim gün kadın-erkek, fakîr-kimsesiz ve düşkünlere kör ve kötürüm olanlara bin dirhem sadaka dağıtılmasını vasiyet ediyorum.

Bekâr olanlarınız Şam’a hicret etmeye çalışsın. Çünki yakında buralarda bir takım fitneler zuhur edecek ve çoğunuzun rahatı kaçacak ve size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Cenâb-ı Hakk’a havale ediyor ve ona bırakıyorum. Dostlarım beni duâlarında hatırlasın ve bana her türlü haklarını helâl etsinler. Benim bıraktığım bilgiler de onlara helâl olsun. Allahü Teâlâ’dan kendim ve sizin için mağfiret diliyorum. Yâ Rabbi beni mağfiret eyle. Şüphesiz sen merhamet edicisin.

(Sadreddîn-i Konevî hazretleri, yakında öyle bir fitne kopacak ki çoğunuzun rahatı kaçacak sözleriyle, Moğolların Selçuklu devletini yıkacaklarını ve çok zülm edeceklerine işâret etmişlerdir.)

Manevî kumandan

Menkıbe-3: Türbesine hizmet edenlerden biri anlatır: “Zamanın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi ziyârete geldi. Camide namaz kıldıktan sonra, Sadreddîn-î Konevî’nin nefsini terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını açtık. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzur ve se’âdet mekânı olan çilehaneye girdi. Uzun bir secdeden sonra Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-i Konevî’nin huzuruna gelip Allahü Teâlâ’ya, onu vesile ederek uzun bir duâ etti. Biz de âmîn dedik. Duâ bitince bize dönerek; “Bizler ellerimizdeki silâhlar ve diğer güçlerimizle memleketlerimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzurunda bulunduğumuz Sadreddîn-î Konevî ve onun emsali olan büyükler, bu memleketin hakîki kumandanlarıdır. Allahü Teâlâ’nın yardımı ve bunların mânevi destekleri olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun için biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin manevî kumandanlarını ziyâret ederiz.” dedi.

Kimsenin kalbini kırma

Menkıbe-4: Konevî Camiine; devamlı gelenlerden, biri anlatır: “Sadreddîn-i Konevî’yi iki defa rüyamda gördüm. İlk gördüğüm, gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden bir çok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki; “Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın.” Bu ihtar bana çok tesir etti. Ondan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalıştım.”

Derdîne çâre bulamamıştı

Menkıbe-5: Sultan Alâeddin zamanında Hâce Cihân adında Konya’da çok zengin biri vardı. Bu zenginin oğlu sara hastalığına tutuldu. Derdine çâre bulunamadı. Zenginin başvurmadığı tabib kalmadı. Bunun için çok para saffetti. Lâkin hiçbir çâre bulamadı. Hâce Cihân’ın yolu bir gün Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına uğradı. Derdini ona açıp şu dünyada bir oğlum vardı, o da sara hastalığına tutuldu. Ne olur şu çaresize bir derman olun, dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona oğlunun adını sordu. Hâce Cihan adı Ali Can, validesinin ismi Hân’dır, dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri, hizmetçiden kağıt kalem istedi E’ûzû Besmele okuyup Bîsmillâhillezî lâ-yedurru ma’asmihî şey’ün fil’ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul’alîm. E’ûzü bî-kelimâtillâhittâmmati kullîhâ min nefsihî ve ikâbihî ve şerr-i ibâdihî ve min hemezâti-ş şeyâtîn. yazdı ve duâlar etti. Hâce Cihân eve gittiğinde oğlunun sara illetinden tamamen kurtulmuş olduğunu anlayıp Sadreddîn-î Konevî hazretlerine karşı sevgisi arttı.

Peygamber Efendimiz imâm olmuş

Mevlâna hazretleri Sadreddîn-i Konevî’den              Buyurdu namaz için geçtiğimde ileri

Önce göç etmiş idi bu dünya aleminden                   Gördüm saf saf binlerce melekleri

 

Cenâze namazını vasiyyet gereğince                        Peygamber Efendimiz imâm olmuş onlara

Sadreddîn-i Konevî kıldırmak isteyince                      Cenâze namazını kılarlardı o ara

 

Birdenbire ağlayıp kendinden geçti fakat                  Sadreddîn-i Konevîydi ona hoca ve üstad

Bu halinden hiçbirşey anlamadı cemâat                   Mevlânadan sonra da o etti Hakk’a vuslat

 

Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını

Sonra suâl ettiler ona ağlamasını

3-ŞEMS-İ TEBRÎZÎ “ranmetullahi aleyh”

İsmi, Muhammed bin Ali’dir. Tebriz’de doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhur oldu. 1247 tarihinde Konya’da şehîd edildi. Mevlâna’nın medresesine defnedildi.

Benî evliyâya arkadaş eyle

Menkıbe-1: Kendisi anlatır: “Bir zamanlar Rabbime, beni kendi velilerin arasına koyup, onlara arkadaş eyle, diye yalvardım. Bunun üzerine bir gece rüyamda bana ; “Seni bir velîye arkadaş edeceğiz.” dediler. Ben de; “Peki o velî zât nerede bulunur?” dedim. Bana; “Aradığın velî Rum; diyârındadır.” dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyamda; “Daha bulacağın zaman gelmedi,” dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; “Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Hazretleridir,” diye ilham edildi. Bundan sonra Rum diyarına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı feda etmek üzere yollara düştüm “

Ölüden farkları yok

Menkıbe-2: Şems-î Tebrizî hazretleri ile Mevlâna, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems etrafına bir göz gezdirerek; “Hiç bir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da âhîret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu halleri  ile ölüden farkları yok.” dedi. Bunun, üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî Şems-i Tebrizî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır” diye duâ etti. Duânın akabinde gök yüzünde bulutlar toplanmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden herkes uyandı. Yakın evlerden “Allah Allah!” sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems, “İnsanların Rabbizimin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere, ihtiyâçları vardır. Ancak, böyle bir rehbere kavuşanlar; yer ve gök âfetlerinden; maddî ve manevî, bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp “Allah! Allah” demeleri gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîki uykudan uyanmaları cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir âlimi veyâ velisi sebebiyle olmaktadır.” buyurdu.

Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetti

Menkıbe-3: Sultanın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi ezberleyemez, çok kısa zamanda unuturdu. Hocaları onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-î Tebrîzî’nin huzuruna gelip, oğlunun durumunu, anlattı ve himmetini istirham, edip, Kur’ân-ı Kerîm öğretmesini istedi.  Şems-î Tebrîzî de kabûl buyurup; “İnşâallah her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler.” dedi. Orada bulunanlar bu söze şaşırdılar. Ertesi günden itibaren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur’ân-ı Kerîm’in tamâmını hatmeyledi.”

Başka çâreleri yok

Menkıbe-4: Şems-î Tebrîzî hazretleri bir gün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu. “Âhireti terkedip, dünyâya talip olan, ona muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çare yoktur. Âhireti isteyenlere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, din-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü Teâlâ’nın rızâsını isteyen kimselere, O’na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İImi taleb edenlere, yâni âlîm olmak isteyenlere herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünki kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakîr olurlar. Her kim fakîrliğe sabreder, kanaatkar olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Herkesin kendisinde bulunan iki şeyden birini öldürüp, diğerini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icâbeden şey nefsîdir. Çünki nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutmasi lâzım gelen şey de gönlüdür, kalbidir. Çünki gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyar olması düşünülemez.”

Şems-î Tebrîzî hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır:

1- Şems-î Tebrîzî hazretlerine; “İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?” dediler. Cevâbında; “Şu dört kimsenin kıymeti Allahü Teâlâ katında yüksektir. 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatkar ve sabreden fakîr, 3) İşlediği günâhlara pişman olup Allahü Teâlâ’nın azabından korkan kimse; 4) Takva, verâ ve zühd sâhibi; yâni harâmlardan sakınıp, harâmdır korkusuyla mubâhların, helallerin çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.” buyurdu. “Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?” diye sordular. Buyurdu ki; “İlim ve hilm” (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir.”

2- “İnsan oğlunun edebden nasibi yoksa, insan değildir, insan ile hayvan arasını ayıran edebdir.”

3- “Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdi ve Hıristiyan gördüğümde, Hak Teâlâ’nın onları hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse bana sövse, beni rencide etse, kırsa, ben yine ona duâ edip; “Yâ Rabbi! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle meşgul olsun demekten başka işim yoktur.”

4- MUHAMMED HÂDİMÎ HAZRETLERİ “rahmetullahi aleyh”

1701 senesinde Konya’nın Hâdım kasabasında doğdu. Sultan III. Ahmed Hân, sonra birinci Mahmud Hân tarafından İstanbul’a davet edildi. 1762 de vefat etti.

Çok merak etmiştim

Muhammed Hâdimî hazretleri eserlerine aldığı hadîs-i şerîflerin sahîh olup olmadığını iyice araştırır. Eğer şüphelenirse bizzat Peygamber Efendimiz’den sorup öğrenirdi. Medîne-i Münevvere’de Ravdâyı Mutahhâra Harem ağalığı vazifesini yapan Beşîr Ağa şöyle anlatır: “İstanbul’a gelmiştim. Padişah I. Mahmud Hân Harem-î şerîf hakkında malûmat almak için beni huzuruna çağırmıştı. Hal hatır sorduktan sonra; “Haremeyn-i Şerîfeyn’de nelere muttali oldun, neler gördün, diye suâl etti. Bende gördüklerimi şöyle anlattım: Ravday-ı Mutahhâra’da (Peygamber Efendimizin mubârek kabr-i şerîflerinin yanında cennet bahçesi buyrulan yerde) gece temizlik yapmak için çalışıyordum. Gece yarıma doğru Cebrail aleyhisselâmın Resulullâl efendimizle görüşmek için geldiği cibril kapısı birden açılıverdi. Bu sâatte gelen kimdir diye kapıya koştum. Sakallı, nur yüzlü biriyle karşılaştım. Bana selâm verdi. Selâmını aldım ve hoş geldiniz efendim, dedim. Bana gayet sessiz bir şekilde cevâp verdikten sonra Peygamber Efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübârek kabrinin, ayak ucuna doğru gitti. Arkasından baka kalmıştım. Orada bir müddet bekledi Kabr-i şerîfe karşı bazı şeyler söyledi. Çok dikkat etmeme rağmen söylediklerini anlıyamadım. İşi” bitince arka arka giderek huzurundan ayrıldı. Çok merak etmiştim. Yanıma geldiğinde büyük bir edeple’ “Siz kimsiniz ve nerelisiniz?” diye sordum. O da, ismim Muhammed’dir. Diyâr-ı rûmdanım. Konya-Hâdim’de ikâmet ediyorum, dedi. Bu gece ziyâretinizin hikmeti nedir, diye suâl edince, İmâm-ı Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediye kitâbını şerhediyorum. Bir hâdîs-i şerîfin sahîh olup olmağında şüpheye düştüm. Hemen gelip gördüğünüz gibi Resûlullah Efendimiz’in “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuru şerîflerinde bunu suâl eyledim. Sahîh olduğu buyuruldu” dedi.

Ondan sonraki günlerde yine aynı sâatlerde zaman zaman gelirdi. Geldiğinde odama götürür, kısa da olsa, sohbet ederdik. Artık onunla dost olmuştuk.

Beşir ağanın konuşmasını pür dikkat dinleyen pâdişâh I. Sultan Mahmud Hân Hadim’e bir haberci göndererek Muhammed Hâdimî’yi İstanbul’a davet etti. Davet nâmeyi bizzat Konya valisi Ali Paşa Hâdim’e giderek takdim etti. O geldiği gün Padişah, Muhammed Hâdimî hazretlerine sîma olarak çok benzeyen bir kaç kimseyi daha saraya getirtti. Maksadı Beşir Ağa’yı imtihan etmekti. Beşir Ağa’yı da huzuruna çağırdı. Misafirlerin huzura gelmesini bildirdi. Biraz sonra Muhammed Hâdîmî hazretleri ve ona çok benziyenler odaya girdiler. Beşir Ağa girenlerin arasından Muhammed Hâdimî’yi göstererek bahsettiğim zât işte budur dedi. Pâdişâh I. Sultan Mahmud Hân Muhammed Hâdimî Hazretleri’ne çok iltifatlar edip ihsânlarda bulundu.

Muhammed Hâdîmî’den Ayasofya Camii’nde bir ders vermesi istendi. Derste Padişah, Sadrazam, Hâdimînin hocası şeyhülislâm Kazâbâbi Ahmed Efendi ve diğer devlet ricali de bulunacaktı. Muhammed Hâdimî hazretleri hocasının bulunduğu mecliste vâz edemiyeceğini edeble belirterek affını istedi Ancak şeyhülislâm İrâdey-î senîyye (Padişahın emrinin) bulunduğunu, dersin mutlaka yapılmasını söyliyerek onu mahşeri bir kalabalık ile dolu olan Ayasofya Câmii’nin kürsüsüne çıkardı.

Sonradan bir risale halinde neşredilen Fâtiha sûresinin tefsirini kürsüde büyük bir vukufla yüksek bir hitabet örneği ile takrir eden Muhammed Hâdimî’nin bu dersi hocası olan şeyhülislâmın ağlamasına sebep oldu. Bu takrirden sonra Topkapı Sarayı’na çağırıp tebrik ve taltif edilen Hâdîmîye İstanbul’da kalması teklif edildi. Bu iltifatlara teşekkür etti ve münâsip bir lisanla Hâdim’e dönmek istediğini arzetti. İzin alarak Hâdim’e döndü.

Hadimi hazretlerinin oğluna yaptığı vasiyeti

Dünyaya düşkün insanlarla beraber olmak, tecrübe edilmiş bir zehirdir. Onlarla haşır neşir olmak, kesici bir oktur, onlardan çekin ve hilelerine karşı, müteyakkız, uyanık ol. Davetlerine mümkün mertebe gitme, onları dost edinmekten yüz çeviren biri demiştir ki: Onları zararlarının en azı, kendilerine yaptığın ziyâretler sebebiyle vakitlerini çalmalarıdır” Vakit ise senin malının sermayesidir. Ondan bir an geçer de, ömrün müddetince askerleriyle birlikte melikerin, hazinelerini sarfetsen bile, onu tekrar ele geçirmek mümkün değildir. Hazret-i Ali’den gelen bir sözde denilmiştir ki; “Ahâlîsi senden şikâyetçi olan bir beldede oturma. Zîrâ sen, onlarla beraber olmakla küçülürsün. Ahlâkı ve sîreti (yaşayıp) güzel, salah ve tevâzuu görülen kimse ile arkadaşlık etmek, çok güzel olduğu gibi bu kötülüklere karşı keskin, bir panzehirdir ve muazzam bir iksirdir. Sen böyle bir kimsenin sohbetinde hattâ mümkünse hizmetinde bulun. Sen onlardan olmasan da, ahlâkıyla ahlâklanmak, gidişat ve hikmetlerini anlamak maksadıyla sâlihleri sev.

Harâmlardan çekindiğin gibi şüphelilerden de uzak dur. Hâdîs-i şerîfde (Kim şüpheye düşerse, harama da düşer.) buyurulmuştur. Kimin söylediğine bakma, ne söylediğine bak. Dünyadan az bir şeye kanâat et, Çünki kimin gayesi kendisine kâfi gelecek olursa onun en azı bile kendisine yeter. Eğer gayesi zengin olmak ise, onu ihtiyaçsız kılmak, doyurmak mümkün değildir. Vadiler altın olsa başka bir vâdî ister. Dedenin, vefatından sonra rüyada tavsiye ve nasîhat isteyen babana yaptığı vasiyeti al. O şöyle demişti;

Şunlar sana nasîhat olarak kâfidir. Bak benim yanımda dünya malından bir şey var mı? Dünyaya kıymet verme. Dünya ehline ihtiyacını açma. İhtiyaç gösterirsen her şeye muhtaç olmaktan kurtulamaz, ömrün boyunca düşkün ve aşağı olursun ve hiçbir şeyi elde edemezsin, ihtiyacını yalnız Rabbine aç ve dâima onun emrine uy. İşte o zaman her şey sana muhtaç olur. Ve herşey hatta padişahlar senin peşine düşer. Bunlar nasîhatların anasıdır. Onlarla amel edersen hiçbir şeye muhtaç olmazsın.

Ömrünü seni ilgilendiren faydalı şeylere harca. Fırsat varken seni ilgilendirmeyen mâlayânî şeylerde zayi etme. Şu hâdîs-i kudsîye sarıl (Ey dünya bana hizmet edene sen de hizmet et) Kim dünyaya tabî olursa, felah bulmaz. Ahirette ise, kurtuluşa eremez. Dünyadan ve ona düşkün olanlardan arslandan kaçtığın gibi kaç Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” şu hâdîs-i şerîfini düşün (Dünya için orada kalacağın kadar çalış. Âhiret için de orada kalacağın kadar amel et. Allahü teâlâ için Ona ihtiyacın kadar amel eyle. Cehennem için ona sabredebileceğin kadar günâh işle. Dilediğin gibi yaşa, muhakkak ki sen öleceksin. Dilediğini sev, muhakkak ayrılacaksın. Dilediğini yap, muhakkak onun karşılığını göreceksin.)

Peygamber Efendimizin şu hâdîs-i şerîfine dikkat et; (Dünyada sanki bir garip veyâ bir yolcu gibi ol) O halde ömrünü boş şeylerle zayi etme. Tâatlere, ibâdetlere devam et. Bilhassa tefekkür (Allahü Teâlâ’nın büyüklüğünü nimetlerini ve âhireti düşünmek), tecvîd ve edeble Kur’ân-ı Kerîm okumak gibi tâatlerin en faziletlilerini yap. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm, okumak, Allahü Teâlâ ile konuşmak gibidir.

İnsanlara davranışın, sevgi, merhamet, şefkat, yumuşaklık, tevâzuu ve affetme gibi güzel ahlakla olsun. Sevgili Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Fazilet, senden kesilene gitmen, seni mahrum bırakana vermen, sana zulm edenî affetmendir.) buyurmuşlardır.

Sükûtu tercih et. Dilini sana lâyık olmayan şeylerden koru. Kendine iyi bir arkadaş seç. Nazargâh-i ilâhi olan kalbi harab edecek şekilde zahirini, dışını süslemek için çalışma.

Muhammed Hâdimî Hazretlerinin mühründeki Farsça şiirin manası şöyledir: “Yâ Rabbi! Varlığın hakkı için şu altı şeyi bana ihsân eyle” İmân, vücut sıhhati, ilim, amel ve ihlâs, cömertlik ve emirlerini yapabilmek.