MAZHAR-I CÂN-I CÂNÂN "rahmetullahi aleyh" - kainatingunesi.com

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden,
doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin
meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah’dır. Babası
Mirzâ Can’dır. Onun ismine izafeten Cân-ı Cânân
denilmiştir. 1111 (m. 1699) veya 1113 (m. 1701)
senesinde Ramazân-ı şerîfin onbirinde Cum’a günü doğdu.
1195 (m. 1781) senesinde Delhi’de şehîd edildi. Kabri, Şâh
Cihân Câmii yakınındaki Dergâh Câmii’nde olup, oradaki
dört kabirden biridir. Talebesi Abdullah-ı Dehlevî’nin de
kabri oradadır. Hz. Ali’nin soyundan olup, seyyiddir.
Yirmisekiz batında, soyu Hz. Ali’ye ulaşır. Ceddi ümerâdan
olup, Teymûriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Bütün
dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecaat, sehâvet (cömertlik) ve
dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış olup, beğenilen
ve medhedilen bütün üstün vasıflara sâhib idiler. Ayrıca
herbiri, devlet idâresinde mevki ve makam sâhibi idiler.
Babası Mirzâ Can, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve
kanâati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı.
Kızının nikâhı için ayırdığı yirmibeşbin rub’iyye miktarındaki
altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince,
tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde,
merhameti, üstün ahlâkı, insanî meziyetlerinin üstünlüğü
ile tanınmış bir zât idi. Zamanın mürşid-i kâmillerinden
olan Şâh Abdürrahmân Kâdiri’nin sohbetinde kemâle
gelmiştir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, daha küçük yaşta iken
alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâsının ve
fehminin (anlayışının) parlaklığını gören firâset erbâbı,
onun yüksek bir fıtrata sâhib olduğunu söylerlerdi. Babası,
onun terbiye ve ta’liminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok
dikkat göstermiştir. Daha küçük yaşta ilim, ma’rifet
öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmağa başlamıştı.
Kıymetli ömrünü çocukluğundan i’tibâren gayet iyi
değerlendirip, heba etmemiştir. İlim ve ma’rifeti yanında
ayrıca çeşitli san’at ve maharetleri öğrenmişti. Kendisi
şöyle demiştir: “Çocukluğumda İbrâhim aleyhisselâmı
rü’yâmda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine
çocukluğumda Hz. Ebû Bekr’i ne zaman hatırlayıp ismini
ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhâniyetini
gözümle görürdüm. Bana çok iltifâtta bulunurdu.” Yine
şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla
konuşuyordu, İmâm-ı Rabbanî hazretlerinden bahsettiler.
Ben o anda İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin rûhâniyetini
gördüm. Bana oradan kalkmam için işâret etti. Bu hâli
babama söyledim. Babam dedi ki: “Anlaşıldı ki, sen onların
yolundan istifâde edeceksin.” Allahü teâlâ benim tînetime
sünnet-i seniyyeye ittiba’ etme hasletini yerleştirmiş.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin fıtratında bir
yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kabiliyet,
onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı.
Buyurdu ki: “Aşk ve muhabbet, benim tînetimin
hamurunun mayasıdır.” Zamanın meşhûr âlimlerinden
onun hâlini görenler; “Bu çocuk âşıkane bir mîzâca
sâhibdir” demişlerdir. Babası ona şöyle demiştir: “Senin
dünyâya gelişin benim için çok mübârek oldu. Çünkü senin
doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâya
düşkün olmayı terkedip, kanâati tercih ettim.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: “Ben
onaltı yaşında iken babam vefât etti. Vefât etmeden önce
bana şöyle vasiyyet etti: “Bütün vaktini, kemâlâtı,
olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca.
Kıymetli ömrünü boş şeyler ile geçirme.” Babamın
vefâtından sonra vasiyyetine uyarak ilim öğrenmeye ve
öğrendiğim ilimle amel etmeye başladım. Büyük zâtların
sohbetlerine devam ettim. Ben bu hâlde iken
çevremdekiler, dedelerimin eskiden beri makam ve mevki
sâhibleri olması hasebiyle, benim de bir mevkî ve makam
sâhibi olmamı istediler. Bu iş için beni pâdişâhın sarayına
götürdüler. Fakat o gün pâdişâh hasta olduğu için
makâmında yok idi. Pâdişâhla görüşmem mümkün olmadı.
O günün gecesi bir rü’yâ gördüm. Rü’yâmda evliyânın
büyüklerinden bir zât, mezarından kalkıp yanıma geldi ve
kendi külahını benim başıma koydu. Rü’yâda gördüğüm o
zât, Hâce Kutbüddîn hazretleri idi. Bu rü’yâdan sonra
gönlümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Ondan
sonra, evliyâ zâtların sohbetine koştum. Onların sohbetine
kavuşma şevki, arzusu beni sarmıştı. Nerede büyük bir
zâtın olduğunu duysam, hemen onun ziyâretine giderdim.
O zamanın en meşhûr âlimlerinden biri de Kelîmullah Çeştî
idi. Huzûruna gittim. Hadîs-i şerîf dersi veriyordu. Sıra bir
hadîs-i şerîfin izahına gelmişti. O hadîs-i şerîfin izahında
şöyle dedi: “Bir gece vakti Resûlullahı (s.a.v.), cinlerden
biri hücum edip yakalamak istedi. Resûlullah (s.a.v.),
Süleymân aleyhisselâmın duâsını okuyup, cinnin
tasallutundan kurtuldu.” Onun böyle izahı sırasında, böyle
bir sözü söylemesinin sebebini düşünerek; “Acaba bundan
ne kastediyor” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp; “Bu
hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, bir talebeye onun hocasından
izinsiz başka bir hoca tasarrufta bulunamaz” dedi. (Bu
sözüyle onun asıl mürşidinin başka bir zât olacağına işâret
etmiştir.)
Bu zâttan sonra Şâh Muzaffer Kâdirî’nin ziyâretine
gittim. Sohbetini dinlerken orada bulunanlardan biri;
“Şimdi, zamanımızda ebdâl ve evtâd denilen evliyâ zâtlar
var mıdır?” diye sordu. Bu suâl üzerine; “Allahü teâlânın
dostları, sevgili kulları olan evliyâ zâtlar her zaman
bulunur. Her kim ebdâl denilen evliyâ zâtlardan birini
görmek isterse şu gence baksın!” diyerek beni gösterdi.
Ben o sırada henüz tasavvufda yetişmeye başlamamıştım.
O zât firâset nûruyla benim hakkımda böyle buyurmuştu.
Sonra Şâh Gulâm Muhammed Muvahhid’in ziyâretine
gittim. Onun dergâhı Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin
dergâhı gibi, sabır, kanâat, zühd ve tevekkül dergâhı idi.
Daha sonra da Mîr Hâşim Câlîserî’nin sohbetine gittim. Bu
zât, hocasının beşbin hatim okuduğunu söylemişti. Mir
Hâşim Câlîseri’nin vefâtı yaklaşınca, kendisine Keşmir’de
vefât edeceği ilhâm olunmuş. Bunun üzerine o anda
Keşmir’den çok uzak bir yerde olmasına rağmen,
kerâmetiyle bir anda Keşmir’e gidip, orada vefât etmiştir.
Bu evliyâ zâtlardan başka pekçok büyük zâtın sohbetinde
bulundum.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir mektûbunda şöyle
yazmıştır: “Birkaç defâ bu fakirin neseb ve hasebini, ya’nî
baba ve annelerinin kim olduklarını sormuştunuz. Aslında
bu fakirin vücûdu, başlangıçta bir damla su, sonunda ise
bir avuç topraktır. Babalarımdan bahsetmek îcâb ederse,
şöyle derim: “Yirmisekizinci batında dedemiz hazret-i Ali’ye
ulaşmaktadır. Emîr Kemâleddîn ismindeki dedem, 800 (m.
1398) yıllarında Tâif’den Türkistan’a geldi. O memlekette
bulunan Kaksalân reîsinin kızıyla evlendi. Kaksalân reîsinin
oğlu olmadığı için, o havâlinin idâresi Emîr Kemâleddîn’e
ve evlâdına kaldı. Hümâyun Şah, Hindistan’ı Afganlıların
elinden alınca, o hânedandan soyu üç vâsıta ile adı geçen
emîre ulaşan Mahbûb Hân ve Bâbâ Hân adındaki iki kardeşi
de birlikte getirdi. Bu ikisi Ekberî târihlerinde yazılıdır. Bu
büyüklerin nesebi ise Timur Hân’a ulaşır. Fakirin nesebi
ise, dört vâsıta ile Bâbâ Hân’a ulaşır. Babam, Evrengzîb’in
hizmetinde ömrünü tamamladı. Ömrünün sonunda,
makam ve me’mûriyeti bırakıp, dünyâdan el çekti. Kadirî
yolunun halîfelerinden bir büyüğün hizmet ve huzûru ile
şereflenip, kesb-i kemâlât eyledi. 1130 (m. 1717)’de vefât
etti.
Bu fakîr 1113 (m. 1701) senesinde dünyâya gelmişim.
Babam vefât ettiği zaman, ben onaltı yaşında idim. Bütün
varlığımla yüzümü dünyâdan âhırete döndüm. O zamanki
ilimleri babamın sağlığında tahsîl ettim. Hadîs kitaplarını,
Şeyh-ül-muhaddisîn Şeyh Abdullah bin Sâlim Mekkî’nin
yetiştirdiği Hacı Muhammed Efdal Siyalkûti’nin huzûrunda,
Kur’ân-ı kerîmi, Şeyh-ül-kurrâ Şeyh Abdülhâlık Şevkî’nin
talebesi Hâfız Abdürresûl Dehlevî’den okudum. Nakşibendî
yolunda mutlak icâzeti, iki vâsıta ile İmâm-ı Rabbanî
Müceddîd-i elf-i sânî’ye (k.s.) ulaşan Seyyid Nûr Muhamed
Bedevânî hazretlerinden aldım ve ömrümün bir kısmı onun
hizmet ve huzûrunda geçti. Onun vefâtından sonra, bu
yolun diğer büyüklerinden istifâde ettim. Sonunda yine iki
vâsıta ile İmâm-ı Rabbanî hazretlerine ulaşan Şeyh-uşşuyûh
Muhammed Âbid hazretlerinin feyz saçan huzûr ve
sohbetine kavuştum. Bir zaman hizmetlerinde bulundum.
Kadirî, Çeştî ve Sühreverdî yollarında da icâzet aldım.
Bugün 1185 (m. 1771) senesidir, bu büyüklerin yolunda
otuz yıldır, Allahü teâlâyı isteyen tâlibleri terbiye ile
meşgûlüm. Allahü teâlâ sonumu Habîbinin (s.a.v.) bereketi
ile hayırlı eylesin.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, küçük yaşta zâhirî
ilimleri öğrendikten sonra tasavvufa yönelip, Seyyid Nûr
Muhammed Bedevânî’den feyz alarak yükseldi. Dört sene
bu hocasının sohbetine devam edip hilâfet aldı. Hocası
Seyyid Nûr Muhammed’in, vefâtından sonra, altı sene Şeyh
Gülşenî ve oniki sene Muhammed Efdal ve Hâfız
Sa’dullah’ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i Senâmî’nin
sohbetlerine devam ederek tasavvufda Müceddidiyye
yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye,
Ceştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da
icâzet (diploma) aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten
sonra insanları irşâd etmeye başladı. Derslerine ve
sohbetlerine âlimler, âmirler, veliler ve halk devam edip
ondan feyz aldılar. Mîr Müslîman, Senâullah Pâni-pütî,
Gülâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi
büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.
Tasavvufda hocası olan Seyyid Nûr Muhammed
Bedevânî hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır:
“Onsekiz yaşında idim. Bir zât bana Seyyid Nûr
Muhammed Bedevânî hazretlerinin büyüklüğünden,
kemâlâtından bahsetmişti. Onun üstün vasıflarını işitince,
gayr-ı ihtiyârî kalbim ona tutuldu, huzûruna gittim.
Mübârek yüzünü görünce ma’rifet sâhibi bir zât olduğunu
anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin
emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi.
Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice
anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzûrunda
kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrunda dirilip itminâna
eriyor, Hakka kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni
talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihâresiz talebe
kabûl etmediği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o
kadar bereketli ve te’sîrli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin
kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine
kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.
Haramlardan sakınmayı çok tenbîh ederdi. Bir talebesi
sokakta harama” baksa, sohbeti sırasında, “Sizde günah
zulmeti görünüyor!” derdi. Yolda bir fâsıkla, sarhoşla
karşılaşsak, huzûruna gidince; “Sizde şarab zulmeti
görünüyor” diyerek buyururdu ki: “Fâsık kimseler ile
karşılaşmak bâtın nûrunu örter.” Allah korusun ya günah
işleyip, fâsık olmak nasıl olur. Bunun gibi talebeleri duâ ve
zikirle meşgûl olsa, Kelime-i tevhîd söylese, onu da
müşâhede ederdi. Huzûruna Kelime-i tevhîd okuduktan
sonra gittiğimde; “Bugün Kelime-i tevhîdi çok oku”, eğer
birgün okumasam; “Bu gün seni nûrlardan uzak
görüyorum!” buyururdu.
Kısa zamanda Nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin
sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum.
Beni öyle bir muhabbet-i ilâhî sarmıştı ki, cezbenin
(çekilmenin) çokluğundan uykuyu, istirahatı, yemeyi,
içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma
yalın ayak, baş açık, viranelerde dolaşmaya başladım.
Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep
kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde
geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim.
Nihâyet o hâle geldim ki; “Rabbini görüyormuş gibi
ibâdet et” hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım.
Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine ulaştım. Büyüklerin
tar’rîf ettiği maksada, sırr-ı tevhîde kavuştum… Hocam
Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî’nin sohbetine dört sene
devam ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet
i’tikâdı üzere olmamı, sünneti seniyyeye uymamı ve
bid’atlerden sakınmamı vasiyyet etti.”
Kendisi ilim tahsîlini şöyle anlatmıştır: “Fârisî lisanım ve
diğer ba’zı bilgileri babamdan, Kur’ân-ı kerîmi, tecvîd ve
kırâat ilmini Kâri Abdürresûl’den, aklî ve naklî ilimleri de
zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Babamın vefâtından
sonra da, Hacı Muhammed Efdal’den, tefsîr ve hadîs ilmi
öğrendim. Onbeş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim
hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye
etmişti. Bunun bana öyle bir bereketi oldu ki, zihnim iyice
açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim.
Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere
ders verdim. Bundan sonra tasavvufa yönelme arzusu iyice
fazlalaşmıştı. Bir defâsında rü’yâmda gaybdan bir ses;
“Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidâyete kavuşması ve
onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması senin
sebebinle olacak!” dedi. Bu rü’yâyı da görünce tasavvufa
yönelip, bâtın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti.
Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nûr Muhammed
Bedevânî’nin huzûruna gidip, ona talebe oldum. Beni
talebeliğe kabûl edip, çok iltifât ve ihsânda bulundu. Benim
hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu’ ile, büyük bir sevgi ve
alâka gösterdi. Birgün, ikimiz karşı karşıya otururken; “İki
güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri
görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem
nûrlanır” buyurdu. Yine birgün bana; “Sende Allahü
teâlâya ve resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir.
Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana
Şemseddîn Habîbullah ismi verildi” buyurdu ve
talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti.
Ben hocamın sohbetine devam ederken, havale ettiği o
talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım.
Her ne kadar Resûlullahın (s.a.v.) zamânında bulunup
görmekle şereflenmedik ama, Allahü teâlâya binlerce
şükürler olsun ki, Resûlullahın nâiblerinden olan (O’nun
yolunu anlatan) hocam Seyyid Nûr Muhammed
Bedevânî’nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın
meyvesi, asıl maksat ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına
kavuştum. Birgün büyük bir tevâzu’ ile benim
ayakkabılarımı çevirip, giymem için koydu ve; “Sen, Allahü
teâlânın makbûl kullarındansın” buyurdu. Yine
hocalarımdan Hacı Muhammed Efdal; “Sendeki nisbetin
kemâlâtından dolayı ayağa kalktım” diyerek, beni görünce
ayağa kalktı ve defâlarca; “Allahü teâlâ senin gibileri
çoğaltsın” buyurdu. Yine hocalarımdan Hâfız Sa’dullah
bana iltifâtlarda bulunup; “Sen bizim medâr-ı
iftihânmızsın” buyurdu. Bir defâsında İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin soyundan olan ve Serhend’e giden bir zâta;
“İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin kabrini ziyâret edince,
benim selâmımı da söyle” diye tenbîh ettim. O zât gidip
döndükten sonra, durumu bana şöyle anlattı: “İmâm-ı
Rabbanî hazretlerinin kabri başına varıp ziyâret ettim ve
sizin selâmınızı söyledim. Sizin selâmınızı söyler söylemez,
mübârek başını göğsüne kadar mezardan çıkarıp; “Hangi
Mirzâ, bizim hangi divânemiz, hangi âşığımız? aleyke ve
aleyhisselâm (sanada ona da selâm olsun)” buyurdu. Sizin
vâsıtanızla ben de bu saâdete kavuştum” dedi.”
Hadîs âlimlerinin meşhûrlarından olan Şâh Veliyyullah
buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bize sahih keşfler ihsân eyledi.
Bu zamanda, hiç bir yerde Mirzâ Cân-ı Cânân’ın benzeri
yoktur. Makamlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine
gelsin!” Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifâde
etmeleri için Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirdi.
Ona yazdığı mektuplarda; “Allahü teâlâ, fazîletlerin tecellî
yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün
müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” derdi.
Yine hadîs âlimlerinin büyüklerinden Hâcı Muhammed
Fâhir de şöyle demiştir: “Mirzâ Cân-ı Cânân’ın, Resûlullahın
(s.a.v.) sünnet-i seniyyesine tâbi olma husûsunda büyük
bir şânı vardır. Bir gece rü’yâmda şöyle, gördüm:
Resûlullahın (s.a.v.) kapılarında eğerlenip donatılmış iyi
cins bir binek atı vardı. “Bu at kimindir?” diye sordum.
Birisi bana; “Bu Resûlullaha (s.a.v.) âittir” dedi. Sonra içeri
girdim, başka birisi; “O at Mirzâ Cân-ı Cânân’ındır” dedi.
Bu rü’yâmı ta’bir edip anladım ki, Mirzâ Cân-ı Cânân’ın
yolu, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymakdır.
Resûlullahın (s.a.v.) bildirdiği, doğru yolda ilerlemekdir.
Mevlevî Senâullah Sebinhelî şöyle anlatmıştır:
Rü’yâmda Peygamber efendimizi görüp; “Hocam Mirzâ
Cân-ı Cânân’ın yolu ve hizmetleri makbûl ve mu’teber
midir? dedim. “Evet” buyurdu. Hz. Ebû Bekr de vardı. O da
tasdîk etti.”
Hâcı Muhammed Efdal’in halîfelerinden Şeyh
Muhammed A’zam da şöyle buyurmuştur: “Bu zâtın (ya’nî
Mirzâ Cân-ı Cânân’ın) büyük bir şânı vardır. Başka bir
kimse onunla kıyas olunamaz.” Hâce Mîr Derd de şöyle
buyurmuştur: “Mirzâ Cân-ı Cânân’ın eshâbından,
talebelerinden her kimi gördüysem, azîzânın (büyüklerin)
nispetinden büyük pay almış, derecelere, hâllere ve
makamlara kavuşmuş buldum.” Şeyh Abdüladl Zebîrî
hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Bugün Mirzâ Cân-ı
Cânân’ın huzûrunda Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
toplanan tâliblerin toplanması gibi bir cemâat hiçbir yerde
yoktur. O, zamanımızda İmâm-ı Rabbanî Müceddîd-i elf-i
sânî hazretlerinin vekîlidir.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Allahü
teâlâ bize akl-ı kâmil, isâbeti re’yi beliğ ihsân etti. Saltanat
işlerinin idâresi ve memleketin nizâmı husûsunda, herkesin
hâline uygun en güzel usûlü öğrenmiş idim. Bunun için
zamanın meşhûr ümerâsı, alacakları silahları ve diğer
mühim şeyleri bizden sorarlar ve bizden aldıkları cevâba
göre hareket ederlerdi.” Yine şöyle buyurmuştur:
“Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra
bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne
olduğunu tanırdım. Onun âdemiyyet cevherini ve
kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun (tarîkatın)
nûruyla insanların saâdet veya şekavet ehli olduğunu,
alınlarından okurdum.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kemâl derecede zühd
ve tevekkül sâhibi idi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün
olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen
hediyeleri kabûl etmezdi. Kabûl ettiği çok nâdir olurdu.
Zamanın pâdişâhı Muhammed Şâh, vezîri Kameruddîn Hân
ile Mirzâ Cân-ı Cânân’a haber gönderip, şöyle dedi. “Allahü
teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne
geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif üzerine şu cevâbı
verdi: “Allahü teâlâ Kur’ân-ı katımda; “… Onlara şöyle
de; dünyânın metâı pek azdır…” (Nisâ-77) buyurarak
dünyânın yedi iklimindeki mal ve mülkün az birşey
olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de
Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun
kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise, ondan
uzak durmaktır.” Yine o havalenin ümerâsından biri,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri için bir dergâh yaptırdı ve
bütün dervişlerin ihtiyâcını da karşılıyacağını bildirerek
kabûl etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri kabûl etmedi ve; “Bizim için her yer birdir.
Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdîr edilmiştir.
Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi
sabır ve kanâat olup, bu kâfidir” buyurdu.
Nevvâb Hân Firûzcenk, Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski
bir elbiseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında
bulunan adamlarından birine; “Biz ne bedbaht insanız ki
büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona
hizmet etmekle şereflenemiyoruz” dedi. Bu hâdise üzerine
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; “Biz, zenginlerden birşey
kabûl etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz
batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar
kabûl etmedik” buyurdu. Sonra Nevvâb Nizâmülmülk,
otuzbin rub’iyye para hediye etmek istedi. Kabûl
buyurmadı ve; “Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu
fakirlere dağıtınız” dedi. Yine Afgan serdârlarından biri,
eşrefi denilen üçyüz altın göndermişti. Bunu da kabûl
buyurmayıp; “Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lazımsa
da, mutlaka kabûl etmek lâzım olduğuna dâir bir emir
yokdur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve ihtiyâtla, haram
karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri
getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın
ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helâlden
hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabûl etmeyiz.
Onda insanların hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesabını
vermek zordur. İmâm-ı Tirmizî’nin (r.aleyh) Ebû Berze’den
(r.aleyh) getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet günü herkes, dört suâle
cevap vermedikçe hesapdan kurtulamıyacaktır:
Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını
nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini,
bedenini nerede yordu, hırpaladı.” Bunun içi çok dikkat
etmek lâzımdır” buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân’a yine ümerâdan biri Hindistan’ın
meşhûr meyvesi olan “Enbe”den (Hint kirazı) bir hediye
göndermişti ve kabûl etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun
üzerine iki tâne “Enbe” alıp gerisini iâde etmişti ve “Bu
fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor” buyurdu.
Biraz sonru huzûruna bir bahçe sâhibi gelip “Falan emîr,
size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye
etti” dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilmesini
ve himâye edilmesini söyledi. Sonra da; “Sübhânallah,
onun getirdiği bu yiyecek bizim bâtınımıza zararlı oldu”
buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli olan kimselerin
ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine şöyle
buyurdu: “Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan
zenginlerin ikrâm ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin
ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri
hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç
alıyorlar.”
Bir defâsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gâfil
birine âit olan bir ekmeği talebeleri paylaşmışlar, bir parça
da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine vermişlerdi. O gece
teravih namazından sonra yenilen o ekmek sebebiyle,
bâtınlarına te’sîr edip zarar verdiğini belirterek; “Bu
zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur’ân-ı kerîm’i
dinlemekle kurtuldum” buyurdu. Talebesi Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri bu söz üzerine: “Şüpheli bir lokma,
onların mübârek bâtınlarında nûr deryâlarında böyle bir
değişmeye, zarara sebeb olursa, bizim hâlimize ne denir.”
buyurmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu husûsta
şöyle buyurmuştur: “Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete
kavuşturmalı ve tâatın nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği
zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanâatı seçmeli.
Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getirmelidir. Resûlullahın
“Allahım! Âl-i Muhammed’in rızkını kâfi gelecek
kadar kıl” buyurduğu duâsına uygun olarak, insân için
lâzım olan şeyleri kâfi gelecek kadar istemelidir.
Eshâb-ı Kirâm da böyle duâ ederdi. İsrâfa düşürecek
kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir
olmamalıdır. İnsanların çoğu bu hâlden düşmüştür. Bu
hâlde iken ölüm gelip yakalamaktadır. Kulluk vazîfesini
yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara
bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir. Allahü teâlâya
kavuşmak ve Resûlullahın (s.a.v.) dîdârını, mübârek
yüzünü görmektir.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hocalarına büyük bir
muhabbet ve ihlâs ile bağlı idi. Bilhassa İmâm-ı Rabbanî
hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye
kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle
kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına
kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve
makbûl kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet
beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en
kuvvetli vâsıtadır” buyurdu.
Menkıbeleri ve kerâmetleri:
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir
defâ cihânın süsü, kâinatın Serverini (s.a.v.) rü’yâda
görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O
kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu
esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, ya’nî İmâmı
Rabbanî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah,
onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; “Yâ
Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır” diye arzettim.
“Onlar bizim sözümüzü tutarlar” buyurdu. Onlardan bir
azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; “Yâ
Resûlallah, hazretiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne
buyurursunuz?” diye arzettim. “Ümmetimde onun bir
benzeri başka kim vardır?” buyurdu. “Yâ Resûlallah!
İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûbât’ı, mübârek
nazarlarınızdan geçti mi?” dedim. Buyurdu ki: “Eğer ondan
hatırladığın bir yer varsa oku.” Ben de, İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin ba’zı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ
için; “O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ’dır, (ya’nî
Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi
tasavvur ederse O değildir)” buyurduğunu okudum.
Resûlullah (s.a.v.) bunu çok beğendi ve; “Tekrar oku”
buyurdu. Ben de tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel
buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti. Sabah olunca
büyüklerden bir zât erkenden gelip bana dedi ki: “Ben bu
gece rü’yâmda sizin bir rü’yâ gördüğünüzü gördüm. O
rü’yâyı bana anlat.” Ben ona gördüğüm rü’yâyı anlattım.
Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rü’yâda,
Resûlullahın (s.a.v.) mübârek nefesinin ve sohbetinin
bereketiyle kendimi tamamen nûr ve huzûr içinde buldum.
Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu
rü’yânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım.”
Birgün Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
talebelerinden biri huzûruna gelip; “Efendim! Kardeşim,
Azîmâbad’a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftirâya
uğrayıp haksız yere hapsedilmiş. Kurtulması için duâ ve
teveccühde bulunmanızı istirhâm ederiz” dedi. Bunun
üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân bir mektup yazıp, kardeşine
ulaştırması için ona verdi ve; “Bu eline geçtikten bir saat
sonra hapisten kurtulur” buyurdu. O talebe mektûbu
kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi hapisten kurtuldu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, büyük günah işlemiş
bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi.
“Bu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının îmanlı
olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl
(Yetmişbin Kelime-i tevhîd) sevâbı bağışlıyacağım. Îmânı
varsa affolur” buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını
bağışladıktan sonra; “Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i
tayyibe, te’sîrini gösterip azâbdan kurtuldu” buyurdu.
Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse, kendisi için veya başkası
için yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa,
günahları affolur” buyuruldu.
Seyyid Gulâm Ali (Abdullah-ı Dehlevî) hazretleri anlatır:
“Birgün Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde
bulunuyordum. İhtiyâr bir adam gelip; “Şeyhin şöhreti
Rahmânî mi, yoksa değil mi? Onu anlamağa geldim” dedi.
Bu küstahça söz karşısında, Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri son derece müteessir oldu ve öfkelenerek o
ihtiyâra, keskin ve dik dik baktı. O esnada ihtiyâr yere
düşüp çırpınmağa başladı. Sonra; “Tövbe ettim. Allah için
beni affet” diye yalvarmağa başladı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri, Allahü teâlânın ismi araya girince, kalktı ve
ihtiyârın kolundan tutarak kaldırdı, ihtiyâr hemen düzeldi.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini sevenlerden bir zât,
birgün murâkabeden sonra, mübârek eteğini tutup;
“Kızımın bir oğlu olacağını bana müjdelemezsen eteğini
elimden bırakmam” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri
biraz murâkabeden sonra; “Gönlün hoş olsun! Cenâb-ı Hak
senin kızına bir erkek çocuk ihsân eyledi” buyurdu.
Hakîkaten bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek
çocuğu oldu.
Birgün yağmur yağmıştı. Soğuk ve şiddetli de bir rüzgâr
esiyordu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri üşüdü. “Yâ
Rabbî; üzerimize değil etrâfımıza yağsın!” buyurdu.
Üzerlerindeki bulut etrâfa doğru açıldı, dağıldı. Duâsının
bereketi ile üzerlerine yağmadı.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri talebeleri ile birlikte bir
yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek
yoktu. Gittikleri yerde de misâfir kalabilecekleri bir
tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu
bildiklerinden merak edip; “Bakalım hâlimiz ne olur?”
diyerek yola devam ettiler. Her yemek vakti geldiğinde,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kerâmeti ile gaybdan
önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve
gayet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri
yiyip yolculuğa devam ettiler. Talebeleri hayatlarında öyle
güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hâl
seferlerinden dönünceye kadar devam etti.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bir defâsında birisine
gücendi ve; “Sıddîk-ı ekbere (r.a.) kadar bütün meşâyıhın,
ondan yüz çevirdiklerini gördüm” buyurdu. Ve o adam üç
gün sonra öldü.
Bir kimse, ölüsünün azâbda olduğunu rü’yâda görüp,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine mağfiret olunması için
duâ etmesini istirhâm etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri
de duâ edip; “Allahü teâlâ, ölünün günahlarını mağfiret
eyledi” diye de ona müjde verdi. O kimse tekrar ölüsünü
rü’yâda gördü ve ölüsü kendisine; “Hazret-i Mazhar’ın
duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum” dedi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, ekseriya, talebelerine
yüksek müjdeler verirdi. Ba’zı eksik kimseler bunu inkâr
ettiler. Bu inkârlarını keşfedip onlara; “Bana
inanmıyorsanız, eski evliyâdan hakem seçiniz. Gelsin ve
sözlerimin doğruluğunu ondan dinleyiniz” buyurdu. Onlar,
en büyük hakem Resûlullahdır (s.a.v.) dediler. Peki
buyurdu. Sonra teveccüh etti ve Fâtiha okudu. O münkirler
de murâkabe ettiler. Murâkabe esnasında Resûlullahı
gördüler. Kendilerine; “Mazhar’ın müjdeleri doğrudur”
buyurup inkâr edenlerini men eyledi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bir komşusu vardı.
Onu severdi. Ölüm hâline gelmişti. Şefkatinin
çokluğundan; “Yâ Rabbî, onun ayrılığına dayanamam, ona
en kısa zamanda şifâ ver” dedi. Hemen şifâ buldu. Sanki
hiç hasta olmamıştı.
Vefâtı: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, şehid olarak
vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, bu fâni dünyâdan
gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için
bambaşka bir aşk ve şevk içinde idi. O günlerde ibâdet ve
tâatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve
sevenleri akın akın onun sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri
ve murâkabeleri büyük bir huzûr hâli içinde geçiyordu.
Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden
ziyâde olurdu. Sohbetinde bulunanlar bereketlere ve
feyzlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde
talebelerinden Molla Nesîm, memleketine gidip dönmek
üzere izin istediğinde, bu talebesine; “Artık seninle bir
daha görüşeceğimiz ma’lûm değildir!” buyurdu. Bu
sözleriyle vefât edeceğine işâret etmişti. Bunu işiten
talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar.
Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla
Abdürrezzâk’a yazdığı bir mektupda; “Ömrüm seksen
yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duâda bulun!” diye
yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı
mektuplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.
Yine vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu ni’metleri
dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: “Kalbimden
her ne geçtiyse ve her ne ni’mete kavuşmak istediysem,
Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakiki ile
şereflendirdi ve çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere
istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği
şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti.
Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün
olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya
yaklaşmakda, yüksek derece olan şehitlik derecesine
kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik
şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım,
vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehitliğe
kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen,
istemiyenlere şaşılır, ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya
sebeptir. Ölüm, Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret etmeye,
evliyâya kavuşmaya, onların mübârek yüzlerini görerek
mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah (s.a.v.),
Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâm, Emîr-ülmü’minîn Hz.
Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasen, Cüneyd-i Bağdadî, Şâh-ı
Nakşîbend Bahâeddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sâni
İmâm-ı Rabbanî hazretleri ile görüşmeye, onlara
kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsi
bir muhabbet vardır. Onlar zâhirî ve bâtınî şehâdete
kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri böylece, şehitlik
derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti.
Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip
gidenler iyice artmıştı. 1195 (m. 1781) senesinin
Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının
önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi
ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri
girdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna girince,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin dediler. Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretleri de; “Evet benim” buyurdu. Meğer bunlar
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek
üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip
hançer vurmaya başladılar. Vurulan hançer darbesi kalbine
yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere
yıkılmıştı. Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân
sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe; “Çabuk
gidip bu mübârek zâtı tedâvi et, onu yaralayanlar da
yakalanınca kısas yapılsın” dedi. Frenk tabib gidip Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp
kasten Nevvâb Necef Hân’a; “İyileşip kurtulur, başka tabib
göndermeye lüzum yok” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı.
Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cum’a günü
idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi
vaktinde; “Günün bitmesine kaç saat vardır? buyurdu. Dört
saat vardır dediler. O gün hem Cum’a, hem de aşure günü
idi. Akşam olunca üç defâ derin nefes aldı ve şehid olarak
vefât etti. Vefâtında ebced hesabında târih olarak meâlen:
“Allaha ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar
Allahın kendilerine ni’met verdiği, Peygamberlerle,
sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler.
Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!” buyurulan Nisâ
sûresi 69. âyet-i kerîmesinden; “Ülâike ma’allezîne
en’amellahü aleyhim” kısmı söylendi. Yine Peygamber
efendimizin (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde; “Medhe şayan
olarak yaşadı ve şehid olarak öldü” ma’nâsında; “Âşe
hamiden mâte şehîden” buyurduğu kısım ile ebced
hesabına göre vefât târihi söylendi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehid olarak vefât
etmesinden sonra, sevenleri, onun büyük bir kayıb
olduğunu ifâde eden rü’yâlar görmüşlerdir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslâmiyetin yayılması
ve insanların hakiki saâdete kavuşmaları için çok üstün
hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan
kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik
yapmakla vazîfelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları
yerlerde insanlara İslâmiyeti öğretmişler, îmânlarının
vicdânileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu
yerde İslâmiyete uyulmasına, güzel ahlâkın yayılmasına ve
insanların birbirlerine karşı iyi muâmelede bulunmalarını
sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onlar
vasıtasıyla temiz bir hayat yaşamak ve saâdete
kavuşmakla şereflenmişlerdir.
Talebeleri: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
yetiştirdiği talebelerden elli tanesi, tasavvufda “Makâmât-ı
Ahmediyye” denilen yüksek dereceye ulaşmıştır. En
meşhûr talebeleri şu zâtlardır.
1- Abdullah-i Dehlevî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin en başta gelen halîfesi olup seyyiddir.
Tasavvuf ilminin mütehassıslarından olup, müslümanların
gözbebeğidir. Sohbetine gelen sâdık kimselerin kalblerine
bir teveccüh ederek feyz ve bereketle doldururdu. Binlerce
âşıkı, bir bakışta cezbelere ve vâridat-ı ilâhiyyeye
kavuştururdu. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
hayâtını, kerâmetlerini ve nasîhatlerini ve tasavvufu
anlatan, “Makâmât-ı Mazhariyye” kitabını yazmıştır. Kabri,
hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ile yanyanadır.
2- Seyyid Mir Müslimân: Tasavvufda yetişmiş büyük bir
zât olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim ve mürşid-i kâmil
idi.
3- Senâullah Osmanî Pâni-pütî: Yedi yaşında Kur’ân-ı
kerîmi ezberlemişti. Büyük bir âlim ve meşhûr bir mürşid-i
kâmil idi. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim idi. Bilhassa usûl
ve fıkıh ilminde çok yüksek derecede olup, ictihâd
derecesine yükselmiş idi. Dehlî’de Şâh Veliyyullah
Dehlevî’den hadîs ilmini öğrenip kemâle geldi. Önce
Mevlânâ Muhammed Âbid-i Semâmî’nin, bunun vefâtından
sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin teveccühleri
ile büyük velî oldu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetinde yetişip icâzet aldıktan sonra, vatanı olan Pânipüt
şehrine gidip, vefâtına kadar orada kadılık vazîfesi
yaptı. Otuzdan fazla kitap yazmıştır. “Tefsîr-i Mazhârî”
ismindeki tefsîri on cild olup, çok kıymetlidir. Tasavvufda
“İrşâd-üt-tâlibîn” kitabı ve fıkha dâir yazdığı eseri de çok
kıymetlidir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesi
hakkında; “Kıyâmet günü, bana, ne getirdin denilince,
Senâullah-ı Pâni-pütî’yi getirdim, diyeceğim” buyurmuştur.
4- Mevlevî Fadlullah: Zâhirî ilimlerde derin âlim idi.
Senâullah-ı Pâni-pütî hazretlerinin kardeşidir. Tasavvufda
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetiyle kemâle
ermiştir. Tasavvuf hâllerinde yüksek derecede idi. Kardeşi
Senâullah-ı Pâni-pütî vefât edince çok üzülmüştü. Bunun
üzerine kardeşi Senâullah-ı Pâni-putî hazretleri ona
rü’yâsında şöyle buyurmuştur: “Ey kardeşim bu kadar gam
ve elem nedir? Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Biliniz ki,
Allahın velîleri için hiçbir korku yoktur ve onlar
mahzûn da olmayacaklardır.” (Yûnus-62)
buyurulmuştur. Bize burada rahatlık ve hesaba gelmez
ni’metler ihsân olundu.”
5- Mevlevî Ahmedullah: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin meşhûr talebelerinden olup, Senâullah-ı Pânipüti
hazretlerinin oğludur. Zâhir ilimlerini babasından,
tasavvuf ilmini Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden
öğrenip kemâle gelmişti. Bilhassa kırâat ilminde derin âlim
idi. Hergün yirmibir cüz Kur’ân-ı kerîm okurdu. Devamlı
zikir, murâkabe ve tasavvuf hâlleri ile meşgûl idi.
6- Şeyh Muhammed Murâd: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin ilk talebelerinden olup, dört sene hergün
sohbetinde bulunmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin talebeleri arasından tasavvufda yüksek
derecelere kavuşanlardandır. Onun hakkında hocası
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Benim talebelerim arasında nisbetinin yüksekliği
bakımından onun gibisi yoktur. Bütün kemâlâtı,
olgunlukları kendinde toplamıştır.” Mevlevî Naîmullah onun
hakkında; “O, duâsı makbûl bir zât idi. Bu, tecrübe ile
sabittir” demiştir. Abdüllah-i Dehlevî hazretleri de şöyle
buyurmuştur: “Duânın kabûl olunması için üç şart vardır.
Bunlar, helâl lokma yemek, doğru sözlü olmak ve ihlâslı
olmak. O, bu üç şarta da sâhib idi. Onun gibi olmak
herkese nasîb değildir. Allahü teâlâ ona selâmet versin.”
7- Şeyh Abdürrahmân: Şeyh Muhammed Murâd’ın
kardeşidir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetlerinde kemâle ermiştir. Senâullah-ı Pâni-püti
hazretleri onu medhedip; “Görüldükleri zaman Allahü
teâlâ hatırlanır” hadîs-i şerîfi onun hâli ve vasfı idi”
buyurmuştur.
8-Mîr Alîmullah Kenkûî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin ilk talebelerinden ve halîfelerinin
büyüklerindendir. Tasavvufda yüksek derecelere ve hâllere
kavuşmuştur. Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş bir
hâlde olup, ağlayıp göz yaşı dökmek onun hâllerinden idi.
9- Şeyh Murâdullah Ârif Gulâm Kâkî: Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin en meşhûr talebelerinden ve
halîfelerinden olup, ilimde ve amelde yüksek bir şânı vardı.
İnsanları irşâd ile vazîfelendirilmiş olup, pek çok kimse
onun sohbetinde yetişip, kemâl derecelerine ermiştir.
Hocasından önce vefât etmiştir.
10- Şeyh Muhammed İhsân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin eski talebelerinden ve halîfelerindendir.
Gençliğinde talebe olmakla şereflenmiştir. Rü’yâsında
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini sütlaç yerken görmüştü.
Kalan kısmını da ona vermişti. Bu rü’yâ üzerine huzûruna
gelip talebesi olmuştur. Şevkinin ve aşkının çokluğundan
kendinden geçmiş ve cezbe hâlinde idi. Tasavvufdaki şevki
ve aşkı onu o hâle sokmuştu ki, hararetinden soğuk kış
günlerinde bile ince bir elbise giyerdi. Allahü teâlânın ismi
yanında zikredilince, takat getiremeyip kendinden geçerek
bağırırdı. Bir defâsında zikir ve murâkabe yaparken de
melekleri görmüş ve aşk ile feryâd etmiştir. Birgün birisi
onun yanında Senâullah-ı Pâni-pütî’nin; “İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin sinesinden ırmak gibi bir nûr akardı ki
kalblerden zulmeti temizlerdi” dediğini bildirdi. Bu sözü
duyar duymaz aşkından feryâd edip yere yıkılmıştır.
11- Şeyh Gulâm Hasen: Şeyh Muhammed İhsân’ın
kardeşi olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin meşhûr
talebelerindendir. Vaktini hep zikir ile geçirirdi.
12- Şeyh Muhammed Münîr: Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker
hazretlerinin torunlarından olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin halîfelerinin meşhûrlarındandır. Önce Çeştiyye
yolunda yetişmiş, sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin talebesi olup, Nakşibendiyye yolunda kemâl
derecelere kavuşmuştur. Kuvvetli hür nisbete ve yüksek
hâllere sahih idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetlerine devam ettiği sıralarda, göğüs hastalığına
tutularak vefât etmiştir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri,
onun vefâtından dolayı çok üzülmüştür. Senâullah
Sebnelî’ye yazdığı bir mektupda bu üzüntüsünü şöyle
bildirmiştir “Şeyh Muhammed Münîr bizim dostlarımızın
seçilmişlerinden idi. Zilhicce ayının ondokuzunda vefât etti.
Bundan dolayı çok üzgünüm. Ancak benim de vefâtım
yaklaştığı için bununla teselli buluyorum.”
13- Hâce İbadullah: Hâce Nakşibend hazretlerinin
soyundan olup, önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri’nin
halîfesi Şeyh Muhammed Münîr’e talebe oldu. Onun
vefâtından sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetlerine devam ederek tasavvufda yetişti.
14- Hâce Cemâleddîn: Bu zât da önce Şeyh Muhammed
Münîr’in sohbetinde bulundu. Onun vefâtından sonra
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde yetişti.
15- Mevlânâ Kalender Bahş: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin en meşhûr talebelerinden ve halîfelerindendir.
Aklî ve naklî ilimleri öğrendikten sonra, Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin huzûruna gelerek tasavvufda yetişip
icâzet ile şereflendi. İnsanlara doğru yolu göstermek ile
vazîfelendirildi Ayrıca tıp ilminde de âlim idi. Tıp ilmi ile
insanların bedenlerini, tasavvuf ilmi ile de kalblerini tedâvi
eder idi. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olup, Hâfız idi. Sesi çok
güzel olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine ve
talebelerine teravih namazı kıldırırdı. Kur’ân-ı kerîmi tertîl
üzere gayet hoş okurdu. Onun kırâati, Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin çok hoşuna giderdi. Yüksek derecede
bir ihlâsa sâhib olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın has
talebelerinden idi. Talebelere ilim öğretmek ve tasavvufda
yetiştirmekle meşgûl idi. İrşâd ile vazîfelendirildikten
sonra, her sene memleketinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerini ziyârete giderdi. Mazhar-ı Câîn-ı Cânân
hazretlerinin vefâtına kadar böyle devam etti.
16- Mir Naîmullah: Mazhar-ı Can-ı Cânân hazretlerinin
halîfelerinin büyüklerindendir. Önce Hâcı Muhammed
Efdal’in sohbetinde bulundu. Bundan sonra Şeyh
Muhammed A’zam’ın sohbetine devam etti. Daha sonra da
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine devam
ederek kemâle erdi. Tasavvufda yetişip icâzet ile
şereflendikten sonra irşâd ile vazîfelendirildi. Yüksek bir
edebe ve üstün bir ahlâka sâhib idi. Hocası Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. Talebelere
zâhirî ilimleri öğretmekle ve onları tasavvufda yetiştirmekle
meşgûl olmuştur. Hâfız idi. Kırâat ilmini Kâri
Abdülgaffûr’dan öğrenmiştir. Ramazân-ı şerîfde, Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerine ve esbâbına teravih namazı
kıldırdı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri onun Kur’ân-ı
kerîm okuyuşunu dinlemekten çok zevk alırdı. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Mevlevî Kalender Bahş
ve Seyyid Naimullah’dan hiç incinmedim. Çünkü onlar
güzel ahlâk sâhibidirler.” Bu talebesi de Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinden önce vefât etti.
17- Mevlânâ Senâullah Sebnehlî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendir. Önce zâhirî
ilimleri öğrendi. Şâh Veliyyullah Dehlevî’den tefsîr ve hadîs
ilmini öğrendi. Tasavvuf ilmini önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin halîfelerinden olan Hâce Mûsâ Hân’dan
öğrendi. Sonra bu hocasının emri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin hizmetine gitti. Onun sohbetinde yetişip
icâzet ile şereflendi. Tasavvufta yetişip, kemâle erdikden
sonra, Sebnehel’de zâhirî ilimleri öğretmekle ve tasavvufda
talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi. İlmi ile amel eden,
sabır, istikâmet, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Bu talebesi
bir defâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâsında
görmüştü. Peygamber efendimiz ona rü’yâsında bir günlük
masrafı için bir rub’iyye vermiştir. Bu rü’yâsı üzerine şöyle
anlatmıştır: “Bu rü’yâyı gördükten sonra, zenginlerden biri
hergün bir rub’iyye tahsis etti ve hergün günlük ihtiyâcım
için o parayı bana verdi.”
18- Seyyid Ahmed Ali: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin hizmetinde bulunup, talebe yetiştirmek üzere
icâzetle şereflenen talebelerindendir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin hizmetinde yetişip, tasavvufda yüksek
dereceye gelmişti. Kalbi nisbetin cezbelerine kapılmıştı.
Tasavvuf hâllerinden olan kararsızlık ve kendinden geçme
hâlinde idi. Bu hâli sebebiyle uykuyu, yemeyi, içmeyi terk
etmişti.
19- Mir Abdülbâkî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
seçkin talebelerinden olup, hem zâhirî hem de bâtınî
ilimlerde âlim idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri mühim
işlerde onun istihâre yapmasını emir buyururdu. istihâreleri
isâbetli idi. Dört defâ Peygamber efendimizin (s.a.v.) kabri
şerîfini ziyârete gitmiştir.
20- Halîfe Muhammed Cemîl: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin yüksek halîfelerindendir. Daha küçük yaşta
babasıyla Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna
gelip iltifâtlarına kavuşmuştur. Önce zâhirî ilimleri ve tıb
ilmini öğrendi. Allahü teâlâ ona çok ilim öğrenmek nasîb
etti. Sonra Mahzar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden tasavvuf
ilmini öğrenip, kemâle erdi. Kendisi şöyle demiştir: “Asıl
maksada kavuşmak için pekçok kimsenin yanına gittim.
Maksada kavuşma çârelerini aradım. Hiç bir yerde
bulamadım. Ancak Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
huzûrunda maksada kavuştum. İcâzet ve hilâfetle
şereflendim.” Dînin emirlerine uyma husûsunda çok
dikkatli, insanların sıkıntılarına katlanan, temkin ve
istikâmet üzere olan bir zât idi. Tasavvufda kemâle
erdikten sonra irşâd vazîfesi yapmıştır. Tıb ilmini de bildiği
için, bu ilimle insanların beden hastalıklarını, tasavvuf ilmi
ile de kalb hastalıklarını tedâvi etmiştir. Bu talebesi de
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hayatta iken vefât
etmiştir.
21- Hazret-i Şâh Behîk, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
torunlarındandır. Dedelerinin yoluna, Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerine talebe olmak sûretiyle kavuştu ve bu yolda
yetişip yükseldi. Tasavvufda kemâle erdiken sonra icâzet
ile şereflendi. Sünnet-i seniyyeye uyma husûsunda ve
tasavvufda, yüksek derecede büyük bir zât idi. Şâh Behîk
hazretleri vefât ettikden sonra, bir defâsında Hind kâfirleri
Serhend’deki’müslüman mezarlarını yakıp, yıkıyorlardı.
Askerlerden biri de, Şâh Behîk hazretlerinin kabri yanına
yaklaşıp harâb etmeye teşebbüs etmişti. Bu sırada Şâh
Behîk hazretleri, kabrinde gözükerek, kabrini yıkmak üzere
gelen askere şiddetli bir darbe vurdu. Asker hemen düşüp
öldü. Bu hâli gören küffâr askeri can korkusu ile kaçıp
oradan uzaklaştılar. Bir daha da müslümanların
mezarlarına dokunamadılar.
22- Mevlevî Abdülhak Şâh Behîk hazretlerinin kardeşi
olup, bu zât da İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin
torunlarındandır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe
olup, tasavvufda “Fenâ-i kalb” denilen makama ulaşmış idi.
Üstün hâllere kavuşmuştu. Talebelere ilim öğretmekte iken
genç yaşta vefât eti.
23- Şâh Muhammed Sâlim; Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin ileri gelen halîfelerindendir. On sene
sohbetinde bulunmuştur. Tasavvufda” yetişip üstün
derecelere kavuşmuş, icâzet ve hilâfetle şereflenmiştir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesine yazdığı bir
mektupda şöyle buyurmuştur: “Biz afiyet üzereyiz. Dînin
emirlerine uy ve tasavvuf ile meşgûl ol. İnsanlara karşı
mütevâzî olup, hoş muâmelede bulun. Nefsin kemâle
ermesi; kendini bırakıp Allahü teâlâya itâat etmesi ve
teslim olmasıyladır. Âlimler ve fakirler ile sohbet et.
Zamanın sıkıntılarına karşı sabırlı ol. Dünyâ mü’minler için
zindandır. Rahat edecek zaman âhırettedir. Allahü teâlânın
ni’metlerine şükret. Eğer bir kimse tasavvufda yetişmek
için sana gelirse ona hizmetçi ol. Büyük bir muhabbet hâsıl
oluncaya kadar ondan hizmet bekleme. Kendini sıkıntıya
sokma. Her nerede olursan ol Allahü teâlâyı unutma.
İstikâmet üzere bulun. Bu yolun büyüklerine karşı
muhabbet besle. Vesselâm.”
24- Şâh Rahmetullah: Bu zât da halîfelerindendir.
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çok çalışmış ve
gayret göstermiş bir zâtdır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin sohbetine kavuşmadan önce, nerede bir
tasavvuf ehli duysa yanına gitmiştir. Bir müddet Şâh
Veliyyullah Dehlevî’nin derslerine devam ettikden sonra,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gitmiştir.
Tasavvufda yetişip icâzet ve hilâfet ile şereflenmiştir.
25- Muhammed Şâh: Önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin halîfelerinden Sûfî Abdürrahmân’ın
sohbetinde bulunmuştur. Sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin hizmetinde bulunarak tasavvufda yetişmiş ve
icâzetle şereflenmiştir.
26- Mîr Mübîn Hân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin,
sohbetinde yetiştirdiği ve tasavvufda talebe yetiştirmek
üzere icâzet verdiği meşhûr talebelerindendir. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesi hakkında; “Mîr Mübîn,
velî kulların büyüklerindendir” buyurmuştur. Melekleri ve
rûhları açıkça görürdü. Mîr Mübîn Hân’ın talebelerinden
olan Pîr Muhammed şöyle anlatmıştır: “Soğuk bir günde
gusl abdesti almak üzere bir göle girmiştim. Ben göle
girince gölün dışına kurtlar toplandı. Yüzme de
bilmiyordum. Hemen Mîr Mübîn hazretlerine teveccüh edip,
yardımıma yetişmesi için duâ ettim. Mîr Mübîn hazretleri
elinde bir sopa ile gözüküverdi. Kurtları oradan
uzaklaştırdı. Beni kurtardı.”
27- Mîr Muhammed Mu’în Hân: Mir Mübin Hân’ın
kardeşi olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın hizmetinde yetişip,
tasavvufda yükselmiştir. Hocasına karşı derin bir
muhabbeti vardı. Bu husûsda çoklarını geçmiştir. Edeb ve
güzel ahlâk timsâli idi.
28- Mîr Ali Asgar Mîr Mekhûr: Mîr Mübîn Hân’ın akrabası
olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde
kemâle gelip, icâzetle şereflendi. Mürşid-âbâd denilen
bölgede insanları irşâd ile vazîfelendirildi. Orada pekçok
talebe yetiştirmiştir. Helâl lokma yemek için ticâretle
meşgûl olurdu. Ticâretle meşgûl olmasına rağmen, kalbi
dünyâ ile hiç meşgûl değildi.
29- Muhammed Hasen Arab: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin çok kıymetli bir talebesi idi. Hergün binlerce
defâ Kelime-i tevhîd söyler, İhlâs sûresini okur ve istiğfar
ederdi. Devamlı oruç tutardı. Geceleri uyumaz, vaktini
ibâdet ve tâatle geçirirdi. Gündüzleri de hocasının
sohbetinde bulunup hizmet ederdi. Çok oruç tutması ve
çok zikretmesi bereketiyle keşfleri son derece doğru idi. Üç
senede tasavvufda yetişip, yüksek derecelere kavuştu.
Hilâfet ile şereflenip, kendi memleketinde insanları irşâd
etmekle görevlendirildi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu
talebesi hakkında şöyle buyurmuştur: “Bize bütün ömrü
boyunca Allahü teâlâyı arayan ve Allah yolunun mücâhidi
olan bir kişi geldi. O da Muhammed Hasen Arab’dır.”
30- Muhammed Kaîm Keşmirî: Önce Hâce Mûsâ’nın
sohbetinde bulunmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin sohbetine kavuşmadan önce çok yer dolaşmış
pekçok zâtın sohbetinde bulunmuştur. Geceleri, devamlı
ibâdet ve tâatle, gündüzleri de oruç tutarak geçirmiştir.
Nefsini ıslah etmek için çok mücâhede yapmıştır. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerini tanıyıp, sohbetine kavuşunca,
onun feyzleriyle üç senede kemâle ermiştir.
İcâzet verilip tasavvufda talebe yetiştirmekle
vazîfelendirilmiştir. Bir ara Hâce Mûsâ Hân’ı ziyâret için
Buhârâ’ya gitmişti. Vardığında Hâce Mûsâ Hân’ı ölüm
hastalığında buldu. O Buhârâ’da iken, Hâce Mûsâ Hân vefât
etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin onun üzerinde
yüksek teveccühlerini gördü. Buhârâ’da çok iyi bir kabûl
görmesine, oradaki insanların kendisinin Buhârâ’da
kalmasını çok arzu etmelerine rağmen, hocası Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerine olan derin muhabbeti sebebiyle
orada duramadı. Bir defâsında şöyle bir rü’yâ gördü,
rü’yâsında Medîne-i münevverede bir bahçe gördü. O
bahçeden bir nehir, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
bahçesine akıyordu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
bahçesinde bu nehrin suyu ile ağaçlar yetişiyor ve güller
açıyordu. Bu rü’yâsı sebebiyle Peygamber efendimizin
kabr-i şerîfini ve Kâ’be-i muazzamayı ziyâret arzusu çok
artmıştı. Nihâyet hacca gitti ve; “Benim iki oğlum var,
birini Kâ’be’ye, birini de Mescid-i Nebî’ye (s.a.v.) hizmetçi
olarak bırakacağım” diye vasiyyet etti.
31- Hâfız Muhammed: önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin talebesi Hâce Mûsâ Hân’ın sohbetinde
bulundu. Bir ara tasavvufda “Kabz” denilen hâle düşüp,
hâlleri bağlandı. Bir türlü “Bast” (yayılma, açılma) hâline
dönemedi ve tasavvufda “Fenâ-i nefs” denilen, nefsi ıslah
hâline kavuşamadı. Bu hâlde iken rü’yâda Hâce Nakşibend
hazretlerini gördü. Hâce Nakşibend hazretleri ona buyurdu
ki: “Oğulcağızım bu gayretin daha nedir ki, henüz azdır.
Kalbinin düşüncelerden temizlenmesi ve nefsinin ıslah
edilmesinin bir zamanı vardır.” Bundan bir müddet sonra
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuştu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ona; “Senin “Kabz”
(tutulma) hâlinin kaldırılma zamanı geldi” buyurarak, onun
kalbine teveccühte bulundu. Senelerce kavuşamadığı
ni’mete, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bir iltifâtı ile
kavuştu. Kalbi feyz ve ma’rifetle doldu.
32- Mevlevî Kutbüddîn: Zâhirî ilimlerde âlim olup,
tasavvufda yetişmek üzere önce yedi sene Hâce Mûsâ
Hân’ın sohbetinde bulundu. Daha sonra Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin sohbetlerine devam ederek,
tasavvufda yüksek derecelere ulaşıp kemâle erdi.
33- Mevlevî Gulâm Yahyâ: Âlim, hâfız, çok zekî ve
fazîletli idi. Önceleri Kâdiriyye yolunun büyüklerinden olan
bir zâttan feyz almıştı. Daha sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerine talebe olup, beş sene hizmetinde bulundu.
Tasavvufda yetişip kemâle erdi. Kendi memleketinde,
tasavvufda talebe yetiştirmek üzere vazîfe verildi.
Memleketinde çok iyi kabûl gördü ve talebe yetiştirdi.
34- Mevlevî Gulâm Muhyiddîn: Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin torunlarından olup, seyyid idi. Aklî ve naklî
ilimlerde âlim ve hâfız idi. Hadîs ilminde de derin âlim idi.
Zâhid, âbid ve mâsivâdan yüz çevirmiş idi. Zamanının
âlimlerinden birçok zâtın sohbetinde bulunmuşdu. Ancak
tasavvufda bütün makamlara kavuşamamıştı. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gelip, talebe olmayı
arzedince, ona Dehlî’de bulunan âlimlerin sohbetine bir
müddet daha devam etmesini söyledi. Böylece iki sene
daha oradaki âlimlerin sohbetine devam etti. Sonra
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine gelip, altı
sene hizmetinde bulunarak tasavvufda kemâle erdi. Talebe
yetiştirmek üzere icâzet ile şereflendi.
35- Mevlevî Naîmullah Behrâyçî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin halîfelerinin meşhûrlarından olup, aklî ve naklî
ilimlerde âlim idi. Zâhirî ilimleri tahsîl ettiği sırada, bâtınî
ilimlerde de ya’nî tasavvuf ilminde de yükselmeyi arzu
ediyordu. Bu sırada bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında tasavvuf
ilminde de yetişip kemâle ereceği müjdelendi. Bunun
ancak yetişmiş ve yetiştirebilen bir mürşid-i kâmilin
sohbetinde bulunmaya bağlı olduğu ve henüz kendisi için o
vaktin gelmemiş olduğu söylendi. Zâhirî ilimlerin tahsîlini
tamamladıktan sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
halîfesi Muhammed Cemîl vasıtasıyla Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerini tanıyıp, sohbetine kavuştu. Dört sene
sohbetine devam’ ederek tasavvufda yetişip kemâle erdi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, ona icâzet ve hilâfet
verip, kendi vatanında insanları irşâd etmekle
vazîfelendirdi. Vatanına gidip bu vazîfe ile meşgûl oldu.
Pekçok kimse onun vasıtasıyla hidâyete erdi. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretleri, sohbetlerine dört sene devam eden
bu talebesine şöyle buyurmuştur: “Senin bizim
sohbetimize dört sene devam etmen, başkalarının oniki
sene devam etmesine bedeldir. Senin sohbetinin nûru,
âlemi aydınlatacak. Sana her iki cihânın fütûhatı ihsân
olunacak.”
36- Mevlevî Kelîmullah Nebkâlî: Halîfelerinin
meşhûrlarındandır. Tasavvufda yetiştikden sonra icâzetle
şereflenip, kendi memleketinde irşâd ile vazîfelendirildi.
Kendisi şöyle anlatmıştır: “Benim bu büyükleri sevmeme
ve Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe olmama
İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûbât’ını çok okumak
sebep oldu.” Yine şöyle anlatmıştır: “Bir rü’yâ görmüştüm.
Deniz üzerinde bir gemi içinde idim. Birden bire şiddetli bir
rüzgâr esmeye başladı. Sahile ulaşmam mümkün değildi.
Çok korktum ne yapacağımı şaşırdım. Bu sırada kulağıma
gaybdan bir ses geldi “İmâm-ı Rabbanî, sana yardıma
geliyor!” dedi. Bundan sonra rüzgâr sâkinleşti. Bindiğim
gemi batmaktan kurtuldu. Birkaç gün bu rü’yânın te’sîri
üzerimde devam etti.”
37- Mir Rûhulemîn: Sûnî-püt kasabasındandır. Önce
Kadirî yolundaki bir zâttan feyz alıp, tasavvufda hâllere
kavuştu. Bu ilk hâllerini şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın
ismini zikretmekle öyle bir mertebe ve öyle bir hâl beni
istilâ etti ki, her nereye baksam Allahü teâlânın ism-i
şerîfini görürdüm. Bir defâsında kıble yönünde, bir duvar
üzerinde Kâ’be-i muazzamayı açıkça gördüm. Evliyânın
rûhlarını da baş gözü ile görürdüm. Fakat henüz kalbimde
tam bir itminân hâsıl olmamıştı. Ne zaman ki Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuştum, o zaman
kalbimde itminân hâsıl oldu. Asıl maksada onun sohbetinde
kavuştum.” Ömrünün sonuna doğru Kur’ân-ı kerîmi
ezberlemeye başladı. Henüz tamamlayamadan vefât etti.
Bir hadîs-i şerîfte, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekte iken
tamamlayamadan vefât edenlere, melek bir elma vereceği,
onu koklarken Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemiş olacağı
bildirilmiştir. Mîr Rûhulemîn’in oğlu Mîr Gulâm Hüseyn de,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebelerinden idi.
Babası vefât edince bir rü’yâ görmüştür ve bu rü’yâsını
şöyle anlatmıştır: “Büyüklerden vefât etmiş olan bir zâtı
rü’yâmda gördüm. Ondan babamın hâlini sordum. “Babam,
bizim civarımızda Kur’ân-ı kerîm okutmaktadır” dedi.”
38- Şâh Muhammed Şefî’: Önce azîz bir zâtın, sonra da
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunarak
tasavvufda kemâle erdi.
39- Muhammed Vâsıl: Önce onsekiz sene bir âlimin
sohbetine devam etti. Bu hocasının vefâtından sonra,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine gidip,
tasavvufda kemâle erdi. Vefât edince, Muhammed Bâkîbillah
hazretlerinin kabri yanına defnedildi.
40- Muhammed Hüseyn: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin sohbetinde senelerce bulunup kemâle
ermiştir. Tasavvuf hâllerine dalmış olup, âşikâne şiirler
okurdu.
41- Şeyh Gulâm Hüseyn Tehânîseri: Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin seçkin esbâbındandır. Fıkıh ilminde de
âlim idi. Önce, Şeyh Gulâm Kadir Şâh Kâdirî’nin sohbetinde
bulundu. Muhammed Mîr ile yedi sene sohbet etti.
Şeyhü’ş-şuyûh Muhammed Abid’i görmüştür. Çok zikreder,
günde binlerce Kelime-i tevhîd söylerdi. Daha sonra
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunarak
kemâle erdi. Ömrünü Allahü teâlânın ismini zikretmekle ve
Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olmakla geçirip, vakitlerini
kıymetlendirirdi.
42- Mevlevî Abdülkerîm: Püreb’li olup, önce zâhirî ilim
tahsîline başlayıp, bu tahsîlini tamamladıktan sonra,
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine giderek
tasavvufda yetişti. Kendisine icâzet verilip, memleketinde
irşâd ile vazîfelendirildi.
43- Mevlevî Abdülhakîm: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin sohbetinde yetişmiş bir zât olup, mâsivâyı
ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi terketmiştir.
44- Nevvâb İrşâd Hân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin seçkin talebelerinden olup, güzel ahlâk ile
vasıflanmış idi. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine
karşı derin bir muhabbeti ve üstün bağlılığı vardı.
Tasavvufda kemâle erdikten sonra, insanlara doğru yolu
anlatmak ile vazîfelendirilmiştir.
45- Gulâm Mustafa Hân: önce Şâh Veliyyullah
Dehlevî’nin derslerinde ve sohbetinde bulunmuştur. Sonra
da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden feyz alarak
tasavvufda yetişti. İnsanlara hak ve hakîkati anlatmakla
vazîfelendirildi.
46- Nûr Muhammed Kandehâri: Din ilminde âlim bir zât
olup, tasavvufda da yetişip icâzet almıştı. Ancak
kavuşmayı arzu ettiği yüksek derecelere Mazhar-ı Cân-ı
Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra
kavuştu. Kendisi şöyle demiştir: “Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri vasıtasıyla bu yola kavuştum. Muhammed
Ma’sûm hazretlerinin ve Hâce Nakşibend hazretlerinin
rûhâniyetlerinden yeni bir nisbete ulaştım.”
47- Molla Nesîm: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
halîfelerinin büyüklerindendir. Onun sohbetinde,
tasavvufun bütün derecelerine kavuşup, kemâle gelmiştir.
Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine karşı tam bir
ihlâs ile bağlılığı ve derin bir muhabbeti vardı. Hiç bir işini
hocasına sormadan yapmazdı. Talebelere ilim öğretmek ve
onları tasavvufda yetiştirmekle meşgûl olup, hoş bir ömür
geçirmiştir. Memleketinden, her sene hocasını ziyârete
gelirdi.
48- Molla Abdürrezzâk: Fıkıh ve usûl ilminde derin âlim
idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetinde
bulunup, tasavvufda yetişti. Tasavvufda talebe yetiştirmek
üzere icâzet verildi. Ömrünü, zâhirî ve bâtınî ilimleri
öğretmek ve ibâdetle geçirdi.
49- Molla Celîl: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetinde kemâle erip, tasavvufda talebe yetiştirmek
üzere icâzet verildi. Tasavvufda yetişmek arzusu ile
huzûruna gelenlerin kalblerini feyz ile doldururdu.
50- Molla Abdullah: İlimde ve edebde üstün bir zât idi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bereketli sohbetinde
kemâle ermiştir. İcâzetle şereflendiken sonra kendi
memleketine gidip, irşâd ile meşgûl oldu. Molla Nûr
Muhammed ile de sohbet etmiştir.
51- Molla Teymûr: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
sohbetinde bulunarak tasavvufda kemâl derecelere
kavuşmuş ve irşâd vazîfesi yapmak üzere icâzet
verilmiştir. Molla Nûr Muhammed ile sohbet etmiş ve Molla
Nesîm’in sohbetlerinde de bulunmuştur. Memleketinde
insanlara doğru yolu anlatmak ile meşgûl olmuş, pekçok
kimse onun vasıtasıyla tasavvufta yetişmiştir. Ayrıca
Eshâb-ı Kirâm düşmanlarından pekçok kimse, onun
vasıtasıyla bozuk i’tikâdlarını terkedip, Ehl-i sünnet
olmakla şereflenmişlerdir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin bu talebelerinden başka; Molla Evliyâ, Molla
İbrâhim, Şâh Lütfullah, Molla Seyfeddîn, Muhammed Hân,
Hâce Muhammed Ömer, Hâce Yûnus, Şeyh Kutbuddîn,
Şeyh Muhammed Emîn, Şeyh Gulâm Hüseyn gibi pek çok
talebesi vardır.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, mübârek zevcesini de
tasavvufda yetiştirip kemâle ulaştırmıştır. Zevcesine, sâliha
kadınlara doğru yolu anlatmak, tasavvufda yetiştirmek
üzere icâzet vermiştir. Hanımı, rü’yâsında Peygamber
efendimizi (s.a.v.) ve İmâm-ı Rabbanî hazretlerini görerek
feyzlerine kavuşmuştur.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seksenyedi mektûbu
ve melfûzâtı “Kelimât-ı tayyibe” denilen kitabı vardır.
Mektuplarından ba’zıları şunlardır:
“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salâtü selâm ederim.
Kayyûm-i Rabbanî Müceddîd-i elf-i sânî ile Mahbûb-i
Sübhâni Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (r.anhümâ)’den
hangisinin daha üstün olduğunu sual ettiğiniz
mektûbunuzu okudum.
Kardeşim, üstünlük iki kısımdır: Cüz’î ve külli.
Anlaşılıyorki, suâliniz, cüz’î üstünlük için değildir. Külli olan
üstünlüğün esâsı ise, Allahü teâlâya yakınlığın daha fazla
olmasına bağlıdır. Bu ise bâtına, kalbe âid bir iştir. Aklın
burada bir işi yoktur. Belki menkıbelerin azlığı ve çokluğu
cevap vermeye kolaylık sağlar ama kesinlik ifâde etmez.
Kitabdan, sünnetten ve icmâ’dan bir delîl göstermek,
ancak asr-ı saâdet ve birinci asır içindir. Siz de biliyorsunuz
ki, bu iki büyük o zamandan çok sonra dünyâyı
şereflendirmişlerdir. O hâlde dînin üç aslı ve delîli bu
husûsta bize cevap olmuyor.
Keşf ise, hatâ ihtimâli taşıyabilir. Muhalife de hüccet
değildir. Hocalarına muhabbetin aşırılığını taşıyan
talebelerin sözlerine de i’tibâr olunmaz.
Bunun gibi bu iki büyüğün üstünlüklerini ve kemâlâtını
kuşatacak ve ikisinden birinin diğerinden üstün olduğuna
hükmedecek bir keşf sâhibi de görünmüyor ve bilinmiyor.
O hâlde en sağlam yol, bunu Allahü teâlânın ilmine
bırakmak ve bilinmesinde bir fâide bulunmayan, bu
husûsta susmaktır. İkisinin de çok büyük ve üstün
olduğunu söylemek yeter. Edebi gözetip, bu konuda
susmak ve konuşmamak daha iyidir. Bu mes’ele, dinde
bilinmesi zarurî şeylerden değildir ki, konuşmak zarurî
olsun. Hazret-i Müceddid’e olan büyük muhabbet ve eşsiz
aşkımızdan da burada bahsetmek münâsib olmaz. Çünkü
söz akıl sahasının dışına çıkıyor. Şiir:
Ne ileri gitmeli, ne de geri kalmalı,
Adımı, gereğinden ileri atmamalı.
Âlem, bütün ezelî cemâlin aynasıdır,
Seyretmeli, fakat konuşmamalı.” (7.nci mektup)
“Kardeşim, zamanımız talebesinin zaîfliğinden,
evliyâdan keşf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrı
göz önünde tutmadıklarından bahseden mektûbunuz geldi.
Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız
kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis
kimselerden, bu işe tâlib olanları kabûl etmelidir.
Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakîkî hakîmdir. Âl-i İmrân sûresi
31. âyetinde meâlen; “Ey Habîbim! Onlara de ki, eğer
Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi
sever” buyurulması, bütün yollardaki sâliklerin, talebelerin
maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını
kazanmağı, Peygamber efendimize (s.a.v.) tâbi olmaya
bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günah
hastalıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan
emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun
ilaçları alan, perhize riâyet eden sıhhat ve şifâ bulur.
Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.
Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile
avam müslümanları hareket eder. Bu da, i’tikâdını
düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel
edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennetin
ni’metleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakîkati ise
havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması,
parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda
bildirilmiş olan sûret bulunmakla beraber, riyâzet ve
mücâhedeler de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve
keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm, hakîkate ise ihsân denir.
Nitekim Hadîs-i şerîfde; “İhsân; Rabbine, onu görür
gibi ibâdet etmendir” buyuruldu. Hakikatsız sûret,
derideki hastalıklara çâre bulmada, çıban ve yaralar
üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir,
çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatin ise,
sûretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakîkat değil, mekr-i
ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Hakîkat, temizlemek, ya’nî hastalıklı, mikroplu, bozuk
maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa,
yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, küllî şifâ
bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu
açıklamadan, Peygamber efendimizin (s.a.v.) tedâvisinin,
Eshâb-ı Kirâmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifâ te’sîrleri
yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedâvi ve
ilâç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle
Resûlullaha tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lezzet duymak
ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi.
Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi
te’sîrini yapıyordu. Resûl-i ekremin (s.a.v.) bereketli
sohbeti ve İslâmiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere
pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar,
daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden
ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm
gösterip, hakîkati koruyan sûreti muhafaza edip, keşf ve
kerâmete i’tinâ göstermediler. Bunları kemâlin, olgunluğun
îcâb ve şartlarından saymadılar.
O hâlde, tam sıhhate kavuşmak ya’nî Muhammedi
nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullahın sünnetine uymayı,
bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan
nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün
zevk ve mevâcidlere, bâtın cem’iyyeti ve devamlı huzûr
yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde
edilmesine sebep olan büyüğü, Resûlullahın (s.a.v.) vekîli
bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar
gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da,
yetinmemelidir.
Hadîs-i şerîfi ve fıkıh bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin
sohbetine devam ediniz. Amellerinizi Allahü teâlânın habîbi
olan Peygamber efendimize (s.a.v.) ittıbâ’, uymak niyetiyle
yapınız.” (21.nci mektup)
Yine şöyle buyurdu: “Namaz kılarken Allahü teâlâyı
görmek mümkün değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl
olmaktadır.”
Büyük halîfesi Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri “Mektûbât”
kitabının sekizinci mektûbunda şöyle buyuruyor: “Bâtındaki
nisbetin, ya’nî kalbindeki bağlılığın artmasına çalış! Allah
ismini, ba’zan Kelime-i tehlîli çok zikrederek, ba’zan
salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya
yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu
fakirin rûhaniyetine teveccüh ediniz! Yâhud Mirzâ Mazhar-ı
Cân-ı Cânân’ın kabrine geliniz. Ona teveccüh edince; çok
terakkî edilir. Ondan hâsıl olan fâide, bin dirinin
fâidesinden daha çoktur. Gavs-üs-sakaleyn Abdülkâdir-i
Geylânî ve Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri
ile de murâkabe ediniz!”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Her kim ki
dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin
bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir
kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyâç olduğu kadar
karışır ve hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhafaza ederek
aralarında bulunursa zararı yokdur.”
“Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için
yapılmayanlar da mel’ûndur. Allahü teâlânın sevgisi ile
dünyâ sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için mâsivâyı ya’nî Allahü teâlâdan başka
herşeyi ve bütün maksatları terketmek lâzımdır.”
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kendi esbâbına,
talebelerine nasîhatları şöyledir:
“Takvânın ve vera’ın (haramlardan ve şüpheli şeylerden
sakınmanın) yolu, Resûlullaha (s.a.v.) mütâbeat, uymak
ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi
hâlinizi, kitab ve sünnette bildirilen husûslar ile
karşılaştırınız. Eğer hâliniz, kitab ve sünnette bildirilen
husûslara ya’nî dînin emirlerine uygun ise makbûldür.
Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve
cemâat i’tikâdı üzere olmak lâzımdır.”
1)Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1034
2)Makâmât-ı Mazhariyye sh. 20 vd.
3)Hadâik-ül-verdiyye sh. 201
4)İrgâm-ül-merîd sh. 58
5)Hadîkat-ül-evliyâ sh. 118
6)Reşehât zeyli sh. 83
7)Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 129
8)Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 343
9)Hadîkat ün-nediyye sh. 16
10) Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh. 295