MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ "rahmetullahi aleyh" - kainatingunesi.com

Evliyânın en büyüklerinden. İslâm bilgilerinin
mütehassısı, insanlara doğru yolu göstererek, hakîkî
saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” ismi
verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmidokuzuncusudur.
Asrının müceddidi idi. İsmi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
Osmânî olup, lakabı Ziyâüddîn’dir. Hazret-i Osman bin
Affân soyundandır. Annesinin soyu ise Hazret-i Ali’ye
ulaşır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, 1192 (m. 1778)
senesinde, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde
doğdu. 1242 (m. 1826) senesinde, Şevval ayının
yirmialtıncı günü Şam’da vefât etti. Cenâze namazını,
talebesi olmakla şereflenen ve; “Beş vakit namazda
Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi (s.a.v.) baş
gözüyle görmezsem, o namazımı iade ederim” diyen,
Hânefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed
Emîn İbn-i Âbidîn (r.aleyh) kıldırdı. Kasiyûn dağında bir
tepeye getirilip, Cum’a günü defnedildi. Şimdi bu yere
Sâlihiyye denir. Burada yediyüz peygamberin ve nice
Eshâb-ı Kirâm ve evliyâ-yı kibârın medfûn olduğu rivâyet
edilmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri kabre
konurken, mübârek na’şlarından çıkan güzel koku, her
tarafa yayıldı ve bu kokuyu almayan kimse kalmadı.
Ziyâret edenler, bu güzel kokunun şimdi de kabirlerinden
hissedildiğini söylemektedirler.
Tahsili: Mevlânâ Hâlid hazretleri, daha küçük yaşlardan
i’tibâren, keskin zekâsı, kuvvetli hafızası, sağlam irâdesi ve
çalışkanlığı ile, aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye
yükseldi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, tasavvuf, akâid, sarf, nahiv,
beyân, me’ânî, bedî’, vad’, arûz, edebiyat, lügat, usûl,
mantik, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri, hesâb
ve diğer ilimleri öğrenip, Fîrûzâbâdî’nin “Kâmûs”unu
ezberledi. Bütün ilimlerde, din ve fen adamlarına hocalık
yapacak derecede üstün bir bilgiye sahip oldu. Din ve fen
ilimlerindeki kudretiyle, bu geniş bilgi ve derin görüşleriyle,
zamanın bütün âlim ve velîlerinin takdîrlerini kazandı.
Hangi ilimden ne sorulsa, derhal cevâbını verir, zekâ ve
bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.
Hocaları: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri,
zamanının en büyük âlimlerinden olan; Muhammed bin
Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahmân-ı Kürdî,
Abdürrahîm Berzencî ve onun kardeşi Abdülkerîm Berzencî,
Abdullah-ı Harpânî ve daha pekçok âlimden ilim öğrendi.
İcâzet (diploma) aldı.
İlimdeki üstünlüğü: Mevlânâ Hâlid hazretleri,
zamanındaki Bağdat âlimlerinin ve tasavvuf ehlinin, belki
asrındaki bütün âlimlerin en üstünü idi. Kur’ân-ı kerîmin
esrârına vâkıf idi. Bütün ömrü zühd ve takvâ ile geçti. Onu
gören, ismini işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü
anlatırdı. Her ilimden, her kitaptan sorulan suâllere
rahatlıkla en uygun cevâbı verirdi. Bu hâli herkesi hayrette
bırakırdı. Arabî ve Fârisî olarak yazdığı kaside ve
manzûmeleri vardır. Çeşitli vesilelerle ve seyahatleri
esnasında söylediği beytler, nâzik rûhunun
terennümleridir. “Dîvân”ını görenler hayran olur.
Süleymâniye mutasarrıfı Abdürrahmân Paşa, Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî’den rica edip; “Efendim, Süleymâniye
medreselerinden hangisi hoşunuza giderse, hangisinde
rahat ederseniz, oranın müderrisi olunuz. Bu köleniz,
bulunduğunuz medresenin her ihtiyâcını karşılayacak
maddî yardımı yapmaya hazırım. Yeter ki bu ihtiyâçlar için
sizi meşgul etmesinler” dedi. Mevlânâ Hâlid, dünyâ malının
işe karıştığını görünce; “Bu hizmetin ehli değilim” buyurup
teklifi kabûl etmedi.
1203 (m. 1788) senesinde, üstadı Seyyid Abdülkerîm
Berzencî tâ’ûndan vefât edince, onun talebesi bos kalmasın
diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine
koştu. Her müşkili çözer her derde deva olurdu. Dünyâya
ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece
yirmibir yaşında iken, ulemâya ve talebeye üstâd olmuş,
yedi sene ders okutmakla meşgûl olmuştur.
Peygamber efendimizin (s.a.v.) sevgisi, temiz kalbine
aşk ateşi saldığından, dünyâ lezzet ve zevklerine bir defa
olsun göz ucu ile bile bakmadı. Bütün düşüncesi. Allahü
teâlânın sevgilisi olan Peygamberimizin (s.a.v.) ziyâretine
gitmek idi. Herkesten yüz çevirmiş, her işini Allahü teâlâya
ısmarlamıştı. Sözü te’sîrli, avâm ve havâs arasında sözü
delîl olan şerefli bir zât idi.
1220 (m. 1805) senesinde hacca gitti. Yolda Şam
âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzu’undan dolayı, Allâme
Muhammed Kuzberî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.
Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra, Hicaz’a gitmek için
yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman,
kasîde-i Muhammediyye’yi Fârisî olarak yazdı. Bu kasidenin
bir kısmı şöyledir:
“Gül, rûy-i Muhammed’e gıpta eder (s.a.v.).
Kokumu, O’nun terinden aldım der…”
Ey güzeller güzeli, beni sevdanla yaktın!
Görmüyor birşey gözüm, her an hülyanla aklım!
Sen “Kabe kavseyn” şâhı, ben ise azgın köle,
Sana konuk olmağı, nasıl söyler bu şaşkın?
Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,
Sonsuz merhametine sığınıp, kapın çaldım.
İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın!
Bir damla lütf et bana, derde devasız kaldım!
Herkes gelir Mekke’ye, Kâ’be, Safa, Merve’ye,
Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.
Dün gece, bir rü’yâda, göklere değdi başım,
Kapındaki uşaklar, enseme bastı sandım.
Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!
Şi’rlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:
“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,
Bir damlacık umarak, ihsân deryana vardım.”
Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmağa geldim!
Çok kabahatler işledim, sana yalvarmağa geldim!
Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,
Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim.
Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların canı!
Uygun olur mu söylemek, canımı fedaya geldim.
Derdlilere tabibsin, ben ise gönül hastası,
Kalb yarama deva için, kapını çalmağa geldim.
Cömerdlerin kapısına, birşey götürmek hatâdır.
Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.
Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,
Bu yükten ve siyahlıktan tamam kurtulmağa geldim.
Temizler elbet hepsini, ihsân deryandan bir damla,
Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.
Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan azîz cânân!
Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan!”
Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup
ona teslim olmak arzusundaydı. Birgün Yemenli fazilet
sahibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasihat istemesi
gibi ondan nasihat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i
mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey
görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri
Mekke-i mükerremede bir Cum’a günü Kâ’be-i şerîfe karşı
Delâil-i hayrât’ı okurken câhil kılıklı, siyah sakallı birinin,
Kâ’be’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan
Kâ’be’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye
düşünürken, o kimse; “Mü’mine hürmet, Kâ’be’ye
hürmetden daha öncedir. Bunun için yüzümü sana
çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medine’deki zâtın
nasihatini unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri
bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi
ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “Sen
burada olgunlaşamazsın” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı
göstererek: “Senin işin orada tamam olur” dedi ve gitti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye
dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz
Hindistan’ı düşünüyordu. Birgün bu düşünceler içinde iken,
Hindistan’ın Dehlî şehrinde bulunan evliyânın en
büyüklerinden Abdullah-i Dehlevî’nin (r.aleyh)
talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O
talebe Abdullah-ı Dehlevî’nin Mevlânâ Hâlid’e; “Selâmımızı
söyle, bu tarafa gelsin!” buyurduğunu bildirdi. Uzun zaman
başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders
vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı.
Bir süre sonra, 1224 (m. 1809) senesinde ikisi birlikte İran
ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar.
Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu
ani ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler.
Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da
fâide vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde
bulunduğunu söyleyip vazgeçirmek istediler. Onlara; “Âb-ı
hayât zulümâtta bulunur” şeklinde cevap veren Mevlânâ
Hâlid hazretleri, gülün kokuşunu almış bülbül gibi kimseyi
dinlemedi.
Göz yaşları içinde uğurlandı. Herkes; “Bizleri hüzün ve
eleme garkettiniz. İnşâallah yine huzûrunuz ile şerefleniriz”
dedi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile
yaya olarak önce Tahran’a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi
İsmâil Kâşî’yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid,
ba’zı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur’ân-ı kerîmin birçok
âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilmiş olduğunu,
ma’nâlarının tahrif edilmiş bulunduğunu görmüştü. Meselâ;
Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; “Bedr gazâsındaki
esîrleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi”
âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) hakkındadır,
şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî’ ye;
“Peygamberler günah işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün
peygamberler ma’sûmdur, günah işlemezler” dedi.
Mevlânâ Hâlid: “Peki, Kur’ân-ı kerîm’in; “Bedr
gazâsındaki esîrleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni
affeyledi” meâlindeki âyet-i kerîmede; “Af söylendiğine
göre, günah işlemiş ma’nâsına gelmiyor mu? Hâlbuki
peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir”
deyince, Kâşî; “Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr’i
ezarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin
hakkında değildir” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri;
“O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr’i affettim buyuruyor da siz
niçin affetmiyorsunuz?” dedi. Kâşî cevap veremeyip,
mahcup ve rezîl oldu.
Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve
Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle
medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin (r.aleyh)
kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kaside söyledi:
“Sultan Bâyezîd türbesi hürmetine yâ Rab!
Burhan Bâyezîd tîneti hürmetine Yâ Rab!
Mekansızlık kartalı yuvası hürmetine yâ Rab!
Ya’nî Bâyezîd’in sana yakınlığı hürmetine yâ Rab!
Bu garîb bîçâre, şikeste Hâlid’e yâ Rab!
Bâyezîd’in irfanından bir kapı aç yâ Rab!
Beni sana kavuştur kendimden kurtar yâ Rab!
Onun kölelerinden biri olayım yâ Rab!
Sonra Tûs (Meşhed) şehrine geldi. Orada, oniki İmâmın
dokuzuncusu Mûsâ Kâzım’ın (r.aleyh) oğlu İmâm Ali
Rızâ’nın (r.aleyh) türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir
kaside okuyarak onu medheyledi.
Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıkî Câmî’nin (r.aleyh) kabrini
ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasideyle medheyledi.
Buradan Afganistan’a geçti. Hirat’a uğradı. Hirat’ın bütün
âlimleri, fazilet sahipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler
arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât
sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her
şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk
ona âşık olup saatlerce yola uğurluyorlardı. Kandehâr,
Kabil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla
hepsini hayran bıraktı. Peşâver’de çok hürmet ve ta’zimle
karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler.
Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan
Allâme Mevlânâ Senâullah’ı (r.aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ
Senâullah. Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın (r.aleyh) en üstün
talebelerinden idi.
Mevlânâ Hâlid (r.aleyh); burada başından geçenleri
şöyle anlatır: “Bu kasabada bir gece kaldım. Rü’yâda
gördüm ki, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanağımdan
tutup beni kuvvetle kendine çekiyordu. Sabahleyin
Mevlânâ Senâullah’ın huzûruna gittiğim zaman, daha
rü’yâmı anlatmadan; “Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı
Dehlevî’nin huzûr ve hizmetlerini cana minnet bilmeli,
huzûr ve hizmetinde bulunmayı, sana va’dolunan
ni’metlere kavuşmaya sebep bilmelisin” dedi. Daha sonra o
kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehlî ismi
ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri aylarca süren
yolculuktan sonra tam bir senede Dehlî’ye (Cihânâbâd’a)
geldi. Yolda başından geçen şeyleri bildiren Arabî ve Fârisî
beytler söyledi. Hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine
kavuşma aşkını ifâde eden beytlerinde özetle şöyle
demektedir:
“Arzuların kıblesine (Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine)
giden yol ve aradaki mesafe sona erdi. Bu mesafeyi sona
erdirmekle lütfeden, Allahü teâlâya hamd-ü senalar olsun.”
“Allahü teâlâ, bir işe yaramaz yorgun bineğimi artık
geceleyin yürümekten, kâh konmak ve kâh göç etmek
külfetinden…”
“Beni, bukağı gibi insanın ayağını bağlayan akraba ve
vatan te’sîrinden, dostlar ile dünyâ servetine karşı duyulan
alâkadan…”
“Annemi düşünmekten, kardeşlerime hasret
duymaktan, amcam veya dayımı akla getirmekten…”
“Bana “Abdullah-ı Dehlevî’ye gitme!” diyenlerin te’sîrleri
altında kalmaktan, çekemeyenler ile kınayanların sözlerine
kulak vermekten kurtardı.”
“Beni, haddinden fazla yalancı ve son derece câhil bir
cemâatin, bir zümrenin şerrinden korudu.”
“Ya’nî iş ve davranışlarında mahlûkların en berbatı olan
Âzerbeycan râfizîlerinin şerrinden muhafaza buyurdu.
“Çünkü onları yoldan çıkaran “İsmâil Kâşî”, münâzara
ve mübâhase ateşini tutuşturunca yenilgiye uğradı.”
“Allahü teâlâya hamd-ü senalar olsun ki, beni meram
ve maksatların en yücesine erdirdi. Ya’nî çok faziletli kâmil
mürşide kavuşmayı bana nasîb eyledi.”
“O mürşid (Abdullah-ı Dehlevî hazretleri), karanlık
ufukları aydınlatan ve herkesi dalâletten hidâyete
kavuşturan zâttır.”
“O reîs, “Gulâm Ali’dir” (Abdullah-ı Dehlevî
hazretleridir). Bakışı ile, çürümüş ve dağılmış şeyler dirilir.
Ma’nen ölmüş kimseler, onun feyziyle hayâta kavuşurlar.”
“Gulâm Ali, bir ni’met denizi ve cömertlik dağıdır. Bütün
fazilet ve iyi hasletlerin de kaynağıdır.”
“O hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ
ummanı, feyzler definesi ve kerâmetler hazinesidir.”
“Abdullah-ı Dehlevî sükûnette arz, sarsılmazlıkta dağ,
her tarafa ışık saçmakta güneş ve yücelikte gök gibidir.
“İslâmiyet pınarı, irfan ma’deni, mahlûkların yardımcısı
ve fazl-ü ihsânın kaynağıdır.”
“Halkın şeyhülislâmı, müslümanların gönül kıblesi,
büyüklerin reîsi ve zor işlerin merciidir.”
“Mahrem bir rehberlikte en iyiye götürücü ve yüksek
sesle (alenen) halkı Allahü teâlâya da’vet edicidir.”
“O, herşeyin Rabbi tarafından sevilmektedir. Kim onun
irşâdına uyarsa, sen o kimseye; “Ey emsallerine örnek olan
zât!” diye hitâb et.”
“Abdullah-ı Dehlevî, kemâle ermemişlerin hepsine
kemâl veren ve bütün kâmil insanların kusurlarını da
giderendir.”
“Ey âlemlerin Rabbi! Mürşidin hatırı için, bu yüce zâta
layık bir edeb ve terbiyeyi bize de nasîb eyle.”
“Ömrümün bir kısmını onun ömrüne ekle. Onun
himâyesi sebebi ile halkı rahatlık gölgesi altında dâim kıl.”
“Beni hocamın hüsn-ü kabûlü ile mutlu kıl. Onu
memnun edecek hizmetleri bana nasîb eyle.”
“Bütün hâllerde, hayatta kaldığım müddetçe, hergün
benim kalbimde onun kadrini biraz daha arttır.”
“Ey Rabbim! Uhrevî kurtuluşu te’min edecek bir tarzda
hocam benden râzı, ben de ondan râzı olarak canımı al.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri Dehlî’ye vardığında,
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin
sevinci ile, seferde iken yanında bulunan şeylerin hepsini,
fakirlere dağıttı. Sonra da, Hindistan’in en büyük velîsi,
insanların imdâdına yetişici, hakîkatler menbâı, hikmet ve
ma’rifet ma’deni, ilim, irfan ve ilham rehberi, ma’nevî
üstünlükler sahibi, büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı
Dehlevî’nin (r.aleyh) huzûruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona
nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazîfesini verdi.
Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç
i’tirâz etmeden, eline kovasını, süpürgesini alarak hizmete
başladı. Kuyudan, kovasına suyu doldurur, kalın bir
sopanın uçlarına bağlayıp omuzunda taşırdı. Hergün
defalarca kuyu ve dergâh arasında gidip gelir, dergâhı
temizler, abdest suyunu depolara doldururdu. Eğer nefsi
bu ağır vazîfeden kaçınsa, ona en şiddetli cezayı verirdi.
Birgün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal
nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli
vazîfeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla
süpürtürüm” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına
böyle hiçbir düşünce gelmedi. Aylarca canla başla bu
hizmeti yapmak için uğraştı. Öyle ki, su taşıya taşıya
mübârek omuzları yara oldu. Birgün yine böyle su taşırken,
hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı
Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru
muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve
hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî,
Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini,
kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazîfeden alıp,
devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet
ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti.
Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri
ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saadetine erişti.
Huzûr ve müşâhede makamına kavuştu. Vilâyet-i kübrâ
hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye,
Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı
Dehlevî’nin kalbindeki bütün Esrâra (ma’nevî üstünlüklere)
mazhar oldu, kavuştu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, hocası Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin huzûruna kavuşmasını, bir
mektûbunda şöyle anlatmaktadır:
“1224 (m. 1810) senesi Zilhicce ayının yirmialtasında
Dehlî şehrine ulaştım. Aynı gün ikindiden sonra, zamanın
büyüğü ve İmâmı, yüksek hocamın elini öpmek saadetine
nail oldum. Sonra da onun ebedî saadet kaynağı olan
feyzlerine kavuştum. Bunun için Allahü teâlâya sayısız
hamd olsun.
Allahü teâlâ bize hidâyet vermese, doğru ve hakîkî yolu
göstermese, biz kendiliğimizden hidâyete kavuşamazdık.
Hocamın feyz ve bereket yuvası olan yüksek kapısının
toprağını ümid gözümün sürmesi eyledim. Gece gündüz,
aşikâre nûr deryası olan huzûrunda bulundum. Rabbimin
sırf mücerred ihsânı ile, yüzü kara, tepeden tırnağa kadar
günahlara batmış bu kuluna ihsân ettiği sonsuz devlet ve
saadetin şükrü için; Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar,
Eyyûb aleyhisselâmın sabrı içinde, o cihan sultânının
kapısının süpürgesi olsam, haklarını ödeyemem.
Bu fakirin dostlarına ve sevenlerine nasihati odur ki;
herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para
ve elbiseler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde
etmeye canla başla çalışırsa, onun dünyâsı o olur.
Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan isteğimiz, günbe gün
Hakkın divânında yüzlerini ak edecek amellerle meşgûl
olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el-amân!
“Sâlih amel eden kendine, kötü amel işleyen de yine
kendine etmiştir.” Vesselâm.”
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de, yüksek talebesi
Mevlânâ Hâlid’e (r.aleyh) yazdığı bir mektûbunda, onun
kıymet ve derecesini, üstünlüğünü şöyle bildirmektedir:
“Mektûbuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın
şerefli ismi ile başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu
mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi ve berakâtühü. Tepeden tırnağa kadar
kusurlu olan bu fakire, her an ziyâdesi ile gelmekte olan
Allahü teâlânın ni’metlerine şükür ve hamd etmek yazıya
ve söze sığmaz.
Beyt:
“Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.”
Ömrünü boşa geçirmiş bu ihtiyâr kuluna, Allahü
teâlânın ihsân ettiği ni’metlerden biri; sizin, Ebû Sa’îd’in ve
oğlu Raûf Ahmed’in (ki bu üçü İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin torunlarındandır), Beşâretullah’ın ve Fadıl
Gulâm Muhyiddîn gibi azîzlerin bizden inâbet almanızdır.
Sizler kısa zamanda hazret-i Müceddîd’in (İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin) nisbetlerine kavuştunuz.
Mübârek zâtınız, bu fakirin şeref ve iftihar vesîlesisiniz.
Çünkü bu yol, sizinle revaç bulmakta, yayılmakta,
kuvvetlenmekte. Âlem yüksek teveccühlerinize
kavuşmakla başka âlem olmaktadır. Elhamdülillah!
Elhamdülillah! Elhamdülillah! Hâce Muhammed Bâkî’nin,
hazret-i Müceddîd gibi (İmâm-ı Rabbanî Ahmed Fârûkî
Serhendî hazretleri), hazret-i Müceddîd’in de Seyyid Âdem
Bennûrî gibi talebeleri vardı. Tekrar tekrar söylemişimdir
ki, Mevlânâ Hâlid, benim iftihar vesîlemdir. Allahü teâlâ,
beğendiği bu yolda size ve bu kuluna istikâmet versin!
Âmin.
Bu büyük yolun feyzlerini taliblere sunun. Hatırınıza
hiçbir yaramaz düşünce getirmeyin. Sizi o memleketin feyz
vâsıtası ve kutbu yapmışlardır. Kötü maksadlılar size zarar
veremez. İftirâları bizce makbûl değildir. Vel-hamdülillahi
ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin evvelen ve ahiren.
Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar
da emredilen zikir ve diğer vazîfeleri yerine getirip,
saadetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr
edenlerle görüşmesinler.” “Hocana kötülük edenle iyi
olursan, köpek senden daha iyidir” sözü meşhûrdur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine i’tirâz edenlerden uzak
olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki:
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mü’min ve
müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakilerdir.”
İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd’in feyzleriyle doldu.
Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd’in (r.aleyh)
ni’metlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.
O memleketin âlimlerinin, şerîflerinin ve âmirlerinin
üzerine lâzımdır ki: Mübârek varlığınızı ni’met bileler,
sizden istifâde edeler, size ta’zim ve hürmette kusur
etmeyeler, muhaliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi
çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasihat yollu
yazdım. Resûlullah (s.a.v.); “Din nasihattir” buyurdu.
Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend’in, Müceddîd-i elf-i
sânî’nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib’in halîfesi etmiştir.
Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir
ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya
gelmeğe kalkmayın. İhtiyâc yüzünü bu tarafa çevirmek ve
kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve
Habîbine uymağa muvaffak eylesin! Âmîn.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, feyz ve kemâl
bulunca, evliyânın kutbu, âriflerin önderi, feyz ve nûr
menbâı olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ona; “Ey Hâlid,
şimdi memleketine ve Bağdat’a git! Oradaki Hak âşıklarını,
sevdiklerine, ya’nî Allahü teâlâya kavuştur” buyurunca,
Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim,
yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî
seyyidleri çoktur, insanlara doğru yolu anlatmakla nasıl
meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve i’tibâr sahibi ve
âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam,
diğer insanlar bile beni men ederler” diye arzetti. “Sen,
memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler,
senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına
hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazilet
sahipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen
vereyim, iste yâ Hâlid!” buyurdu. “Din için dünyalık
isterim” dedi. “Git, her istediğini verdim” deyip; “Yolun
üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden
beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakka gönlünü vermiş, ölü
gibi hareketsiz durup, Hakları sevgisine dalmış şerefli bir
zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli
elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle,
dört millik mesafeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Daha
sonra; “Hâlid bürd”, ya’nî “Hâlid herşeyi aldı götürdü”
buyurdu.
Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini
sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru
yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid’i (r.aleyh)
bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde
kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu
gitti. O zâtın yanına gidip, Farsça olarak hocasının selâmını
bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; “Aleyke ve
aleyhisselâm” buyurdu. Sonra; “Ey Hâlid, senin fütuhatın
ve irşâdının yayılma yeri Bağdat’tır” deyip, tekrar
murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın,
nisbet-i Muhammedi denizine gömülmesine, feyz nûrları
içinde bir an cemâl-i Hakdan ve O’nu murâkabeden
ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı. Bender
denilen yere gelinceye kadar, elli-altmış gün ne birşey
yedi, ne de birşey içti.
Mevlânâ Hâlid Şîrâz’a, oradan İsfehan’a sonra
Hemedan’a gitti. Güzel âdetlerinden idi ki, hangi şehre
teşrîf etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını
hatırlatırdı. Bu şehirlerdeki va’z ve nasihatlerini duyan
i’tikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de,
Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid’in heybeti
sebebiyle korkup birşey yapamadılar. Sonra Senendec’e,
oradan da 1226 (m. 1811) senesinde vatanları olan
Süleymâniye’ye gittiler. Bütün âlimler, fazilet sahipleri,
talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neş’e ile onu
karşılamağa çıktı. Süleymâniye’de bir bayram havası
yaşandı.
Bir müddet burada kalıp, evliyâyı ziyâret için ve
hocasının ma’nevî işâreti ile, merhum Süleymân Paşa’nın
oğlu Sa’îd Paşa’nın vâliliği zamanında, Bağdat’a teşrîf
buyurdu. Orada Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
yüksek dergâhına yerleşti. Evliyâyı ziyâretten sonra beş ay
kadar irşâdla (insanlara doğru yolu anlatmakla) meşgûl
oldu. Sonra yine hocasının ma’nevî işâretiyle
Süleymâniye’ye döndü. Orada ilme susamışlara Hak ve
hakîkati anlattı. Ba’zı hasedci ve münkir kimseler ortaya
çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye ve iftiraya başladılar.
Türlü türlü iftiraları, açık yalanları ve düzme lafları etrâfa
yaydılar. Mevlânâ Hâlid, iftiracılara ne kadar nasihat
ettiyse de dinlemediler. Buna rağmen Mevlânâ Hâlid
hazretleri sünnete uyarak, Allahü teâlâdan, onların
uyanmalarını doğru yolu görmelerini niyaz eyledi.
Sultan Mahmûd’un saray nâzırlarından Halet Efendi,
Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve i’tibârını çekemeyerek, kendisini
Halîfe’ye çekiştirdi ve; “Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve
saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır”
dedi. Sultan Mahmûd Hân da; “Din adamlarından devlete
zarar gelmez” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ
Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfe’ye hayır ve selâmetle
duâ eyledi, ve; “Halet Efendi’nin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî
hazretlerine havale olundu. Onu, huzûruna çekip, cezasını
verecektir” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Hân,
Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü.
Halet Efendi orada îdâm olundu.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, ikinci defa Bağdat’a
teşrîflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd
nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdat’ta en önce
kendisine talebe olan, Bağdat müftîsi Seyyid Abdullah
Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Sa’îd Paşa’nın yardımıyla,
İhsâniyye Medresesi’ ni ta’mir ettirip, Mevlânâ Hâlid’e
arzetti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve
edeb neşretmeye başladı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, irşâda (insanlara
hak yolu gösterip, dünyâ ve âhıret saadetine
kavuşmalarına çalışmak) başladığı günlerde, Bağdat vâlisi
Sa’îd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları
önüne eğik, hizmetçiler gibi edeble huzûrunda oturmuş
olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini
görünce, diz çöküp titremeğe başladı. Mevlânâ Hâlid’in
celâl hâli gidince, Sa’îd Paşa’nın titremesi geçti ve duâ
istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri ona duâ edip;
“Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise
nefsinden, ya’nî kendinden ve emrin altında olanların
hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü,
senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve
dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar.
Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları
sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın
azâbı çok şiddetlidir” deyip, nasihat buyurunca, Sa’îd Paşa
yine titremeğe başladı ve yüksek sesle ağladı.
Talebeleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri ikinci
defa, Bağdat’tan Süleymâniye’ye hicret etti. Yeni bir
dergâh inşâ edilip, orada talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.
Uzak memleketlerden birçok âlim ve fazilet sahipleri, ilim
öğrenmek, feyz ve nûrlara kavuşmak için huzûruna geldi.
Huzûrlarında yüzlerce, binlerce âlim ve velî yetişti.
Dörtbini, ilimde ve tasavvufta en yüksek dereceye çıkıp
icâzet (diploma) aldı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
yetiştirdiği talebelerinden ba’zıları şunlardır: Rabbanî
âlimlerinden meşhûr Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî
Hakkâri (Mevlânâ’nın medrese arkadaşı idi.), Seyyid Tâhâ
Geylânî Şemdînî Hakkâri, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı,
Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî hazretleri, huzûrlarında kemâle gelen binlerce
talebesini, insanları Cehennemin ebedî azâbından
kurtarmak için, çeşitli şehir ve memleketlere gönderdi.
Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdat,
Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezîre, Şemzîn (Şemdinli),
Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbekir, Anadolu’nun birçok
şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan
(Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Magrib, Girit ve
diğer İslâm memleketleri, Mevlânâ Hâlid’in yetiştirdiği bu
talebeler vesilesiyle Hak ile bâtılı öğrendiler.
Peygamberimiz (s.a.v.) ve Esbâbının yolunda çalıştılar,
insanlara hizmet için uğraştılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri
Bağdat’ta iken, Magrib’den, ya’nî Atlas ülkeleri denilen
Kuzey Afrika’dan, veliy-yi kâmil Şeyh Muhammed Magribî
hazretleri gelip, icâzet aldı, sonra da memleketine döndü.
Şeyh Seyyid Es’ad Sadruddîn, Müftî Hayderî Bağdadî, Şeyh
Abdürrahmân Rûzbehânî, Abdullah Ceselî ve diğer nice
tanınmış âlimler ve müellifler, hizmetine koşup, feyz ve
nûrlarından istifâde ettiler.
Şeyh Muhammed Kudsî, Osmân-ı Kürdî Tavîlî,
Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî Efendi,
Muhammed-i Cedîd, Seyyid Abdülgafûr, Mûsâ Cübûrî,
İsmâil Enârenî (ki bu zât hakkında Mevlânâ Hâlid; “Ey
sevgili dostlar size İsmâil’i bıraktığım müddetçe ben
diriyim” buyurdu.), Abdullah Herâti, Abdülfettâh Akrî
(Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerindendir. Senelerce İstanbul
halkını irşâd etti. 1281 (m. 1865) senesi Muharrem ayının
dokuzunda Cum’a günü vefât etti. Kabri, Üsküdar’da Eski
Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile
Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki,
Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.), Seyyid
Abdullah Geylânî Şemdînî Hakkâri (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî’nin Süleymâniye kazâsındaki medrese arkadaşı ve
talebesinin büyüklerindendir.), Abdullah Erzincânî Mekkî,
İsmâil Şirvânî, Ahmed Eğribozî, Şeyh Muhammed Hâfız
Urfalı, İsmâil Berzencî, Molla Ebû Bekr-i Bağdadî,
Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî (Şeyda diye
meşhûr), Şeyh Hasen Hâfız Kozanî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî,
âlim, mürşid-i kâmil, Rabbanî ilimler sahibi Seyyid Tâhâ
Geylânî Şemdînî Hakkâri, Ahmed Hatîb Erbîlî, İsmâil-i
Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Feyzullah Erzurûmî,
Muhammed Hânî, Şeyh Fırâkî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîti,
Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî (Son icâzet verdiği
talebesidir.), Hasen-ı Kudsî, Hüseyn Vâ’iz Malati, Ahmed
Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâ’î, Ahmed
bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim
ve fazilet sahibi mücâhid-i kâmil Şeyh Şâmil-i Dağıstânî,
Abdürrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî,
Ahmed-i Kürdî, Şeyh Ali Paluvî (Bu zâta, Mevlânâ Hâlid
hazretleri, görmeden icâzet vermişlerdir. Kendileri kerâmet
sahibi bir zât idi. Sonra huzûruna kavuştu.). Bunlardan
başka çok sayıda icâzetli talebeleri vardır. Meselâ
bunlardan biri Şeyh İsrâil (Ezra’î) olup, Girit adasında
insanlara va’z ve nasîhatla meşgûl iken, Rumların Girit
katliâmı üzerine bütün talebeleri ile bir gemiyfe binerek,
Güney-Amerika’ya gidip orada İslâmiyeti anlatmaya devam
etti.
Yüksek kapılarından ilim ve edeb öğrenmekle
şereflenen diğer büyük âlimlerden ba’zıları da şunlardır:
Bağdat’ta Hânefî müftîsi Seyyid Şerîf Es’ad Sadreddîn
Hayderî, Şafiî müftîsi Seyyid Sibgatullah Hayderî, Seyyid
Abdülkâdir Sıdkî Hayderî, Şeyh Yahyâ Mervezî İmâdî,
Abdürrahmân Rûzbehânî, Küçük Molla Erbîlî, Müderris Tâhâ
Harîrî, Ahmed Nevdeşî, İsmâil Köysancakî (Köysancalı
müftîsi), Mahmûd Ömer Künbedî Mustafa Erbîlî,
Muhammed Rûzbe hânî, Muhammed Îmâdî, Osman bin
Sindî Necdî, Muhammed Emîn, Muhammed Sa’îd, Ebû
Bekr-i Hamevî, Muhammed Erbîlî ve başkalarıdır.
Talebeleri son derece kendisine bağlı idi. Bağdat müftîsi
Şeyh Sadrüddîn hazretleri buyurdu ki: “Eğer bana hocam
Mevlânâ Hâlid hazretleri, şu süt kasasını başının üstüne al,
çarşı ve pazarda sat, diye emir buyursalar, hiç karşı
gelmez, emrine uyarak satardım.”
Menkıbe ve kerâmetleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
hazretlerinden sayılamıyacak kadar kerâmet görüldü.
Hâlleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşıp her yere yayıldı.
Menkıbe ve kerâmetlerine dâir müstakil eserler yazıldı. En
meşhûr menkıbelerinden ba’zıları şunlardır:
Süleymâniye’de iken, Berzencîler’den silâhlı ikiyüz kişi,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin öldürülmesine karar
verdiler. Cum’a günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında
beklemeye başladılar. Cum’a namazı kılındıktan sonra,
bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdadî hazretleri,
her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu
silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak
niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri,
mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli
kimselere öyle heybetli bir nazarla baktılar ki, bu nazarlar
karşısında hepsinin kalbinde müthiş bir korku hâsıl oldu.
Öldürmek için gelenlerden ba’zısı nâra atarak kaçıştılar,
ba’zıları da yüzüstü düşerek perişan oldu. Bundan sonra,
Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey
olmamış gibi, Cennet misâli olan hânegâha gittiler. Kaçan
bu düşmanların çoğu dediler ki: “Mevlânâ câmiden çıkınca,
onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış,
üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız
başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık.”
Bağdat’ta, sâlih ve faziletli bir insan olan İbrâhim
Berzencî hazretleri vefât etmişti. Bu zât geriye ellibin kuruş
borç bırakmıştı. Alacaklılar paralarını oğlu Muhammed
Efendi’den istediler. Oğlu, bir evi ve kitaplarından başka
birşeyi olmadığını söyledi. Alacaklılar, ev ve kitapların,
alacaklarına karşılık olmak üzere kendilerine verilmesini
istediler. Muhammed Efendi de, derhal Mevlânâ Hâlid
hazretlerine gidip durumu anlattı. Hâlid-i Bağdadî (r.aleyh)
alacaklıları yanına çağırarak; “Sizin alacağınızı ben
vereceğim. Muhammed Efendi’den bir ay hiçbir şey
istemeyeceksiniz. Ay sonunda size paranızın tamâmını
vereceğime senet veriyorum. Vakti gelince parayı benden
alır, senedi de Muhammed Efendi’ye verirsiniz” buyurdu.
Ay sonunda, alacaklılar gelip, Mevlânâ Hâlid’den parayı
aldılar. Sevinerek gittiler.
Bağdat’ta iken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, servet
sahibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlânâ
Hâlid’in şerefli hânegâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle
yüzbin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Birgün Mevlânâ
Hâlid’in huzûrlarına gidip; “Efendim, borcumun
çokluğundan dışarı çıkmağa yüzüm kalmadı” deyince,
Mevlânâ Hâlid (r.aleyh) buyurdular ki: “Bir ay sabret.” O,
bunun üzerine; “Aman efendim, sabra takatim kalmadı”
diyerek iki defa tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve
samimiyetinden idi. Mevlânâ Hâlid de (r.aleyh); “Mademki
öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al” buyurdu. Mahmûd
Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını
aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının
yerinde yeni bir altın gördü. Yüzbin kuruş tamamlanıncaya
kadar bu işe devam etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti
görünce, Mevlânâ Hâlid’in ellerini öptü.
İsmâil bin Ali adlı zât anlatır: “Şam-ı şerîfte iken birgün,
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulundukları yere gittim.
Mukaddes iltifâtlarına nail olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî
gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh
Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: “İsmâil’e
söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir.
Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zira zorla cezbe
göstermek riyadır. Riya ise zinâdan daha büyük günahtır.
Hâline tövbe etsin.” Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi
keşfetmişti.
Bağdat vâlisi Dâvûd Paşa’nın vezirliği esnasında,
Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgal ettiler. O
kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağma ettiler.
Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdadî hazretlerine
geldi. Huzûrlarına girip, başından geçen hâdiseyi
arzederek; “Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne
yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize
güvenerek geldim” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri,
yanlarındaki onyedibin kitabı o âlime hediye ettiler.
Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.
Bağdat’ta, tasavvuf büyükleriyle alay eden birisi, ba’zı
kendini bilmezleri de toplayarak, Hatm-ı Hâcegân-ı şerîf
halkası gibi bir halka dizerek, alay etmeye kalkıştı. O
saatte cinnet getirdi. Elbiselerini yırtarak attı. Serserice
çıplak bir hâlde çöllere düştü. Mevlânâ Hâlid (r.aleyh)
talebeleriyle sahraya çıkmışlardı. Deliren adamın çocukları
ve akrabası ağlayarak Mevlânâ Hâlid’in yanına geldiler.
Mecnûnun affedilmesi için yalvardılar. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî hazretleri çok sevdiği talebesi Şeyh Mûsâ
Cubûrî’nin elinden tutup; “Şimdi o mecnûna doğru git. O
hâlden kurtulduğunu bildir” dedi. Talebe, buyuruları
yapmak için o mecnûna gittiğinde, mecnûnu iyileşmiş
gördü, iyileşen mecnûn, yaptıklarına tövbe ve istiğfar etti.
Duâ ve ibâdetlerle alay etmekten vazgeçti.
Hacca gitmek için, Şam’a uğradığında, bir yalancı ve
fâsık, kadıya müracaat edip; “Üç ay önce katırım
çalınmıştı. Şimdi Hâlid-i Bağdâdî’yi katırımın üstünde
gördüm. Katırımı isterim” dedi. Dînin emri gereğince,
Mevlânâ Hâlid, hâkimin huzûruna çağrıldı. Fâsık ve yalancı
kişi, şâhidlerini de getirip konuşturdu. Hâkim, katırın o
iftiracının (yalancının) olduğuna hükmeyledi. Mevlânâ Hâlid
hazretleri, katırı o yalancıya teslim etti ve: “Hâkimin
hükmüyle hayvan senindir. Lâkin bende bir şüphe var ki,
bu hayvan benim yanımda dünyâya geldi, ama bunu kimse
bilmez. Ey kişi, müslümanların şehâdeti ile, hayvan
senindir. Ben ise, Hak teâlânın müslüman kullarına sû-i
zan etmem. Allahü teâlâ, senin katırını getirip benim
evime, benim evimde doğan katırı alıp, senin evine
koymağa kadirdir. Irak’dan Şam’a kadar binme ücretini de
vereyim. Hakkınız bende kalmasın” buyurup, ücreti de
verdi. O anda Allahü teâlânın izni ile, yalancının evindeki
katır oraya geldi. Yalancının katırını gören iftiracı şâhidler,
mübârek ellerine kapanıp; “Efendim, bu adama verdiğiniz
hayvan sizindir. Bizler iftira eyledik. Sizi anlamadık.
Hayvanı alınız” dediler. Hazret-i Mevlânâ; “Müslümanların
şehâdeti ile ve hâkimin hükmü ile, hayvan onundur. Binme
ücretini de verdik. Artık geri alınmaz” deyip gözden
kayboldu. Hâkim durumu öğrendi. Mevlânâ Hâlid’i aradı,
bulamadı. Bu işe sebep olanlar ise barınamayıp, o
beldeden kaçtılar ve perişan bir hâle düştüler.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, Şeyh Abdülvehhâb Sûsî’yi,
kendilerine vekîl olarak İstanbul’a gönderdi. O da, devlet
adamları ile çok görüşüp, kibir ve ucba kapıldı. Büyüklerin
yolundan ayrıldı, talebelikten reddedildi. Şeyh
Abdülvehhâb Sûsî geri dönüp, Şeyh Yahyâ Mezverî’ye
giderek af edilmek için tavassutunu rica etti. O da,
Mevlânâ Hâlid hazretlerine gidip durumu arzetti. Mevlânâ
hazretleri; “Af etmek benim elimde olsaydı af ederdim. Ne
çâre ki “Silsile-i aliyye” (evliyânın) büyüklerinin rûhları onu
kapılarından tard etmişlerdir” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, talebeleri ile, büyük
bir cemâat hâlinde, Bağdat’tan Şam-ı şerîfe hicret
ediyorlardı. Şam arazisine geldikleri zaman, Safvek bin
Fâris diye meşhûr Şemmer kabilesinden bir yol kesici,
birçok yardımcıları ile beraber kâfileyi soymak istedi.
Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Pekçok
yardımcılarımla Mevlânâ Hâlid’in kâfilesine hücum
edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş,
heybetli birisi göründü. O zât gözlerimiz önünde o kadar
büyüdü ki, büyük bir dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile
aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri
seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir
büyük dağ misâli olan bu zâtı görünce, bir korku titremesi
gelerek, mızraklarımız elimizden düştü. Sonra da herkes
hayvanlarından aşağı yuvarlandı. Bu hâdiseden sonra
kâfilede Allahın sevgili bir kulu olduğunu anladık. Bir
ağızdan; “Aman aman, affedin affedin!” diye bağırıştık.
Daha sonra kâfile görünmeye başladı. Kâfilede Mevlânâ
Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyaz
ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfar eyledik.”
Fazilet sahibi bir zât olan Abdülbâkî Mûsulî anlatır:
“Musul vâlisi Yahyâ Paşa, beni, Bağdat vâlisi Dâvûd
Paşa’ya ba’zı işlerin halledilmesi için gönderdi. Bağdat’a
ulaştığımda, geceyi sarfiyat muhâsebecisi Muhammed
Efendi’nin yanında geçirdim. Orada bir ay kalmama
rağmen, işleri yoluna koyamamıştım. Param da
kalmamıştı. Öteden beri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
hazretlerini severdim. Açlık ve üzüntü ile, bir akşam
uykuya dalmıştım. Sabahleyin gusl abdesti almam îcâb
etti. Hamam ücreti olmadığı için hamama gidemedim.
Hâlimi hadememe açıkladım. Hademem de; “Efendim,
Mevlânâ Hâlid hazretleri hakîki bir velî ise, hâlini
keşfederek birkaç dirhem gönderir” dedi. Bu söz esnasında
kapı çalındı. Elinde bir beyaz mendil ile bir zât içeri girdi.
Elindeki mendili teslim edip; “Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
hazretlerinin selâmı var. Bu hediyeyi kabûl etsinler
buyurdu” dedi. Hemen gitti. Mendili açtığımızda, hepsi altın
olmak üzere yirmibin kuruş vardı. Bu para ile, bütün
ihtiyâçlarımı gördüm. Daha sonra duâlarına kavuşmak
üzere hânegâhına gittim.”
Âlim ve fazilet sahibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hâfız
Urfalı anlatır: “Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri,
Bağdat’ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn’in Şam’a
gelmesi için mektûp yazdı. Onlar da yola çıkıp Urfa’ya
geldiler. Bu esnada Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitaben;
“Hâfız! Çoluk-çocuğumuz Urfa’ya geldiler. Sizin evinize
indiler. Lâkin Şihâbüddîn vefât eyledi” buyurdu. Bu sözün
söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa’ya gittiğimde sordum.
Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn’in vefâtı vâki
olmuştu.”
Âlim ve fazilet sahibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük
muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde
kuvvetli bilgisi vardı. İmtihan etmek maksadıyla, Mevlânâ
Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnasında bir hadîs-i
şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup
oturdular. Aynı zât, Kütüb-i sitte’de yazılı olan hadîslerden
üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ
hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak
okuyunca, o muhaddis, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden
tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde;
“Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın
ilimierinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız” derdi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri çok heybetli idi. Kalbleri çok
temiz, berrak ayna gibi idi. Birgün Bağdat’ta talebeleri ile
sohbet esnasında; “Bir zulmet geliyor” buyurdular. Yarım
saat sonra râfızî âlimlerinin büyüklerinden Mûsâ Necefi ve
on arkadaşı, imtihan için yüksek huzûrlarına geldiler. Beş
dakika kadar ayakta durdular. Hepsini bir titreme aldı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri parmakları ile, râfizîlere “Oturun!”
diye işâret ettiler. Oturduklarında titremenin çokluğundan
başlarını yerlere vurdular. On dakika bu hâl devam etti.
Mevlânâ Hâlid, onlara hiç iltifât etmedi. Dicleye doğru
baktı. Sonra kalkıp nafile namaz için mescide gitti. Bunu
gören râfizîler dehşette kaldılar. Kendilerine geldiklerinde;
“Bu âlimde büyük bir sır vardır. Hakîkatini biz bilemeyiz”
deyip gittiler.
Hâcı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Hân’ın saray
hizmetçisi idi. Halîl Efendi hacca gitmeye niyet etti.
İstanbul’dan Üsküdar’a geçtiğinde, Üsküdar mezarlıklarının
içinden bir zât, elinde bir mektûp olduğu hâlde hızlı
adımlarla ona doğru koşarak geldi ve; “Aman Hâcı Halîl
Efendi şu mektûbumu al! Lütfen Şam’a vardığınızda,
velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektûbu verdiğiniz
târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız” dedi ve
yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı. Halîl Efendi
Şam’a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam
Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını
emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağa
teşrîflerinde vâli hürmetle karşılayıp; “Efendim,
teşrîfinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede
olmasının bir hikmeti olsa gerek” dedi. Halîl Efendi de
orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra
ayağa kalktılar ve; “Gidelim” buyurdular. Vâli ve Hâcı Halîl
Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri
gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl
üç defa tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defa
kalktıklarında, Hâcı Halîl Efendi’ye dönerek; “Hâcı Halîl
Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır” buyurdu. Halîl
Efendi de: “Efendim böyle bir emânet yoktur” dedi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; “Elbet olacak. Cebinize ve
eşyanıza baksanız” buyurdu. Halîl Efendi’nin hatırına
mektûp gelmeyince; “Halîl Efendi! Üsküdar
kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir
mektûp vermişti” buyurdu. Hâcı Halîl Efendi hatırladı ve
derhal elini cebine sokup mektûbu çıkarıp verdi. O zaman
Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: “Hâcı Halîl Efendi
bizimdir (bizim misâfirimizdir).” Vâli de; “Biz köleniz de
Efendimindir” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O başka”
buyurdular ve birkaç defa; “Hâcı Halîl Efendi bizimdir”
buyurunca, Hâcı Halîl Efendi: “İnşâallahü teâlâ hacdan
sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim
(ziyâret edip misâfir olurum)” dedi. O zaman Mevlânâ
Hâlid-i Bağdadî hazretleri; “Hacdan sonra gelirseniz bizi
bulamazsınız” buyurdu. Hâcı Halîl Efendi de; “İnşâallah
buluruz” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Nasîb!” buyurdu.
Daha sonra mektûbu açıp okudu ve; “Bize hüsn-i zan
etmişler. Zannettikleri gibi olsun” buyurdu. Halîl Efendi
hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini
anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye
geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını
gördü. Onlara; “Ortada cenâze yok. Kimin namazını
kılıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Şam-ı şerîfte Mevlânâ
Hâlid-i Bağdadî hazretleri vefât etti. Onun namazını
kılıyoruz” cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl
Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin
kerâmetini anladı. Haccı edadan sonra, Şam’a oradan da
İstanbul’a gitti. Üsküdar’a geldiğinde kabristanlığın
kenarında mektûbu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendi’ye;
“Efendim! Siz mektûbu verdiniz, bizim de işimiz oldu”
deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, birgün yolda yürürken bir
hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip
cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ’nın arkasından
yürüdü. Hânegâha girdi. Müslüman oldu. Se’âdete
kavuşanlar arasına girdi. Bu hâl açıkta olduğundan herkes
gördü.
Süleymâniye’nin meşhûr âlimlerinden ba’zısı, Mevlânâ
Hâlid-i Bağdadî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve
ince mes’eleîeri ile mağlup etmek istediler ise de, kendileri
yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çaresiz kalıp,
Irak’ın her bakımdan en büyük âlimlerinin allâmesi,
müslümanların âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen
hücceti, efendimiz, üstadımız Şeyh Yahyâ Mezverî İmâdî
hazretlerine mektûp yazıp; “Süleymâniye âlimleri
tarafından, din dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslülanların
hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mezverî İmâdî
hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayatınızla
bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhur
eyledi. Hindistan’a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve
insanları irşâd da’vâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini
mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi.
Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik.
Büyüğümüz sizsiniz! Üzerinize vâcibdir ki, bu tarafa gelip,
yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenesiniz.
Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer
şehirlere yayılacaktır” dediler. Bu mektûp, Şeyh Yahyâ’nın
eline geçince, ba’zı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu
tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp,
eline yüz sürüp, herbiri kendi evine da’vet ettiyse de, kabûl
etmedi ve; “Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır” deyip,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin hânegâhına doğru gitti. O
devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp
kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına
oturttu. Şeyh Yahyâ’nın kalbinde, bir takım ince ve zor
mes’eleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha
ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh’e hitaben; “Din
ilimlerinde çok müşkil mes’eleler vardır. İşte biri şudur ve
cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur” buyurup, Şeyh’in
kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi. Şeyh
Yahyâ anladı ki, bu mübârek zât, evliyânın
büyüklerindendir. Hemen özür ve af diledi. Tövbe edip
Mevlânâ hazretlerinin büyük talebelerinden oldu. İftiracılar
bunu duyunca perişan oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh
Yahyâ’yı çok severdi.
Şam’da tâ’ûn hastalığı vâki oldu. Mevlânâ Hâlid
hazretleri oradan ayrılmak istemediler. Tâ’undan ölenlerin
şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okurlardı ve bu
yüksek dereceye kavuşmak isterlerdi. O sırada birisi gelip;
“Efendim duâ edin de bana tâ’ûn bulaşmasın” diye
yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için
ise; “Rabbime kavuşmağı istememekten haya ederim”
buyurdu.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin çocukları: Mevlânâ
Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin dört oğlu vardı. Biri
Şihâbüddîn olup, Urfa’da vefât etti. Sonra Behâüddîn vefât
etti. Ardından Abdürrahmân vefât etti. Dördüncü oğlu
Necmüddîn, babasının vefâtından sonra dünyâya geldi.
Onun da iki oğlu dünyâya gelmiştir. Temiz soyu devam
etmektedir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin oğlu Muhammed
Behâüddîn’in beş yaşına girmesine birkaç ayı vardı ki, bu
yaşta çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu. Muhterem hocaları,
Şeyh Muhammed Nâsih hazretleri idi. Arapça, Farsça ve
mahallî dilleri çok güzel konuşurdu. Şekil, tabiat, cömertlik
ve merhamet bakımından Mevlânâ Hâlid hazretlerine çok
benzerdi. Çok küçük yaşta olmasına rağmen şefkatinin
çokluğundan, bir kimseye bir belâ ve âfet gelse, o kişinin
bu durumdan kurtulmasına çalışırdı. Tâ’ûna yakalandığı
zaman, babasının nûr yüzünde hüzün alâmetleri belirmişti.
Cum’a gecesi sabaha kadar hastalığı devam etti. Şeyh
İsmâil Gazzî hazretleri buyurdu ki: “Kapıcı kapımı çalınca,
gözbebeğimin vefât ettiğini anladım. Hemen evin
kapısından dışarı çıktım. Kapıcı vefât haberini söyleyerek;
“Mevlânâ Hâlid hazretleri sizi istiyor” dedi. Derhal yanına
vardım. Evin güneşliğinde oturduğunu gördüm ve hemen
ellerini öptüm. Sıkılganlığımdan, huzûrlarında ayakta
durdum. Bir saat geçtikten sonra edeblice oturdum.
Mübârek, nurlu elleriyle başımdan tutup alnımdan öptü.
Cenâb-ı Hakka şu şekilde duâ etti:
“Ey Rabbim! Bu musibete sabır ve genişlik verip, beni
sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah
yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn
mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız.
Vekîlimizdir” buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu.
Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin faziletlerini
içine alan sohbet ve va’za başladı. Âhırete göç eden bu
temiz yavrunun Kasiyûn dağındaki bir tepeye
defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse
defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih
hazretlerine teçhiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze
yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen
yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri İmâm olup,
cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.
Ağlayanlara ve kalbi mahzûn olanlara teselli verip insanları
teskin ederdi. Definden sonra Addâs Câmii’ne giderek,
Cuma namazını kıldırdıktan sonra, adı geçen Câmi’nin
hücresinde tâ’una tutulmuş değerli talebelerinden Molla Îsâ
hazretlerinin yanına vararak, hâl ve hatırını sorup, alâka
gösterdi. Molla Îsâ’ya şöyle buyurdu: “Ey Îsâ!.. Ölümden
hiç korkma. Dâima uyku ile uyanıklık arasında bulun. Zîrâ
senin kalbine yöneldik. Artık şeytan tasallut edemez.
Oğlum Behâüddîn ile karşılaştığında selâmımı ulaştır. Ona
korkmamasını söyle. Yakın zamanda inşâallah biz de
geleceğiz.” Vedâdan sonra Cennet misâli yüksek
hânegâhına gitti.
Behâüddîn’in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân
da aynı senenin Zilka’de ayında tâ’ûndan vefât etti.
Abdürrahmân gayet zekî, merhamet sahibi, akıllı bir çocuk
idi. O da defin hazırlıkları bitince Kasiyûn isimli tepeye,
kardeşi Behâüddîn’in mezarının kuzey tarafına defnedildi.
Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, oğlu Behâüddîn’in
defnine gittiği zaman, kendisinin de yakında vefât
edeceğini anladı. Bunun üzerine kabrinin kazılmasına dâir
Şeyh Abdülkâdir Deymânî’ye emir verip, nerede
defnolunacağını bildirdi.
Abdürrahmân’ın defninde, daha önce ta’yin ettiği kabrin
kazılmamış ve hazırlanmamış olduğunu görünce üzüldü.
Şeyh Abdülkâdir’e; “Zannedersem, kazıcıya verecek paran
yoktur” buyurup, bu talebelerine birkaç gümüş verdi ve;
“Muhakkak, bugün kazın! Kazınca bir taşa rastlarsınız.
Vefâtım günü, o kayayı kırma sebebiyle zahmet çekip,
kabrimi belki vaktinde kazıp, yetiştiremezsiniz. Mezar,
boyunuz derinliğinde olsun” buyurdu. Gerçekten iki arşın
miktarı kazıldıktan sonra, buyurdukları gibi, büyükçe bir
taş göründü. Bu kerâmetini de herkes gördü. Buyurdukları
miktarda kazıldı.
Vefâtı: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, son
zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları
sahiplerine vermek için ayırmağa başladılar. Bir ara
talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Angârî’yi
çağırttı. Ona; “Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum
Behâüddîn’in yanına gitmeyi isterim? buyurdu. Şeyh
İsmâil: “Efendim güneşin hararetinden oraya gitmek ve
orada oturmak mümkün olmaz” deyince Mevlânâ Hâlid
hazretleri; “Güneşin harareti bize zarar vermez” buyurdu.
Daha sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; “Ey İsmâil;
Beni dinle, asla muhalefet etme. Vefâtımdan sonra, çolukçocuğum,
fıkıh kitaplarım, diğer hukukî işlerim için yerime
vasî olarak, İsmâil Enârenî’yi ta’yin ettim. Ondan sonra
Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni
seçtim. Malımın üçte birini namaz, borcumun ıskatı için
ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki,
ümmetin iyi zâtlarından ba’zı ihlâs sahipleri, bu makamda,
sevdiklerimiz için dergâh bina ederler. Malımın üçte
birinden geri kalanı da, kapımızda olan fakirlere ve
yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musibet
size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz.
İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz” buyurdu. Şeyh İsmâil de;
“Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle
doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun
olur” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, “Ey İsmâil! Biz Şam’a
ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gayemiz başka bir
şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i
zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde
nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nail oluruz. Başka
birşey istemiyoruz. Ba’zı inkarcıların size yapacağı eza ve
cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin eza ve
cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ
ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla
yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftira ederek zahmet
verir” buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir
müddet sonra o kimse öldü.
Birgün Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, Şeyh İsmâil
Gazzî’ye buyurdular ki: “Bütün kitaplarımı vakfettim.” O
esnada içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve;
“Efendim Seyyid Hüseyn Efendi ve beraberinde ba’zı âlim
zâtlar, size ta’ziyeye geldiler” dedi. Daha sonra onları
karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu
Abdürrahmân için ta’ziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler
gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi.
Mevlânâ hazretleri: “Bugün burada kalınız” buyurdu.
Sonra da; “İnsanların; “Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar
ediyor” demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve
dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cum’a gecesi gideceğimizi
zannediyorum” buyurdu. Daha sonra kendisine yemek
getirildiğinde; “Bu ve bundan başka yemeklerden
yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir
kimse gördünüz mü?” buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ
yemeklerinden yemedi. Sonra; “Dünyâ yemeklerine
doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem”
diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin
içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden
görülmemişti. Bundan sonra kitapların bulunduğu yere
gitti. Emânet aldığı kitapları sahiplerine göndermeğe
başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasihat ve vasıyyet
ederek vedâlaştıktan sonra; “Biz bu Cum’a gidiyoruz”
buyurdu. Sonra mescide teşrîf etti. İkindi namazını
kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi.
Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî’yi
yanına çağırıp iltifât etti. Kütüphânesinin önünde oturdu,
önceki vasıyyetini ve nasihati tekrar etti. Şöyle buyurdu;
“Namaz borcumun iskatı için vasıyyet ettim. Allahın
birliğine yemîn ederim ki: Baliğ olduğum zamandan
bugüne kadar bir vakit namazımı kazaya bırakmadım.
Kuşluk ve teheccüd namazlarını da eda ettim. Bu sözleri
işitip de, “Mevlânâ Hâlid, hayrat ve hasenata muhtaç
değildir” demeyiniz. Vefâtımdan sonra, hayır ve iyiliklerde
bulunup, fakirlere yemek yediriniz. Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs-ı
şerîflerde bizi unutmayınız. Bir kimse yukarıda işâret
ettiğim haklarıma muhalefet ederse, âhırette beni
göremez. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim
vasim Şeyh İsmâil Enârenî’dir. Benden sonra irşâd
vazîfesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç
kimse hatırından çıkarmasın” buyurup, İsmâil Gazrî’ye:
“Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım” buyurdu ve
mübârek ellerine kalem alıp; “Bu kitapları Allah için
vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır” diyerek şartlarını
yazdı. Sonunda da; “Bu yazılan şartlarla vakfettiğim
kitaplarımın küçük bir tanesi de olsa değiştiren,
noksanlaştıran kimseler üzerine; Allahın, meleklerinin ve
bütün insanların la’neti yağsın” buyurdular. O esnada
talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin
büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn İbni Âbidîn içeri
girdi ve ba’zı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her
soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda
olduğunu söyledi ve bu arada; “Şu kitabı getirin” buyurdu.
O kitapdaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn
hazretleri; “Efendim! Dün gece rü’yâmda Hz. Osman’ın
vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık
oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım” diyerek rü’yâsını
anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; “Ey İbn-i Âbidîn!
Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile
cenâze namazımızı kıldırırsın. Çünkü ben, Hz. Osman’ın
evlâdındanım” buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok
üzüldü ve rü’yâsını anlattığına çok pişman oldu.
Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri,
sevdiklerine şöyle vasıyyette bulundu: “Muhammed
aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz
doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve
tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük
musibet size ulaşmaz. Şekil ve şemailimi sayarak, bağırıp
çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz.
Etrâfa mektûplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin
üzülmemesini ve ağlamamasını tenbîh ediniz. Beni seven
ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip
sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur’ân-ı kerîm
ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile
gönülleri dolan kimseler gibi sakın siz de; “Sadakaya
muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve İhlâs-ı şerîflere
muhtâcım” demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz.
Sadaka veriniz sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz,
ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuzbeş senelik farzları iskat ve
kaza edersiniz, ömrümüzde kuşluk ve teheccüd
namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk
etmedim. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini
biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın.
Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh
inşâ edilir.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri bu nasihatleri
yaptığında, sıhhatleri ve afiyetleri yerinde idi. Sonra
evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları
görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup,
içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını
bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince,
talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına
girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri
girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi beraberlerinde
olduğu hâlde, yirmi kişi huzûrlarına girip, ziyârette
bulundular. Mevîânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sağ
yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlinde idi. Hâl ve
hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp,
fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler.
Talebelerinden İsmâil Efendi; “Efendim zât-ı âlileriniz su
isterler mi?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; “Dünyâ
ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm”
demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek
ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı
çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ
Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için
bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, o gece yatsıdan
sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitaben;
“Hepinize hakkımı helâl ediyorum. Birbirinizden
ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız” buyurdular.
Abdest alıp bir miktar namaz kıldıktan sonra; “Şu anda
tâ’ûna tutuldum” buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı.
Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar buyurdu ki:
“Bundan sonra beni meşgûl edip benden birşey
istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni
Hakla meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile
sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm.
Yanımda hiç kimse bulunmasın.” Göz uçları ile kıbleye
yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü
teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı.
Hastalığının şiddetinden; “Ah! vah!” gibi sesler asla
duyulmayıp, her a’zâsından, hattâ mübârek saçlarından
Hakkın zikrinin belirtileri görülüyordu. Müezzin ezan
okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr
sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; “(Sonra Allah
mü’min kimselere şöyle buyurur) Ey (îmânda sebat
gösteren Allahı anmakta huzûra kavuşan) itaatkâr nefs,
dön rabbine (Cennetle sana hazırladığı ni’metlere) sen
O’ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden
(îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih)
kullarımın içine. Gir Cennetime.” Bu âyet-i kerîmeleri
okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i a’lâya
uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.
Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri,
vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler.
Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; “Evliyânın
vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir” hadîs-i
şerîfini naklederek, nasihatte bulundu. Talebelerinin önde
gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed
Efendi, Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve
Şeyh Abdülkâdir Efendi beraberce Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu saf ve temiz,
ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek
ayaklarından öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh
İsmâil Efendi; “Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer
olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid
Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nurlu
idi. Her hâli ile nûr saçışları, veliliğine işâret ediyordu”
dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla, “Elini öptüğüm
zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid
oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O
güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım.
Cân-ü gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu” diyerek
o günkü hâllerini anlattı.
Önde gelen talebeleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nâzik
vücûdlarını tam bir hürmet ve saygı ile medresede
kendileri için yaptırdıkları teneşir tahtasına koydular. Şeyh
İsmâil Efendi, Şeyh Muhammed Nâsih Efendi, Şeyh
Abdülfettâh Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Mevlânâ Hâlid
hazretlerini yıkama, teçhiz ve tekfinleri ile meşgûl oldular.
Sonra mescidde yüksek bir mahalle konarak, bütün halka
ziyâret için izin verildi. Herkes girerek, mübârek na’şları
etrâfında halka oldu. Sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm, salât-ü
selâm, Kelime-i tevhîd ve duâlar okundu. Sabah namazı
kılındıktan sonra, Cennet misâli hânegâhtan, Emevî
Câmii’ne, müslümanların parmakları üzerinde kalabalık bir
cemâat ile götürüldü. Kalabalık, çarşı ve pazarları
doldurdu.
Çok dehşetli o günde, nurlu na’şlarını mezkûr câminin
musallasına izzet, ihtiram ve şerefle koydukları zaman,
binlerce insan cenâze namazlarını kıldılar. Namazda,
talebesi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Âbidîn
hazretleri imamlık yaptı. Kalabalıktan ötürü cenâze
namazını kılamayan birçok kimse, Şafiî mezhebine göre
tekrar kılınan cenâze namazına iştirâk ettiler. Şeyh İsmâil
Enârenî, sonradan kılınan cenâze namazını kıldırmak için,
Şeyh İsmâil el-Kuzberî’ye emir ve rûhsat verdi. Evliyâ
kâfilesinin reîsi Mevlânâ Hâlid hazretlerinin tabutu başında,
Emevî Câmii baş müezzini; “Velîlerin reîsinin rûhu beden
kafesinden uçup bekâ bahçesine gitti” diyerek, yüksek
sesle vefâtını îlân etti. Sonra duâ ederek; “Ezel ve ebedde
yalnız olan, bir olan cenâb-ı Hakkı tesbih ve tenzih ederim.
Kuvvetlilerin zarar veremediğini tenzih ve tesbih ederim.
Herşey yok olacaktır. Sâdece O’nun zâtı bakî kalacaktır.
Hüküm O’nundür. O’na dönülecektir. Tâat ederek Allahü
teâlâya yalvarın! Biliniz ki, muhakkak âlimlerin ölümü,
âlemin ölümü gibidir. Duâlarımız, büyük velî ve bu âlemin
kutbu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üzerine olsun, ölmeyen
ve hayat sahibi olan Allahü teâlâyı tesbih ve tenzih ederim”
dedi. Göz yaşartan bu duâyı okudukça, bütün cemâat
ağlamaya başladı. Ondan sonra tabut, müslümanların
parmakları üzerinde taşınarak, Kasiyûn’da “Tel” denen
tepeye getirildi. Bu yer, şimdi Sâlihiyye adı ile
anılmaktadır. Cenâzenin defni sırasında hoş bir koku etrâfa
yayıldı. Bunu orada bulunanların hepsi hissetti. O hoş
kokunun hâlâ orada mevcût bulunduğu, ziyâret edenlerce
söylenmektedir.
Talebelerinden dört kişi kabrin içerisine girip, mübârek
cesedi tam bir olgunlukla ve hürmetle, Allahü teâlâyı
zikrederek, âşıkların gözlerinden gizlediler. Bu esnada halk
ağlayarak ayrılış gözyaşları döktüler.
Sünnet olan telkin, Şeyh Ebû Bekr hazretlerine havale
edildi. Telkinden sonra Şeyh Ebû Bekr, mis kokulu kabirleri
üzerine kapanıp, çok zaman geçtikten sonra kendisine
gelebildi. Sonra bütün cemâat yavaş yavaş geri döndü.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefâtından sonra,
sevenlerinden biri, rü’yâsında Muhyiddîn-i Arabî’nin
kabirden çıktığını, Kasiyûn dağına gelip, Mevlânâ Hâlid
hazretlerine selâm verip, ziyâret ettiğini gördü. Rü’yâsını
şöyle anlattı: “Ben de onunla birlikte oraya gittim. Orada
çok yüksek binaların bulunduğunu, Mevlânâ hazretlerinin
de Muhyiddîn-i Arabî’ye kavuşmak için sür’atle
yürüdüğünü, birbirlerinin boynuna sarıldıklarını,
selâmlaştıklarını gördüm. Muhyiddîn-i Arabî (r.aleyh);
“Gözlerimiz yolda kaldı, neden bu kadar geciktiniz?” dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ; “Ben meşgûlüm. Rabbim, bana
sekiz Cennet kapısını açtı. Her kapıya, bana tâbi olanlardan
birinin oturmasını buyurdu. Hattâ tâ’undan ölenleri de
Cennete koyuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine Cennetin
sekiz kapısının açıldığını ve içindeki ni’metlerin güzelliğini,
her kapıda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinden
birinin, gelenleri seyreder olduğunu gördüm. O anda
Mevlânâ’dan yardım isteyip, tâ’unun Şam’dan kalkmasında
şefaatçi olmasını istirhâm ettim ve; “Allahü teâlânın izni ile
kalkar” buyurdu. Çok geçmeden Şam’dan tâ’ûn (veba)
kalktı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı,
buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve
siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazla
idi. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve
çok heybetli idi.
Eserleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, çeşitli
ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa “İrâde-i cüz’iyye”
risalesinin bir benzeri o zamana kadar yazılmamıştı.
“Rabıta risalesi”nin birçok şerh, tetimme ve ta’likleri vardır.
Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini
bildiren “Dîvân”ı, bir şaheserdir. Okuyanlar, zekâsının
kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü,
kalbinin temizliğini, san’atkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki
derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden
biri de “İ’tikâdnâme” olup bu kitap, İslâmın beş şartını ve
îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî
hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, “İ’tikâdnâme”
adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî
Mevlânâ Mahmûd Sâhib’in talebelerinden Kemahlı Hâcı
Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçeye tercüme ederek,
“Ferâid-ül-fevâid” ismini verdi. Her müslümanın okuması
ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, Hakîkat
Kitabevi yayınları arasında, “Herkese Lâzım Olan Îmân”
ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca,
İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış,
Hakîkat Kitabevi tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin bir de “Câliyet-ülekdâr”
adında, salevâtü şerîfe kitabı vardır. Okunması,
keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem’ul-fevâid
min câmi’il-usûl ve mecmeu’z-zevâid, Hayalî haşiyesi,
Şerh-ur-Remlî haşiyesi, Risâletün fil-ibâde, Arabî ve Fârisî
mektûbât, Risâletün fî isbât-ır-râbıta, Risâletün fî âdâb-ilmürîd
maaşşeyhihî, Risâletün fit-tarîk, Makâmât-ı Harîri
haşiyesi (tam değil), Zemahşerî’nin “Etbâk-üz-zeheb”i
üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûti haşiyesi, Şerh-i akâid-i
Adûdiyye, El-Ikd-ül-cevherî fil-farkı beyne kesbî el-Mâtürîdî
vel-Eş’arî v.b.dir.
Eserlerinden seçmeler:
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, hocası Abdullah-i Dehilevî
hazretlerinin, Hindistan’daki vekîli, Ebû Sa’îd Müceddidi
hazretlerine gönderdiği bir mektûbunda özetle buyuruyor
ki:
“Ebû Sa’îd Müceddidî Ma’sûmi hazretlerinin yüksek
huzûrlarına arz ederim. Büyük makamlar, yüksek
mertebeler sahibi, baba ve dedelerinizin nihâyetsiz feyz ve
yüksekliklerinden, eşsiz hocamızın (canım onu yaradana
feda olsun) bu zavallıya ulaştırdıkları, yazıya ve söze
sığacak cinsten değildir. Bu büyük ni’metin şükrü için olan
çalışmalanmı arzediyorum. Bütün Anadolu, Arabistan
(Hicaz), Irak, İran’ın bir kısmı, bütün Kuzey Mezopotamya,
“Silsile-i aliyye” büyüklerinin cezbe ve te’sîrleriyle dolmuş
olup, gece ve gündüz; mahfil, meclis, mescid ve
medreselerinde İmâm-ı Rabbanî Müceddid ve Münevvir-i
elf-i sânî’nin (r.aleyh) medhi ve güzel zikri yapılmaktadır.
Küçük-büyük herkesin dilinde hep o anılmaktadır.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, muhtelif zamanlarda
yazdığı mektûplarından ba’zılarında şöyle demektedir:
“Allahü teâlâya hamd, Muhammed aleyhisselâma, temiz
âline ve seçkin Eshâbına salât ve duâdan sonra biliniz ki,
bir kimse kendisini iyi sıfatlarla süslenmiş, güzel ahlâkla
bezenmiş bilir ve görür, kendini bir başkasından üstün
tutarsa, bu, ulûhiyyet da’vâsına kalkışmak olup, sonsuz
olarak tard olmasına sebep olur. Allah korusun! Nitekim
İblîs (şeytan); “Ben ondan (Âdem aleyhisselâmdan) iyiyim”
dedi ve bu sözü onun kovulmasına sebep oldu.
O hâlde son derece korkmalı ve titremelidir ki, hiçbir
talebeyi, hiçbir kimseyi hattâ içki içeni dahi, kendinden
aşağı bilmemelidir. Bu, içki içmek haram ve kötü değildir
ma’nâsına düşünülmemelidir. Böyle i’tikâddan Allahü
teâlâya sığınım. Belki son nefeste kimin imânla gidip
gidemeyeceğinin bilinmediğindendir. Çok içki içenler vardır
ki, sonunda pişman olup, titreyen elleriyle, Hakîm-i
mutlakın dergâhının istiğfar, pişmanlık ve tövbe eteklerine
sıkıca tutunmuş, iyiler defterine kayd olmuşlardır. Çok
riyâzet çeken zâhidler vardır ki, sonunda fâcirler tarafına
kaymış, belki küfür alâmetlerini işlemişlerdir. Allahü
teâlâdan dünyâ ve âhırette bize afiyet vermesini isteriz.
O hâlde talebenin çokluğu ve teveccühün te’sîrli oluşuna
gurûrlanmamalı, aldanmamalıdır. O te’sîr başka bir yerden
olabilir. Bilmelidir ki, muhakkak başka yerdendir. Dünyâ
leşini, ya’nî dünyalık sayılan şeyleri, mutlak olarak hiç
kimseden, bilhassa talebeden kabûl etmeyiniz. Az veya
çok, önemli değildir. Çok kalb kırılmasına sebep olmadıkça,
yahut bu tarafdan (bizden) bir işâret olmadıkça bu minval
üzere olmaya çalışınız. Bütün âlem münkiriniz ve
düşmanınız olsa, yahut muhlisiniz ve dostunuz bulunsa,
murâd olan şeyden kıl ucu kadar sapmayınız. Sâdece
hakiki sevgilinin rızâsını isteyiniz, bu yeter.
Birisi kalkar da; “Bâ’zı evliyâ; kendini büyük görmüş,
söz ve hareketleri ile büyüklük taslamış, insanlar onlara
kulluk, hizmetçilik yapmış, siz nasıl kendini büyük
görmemelidir dersiniz?” diye suâl ederse, cevâbında deriz
ki: “Evliyâ, fânîfillah ve bâkîbillahlardır. Fenâ ve bekâ
makamlarını aşmışlardır. Nefs-i emmârenin istek ve
arzularından geçmiş, tamamen boşalmışlardır. Onlardan
meydana gelen her hareket, Allahü teâlânın kudret ve
irâdesi iledir. Nefsin icâbı değildir. Bu sebeple bunun gibi
işlerin onlarla alâkası yoktur. Enfâl sûresi 17. âyetinde
meâlen; “Attınsa da sen atmadın ve lâkin Allah attı…”
âyet-i kerîmesi bu makama işârettir.
Özet olarak deriz ki: Evliyânın işleri, görünüşte diğer
insanların işlerine benzerse de, hakîkatte o seçilmişlerin
amelleri başkadır. Mektûba bu kadar yazılabilir.”
Vasıyyettir: İstihâresiz kimseyi kabûl etmeyin. Çünkü
sizin kabûlünüz, bu fakirin kabûlüdür. Bu fakirin kabûlü de,
daha yukarılara gider. Kendiniz için ve size bağlı olanlar
için sözde, harekette, dışta, içte, Muhammed
aleyhisselâmın dînine gevşeklik ve tembelliğe cevaz ve
imkân vermeyiniz. Zîrâ bu büyük devlet ve ni’metin
yanında, yüzbinlerce keşf ve kerâmet değersizdir. Keşf ve
kerâmet, dînin emirlerine uymayı arttırmaya sebep
olmuyorsa, belâdır.
Hiçbir yeri vatanın bilme! Hiç kimseyi bizzat sevgili
tutma. Zira vatan kabirdir ve sevgili, hakiki mahbûb olan
Allahü teâlâdır. Bulunduğunuz yerdekilerin çok inkâr ve
sıkıntı vermeleri sebebiyle kulluk vazîfelerinde eksiklik ve
kusur görünmeye başlarsa, oradan başka yere göçersiniz,
ancak bu fakirden izin almayı unutmayınız. Büyüklerimizi
incitecek hâl ve hareketlerden sakınınız.”
Otuzuncu mektûpdan: “Defalarca söyledim. Bir daha
söylüyorum ki: Bütün velîler, dînimizin emir ve yasaklarına
uymayan tarikatçılığın, ilhad ve zındıklık olduğunda
sözbirliği halindedirler. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin
yolunda olmayan ba’zı kimseler dinimize dal ve kabuk,
evliyâlık ma’rifetlerine de; kök, gövde ve öz demişlerdir.
Bu söz, büyüklerimiz katında değersizdir. Belki hakiki kök,
gövde ve öz, dînimiz İslâmiyet olup, bundan gayrisi dal,
budaktır, isterse keşf ve kerâmet olsun.
“Evliyâ bu kadar niye uğraşmışlar, bu kadar sıkıntılara
niye katlanmışlar, sülûk ve dervişlik yolunun çilelerini niçin
çekmişler ve ne için keşf ve kerâmetten iyi olan bu şeriat
ve zühd yolunu tutmamışlardır” denirse, cevâbında deriz
ki: Dinimizin yolunda yürüyüp ilerlemek, evliyâdan başkası
için çok zordur, belki imkânsızdır. Çünkü nefs-i emmârenin
çok belâ ve fitneleri vardır. Bir kimse kitaplardan öğrenilen
bütün ilimleri ezberlese, nefsin hilelerinden kurtulamaz. Bir
mürşid-i kâmilin rûhâniyetinin imdâdı ile, makamları geçip,
seyr ve sülûk yapmadıkça, zâtın tecellilerine kavuşamaz.
Nefs-i emmâreyi terbiye eden, sahibini fenâ makamına
kavuşturan bu tecellîlerdir. Böyle bir kimse, bu
tecellîlerden sonra tekrar uyanık hâle gelirse, dînimizin
yolunda ilerler.
Demek ki, bizim büyüklerimizin yolunda, tarikat; İslâm
dininin emirlerini yapmak içindir. Ama tarîkati hakkıyla
yapmak da herkesin işi değildir. Bâtınsız ilim vebal,
dinimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın (ya’nî tarikat,
tasavvuf) sapıklıktır. Sapıklık ve vebâldan Allahü teâlâya
sığınırız.
Seyyid Ali ile gönderdiğiniz hediye ve mektûbunuz
geldi. Nerede ise batınınız sizden tozlanıyor, bulanıyordu.
Ama şimdi temizlendi. Mahmûd’un mektûbunda
yazdıklarımı yapınız ve talebelerin çokluğuna ve izzetinize
kapılıp aklanmayınız. Perdenin arkasında çok oyunlar
vardır. Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan şey
ma’bûddur. Vesselâm.
Otuzsekizinci mektûpdan: “Allahü teâlâ, kalbimin
özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fenâ ve bekâ
mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (ya’nî
Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakire yazdığı mektûp geldi.
İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerîmin
hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs
şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler,
Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin
vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de
amel defterinize yazılacaktır. Resûlullahın (s.a.v.); “Bir
kimse islamda sünnet-i hasene yaparsa, bunun
sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur.
Bir kimse islamda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa,
bunun günâhı ve bunu yapanların günahları
kendisine verilir” hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir.
Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”
Talebesi İsmâil Şirvânî’ye yazdığı mektûbunda buyurdu
ki:
“Hidâyet yıldızı olan büyüklerin çoğu şöyle buyurdu:
“Küfrân-ı ni’met (ni’mete nankörlük etmek), kulun
ni’metten istifâde ederken, o ni’metle meşgûliyeti
sebebiyle ni’meti vereni unutmasıdır.” Yolumuzun
büyükleri buyurdu ki: “Kendi varlığından sıyrılmamış
kimselerle kalben beraber olmak, belki o kişinin helakine
sebep olur.”
Diyarbakır’daki sevenlerinden birine yazdığı bir
mektûpda buyurdu ki:
“Var olduğun müddetçe, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına iyi yapış. Size Allahü teâlâyı çok anmanızı,
O’na sığınmanızı, geçici olan dünyâya gönül vermemenizi,
devamlı ve sonsuz olan âhırete çok rağbet etmenizi,
ölümü, kabirdeki yalnızlığı, hesap gününe tam olarak
hazırlanmayı, sünnet-i seniyyeye yapışmayı, bid’atlerden
yüz çevirmeyi, müslümanların muvaffakiyeti, din
düşmanlarının ve mürtedlerin hezimeti için duâ etmeyi
tavsiye ederim.”
Yine Seyyid Ubeydullah Efendi’ye gönderdiği bir diğer
mektûbunda buyurdu ki:
“Size; hilm sahibi (yumuşak huylu) olmayı,
müsamahayı, câhillerden yüz çevirmeyi, dedikodu
yapmamayı, az konuşmayı, iyi işlerle meşgûliyete devamı,
son nefeste îmânla gitmenize duâ etmeleri için fakirlere
iyilik etmeyi, devamlı yalvarma ve kırık kalp üzere
bulunmayı tavsiye ederim.”
Akkâ eyâleti hâkimi Abdullah Reşâ’ya yazdığı bir
mektûbunda buyurdu ki:
“Zât-ı âlinize, müslüman sultanlara, vezirlere, devlet
büyüklerine, kumandanlara, kadılara ve müftîlere duâ
etmenin, bizlerin boynuna borç olduğunu bildiririm. Çünkü
memleketin ve içerisinde yaşayanların huzûr ve rahatı,
onların iyi olmasındadır. Onların iyi olmasında umûmun
iyiliği vardır. Eğer onların durumu kötü olursa, umûmun
durumu kötü olur.
Eğer kalb ehlinin nazarlarına tam olarak kavuşmak
istersen, inat ehlinin sözlerine kulak verme. Çünkü
büyüklerimiz şöyle buyururlar: “Allahü teâlânın bir
kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kimsenin Allahü
teâlânın velî kullarına dil uzatmasıdır.” O büyüklere dil
uzatanları dinleyen kimse de onlardandır. Bilakis o
büyükleri inkâr edenlere, iftiracılara mâni olması lâzımdır.”
Süleymâniye’de, kardeşi Şeyh Mahmûd Sâhib’e yazdığı
bir mektûbunda buyurdu ki:
“Size tavsiyem şudur ki: Takvâ üzere olun. Allahü
teâlâya itaat edin. İnsanlara eziyet ve sıkıntı vermeyin.
Bilhassa Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere
haremlerinde (içinde) böyle bir durumdan sakının. İnsanlar
seni gıybet etseler de, sen kimseyi gıybet etme! Kimseyi
hor ve hakîr görme. Kendini başkasından üstün tutma.
Bütün gayretinle kalbî ve bedenî ibâdet ve tâatleri yerine
getirmek için çalış. Kendini hiçbir hayır iş yapmamış kabûl
et. Niyet, ibâdetin rûhudur. Niyet ise, ihlâsla mu’teber olur.
Ben doğduğumdan beri hiçbir hayır yapmadığımı kabûl
ediyorum. Hâlbuki sen, beni senden daha üstün biliyorsun.
Eğer kendini her hayırda iflâs etmiş kabûl etsen bile,
Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesme.
Allahü teâlânın bir kimseye lütuf ve ihsânda bulunması,
o kimsenin insanlar ve cinlerin ameli kadar ameli
olmasından hayırlıdır. Ancak Allahü teâlânın fadl ve
ihsânına tama’, ibâdetleri terke sebep olmamalıdır. Kalb
zikrine ve murâkabeye devam et. Bunlarda gevşek olma.
Yürürken bile olsa bunlara devam et. Bu yolun büyüklerinin
rûhâniyetlerine sarıl. İlim ve Kur’ân-ı kerîm ehline i’tibâr
eyle. Mümkün olduğu kadar Kur’ân-ı kerîm okumakla
meşgûl ol. Fıkıh ilmi ile çok meşgûl ol. Kalbî huzûru
muhafaza etme düşüncesi seni bundan alıkoymasın. (Eğer
kaza borcun yoksa) teheccüd, işrâk, duhâ, evvâbîn
namazlarına devam et. Devamlı abdestli ol. Az uyu,
“Sübhânallahi ve bi hamdihî adede halkihi ve rıdâe nefsihî
ve zinete arşihî ve midâdi kelimâtihî” duâsını üç defa oku.
Sana teklif de etseler, siyâset işlerine girme. Başkalarını
ıslâh işini, devlet reîsine bırak. Allahü teâlâdan, İslâm
düşmanlarına karşı muzaffer kılmasını iste. Mevcûtla
kanâat eyle. Çok çalış. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin
mübârek yoluna uy.”
Bağdat’taki bir talebesine yazdığı mektûbunda buyurdu
ki:
“Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı, câhiliyye
âdetlerinden ve pek aşağı olan bid’atlerden sakınmanızı,
gösteriş işlere kapılmamanızı, halktan, bedeni beslemeye
çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek
sûretiyle makam ve mevki sahipleri ile görüşmeyi terk
etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla
görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de
lekelenmenize sebep olur. Yapmak mecbûriyetinde
olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını
yapmak lâzımdır. Devlet reîslerine dil uzatmayınız, onların
iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin
iyiliğinize vesile olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en
sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına
yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Osmanî hazretleri, kardeşi
Mevlânâ Muhammed Sâhib hazretlerine, İmâm-ı
Nevevî’nin. (r.aleyh) “Hadîs-i erba’în” kitabındaki ikinci
hadîs olan ve “Hadîs-i Cibril” adı ile meşhûr hadîs-i şerîfi
okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib bu hadîs-i şerîfi
açıklayarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, kardeşinin nurlu kalbini hoş
etmek için, bu dileği kabûl buyurmuştu. Bu hadîs-i şerîfi
Fârisî dil ile şerh etti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, bu eserine, İmâm-ı
Rabbanî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin “Mektûbât” kitabının
üçüncü cildinin onyedinci mektûbu ile başlayarak, kitabına
zînet ve bereket vermek istemiştir. İmâm-ı Rabbanî
(r.aleyh), bu mektûbunda buyuruyor ki:
“Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. Bizlere her ni’meti
gönderen ve en büyük ni’met olarak müslüman yapmakla
şereflendiren ve Muhammed aleyhisselâma ümmet
kılmakla kıymetlendiren Allahü teâlâya hamd ve şükr
olsun!
İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her ni’meti
gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Herşeyi var eden, ancak
O’dur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep O’dur.
Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O’nun lütfü ve ihsânıdır.
Hayâtımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz,
işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’ndandır. Saymakla
bitirilemeyen çeşitli ni’metleri, iyilikleri gönderen O’dur.
İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl
eden, derdleri, belâları gideren O’dur. Rızkları yaratan,
ulaştıran yalnız O’dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah
işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar
çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan
azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor, namus
perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki,
cezayı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor.
Ni’metlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına
saçıyor. Kimseden birşey esirgemiyor. Bütün ni’metlerinin
en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saadet ve
kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennete
girmek için teşvik buyuruyor. Cennetteki sonsuz
ni’metlere, bitmez tükenmez zevklere ve kendi rızâsına,
sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine
uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın ni’metleri güneş
gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine
O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik
yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü,
kuvveti veren yine O’dur. Bunun için, her yerden,
herkesten gelen ni’metleri gönderen hep O’dur. O’ndan
başkasından iyilik, ihsân beklemek, emanetçiden, emanet
olarak birşey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe
benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil
olanlar da, âlimler gibi; kalın kafalılar da, zeki, keskin
görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü, anlatılanlar, meydanda
olan, düşünmeğe bile lüzum olmayan bilgilerdir.
İnsanın, bu ni’metleri gönderen Allahü teâlâya, gücü
yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazîfesidir. Aklın
emrettiği bir vazîfe, bir borçdur. Fakat, Allahü teâlâya
yapılması lüzumlu olan bu şükrü yerine getirebilmek kolay
bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan
yaratılmış, zaîf, muhtaç, ayıblı ve kusurludur. Allahü teâlâ
ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıblardan, kusurlardan,
uzaktır. Bütün üstünlüklerin sahibidir. İnsanların Allahü
teâlâya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur.
Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allahın şânına yakışacak
bir şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar
onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat Allahü teâlâ, bunları
kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız
şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir
ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile, Allahü
teâlâya karşı şükür ve saygı olabilecek şeyleri bulamaz.
Şükretmeğe, saygı göstermeğe yarayan vazîfeler, Allahü
teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler,
kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden
ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk
vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O’nun
sevgili Peygamberi (s.a.v.) tarafından ortaya konmuştur.
Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine;
“İslâmiyet” denir. Allahü teâlâya şükür, O’nun
Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola
uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti
Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez, beğenilmez. Çünkü
insanların, iyi güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet,
bunları beğenmemekte çirkin olduklarını bildirmektedir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür
etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır.
O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. Muhammed aleyhisselâma
uyan kimseye, “Müslüman” denir. Allahü teâlâya şükr
etmeğe ya’nî Muhammed aleyhisselâma uymağa “İbâdet
etmek” denir, İslâmiyet iki kısımdır: 1- Kalb ile i’tikâd
edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara “Üsûl-i dîn”
denir. 2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara
“Fürû-i dîn” veya “Şerîat” denir.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri i’tikâdnâme
kitabında özetle şöyle buyurdu:
Bu i’tikâdnâme kitabında, Resûl-i ekrem efendimizin
(s.a.v.) îmânı ve İslâmı bildiren bir hadîs-i şerîfi
açıklanacaktır. Bu hadîs-i şerîfin bereketi ile,
müslümanların i’tikâdlarının tamamlanacağını, böylece,
salâha ve saadete kavuşacaklarını ve cürmü, günahı çok
olan bu Hâlid’in de (r.aleyh) kurtulmasına sebep olacağını
ümîd ediyorum. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve keremi,
ihsânı bol olan ve kullarına çok acıyan Hüdâ-yı teâlâya
güzel i’tikâdım şöyledir ki, sermâyesi az, kalbi kara olan bu
fakîr Hâlid’in yersiz sözlerini af buyura ve kusurlu
ibâdetlerini kabûl eyleye! Yalana, aldatıcı şeytanın
kötülüklerinden (ve İslâm düşmanlarının yalan yanlış
sözlerine ve yazılarına aldanmaktan) koruyup, şad eyleye!
Merhametlilerin en merhametlisi ve ihsân sahiplerinin en
cömerdi ancak O’dur.
İslâm âlimleri buyurdu ki, “Mükellef” olan, ya’nî âkil
baliğ olan, kadın, erkek her müslümanın, Allahü teâlânın
sıfât-ı zâtıyyesini ve sıfât-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve
inânması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur.
Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günah olur. Ahmed oğlu
Hâlid-i Bağdâdî’nin bu kitabı yazması, başkalarına üstünlük
ve bilgi satmak ve şöhret sahibi olmak için değildir. Bir
yadigâr, bir hizmet bırakmak içindir. Cenab-ı Hak,
beceriksiz olan Hâlid’e, kendi kuvveti ile ve Resûlünün
mübârek rûhunun yardımı ile imdâd eylesin! Âmîn.
Allahü teâlâdan başka olan herşeye, “Mâsivâ” veya
“Âlem” denir. Şimdi “Tabiat” diyorlar. Âlemlerin hepsi yok
idi. Hepsini Allahü teâlâ yarattı. Âlemlerin hepsi
mümkündür ve hâdisdir. Ya’nî, yok iken var olmuştur.
“Allahü teâlâ var idi. Hiçbir şey yok idi” hadîs-i şerîfi,
böyle olduğunu bildiriyor.
Âlemlerin şaşılacak bir düzen içinde olduklarını
görüyoruz. Fen, her yıl yeni düzenler bulmaktadır. Bu
nizâmı yaratanın; “Hay” diri, “Âlim” bilici, “Kadir” gücü
yetici, “Mürid” dileyici, “Semi” işitici, “Basîr” görücü ve
“Mütekellim” söyleyici, “Hâlık” yaratıcı olması lâzımdır.
Çünkü, “Ölmek”, “Câhil olmak”, “Gücü yetmemek”, “Zorla
yapmak”, “Sağırlık”, “Körlük” ve “Söyleyememek” birer
kusurdur. Utanılacak şeyler dir. Bu kâinatı, bu âlemi, bu
nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle
kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.
İslâmın Şartları: Bütün âlemleri, her an varlıkta
durduran, hiçbir an uyumaz olan, bütün iyiliklerin ve
ni’metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi,
Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek sözünü açıklamağa
başlıyoruz.
Müslümanların kahraman İmâmı, Eshâb-ı Kirâmın
yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr,
sevgili büyüğümüz, Ömer İbni Hattâb (r.a.) hazretleri
buyuruyor ki:
“Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız
Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda ve hizmetinde
bulunuyorduk.” O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve
hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde,
yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan,
canlara zevk ve safa veren cemâlini görmek nasîb olmuştu.
Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; “Öyle bir
gün idi ki…” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde
görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtaç olduğu
bilgiyi, gayet güzel ve açık olarak, Resûlullahın (s.a.v.)
mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli
ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?
“O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi
çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz-toprak, ter
gibi yoculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın
(s.a.v.) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk.
Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın
(s.a.v.) huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine
yanaştırdı.” Bu gelen Cebrâil ismindeki melek idi. İnsan
şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmın böyle oturması,
edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim
birşeyi bildirmektedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için
utanmak doğru olmadığını ve üstada gurûr, kibir
yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde
öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve
sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâil aleyhisselâm,
Eshâb-ı Kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü din
öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte
ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz.
“O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimizin
mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha (s.a.v.)
sorarak; “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı
anlat” dedi.”
“İslâm” demek, lügatta, boyun bükerek teslim olmak
demektir. Resûlullah (s.a.v.), İslâm kelimesinin,
İslâmiyette beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân
buyurdu:
1- Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: İslâmın
şartlarından birincisi “Kelime-i şehâdet”
getirmektir.” Kelime-i şehâdet getirmek demek;
“Eşhedü en Lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh” söylemektir. Ya’nî,
âkil ve baliğ olan ve konuşabilen kimsenin; “Yerde ve
gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve
tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur.
Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır” O vâcib-ül-vücûddur.
Her üstünlük O’ndadır. O’nda hiçbir kusur yoktur. O’nun
ismi “Allah” dır demesi ve buna kalb ile kesin olarak
inanmasıdır. Ve yine, o gül renkli, beyaz kırmızı, parlak,
sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı
açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü,
Arabistan’da Mekke’de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî
evlâdından; “Abdullah’ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı
âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî
peygamberidir.” Veheb’in kızı olan hazret-i Âmine’nin
oğludur. (Milâdın 571) senesi, Nisan ayının yirmisinde
Pazartesi sabahı, fecr ağarırken), Mekke şehrinde doğdu.
Kırk yaşında iken peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu
seneye “Bi’set yılı” denir. Bundan sonra, onüç sene
Mekke’de, insanları İslâm dînine çağırdı. Allahü teâlânın
izni ile, Medine şehrine hicret eyledi. Burada İslâmiyeti her
tarafa yaydı. On sene sonra, 632 senesi Haziran’ında
(Rebî’ul-evvel’in onikisinde Pazartesi günü) Medine’de
vefât eyledi.
2- İslâmın şartlarından ikincisi; şartlarına ve farzlarına
uygun olarak, hergün beş kerre; “Vakti gelince, namaz
kılmaktır”. Namazları; farzlarına, vâciblerine,
sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakka vererek,
vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, namaza
“Salât” buyuruluyor. Salât; lügatte insanın duâ etmesi,
meleklerin istiğfar etmesi, Allahü teâlânın merhamet
etmesi, acıması demektir. İslâmiyette “Salât” demek;
ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri
yapmak ve belli şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa
“İftitâh tekbiri” ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini
kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; “Allahü
ekber” demeleri ile başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol
omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.
3- İslâmın şartlarından üçüncüsü; “Malın zekâtını
vermektir”. Zekâtın ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi
güzel hâle gelmek demektir. İslâmiyette zekât demek;
ihtiyâcından fazla ve “Nisâb” denilen belli bir sınır
miktarında “Zekât malı” olan kimsenin, malından belli
miktarını ayırıp, Kur’ân-ı kerîmde adı bildirilen
müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât
sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü
zekât malı vardır: Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı
zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört
ayaklı kasap hayvanların zekâta ve yerden biten her çeşit
ihtiyâç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, “Uşr” denir.
Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât,
nisâb miktarı olduktan bir sene sonra verilir.
4- İslâmın şartlarından dördüncüsü; “Ramazân-ı şerîf
ayında, hergün oruç tutmaktır”. Oruç tutmağa “Savm”
denir. Savm, lügatte, birşeyi birşeyden korumak demektir.
İslâmiyette; şartlarını gözeterek, Ramazan ayında, hergün
üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek,
içmek ve cimadır. Ramazan ayı, gökte hilâli (yeni ayı)
görmekle başlar. Takvimle önceden hesab etmekle
başlamaz.
5- İslâmın şartlarından beşincisi; “Gücü yetenin,
ömründe bir kerre hac etmesidir”. Yol emîn ve beden
sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye
kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe
yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek
kimsenin, ömründe bir kerre, Kâ’be-i muazzamayı tavaf
etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır.
O zât Resûlullahdan bu cevapları işitince; “Doğru
söyledin yâ Resûlallah” dedi. Biz dinleyiciler, onun bu
sözüne şaştık. Eshâb-ı Kirâmdan, orada bulunanların, o
zâtın bu hâline şaştıklarını, hazret-i Ömer haber yeriyor.
Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru
olduğunu tasdik ediyor. Birşeyi sormak, bilmediğini
öğrenmeği istemek demektir. Doğru söyledin demek ise,
bunları bildiğini gösterir.
Yukarıda bildirilen beş temelden en üstünü; “Kelime-i
şehâdet” söylemek ve ma’nâsına inanmaktır. Bundan
sonra üstünü, namaz kılmaktır. Daha sonra, oruç tutmak,
daha sonra, hac etmektir. En sonra, zekât vermektir.
Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir.
Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun
sözü, yukarda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet,
müslümanlığın başlangıcında ve ilk olarak farz olan oldu.
Beş vakit namaz, bi’setin onikinci yılında ve hicretten bir
sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu.
Ramazân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân
ayında farz oldu. Zekât vermek, orucun farz olduğu sene,
Ramazan ayı içinde farz oldu. Hac ise, hicretin dokuzuncu
senesinde farz oldu. Üstünlük sırasında, en son zekât
gelmekte, farz olma zamanları sırasında ise, en son hac
gelmektedir.
Bir kimse, İslâmın bu beş şartından birini inkâr ederse,
ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yahut alay eder, saygı
göstermezse, ne’ûzübillah, imansız olur. Bunlar gibi, helâl
ve haram olduğu açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan
başka şeylerden birini de kabûl etmeyen, ya’nî helâle
haram diyen veya harama helâl diyen de imansız olur.
Dinde zarurî ma’lûm olan, ya’nî İslâm memleketlerinde
yaşayan câhillerin bile işittiği, bildiği, din bilgilerinden birini
inkâr eden, beğenmeyen, imansız olur.
Îmânın şartları: Bu zât yine sorarak; “Yâ Resûlallah
(s.a.v.)! Îmânın ne olduğunu da bana bildir” dedi. İslâmın
ne olduğunu sorduktan ve cevap verildikten sonra, Cebrâil
(a.s.) Resûl-i ekrem efendimizden (s.a.v.), imânın
hakîkatini ve mâhiyetini açıklamasını istedi. Îmân, lügatta
bir kimseyi tam doğru sözlü bilmek, ona inanmak
demektir. İslâmiyette îmân demek; Resûl-i ekrem
efendimizin (s.a.v.), Allahın peygamberi olduğunu ve
O’nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu
doğru bilmek, inanarak söylemek, O’nun Allahü teâlâ
tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak, geniş
bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i
şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki,
ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn
üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü
teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O’nun rızâsına ve
cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve
îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak
gönlüne yerleştirmektir.
Îmân ile İslâm birdir. Kelime-i şehâdetin ma’nâsına
inanmak, berikisinde de vardır. Umûm ve husûs ayrılıkları
var ise de, lügat ma’nâları ayrı olmakla beraber,
İslâmiyette ayrılıkları yoktur.
Bu hadîs-i şerîfte, îmânın lügat ma’nası
kasdedilmemektedir. Çünkü lügat ma’nâsı, tasdik ve
inanmak demek olup, Arab câhillerinden, bu ma’nâyı
bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı Kirâm
bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını
Eshâb-ı Kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, İslâmiyette
neye îmân edildiğini sormaktadır. Resûlullah da (s.a.v.),
îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
1- “Önce Allahü teâlâya inanmaktır” buyurdu. îmân
demek, keşf ile bularak veya vicdanla bularak, yâhut bir
delîl ile aklın anlaması yolundan veya seçilmiş, beğenilmiş
bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye can ve
gönülden inanmak ve dil ile de söylemektir.
Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd
ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna
inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi,
maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden,
ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. (Her maddeyi,
atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik
cisimleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her
reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri,
kânunları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan
var eden ve hepsini, her an varlıkta bulunduran yalnız
O’dur.) Âlemlerde olan herşeyi, (hiçbiri yok iken, bir anda)
yarattığı gibi, (her zaman, birbirlerinden de var
etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, herşeyi bir anda) yine
yok edecektir. Her varlığın yaratanı, sahibi, hâkimi O’dur.
O’nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak
lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O’nundur. O’nda,
hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir.
Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için
değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her
işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb,
kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsilerin, günah
işleyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına
yakışır. İtaat, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa,
adâlete muhalif olmaz. Fakat, müslümanları ve ibâdet
edenleri Cennete sokacağını, bunlara, sonsuz ni’metler,
iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb
edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez.
Bütün canlılar îmân etse, itaat etse, O’na hiçbir fâidesi
olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı
gelse, O’na hiçbir zarar vermez. Kul, birşey yapmak
dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her
hareketini, her şeyi yaratan O’dur. O dilemezse,
yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse
kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günahları
diler ise de, bunlardan râzı değildir. O’nun işine, kimse
karışamaz. “Niçin böyle yaptı. Şöyle yapsaydı” demeğe,
sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten,
küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tövbesiz
ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günah için dilerse azâb
eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini,
bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.
Müslüman olup, ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat,
i’tikâdı Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan ve tövbe etmeden
ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle
bid’at sahibi müslümanlar, Cehennemde sonsuz
kalmayacaktır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek caizdir.
Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde
kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih
olan mü’minlere ise, lütuf ve cemâl ile görünecektir.
Mü’minler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler
ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm
kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren
haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre; “Mü’minlerin
makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı
olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı
gibi yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile
müşerref olacaklardır.”
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi
düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir
değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir,
böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulul etmez.
Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri,
ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu,
kızı, eşi yoktur.
Her zaman, herkes ile hâzır ve herşeyi muhit ve
nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat,
hâzır olması, ihata etmesi, beraber ve yakın olması bizim
anladığımız gibi değildir. O’nun yakınlığı âlimlerin ilmi, fen
adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile
anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz.
Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde
değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri “Tevkifi”dir. Ya’nî, İslâmiyette
bildirilen isimleri söylemek caiz olup, bunlardan başkasını
söylemek caiz değildir. (Meselâ Allahü teâlâya Âlim denir.
Fakat âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet,
Allahü teâlâya fakîh dememiştir. Bunun gibi, “Allah” adı
yerine tanrı demek caiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, ma’bûd
demektir. Meselâ; “Hindûların tanrıları öküzdür”
denilmektedir. “Birdir Allah, O’ndan başka tanrı yok.”
denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri
de, ilâh, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir. “Allah” adı yerine
kullanılamaz.)
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye
meşhûrdur. Ya’nî, isimlerinden bin bir tanesini insanlara
bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dininde, bunlardan
doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara “Esmâ-i hüsnâ” denir.
Allahü teâlânın “Sıfât-ı zâtıyye”si altıdır. (Bunlar
yukarıda bildirilmiştir.) “Sıfât-ı sübûtiyye” si, “Mâtürîdiyye”
mezhebinde sekizdir. Eş’arîlerde ise yedidir. Bu sıfatları da,
zâtı gibi ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar.
Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile,
zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar.
Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek, insanlara ihsân
buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları
biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı
için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak caiz
değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının
aynı da değildir gayrı da değildir. Ya’nî sıfatları, kendisi
değildir. Kendisinden başka da değildir.
Bu sekiz sıfat: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde,
kudret, kelâm ve tekvîn’dir. Eş’ariyye mezhebinde,
tekvin sıfatı, kudret sıfatı ile birdir. Meşiyyet de, irâde
demektir.
Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri basitdir, bir
hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fakat,
mahlûklara te’alluk bakımından herbiri çoktur. Bir sıfatın
mahlûklara te’alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun
basit olmasına zarar vermez. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu
kadar çeşitli mahlûktan yaratmıştır ve hepsini, her an yok
olmaktan korumaktadır. Fakat, O, yine birdir. O’nda
değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O’na
muhtaçtır. O, hiç kimseye muhtaç değildir.
2- Îmânın altı esâsından ikincisi; “O’nun meleklerine
inanmaktır”. Melekler, cisimdir. Latiftir. Gaz hâlinden de
daha latiftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar.
İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle
girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca,
şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler.
Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan rûhlar
değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor.
Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski
filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti. Hepsine “Melâike”
denir. Melek; elçi, haber verici veya kuvvet demektir.
Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara
îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar
da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde inanılacak
şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.
Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü
teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir.
Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin
hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler.
Günah işlemezler. Emîrlere isyan etmezler. Erkek ve dişi
değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sahibi
ya’nî diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını
buyurduğu zaman; “Yâ Rabbî! Yer yüzünü ifsâd edecek
ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?” gibi
meleklerin, “Zelle” denilen soruları, bunların ma’sûm,
suçsuz olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahlûk, meleklerdir. Bunların
sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde,
meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin
her yeri, rükû’da veya secdede olan meleklerle doludur.
Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda,
cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında,
her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her
harekette, herşeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde,
Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile
mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Ba’zıları, başka meleklerin
âmiridir. Ba’zıları, insanların peygamberlerine haber getirir.
Ba’zıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna
“İlham” denir. Ba’zılarının, insanlardan ve bütün
mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli
karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Herbirinin belli yeri
vardır. Oradan ayrılamazlar. Ba’zısının iki, ba’zısının dört
veya daha çok kanadı vardır. (Her hayvanın kanadı ve
uçakların kanatları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine
benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi
cinslerindendir. İnsan, görmediği, bilmediği birşeyin adını
işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp aldanır. Meleklerin
kanatları vardır, inanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz.
Kiliselerde, ba’zı mecmû’a ve filimlerde, melek diye
görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar
böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu
bozuk resimleri doğru sanmamalı, düşmanlara
aldanmamalıdır.) Cennet melekleri, Cennettedir. Bunların
büyüklerinin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine
“Zebanî” denir. Bunlar, Cehennemde emrolunan
vazîfelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez.
Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem
zebanîlerinin büyükleri ondokuz tanedir. En büyüğünün adı
“Mâlik”tir.
Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece,
ikisi gündüz gelen dört meleğe, “Kirâmen kâtibîn” veya
“Hafaza melekleri” denir. Hafaza meleklerinin,
bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki
melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki,
kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara
azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler
vardır. Suâl meleklerine “Münker ve Nekîr” denir.
Mü’minlere soranlara, “Mübeşşir ve Beşîr” de denir.
Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En
üstünleri dört tanedir. Bunların birincisi “Cebrâil”
aleyhisselâmdır. Bunun vazîfesi, peygamberlere “Vahy”
getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. İkincisi “Sûr”
denilen boruyu üfürecek olan “İsrafil” aleyhisselâmdır.
Sûru iki defa üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan
başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar
dirilecektir. Üçüncüsü, “Mîkâil” aleyhisselâmdır. Ucuzluk,
pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket
ettirmek, bunun vazîfesidir. Dördüncüsü, “Azrail”
aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan budur. (Fârisî
dilinde rûha, can denir.) Bu dört melekten sonra üstün
olan, dört sınıftır. “Hamele-i Arş” denen melekler, dört
tanedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan
meleklere “Mukarrebîn” denir. Azâb meleklerinin
büyüklerine “Kerûbiyân” denir. Rahmet meleklerine
“Rûhâniyân” denir. Bunların hepsi, meleklerin, havası,
ya’nî üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün
insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve
velîleri, meleklerin avamından, daha efdal, daha üstündür.
Meleklerin avamı, müslümanların avamından, ya’nî âsî ve
fâsıklardan efdaldir.
Kâfirler ise, her mahlûktan daha aşağıdır. Sûrun birinci
üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş’dan
başka, bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra,
hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır.
İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş
ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce
dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce
yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.
3-Îmânın altı esâsından üçüncüsü; “Allahü teâlânın
indirdiği kitaplarına inanmaktır.” Allahü teâlâ, bu
kitapları, ba’zı peygamberlere, melekle okutarak,
ba’zılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, ba’zılarına da
meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü
teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler.
Bunlar, meleklerin îcâdı veya peygamberlerin kendi sözleri
değildir. Allahü teâlânın kelâmı, bizim yazdığımız ve
zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi
değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir.
Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl
olduğunu, insan anlayamaz. Fakat, o kelâmı, insanlar okur.
Zihinlerde saklanır ve yazılır. Bizimle beraber olunca, hadîs
olur. Demek ki, Allahü teâlânın kelâmının iki tarafı vardır.
İnsanlarla beraber olunca, mahlûk ve hâdisdir. Allahü
teâlânın kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır,
doğrudur. Yalan, yanlış olmaz. Ceza, azâb yapacağım
deyip de affetmesi caiz denildi ise de, bizim bilemediğimiz
şartlara bağlıdır. Yahut O’nun irâdesine, isteğine bağlıdır.
Yahut, kulun hak ettiği azâbı affeder demektir. Cezayı,
azâbı bildiren kelâm, birşeyi haber vermek değildir ki,
affedince, yalancılık olsun. Yahut, va’d ettiği ni’metleri
vermemesi caiz değil ise de azâbları affetmesi caizdir. Akıl
da, insanlar arası kânunlar da, âyet-i kerîmeler de, böyle
olduğunu göstermektedir.
Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, ba’zı âyetlerin yalnız
okunması, yahut yalnız ma’nâsı veya ikisi birden nesh
edilmiş, Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiştir. Kur’ân-ı
kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten
kaldırmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiçbir
zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz.
Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde
vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir.
Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) en büyük mu’cizesi
Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse,
hepsi Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz
söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan’ın
belîğ, edîb, fasih şâirleri bir araya geldi. Çok uğraştılar. Üç
kısa âyet gibi bir söz söyleyemediler. Kur’ân-ı kerîme karşı
duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü teâlâ, İslâm
düşmanlarını, Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz bırakıp,
mağlûb etmektedir. Kur’ân-ı kerîmin belâgati, insan
gücünün üstündedir. İnsanlar, O’nun gibi söylemekten âciz
kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri, insanların nazmına,
vezinli olmayan neşrine, kafiyeli sözlerine benzemiyor.
Bununla beraber, Arabistan’daki edîblerin, beliğlerin
sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan
on suhûf Âdem aleyhisselâma, elli suhûf Şiş (Şît)
aleyhisselâma, otuz suhûf İdrîs aleyhisselâma, on suhûf
İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat
Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl
Îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm Muhammed
aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
4- İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; “Allahü
teâlânın peygamberlerine inanmaktır.” Peygamberler,
insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak,
doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Resûl;
gönderilmiş zât ve haberci demektir. İslâmiyette “Resûl”
demek, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan
bütün inşalardan üstün, kıymetli, muhterem bir adam
demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur.
Peygamberlerde “İsmet” sıfatı vardır. Ya’nî peygamber
olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve
büyük hiçbir günah işlemez. (İslâmiyeti içerden yıkmak
isteyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm peygamber
olmadan önce, heykellerin önünde kurban keserdi diyorlar
ve mezhebsizlerin kitaplarını da vesîka olarak
gösteriyorlar. Bu çirkin iftiralarının yalan olduğu, yukardaki
satırlardan anlaşılmaktadır.) Peygamber olduğu
bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya,
anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzerleri ayıp ve
kusurları da olmaz. Her peygamberde şu yedi sıfatın
bulunduğuna inanmak lâzımdır Emânet, sıdk, tebliğ,
adâlet, ismet, fetânet ve emn-ül-azl. Ya’nî
peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok
anlayışlı demektir.
Yeni bir din getiren peygamberlere “Resûl” denir. Yeni
din getirmeyip, insanları, önceki dîne da’vet eden
peygamberlere “Nebî” denir. Emîrleri tebliğ etmekte ve
insanları, Allahın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında
bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında
hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü
olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan
kimse hiçbirine inanmamış olur. Peygamberlik; çalışmakla,
açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez.
Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların
dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması
için ve onları zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete,
rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler
göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna,
inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen,
Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte,
bildirmekte, düşmanlardan korkmamış göz
kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sahibi
olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, onları
mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mu’cizelere karşı
gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o
peygamberin “Ümmeti” denir. Kıyâmet gününde,
ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefaat etmeleri için
izin verilecek ve şefaatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden,
âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefaat etmeleri için Allahü
teâlâ izin verecek ve şefaatlerini kabûl buyuracaktır.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir.
Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki,
hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezarlarında, namaz
kılarlar ve hac ederler” buyuruldu.
Peygamberlerin (a.s.) mübârek gözleri uyurken, kalb
gözleri uyumaz. Peygamberlik vazîfelerini görmekte
peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün
peygamberler müsavîdir. Yukarıda bildirilen yedi şey,
hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten
azledilemez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir.
Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) insandan
olur. Cinden, melekten insanlara peygamber olmaz. Cin ve
melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez.
Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri
vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri
memleketlerin büyük olması, ilim ve ma’rifetlerinin çok
yerlere yayılması, mu’cizelerinin daha çok ve devamlı
olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar
bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zaman
peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün
peygamberlerden daha üstündür. Ülül’azm olan
peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl
olmayan nebilerden daha üstündürler.
Peygamberlerin (a.s.) sayısı belli değildir.
Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan
üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi. Resûldür. Bunların
içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara “Ülül’azm”
Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, “Âdem,
Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ”
aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretleridir.
Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdur.
Bunların adı: Âdem, İdrîs, Şît (Şiş), Nûh, Hûd, Sâlih,
İbrâhim, Lût, İsmâil, İshâk, Ya’kûb, Yûsuf, Eyyûb, Şu’ayb,
Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesâ’, Zülkifl,
Şem’un, İşmoil, Yûnus bin Meta, Dâvûd, Süleymân,
Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ bin Meryem,
Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü
vesselâmdır.
Bunlardan, yalnız yirmisekizinin isimleri Kur’ân-ı
kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa’, Şem’un ve İşmoil
bildirilmemiştir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn, Lokman ve
Uzeyr’in peygamber olup olmadıkları kat’î belli değildir.
Zülkifl aleyhisselâmın ikinci adı Kartal’dır. Bunun İlyâs
veya İdrîs yâhud Zekeriyyâ olduğunu söyleyenler de
vardır.
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünkü, bunun
kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi
yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahtır. Çünkü, Allahü
teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Kelimetullahtır. Çünkü,
babası yoktur. Yalnız “Ol” kelime-i ilâhiyyesi ile anasından
dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu
kelimelerini, va’z vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların yaratılmasına sebep olan ve
Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi
bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahtır. O’nun
Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü,
gösteren şeyler pekçoktur. Bunun için O’na, “Mağlûb
olmak”, “Bozguna uğramak” gibi sözler söylenemez.
Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer
yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir.
Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü
yetişmez ise de, birkaçını yazmakla, yazılarımızı
süsleyelim:
Mu’cizelerinden biri, mi’râca çıkmasıdır. Yatağında iken
uyandırılıp mübârek bedeni ile, Mekke şehrinden
Kudüs’deki Mescid-i aksâ’ya ve oradan göklere ve yedinci
gökten sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü.
Mi’râca, böylece inanmak lâzımdır. (İsmâilî sapık fırkasında
olanlar ve İslâm âlimi şekline bürünen din düşmanları,
mi’râc bir hâl idi, rûh ile oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve
yazarak gençleri aldatmağa çalışıyorlar. Mi’râcın nasıl
olduğu, birçok kıymetli kitapta, meselâ “Şifâ-i şerîf de uzun
yazılıdır. Mekke-i mükerremeden “Sidret-ül-müntehâ” ya
kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. “Sidret-ülmüntehâ”
altıncı ve yedinci göklerde bir ağaçtır ki, bütün
bilgiler ve bütün yükselişler, oradan ileri geçemez. Resûl-i
ekrem efendimiz (s.a.v.), Sidre’de, Cebrâil aleyhisselâmı,
altıyüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil
aleyhisselâm Sidre’de kaldı. Mekke’den Kudüs-i şerîfe
kadar veya yedinci göke kadar, burak üstünde götürüldü.
Burak, beyaz renkli, katırdan küçük ve merkebten büyük
bir Cennet hayvanıdır. Dünyâ hayvanlarından değildir.
Erkekliği, dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi. Gözün
görebildiği uzaklığa ayağını basardı. Resûlullah (s.a.v.)
Mescid-i aksâ’da, peygamberlere imâm olup, yatsı yahut
sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin rûhları, kendi
insan şekillerinde orada bulundu. Kudüs’den yedinci göke
kadar “Mi’râc” adındaki bilinmeyen bir merdivenle bir anda
çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola dizilmiş, Resûlullahı
medh-ü sena ederlerdi. Her göke gelince, Cebrâil
aleyhisselâm Resûlullahın teşrîf ettiğini haber ve müjde
verirdi. Her birinde, bir peygamberi görüp selâmlaştı.
Sidre’de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki ni’metleri,
Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini
görmek arzusundan ve zevkinden, Cennetteki ni’metlerin
hiçbirine bakmadı. Sidre’den ileriye, yalnız olarak, nûrlar
arasında ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitti.
Yetmişbin perdeden geçti. İki perde arası, beşyüz senelik
yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak “Refref”
adında bir döşek üzerinde Kürsî’den geçti. Arş-ı ilâhiye
erişti. Arş’tan, zamandan, mekândan, madde âlemlerinden
dışarı çıktı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek makama
vardı.
Zamansız ve mekansız olarak, âhırette Allahü teâlânın
görüleceği gibi, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir hâlde,
Allahü teâlâyı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ
ile konuştu. Allahü teâlâyı, tesbih, hamd ve sena eyledi.
Sayısız ikramlara, şereflere kavuştu. Kendine ve ümmetine
elli vakit namaz farz oldu ise de, Mûsâ aleyhisselâmın
işâreti ile, yavaş yavaş beş vakte kadar indirildi. Bundan
önce, yalnız sabah ile ikindi yahut yatsı namazları kılınırdı.
Bu kadar uzun yolculuktan ve ikramlara, ihsânlara
kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten
sonra, yatağına geldi. Yeri daha soğumamış idi.
Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i kerîmelerle, bir kısmı da,
hadîs-i şerîflerle anlaşılmıştır. Hepsine inanmak vâcib değil
ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri
kabûl etmeyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i
kerîmeye veya hadîs-i şerîflere inanmayan ise, imansız
olur.
Muhammed aleyhisselâmın seyyid-ül-enbiyâ olduğunu,
ya’nî peygamberlerin (a.s.) en üstünü olduğunu gösteren
sayısız şeylerden birkaçını bildirelim:
Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O’nun sancağı
altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere
emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim,
habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu
zamana erişirseniz O’na îmân ediniz ve yardımcı olunuz!
Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasıyyet ve
emreyledi.
Muhammed aleyhisselâm, “Hâtem-ül-enbiyâ”dır.
Ya’nî O’ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir. Mübârek
rûhu, her peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik
makamı, en önce O’na verildi. Peygamberlik, O’nun
dünyâya teşrîf etmesi ile tamamlandı. Îsâ aleyhisselâm,
kıyâmete doğru, hazret-i Mehdî zamanında gökten Şam’a
inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmın
dînini yayacaktır. O’nun ümmetinden olacaktır.
5- Îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi:
“Âhıret gününe inanmaktır.” Âhıret gününün başlangıcı,
insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son
gün denilmesi, arkasından gece gelmediği içindir. Yahut
dünyâdan sonra geldiği içindir. Bu hadîs-i şerîfde bildirilen
gün, bildiğimiz gece-gündüz demek değildir. Bir vakit, bir
zaman demektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı
bildirilmedi, zamanını kimse anlayamadı. Fakat,
Peygamberimiz (s.a.v.) birçok alâmetlerini ve
başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek,
Îsâ aleyhisselâm gökten Şam’a inecek, Deccâl çıkacak.
Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri karıştıracak. Güneş
batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri
unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız,
namussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlânın emirleri
yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemen’den
ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay
kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp
kuruyacaktır.
Günah işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara
ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette
inanmak lâzımdır. Mevta kabre konunca, bilinmeyen bir
hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. “Münker”
ve “Nekir” adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan
şeklinde mezara gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler
açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, ba’zı âlimlere göre, ba’zı
akâidden olacak, ba’zılarına göre ise, bütün akâidden
olacaktır. (Bunun için çocuklara; “Rabbin kim? Dînin hangi
dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen
neresidir? İ’tikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin
cevaplarını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru
cevap veremeyeceği, “Tezkire-i Kurtubî”de yazılıdır.) Güzel
cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere
açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp,
melekler tarafından iyilikler yapılacak müjdeler verilecektir.
İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki,
bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk
işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine
geçirecek gibi sıkar, Cehennemden bir delik açılır. Sabah
ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere
kadar, acı azâblar çeker.
Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır.
Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra,
hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip,
herkes mezardan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana
“Kıyâmet günü” denir.
Bütün canlılar, “Mahşer” yerinde toplanacak. Her
insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları,
yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz
kudret sahibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların
olacağını, Allahü teâlânın Resûlü (s.a.v.) haber vermiştir.
O’nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi
olacaktır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların,
kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü,
büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey
defterde bulunacaktır. “Kirâmen kâtibîn” meleklerinin
bilmediği işler bile, a’zânın haber vermesi ile ve Allahü
teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, herşeyden suâl ve
hesab olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her
gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; “Yerlerde,
göklerde neler yaptınız?”, Peygamberlere (a.s.); “Allahü
teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?” herkese de;
“Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri
nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl
gözettiniz?” diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli
ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar olacak, kötü
huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezalar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, ba’zı küçük günahlar için de
azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün
günahlarını, fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve
küfürden başka, her günahı dilerse affedecek, dilerse,
küçük günah için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak
öleni hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitâblı ve kitâbsız
kâfirler, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara
Peygamber olduğuna inanmayan, O’nun bildirdiği
ahkâmdan, ya’nî emir ve yasaklardan birisini bile
beğenmeyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme
sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz
bir “Mîzân” bir ölçü âleti, bir terazi vardır. Yer ve gök bir
gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş’ın sağında
Cennet tarafındadır. Günah tarafı Arş’ın solunda Cehennem
tarafında, karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler,
düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak,
kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terazide
tartılacaktır. Bu terazi, dünyâ terazilerine benzemez. Ağır
tarafı yukarı kalkar. Hafif tarafı aşağı iner denildi. Âlimlerin
(r.aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli teraziler olacaktır.
“Sırat köprüsü” vardır. Sırat köprüsü, Allahü teâlânın
emri ile, Cehennemin üstünde kurulacaktır. Herkese, bu
köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün
peygamberler; “Yâ Rabbî! Selâmet ver” diye
yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca
geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan ba’zısı şimşek
gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, ba’zısı koşan at gibi
geçeceklerdir. Sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir.
Dünyâda İslâmiyete uymak da böyledir. İslâmiyete tam
uymağa uğraşmak, Sırat köprüsünden geçmek gibidir.
Burada, nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada
Sırât’ı kolay ve rahat geçecektir. İslâmiyete uymayan,
nefslerine düşkün olanlar, Sırât’ı güç geçecektir. Bunun
içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyetin gösterdiği doğru yola
“Sırât-ı müstakim” adını verdi. Bu isim benzerliği de,
İslâmiyet yolunda bulunmanın, Sırat köprüsünü geçmek
gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar,
Sırât’tan Cehenneme düşeceklerdir.
Peygamber efendimize (s.a.v.) mahsûs olan “Kevser
havuzu” vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu
sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir.
Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen,
Cehennemde olsa bile, bir daha susamaz.
“Şefaat” haktır. Tövbesiz ölen mü’minlerin küçük ve
büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler,
sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler,
şefaat edecek ve kabûl edilecektir. Mahşerde, şefaat beş
türlüdür.
Birincisi, kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan,
çok uzun beklemekten usanan günahkârlar, feryâd ederek,
hesabın bir ân önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için
şefaat olunacaktır.
İkincisi, suâlin ve hesabın kolay ve çabuk olması için,
şefaat edilecektir.
Üçüncüsü, günahı olan mü’minlerin, Sırât’tan
Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından
korunmaları için şefaat olunacaktır.
Dördüncüsü, günahı çok olan mü’minleri, Cehennemden
çıkarmak için şefaat olunacaktır.
Beşincisi, Cennette sayısız ni’metler olacak ve sonsuz
kaLInacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi,
makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır.
Cennettekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefaat
olunacaktır.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat
göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır. Sekiz
Cennet, yedi Cehennem yardır. Cennet, yer küresinde,
güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de
güneşten büyüktür.
6- İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; “Kadere,
hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna
inanmaktır.” İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar,
kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdîr etmesi
iledir. “Kader” bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir
demektir. Çokluk ve büyüklük ma’nâsına da gelir. Allahü
teâlânın, birşeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir.
Kaderin, ya’nî varlığı dilenilen şeyin var olmasına “Kaza”
denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de
kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar
yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde
dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha
az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir.
Allahü teâlâ, olacak herşeyi ezelde, sonsuz öncelerde,
biliyordu, işte bu bilgisine “Kaza ve kader” denir. Eski
Yunan felsefecileri, buna, “İnâyet-i ezeliyye” dedi. Bu
varlıklar, o kazadan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun
olarak, eşyanın var olmasına da, “Kaza ve kader” denir.
Kadere imân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki,
Allahü teâlâ, birşeyi yaratacağını ezelde irâde etti. Diledi
ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması
lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yok
olduğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların
(katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin,
atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların,
kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimya
tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri,
canlılardaki fizyolojik faaliyetler), herşeyin olup olmaması,
kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların
cezasını görmeleri ve herşey, ezelde, Allahü teâlânın
ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden
ebede kadar olacak; eşyayı, özellikleri, hareketleri,
olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır.
İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını,
küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ
yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin
meydana getirdiği herşeyi yaratan O’dur. Herşeyi bir sebep
ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır.
Ateşin, yakmakta, hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir
ki, birşeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. (Ateş,
tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka birşey yapmaz.
Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene,
oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini
sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları
ateş yapıyor sanır. Yakan, yanına tepkisini yapan, ateş
değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alışverişi
de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların
hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi
olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir
kimse; “Ateş yakıyor” sözünü beğenmez. “Hava yakıyor”
der. Orta okulu bitiren de, bunu kabûl etmez. “Havadaki
oksijen yakıyor” der. Liseyi bitiren; “Yakıcılık oksijene
mahsûs değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır”
der. Üniversiteli ise; “Madde ile birlikte enerjiyi de hesaba
katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne
yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice
sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en
yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören
peygamberler (a.s.) ve o büyüklerin izinde giderek, ilim
deryalarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri
(r.aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz,
zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakiki yapıcının,
yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor.)
Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile
yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de
yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok
sevdiği için, âdetini bozdu. (Nitekim ateşin yakmasını
önleyen maddeler de yaratmıştır. Bu maddeleri,
kimyagerler bulmaktadır.)
Allahü teâlâ dileseydi, herşeyi sebepsiz yaratırdı.
Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Fakat lütfederek,
kullarına iyilik ederek, herşeyi yaratmasını bir sebebe
bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi.
İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler
altında sakladı. O’nun birşeyi yaratmasını isteyen, o şeyin
sebebine yapışır, o şeye kavuşur. (Lâmbayı yakmak
isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı
âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip,
sonsuz ni’metlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar.
Kendine tabanca çeken ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su
içen, hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de,
Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o
sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını
okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur.
Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din
câhili olur. Din câhillerinin çoğu imansız olur. İnsan hangi
yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.)
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı,
kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü
teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca,
insanlar arasında, âmir, me’mûr, işçi, san’atkâr, talebe,
hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin
nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti’ ile
âsî arasında fark kalmazdı.
Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı.
Herşeyi, âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri,
dünyâda zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları,
aldatanları Cennete sokardı. Îmânı olanları, ibâdet
edenleri, iyilik yapanları Cehenneme sokardı. Fakat, âyet-i
kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle dilemediğini
göstermektedir.
İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün
hareketlerini yaratan O’dur. Kulların, ihtiyâri, ya’nî istekli
hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında “İrâde”
yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına
sebep kılmıştır. Bir kul, birşey yapmak isteyince, Allahü
teâlâ da dilerse, o işi yaratır. Kul istemezse, Allahü teâlâ
da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun
dilemesi ile de yaratılmaz. O da dilerse yaratır. Kullarının
istekli işlerini yaratması, birşeye ateş değerse, o şeyde
yakmağı yaratması, ateş değmezse, yakmağı yaratmaması
gibidir. Bıçak değince, kesmeği yaratmaktadır. Kesen,
bıçak değildir. O’dur. Bıçağı, kesmek için sebep kılmıştır.
Demek ki, kulların istekli hareketlerini, onların ihtiyâr
etmeleri, dilemeleri sebebi ile yaratmaktadır. Fakat
tabiattaki hareketler, kulların ihtiyâr etmelerine bağlı
değildir. Bunlar, yalnız Allahü teâlâ dileyince, başka
sebeplerle yaratılmaktadır. Herşeyin, güneşlerin,
zerrelerin, damlaların, hücrelerin, mikropların, atomların
maddelerini, özelliklerini, hareketlerini yaratan yalnız
O’dur. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Ancak, cansız
maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların istekli
hareketleri arasında şu ayrılık vardır ki, kullar dileyince, O
da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve yaratıyor. Kulun
hareket etmesi kulun elinde değildir. Hattâ nasıl hareket
ettiğinden haberi bile yoktur. (İnsanın hareketi, nice fizik
ve kimya olayları ile hâsıl olmaktadır.) Cansızların
hareketlerinde “İhtiyâr etmek” yoktur. Ateş değdiği
zaman, yakmak yaratılması, ateşin dilemesi ile değildir.
(Sevdiği, acıdığı kullarının, iyi fâideli isteklerini, O da
ister ve yaratır. Bunların kötü ve zararlı isteklerini, O
istemez ve yaratmaz. Bu kullarından hep iyi, fâideli işler
hâsıl olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl olmadığı için
üzülürler. Bu işlerin zararlı oldukları için yaratılmadığını
düşünmüş, anlamış olsalardı, hiç üzülmezlerdi. Bunun için
sevinirler, Allahü teâlâya şükrederlerdi. Allahü teâlâ,
insanların istekli işlerini, onların irâde etmelerinden sonra
yaratmağı, ezelde irâde etmiş, böyle olmasını dilemiştir.
Ezelde böyle dilemeseydi, istekli hareketlerimizi de, biz
istemeden, hep O zorla yaratırdı. İstekli işlerimizi biz
istedikten sonra yaratması, ezelde, böyle istemiş olduğu
içindir. Demek ki, O’nun irâdesi hâkim olmaktadır.)
Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana
gelmektedir Birincisi; kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun
için, kulun hareketlerine “Kesb etmek”, edinmek denir.
Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi; Allahü teâlânın yaratması,
var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar,
sevâblar ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu
içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen
buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi
yarattı.” Bu âyet-i kerîme, hem, insanlarda kesb, ya’nî
hareketlerinde “İrâde-i cüz’iyye” bulunduğunu
göstermektedir. Cebr olmadığını açıkça isbât etmektedir.
Bunun için “İnsanın işi” denilmektedir. Meselâ, “Ah” vurdu,
kırdı” denir. Hem de, herşeyin kaza ve kaderle yaratıldığını
belli etmektedir.
Kulun işinin yapılmasında, yaratılmasında, önce, kulun
bu işi irâde etmesi lâzımdır. Bu isteğe “Kesb” denir. Âmidî
merhum, bu kesbin, işlerin yaratılmasında sebeb
olduğunu, te’sîr ettiğini bildiriyor. “Bu kesbin ihtiyârî olan
işin yaratılmasına te’sîri olmaz” demek de zarar vermez.
Çünkü yaratılan iş ile kulun istediği iş, başka değildir.
Demek ki, kul her istediğini yapamaz, istemedikleri de
olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin
olmaması, kulluk değildir. Ülûhiyyete kalkışmaktır. Allahü
teâlâ, lütf ederek, ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtaç
oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar
kuvvet ve kudret, ya’nî enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve
parası olan kimse, ömründe bir kerre hacca gidebilir.
Gökte Ramazan hilâlini görünce, her sene bir ay oruç
tutabilir. Yirmidört saatte, beş vakit farz olan namazı
kılabilir. Nisâb miktarı malı, parası olan, bir hicrî sene
sonra, bunun kırkta bir miktarı altın ve gümüşü ayırıp
müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi
istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü
teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır. Câhil ve
ahmak olanlar, kaza ve kader bilgilerini anlayamadıkları
için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların
kudret ve ihtiyârlarında şüphe ederler. İnsanı, istekli
işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Ba’zı işlerde kulların
ihtiyârı olmadığını görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu
bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu
göstermektedir.
Bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmeğe “Kudret” denir
Yapmağı veya yapmamağı istemeğe “İrâde”, dilemek
denir. Bir işi kabûl etmeğe, karşı gelmemeğe “Rızâ”,
beğenmek denir. İşin yapılmasına te’sîr etmek şartı ile,
irâde ile kudretin bir araya gelmesine “Halk”, yaratmak
denir. Te’sîrli olmayarak bir araya gelmelerine “Kesb”
denir. Te’sîr etmek ve etmemek şart olmazsa “İhtiyâr”
denir. Her ihtiyâr edenin, halik olması lâzım gelmez. Bunun
gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez.
İhtiyâr ve kesb, birlikte bulunabilir. İhtiyâr, halk ile de
birlikte bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya “Halik” ve
“Muhtâr” denir. Kula, “Kâsib” ve “Muhtâr” denir.
Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını, günahlarını irâde eder
ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahdan râzı değildir,
beğenmez. Herşey, O’nun irâde ve halk etmesi ile var
olmaktadır. En’âm sûresinin 102. âyet-i kerîmesinin meâli
şöyledir: “O’ndan başka ilâh yoktur. Herşeyin hâlıkı,
ancak O’dur”
Dîvân’ından ba’zı kısımlar:
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Fârisî Dîvân’ı bir
şaheserdir. Dîvân’ında Allahü teâlânın sevgili Peygamberini
ve O’nun insan hayâlinin varamayacağı yükseldiğini, ince
rûhunun terennümleri, edebiyattaki büyük mahareti ve
san’atı ile, pek veciz ve çok güzel anlatmıştır. Okuyup
enlayabilenleri hayran bırakmaktadır. Türkçeye
tercümesinde o ince san’ata ve derin ma’nâları anlatmak
mümkün değil ise de birşeyler duyurabilmek için, Kabr-i
saadeti ziyâret ederken söylemiş olduğu beytlerden
birkaçının tercümesi yazıldı:
Ey âsîler melcei! Ben himâyene geldim,
Ancak sayısız hatâ, huzûruna getirdim.
Dalâlet sahrasında dolaştım senelerce,
Şimdi yüzüm, hidâyet güneşine getirdim.
Bu dağın eteğinden çok hoş koku geliyor,
Dersin ki, nesîm-i subh, bûy-ı yâr getiriyor.
Toprağından kalbimin yaraları düzeldi,
Teâlâllah hangi misk, bu devayı veriyor.
Vasl-ı dost hilâlinden her an nişan belirir,
Atın ayağından ki, sana doğru kopuyor.
Nereden gelir bilmem, yalnız şunu bilirim,
Tablâ-ı attârdan hep güzel koku geliyor.
Gece-gündüz nişanı aradan kalktı, çünkü,
Arkası kesilmeden dâima nûr geliyor.
O, misk gazellerinin en üstünü değilse,
Yâ niçin bu topraktan eşsiz koku geliyor!
Âlemin maşukunun zuhur yeri burası,
Misâlini anlatmak, akla çok zor geliyor.
Saatte bir an eğer, o can zuhur ederse,
O yerden mahşere dek, gül kokusu geliyor.
Her menzilde göründü ayağından bir nişan,
Ülül-ebsâr gözüne, ondan sürme oluyor.
Peygamberler, boynun bendleri olup da,
O’na göstermek için, salınarak yürüyor.
Kanlı yaşım damlası Cem yüzüğünün taşı,
O’na kavuşmak şevki, gözden kan yağdırıyor.
Uyan gönül, ezelî güzel zuhuru burda,
Bitmez tecelli burda, hûşyâr kalbe oluyor.
Rü’yâda görmediğim, uyanıkken elverdi,
Se’âdetime bak ki, uyanıkken geliyor.
Hâlid, sözü kes artık, sabah rüzgârı ile,
Kûy-i Ahmed muhtârın, bûy-u hâki geliyor.
Lî me’allah emîni, mâ evhâ sır mahremi,
Vasfını söyleyemem, izaha zor geliyor.
Leamrük tahtı şahı levlâke şehsuvân,
Adâlet sahibi Hak, seni çok medhediyor.
Ayağını öpmekle, yer Arş’tan üstün oldu,
Bedbaht olan zavallı bunu inkâr ediyor.
Celâlin sarayından saf olmuş meleklere,
Kapıdan, pencereden “Açıl!” sesi geliyor.
Ne büyük saraydır ki, en ednâ kölesinden,
Şehinşâhi cihâna, hicâb ve ar geliyor.
Aşağı mertebenden fikir kuşu Arş’a dek,
Çıkar, maksada ermez, ağzından kan geliyor.
Ayağın öpmek aşkı, feleği mecnûn etti;
Bunun için dâima, böyle dönüp duruyor.
Yolunda, inatçıdan kalbine diken batar;
Gülçine, gül dikeni nasıl acı geliyor.
Zülfünün teli için kavgaya girişirim,
Nerde en güzel miskten bir bahis açılıyor.
Öyle bir pâdişâh ki, O’nu anlatmak için,
Arş-ı a’zamdan ancak eşsiz inci geliyor.
Saçının teli, tesbih san’atını yok eder;
Güzelliğin yazıya ve şiire sığmıyor.
Akıl O’nu övmekte çok sıkıntıya düştü,
Maazallah mümkün mü, o bu kadar anlıyor.
O’nu hulkuyla övmek, abes iştigal olun
O’nu hakkıyle öven, ancak Rabbi oluyor.
Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olur.
O’nu sözle anlatmak, bundan da zor geliyor.
Bir zât ki hürmetine var oldu iki cihan,
Her yüksekten yüksektir desem, ne kâr yeriyor.
Kalbindeki esrârdan Cebrâil âgâh olmaz,
Gerçi kalbin şak için bir anda yüz kez geliyor.
Bu mevsimde sahrayı boşuna geçme, hacı!
Kâ’be, şimdi Ravdâ’yı, tavaf için geliyor.
Af edici ve kerîm ve o kadar cömerttir,
Sudan inci; taşdan cevher, dikenden gül geliyor.
Eğer gül bahcesinde O’ndan bahsedilirse,
Mütebessim dudağın, herkes gonca buluyor.
Peygamberlerin bile âh eyledikleri gün,
Hüsn-i iltifâtıyla, halâs mümkün oluyor.
Gah ay iki şak olur, parmağın hünerinden,
Gah parmağı dibinden, berrak sular akıyor.
Saç kıvrımını teşbih Çin miskine, hatâdır,
Bu her yaraya merhem, oysa yara ediyor.
Sâdece dağ geyiği, O’nu tasdik etmedi,
İ’câzını kara taş bile ikrâr ediyor.
Uzun yolu, bir anda gitti ve geri geldi,
Akl üstadına bunu, ölçmek çok zor geliyor.
Melekler sidreye dek, yolunda saf olmuşlar;
Müjde, dikkatle bakın! Seyyid-i muhtâr geliyor.
Abaya yüzünün güneşi zâhir olsa,
Yûsuf, can pahasına bu pazara geliyor.
Hicrinden odun ağlar, sen ise ölmüyorsun,
Merd isen, bu yaşaman, sana çok ar geliyor.
Boy ve yüzünü teşbih olamaz taze güle,
Bu uygunsuz fikirden, akıl çok mahcûb oluyor.
Güneş nûr saçıyorsa, O’nun nûrlarındandır,
Güldeki ter damlam, gül yüzünden geliyor.
Yüzünden parlıyan nûr, aşkından cezbe olur,
Yalvarmak âşıktan ve nâz maşuktan oluyor.
Vadi Eymen ağacı tesellisi O’ndandır,
Tûr’da Mûsâ’nın Hakla talebi, Ondan geliyor.
Kuvvetinden bahsetmek faydalıdır; kısaca,
Eli yeninden çıksa, pençe-i kahhâr oluyor.
Cûdunda, bulut kendine ağlasa yeridir;
Köpüğü yüzbinlerce, deryalara gülüyor.
İhsânından toprağa bir damla damlar ise,
Çorak toprak her yandan, taşıp deniz oluyor.
Bu işte gâfil âlim, vâsıtayı görmeyip,
Yanılıp, bunlar, dönen felekten olur diyor.
Pak sinesi sırrından “Elem Neşrah” verir haber,
Bunu bil yeter, Esrâr ma’deni O oluyor.
Mahşer günü mevkıfte eğer zâhir olmasa,
Nebilerde cesâret, kalması olurdu zor.
Perdeni kaldırmakla, Cebrâil pek övünür,
Bu devlet meleklerde O’na nasîb oluyor.
O’nu vasfetmek bundan daha yüksektir amma,
Daha yüksek söylersem, ağyar inkâr ediyor.
Melekler meclisinde, üstün insandan bahis,
Olursa, önce Muhacir, sonra Ensâr geliyor.
Düşmanı yıkan mertler, konuşulsa bir yerde,
Hepsinde Peygamberin, evsâfı söyleniyor.
Cömertliğinden utan, sen ey Hâtem-i Tâî,
Ki O’nun Esbâbının, işar bahsi geçiyor.
Îmân sermâyeleri, başka kimsede yoktur,
Ebrârın kitabında, önce onlar geliyor.
Yârı Sıddîk-i Ekber ki, şânında Kur’ân’da,
“Sâniyesneyni iz hümâ fil gâri” bildiriyor.
Hep melekler örtündü, yamalı hırkasından,
Birbirine Allahın, rızâsın müjdeliyor.
Sanma ta her muhabbet, böyle olur yâr için,
Ayağını yılanın, ağzına sokuyor.
Azametinden şeytan, kaçıyor sinek gibi,
Ondan başka böyle iş, kimden zuhur ediyor.
İlim, hilim, adâlet ve fadl, ma’rifet ve kemâli,
Akıl anlayamayıp, hayret içre kalıyor.
Medh olunmaz hiç biri, kalemi kenara koy,
Çünkü sıra Allahın arslanına geliyor.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri bir şiirinde de şöyle
demektedir;
Âh Yazık:
Ömrüm boş şeylerle geçti, âh yazık!
Yârını hiç düşünmedim, âh yazık.
Hep havâya bina kurdum, şaşkınca,
Din temeli çürük oldu, âh yazık!
Affı sonsuzdur diyerek, pek azdım,
(Kahhâr) ismini unuttum âh yazık!
Daldım günaha, yapmadım hiç hayr,
Niçin doğru yoldan saptım âh yazık.
Mal için, makam için hep uğraştım,
Sonsuz ni’metlerden oldum, âh yazık.
Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,
Günah ağır, ağlarım hep, âh yazık.
Hesap defterimde yok bir iyilik,
Nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin mübârek sözlerinden
ba’zıları:
“Sizlere vasıyyetim; hocaya i’tirâzı terk, Resûlullahın
dînine ittiba’ ve kendini aradan çekip, yok etmeği bu yolun
esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.”
“Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil
değillerdir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın
işi de, başı da, saadeti de gider.”
“Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın
emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.”
“Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların
kabûlü ile inkârını, övmesi ile ayıplamasını, kabûl veya red
etmelerini eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip,
aramamalarına, etrâfında dolaşmamalarına üzülmek,
basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.”
“Binlerce keşf ve kerâmeti, bir sünneti ihyâ etmekle eşit
tutmak, olgun olmamanın alâmetidir.”
“Hangi şekilde olursa olsun, bu büyüklere bağlılık büyük
ni’mettir.”
“Bu büyüklerin yolunun azını çok biliniz. Bu büyük
hânedana bağlanmayı, iki dünyâ devlet ve saadetinin
sermâyesi kabûl ediniz.”
“En mühim vasıyyetim şudur ki; ölümü, âhıret hâllerini
ve ni’metlerin hakîkî sahibini unutmayınız. Elden geldiği
kadar peygamberlerin Efendisi’nin (s.a.v.) sünnetine
ittiba’da (uymada) ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kerre
duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl söyleyiniz.
Hem kalbe yönelerek, hem de ma’nâsını düşünerek olsun.
Böylece kalbte, hakikî matlûbdan başka birşey kalmasın.
Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan mâ’bûddur.”
“Elden geldiği kadar kaç kötü arkadaştan,
Kötü ahbâb kötüdür, en zehirli yılandan.
Yılan zehir akıtıp, insanı candan eder,
Ama kötü arkadaş, can ve imândan eder.”
“Günahların çokluğu ümidsizliğe düşürmesin ve bu
yoldan şeytana fırsat verilmesin.”
“İhlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar
ziyâde olur.”
“Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği
kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da
hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete
kavuşmuştur.”
“İnsanoğlu dünyâyı elde etmek uğruna, nice sonsuz
devlet ve saadetleri kaçırdı.”
“Bizim yolumuz, İslâm dînine ittiba’ (uyma) yoludur.
Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.”
“Sahih keşfle sabittir ki, kalbi zikredene, imânının
gitmesi için şeytan musallat olamaz.”
“Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi
bilmelidir. Çünkü bu taifenin celâli, cemâl ile karışıktır.
Ya’nî kızmalarında da merhamet vardır.”
“Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid’atlerin yok
edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâd üzere olmalarına
uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti;
kör, kötürüm ve ihtiyârlar da yapar.”
“Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini
anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye ediniz ki, büyük
devlettir.”
“İhlâsı olan kurtulur.”
“İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü
teâlânın beğendiği, Resûlullahın sevdiği ve büyük evliyânın
özendiği bir ahlâktır.”
“İslâmiyet yolunda en önemli edebler şunlardır: İslâm
dininin ahkâmına tam tâbi olmak, genişlik ve darlıkta
sabretmek, rahatlık ve bollukta tam şükretmek, sünneti
ihyâ etmek, bid’atten sakınmak, kırıklık içinde devamlı
Rabbine yalvarıp yakarmak, Allahdan başkasının hatıra
gelmemesi için çok çalışmak. Görmek gözün işi olduğu
gibi, huzûru da kalbin işi, melekesi hâline getirmek, hattâ
kalbin, dünyâ ve âhırete âit her şeyden yüz çevirip, hakikî
mahbûb, ya’nî gerçek sevgili olan Allahü teâlâdan
başkasına bağlılığının kalmamasını sağlamak.”
“Mektûplaşmak, görüşmenin yarısıdır.”
1)Şems-üş-şümûs tercümesi (Hasen Şükrü) İstanbul
1302
2)Mecd-i tâlid tercümesi (İbrâhim Fasih Hayderî),
Hüdâvendigâr vilâyeti (Bursa) 1308
3)Tezkâr-ür-ricâl el-cüz-ül-evvel Mevlana Halid-in-
Nakşibendî Bağdat 1399
4)Reşahât ayn-ül-hayât (Muhammed Murâd-ı Kazânî)
sh. 160
5)Hadâik-ül-verdiyye (Abdülmecîd Hânî) sh. 223
6)İrgâm-ül-merîd (Muhammed Zâhid Düzcevî) İstanbul
1328, sh. 78
7)Hadîkat-ün-nediyye (Muhammed bin Süleymân
Bağdadî), İstanbul 1981, sh. 49
8)Kitâb-ül-Behçet-üs-seniyye (Muhammed Hânî)
İstanbul 1977, sh. 3
9)Âdâb risâlesi (Muhammed Hânî) 1326, sh. 67
10) Makâmât-ı Mazhariyye İstanbul 1986, sh. 179
11) Hadîkat-ül-evliyâ, İstanbul 1318, sh. 156
12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1066
13) Herkese Lâzım Olan Îmân (Kemahlı Feyzullah)
14) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 162
15) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 54
16) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 66
17) El-lmân vel-İslâm (İstanbul 1984)
18) Divân (Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî)