Mİ'RAC KANDİLİ - kainatingunesi.com

Mubârek geceler, İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için. ba’zı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmişdir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmışdır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle nemazı vaktinden, o gecenin fecrine, sabah namazı vaktine kadar olan zemândır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri ta’kîb eden gecelerdir Bu geceleri ihyâ etmeli, ya’nî kaza nemâzları kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli, sadaka vermeli, müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur.

(İmâm-ı Nevevî, (Ezkâr) kitabında diyor ki, (Gecenin oniki kısmından bir kısmını [bir sâat kadar] ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir.

(Hakâyık-ı manzûme) kitabında diyor ki, (Fıkh kitâblarında sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir). İmâm-ı Nevevî, Şâfiî mezhebinde müctehiddir. Hanefi’lerin de, geceleri böyle ihyâ etmeleri uygun olur). [Seadet-i edebiyye  1/352]

Mi’râc Gecesi:

Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. Mi’râc, merdiven demekdir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmiyen yerlere götürüldüğü gecedir.

Mekke ehâlîsî îmân etmiyor. Müslümânlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretden bir yıl önce, elliiki yaşında idi. Zeyd bin Hâriseyi alarak Taife gitdi. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiç kimse îmân etmedi. Alay etdiler. İşkence yapdılar. Yuhâladılar. Çocuklar taşa tutdular. Ümmîdsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken, mubârek bacakları yaralandı. Zeydin başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir sâatde, yol kenarında, bitkin hâlde oturdular. Orada bulunan bağ sâhibi, Rebi’a oğulları zengin Utbe ve Şeybe adında iki kardeş, köleleri Addâs ile, birer salkım üzüm gönderdi.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üzümü yirken Besmele okudu. Addâs “radıyallahü teâlâ anh”, o zemân hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı. (Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?) dedi.

Resûlullah: Sen neredensin? buyurdu.

Addâs: Nineveliyim, dedi.

Resûlullah: Yûnus aleyhisselâmın memleketinden imişsin, buyurdu.

Addâs: Sen Yûnusu nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez, dedi.

Resûlullah: O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi, buyurdu.

Addâs: Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, sen Allahın Resûlüsün, dedi. Müslimân oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kulluk ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok dünyâlık toplamak, şehvetlerini yapmak için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikde gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mubârek vücûdunuzu korumak için feda olmak istiyorum, dedi.

Resûlullah, tebessüm buyurdu: (Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zemân sonra, adımı her yerde işitirsin. O zemân bana gel) buyurdu. Bir müddet istirahat edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekkeye yürüdüler. Karanlıkda şehre girdiler. Birkaç ay Mekkede çok sıkıntılı geçdi. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yokdu. Doğruca amcası Ebû Talibin kızı Ümm-i hâninin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i hânî, o zemân îmân etmemişdi. Kimdir o? dedi.

Resûlullah: Amcan oğlu Muhammedim “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Kabûl edersen, müsâfir geldim buyurdu.

Ümm-i hânî “radıyallahü teâlâ anhâ”: Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli müsâfire can fedâ olsun. Yalnız, teşrîf edeceğinizi önceden bildirseydiniz, birşeyler hâzırlardım. Şimdi yidirecek birşeyim yok, dedi.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir, buyurdu.

Ümm-i hânî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen müsâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, arablar için en şerefli vazîfe sayılırdı. Bir evdeki müsâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i hânî düşündü. Bunun Mekkede düşmanları çok. Hattâ öldürmek istiyenler var. Şerefimi korumak için, sabâha kadar Onu gözeteyim, dedi. Babasının kılıncını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o gün çok incinmişdi. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, afv dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, se’âdete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

O ânda, Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma:

Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mubârek bedenini, nâzik kalbini çok incitdim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbirşey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. Ona ve Onu sevenlere hâzırladığım ni’metleri görsün. Ona inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile Onu incitenlere hazırladığım azâbları görsün. Onu ben tesellî edeceğim. Onun nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim buyurdu. Cebrâîl “aleyhisselâm”, bir ânda Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve selem” yanına geldi. Onu uyuyor gördü. Dürtmeğe, uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mubârek ayağının altını öpdü. Bu şekilde Resûlullahı uyandırdı. Cebrâîl aleyhisselâmı hemen tanıdı ve: (Ey Cebrâîl kardeşim! Böyle vaktsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı etdîm, Rabbimî gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?) buyurdu ve Rabbinîn darılacağından çok korkdu.

Cebrâîl “aleyhisselâm”: Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi! Ey Peygamberlerin efendisi, iyilikler menba’ı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiçbir Peygambere, hiçbir mahlûkuna vermediği ni’meti sana ihsan ediyor. Seni kendine da’vet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim, dedi. Kâ’be yanına geldiler. Orada, bir kimse geldi. Göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Yine yerine koydu. Sonra Cennetden gelen Burak adındaki beyâz hayvana’ binip, bir anda Kudüsde, Mescid-i Aksâya geldiler. Cebrâîl “aleyhisselâm” kayayı parmağı ile deldi. Burakı oraya bağladı. Geçmiş Peygamberlerden ba’zısının ruhları insan şeklinde orada idi. Cemâ’at ile nemâz için Âdem, Nuh, İbrâhîm Peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabûl etmedi. Özr dilediler. Kusûrlu olduklarını söylediler. Cebrâîl “aleyhisselâm”, Habîbullahı ileri sürdü. Sen varken, başkası imâm olamaz, dedi. Nemâzdan sonra, mescidden çıkıp bilinmiyen bir mi’râc ile, bir ânda, yedi kat gökleri geçdiler. Her gökde bir büyük Peygamberi gördü. Cebrâîl “aleyhisselâm” Sidrede kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum dedi. Sidret-ülmüntehâ, altıncı gökde bulunan büyük bir ağacdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsî, Arş ve ruh âlemlerini geçip, bilinmiyen, anlaşılamıyan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaşdı. Mekansız, zemânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuşdu. Hiçbir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı ni’metlere kavuşup, bir ânda, Kudüse ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i hâninin evine geldi. Yatdığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i hâni “radıyallahü teâlâ anhâ” uyuklamış, birşeyden haberi olmamışdı. Kudüsden Mekkeye gelirken, Kureyşin kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürkdü, yıkıldı.

Sabâh olunca, Kâ’be yanına gidip mi’râcını anlatdı. İşiten kâfirler alay etdî. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış dediler. Müslimân olmağa niyyeti olanlar da vaz geçdi. Birkaçı sevinerek Ebû Bekrin evine geldi. Çünki, bunun akıllı, tecrübeli, hesâblı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:

Ey Ebâ Bekr “radıyallahü teâlâ anh”! Sen çok kerre Kudüse gitdin geldin. İyi bilirsin. Mekkeden Kudüse gidip gelmek, ne kadar zemân sürer dediler.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”: İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi.

Kâfirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:

Senin efendin, Kudüse bir gecede gidip geldiğini söylüyor. Artık iyice sapıtdı diyerek, Ebû Bekre sevgi, saygı ve güvence gösterdiler.

Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullahın mubârek adını işitince, (Eğer O söyledi ise, inandım. Bir ânda gidip gelmişdir) deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı, önlerine bakıp gidiyor ve (Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekre sihr yapmış) diyorlardı.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle (Yâ Resûlallah’ Mi’râcınız mubârek olsun’ Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun!) dedi. Ebû Bekrin sözleri, kâfirleri şaşırtdı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen, îmânı zaif birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o gün Ebû Bekre (Sıddîk) dedi. Bu adı almakla, bîr kat dahâ yükseldi.

Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervâne gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mahcûb, mağlûb etmek için, imtihân etmeğe yeltendiler:

Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kudüse gitdim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var, gibi şeyler sordular. Hepsine cevâb verirken, hazret-i Ebû Bekr, öyledir yâ Resûlallah, öyledir yâ Resûlallah derdi. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyururdu ki, (Mescid-i aksâda etrafıma bakmamışdım. Sorduklarını görmemiş idim. O ânda Cebrâîl “aleyhisselâm”, Mescid-i Aksa’yı gözümün önüne getirdi. [Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevâb veriyordum). Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi, inşâallah çarşamba günü gelirler buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekkeye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı.

(Rûh-ul-beyân)da (Tefsîr-i Hüseynî)den alarak ve (Bahr) kitabında, imamlığı anlatırken, diyor ki, (Resûlullahın Mekkeden Beytül-mukaddese götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmiyen yerlere götürüldüğüne inanmıyan ise, dâl ve mübtedi’ olur). Ya’nî sapık olur. [Seadeti ebediyye 331]