MÜBÂREK HANIMLAR - kainatingunesi.com

MÜBÂREK HANIMLAR

Hadice-tül-kübrâ “radıyallahü anhâ”

Kureyşin asilzade, kibar ailesindendir. Resûlullahın ilk zevcesidir. Babası Huveylid,
anası Fâtımadır. Kırk yaşında ve dul iken Resûlullahla evlendi. Resûlullah o zaman yirmibeş
yaşında idi. Bundan dört kızı ve iki oğlu oldu. Dul iken, ticaret yapardı. Çok zengindi.
Memurları, katibleri ve köleleri vardı. İlk önce, Hadice îmân etdi. Kâfirler heykele
tapar, Resûlullaha inanmaz, alay ederlerdi. Çok eziyyet ederlerdi. Hadice validemiz,
Resûlullaha teselli ve gayret verirdi. Bütün malını, mülkünü onun uğruna feda etdi.
Resûlullaha yirmibeş sene sadakatle hizmet etdi. Bir kerre incitmedi. Hicretden üç
sene önce, Ebû Talibin ölümünden üç gün sonra, altmışbeş yaşında, Mekke-i mükerremede
vefat etdi. Resûlullah, vefatına kadar, her zaman kendisini medh buyururdu.
Hattâ, birgün, evde medh ederken, Âişe validemiz dayanamayıp, (Cenâb-ı Hak size
ondan daha iyisini verdi) dedi. (Hayır! Ondan iyisi verilmedi. Herkes bana yalancı
dediği günlerde, o bana inandı. Herkes bana eziyyet verirken, o bana
yar oldu. Üzüntülerimi giderdi) buyurdu.

Âişe “radıyallahü anhâ”

Resûlullahın zevce-i mutahherasıdır. Ebû Bekr-i Sıddîkın kızıdır. Vâlidesi, ümmü
Rûmandır. Hicretden sekiz sene önce tevellüd ve 57. yılda, 65 yaşında Medîne’de
vefât etdi. Kabri, Bakîdedir. Evlâdı olmadı. Hadîce-i kübrânın vefâtından bir yıl sonra
ve hicretden iki yıl önce, nikâh edildi. Üç sene sonra, Medînede, hücre-i saâdete
getirilmekle şereflendi. Çok akıllı, zekî, âlime, edîbe ve afîfe ve sâliha idi. Hâfızası
pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kirâm, birçok şeyleri ondan sorup öğrenirdi. Âyet-i
kerîme ile medh edildi.
Fâtıma-tüz Zehra el-Betül “radıyallahü anhâ”
Resûlullahın dört kızından en sevgilisi idi. Aklı, zekâsı, hüsn-ü cemâli, zühd ve takvâsı
ve ahlâk-ı hasenesi pek ziyâde idi. Hadîce-tül-kübrânın kızı idi. Hicretden onüç
yıl önce Mekkede tevellüd etdi. Hicretin ikinci yılında, hazret-i Alîye verildi. O zaman,
hazret-i Alî yirmibeş yaşına gelmiş idi. Hazret-i Fâtımanın kardeşlerinin çocuğu olmadı,
olanı da küçük iken vefât etdi. Resûlullahın soyu, yalnız hazret-i Fâtıma’dan
hâsıl oldu. Üç oğlu, iki kızı oldu. Muhsin küçük yaşda iken vefât etdi.
Hazret-i Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyne (Ehl-i beyt) veya (Âl-i abâ) denir. Hazret-i
Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Kendisi ve nesli Cehennem
ateşinden kesilmiş mânâsına (Fâtıma), yüzü pek beyâz ve parlak olduğundan (Zehrâ),
erkeklerden çekinen, ibadete düşkün, namuslu ve çok temiz kadın, zühd ve dünyâdan
kesilmekde önde olduğu için (Betül) denildi. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
ile medh olundu. Resûlullahın vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Altı ay daha
yaşayıp, onbirinci yılda, Ramazân-ı şerîfin üçüncü günü, vefât eyledi.

Hazret-i Meryem “radıyallahü anhâ”
Îsâ aleyhisselâmın annesi. Hazret-i Meryem büyük bir zât olan İmran’ın kızı olduğundan
birçok kimse onu büyütüp, yetiştirmek istemişti. Fakat teyzesi Elisa’nın kocası Zekeriyya
aleyhisselâm, Meryem’i alıp evine götürdü. Hazret-i Meryem, teyzesinin yanında büyüdü.
Daha sonra Zekeriyya aleyhisselâm ona, Beyt-ül-mukaddes’de husûsî bir oda yaptırdı.
Hazret-i Meryem odasına çekildi ve ibâdetle meşgul oldu. Yanına Zekeriyya aleyhisselâmdan
başka kimse giremezdi. Hazret-i Meryem, iffetli, fazîletli olup, gece-gündüz hep ibâ-
detle meşgûl olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti İsrâiloğulları arasında darb-ı
mesel hâline gelmişti. Allahü teâlâ ona bir çok kerâmetler ve güzel hâller ihsân etmişti.
Onun bu hâl ve kerâmetleri meşhûr olup, yayılmıştır. Hazret-i Meryem, o zamanda bulunan
kadınların en fazîletlisiydi.
Âsiye binti Müzahim “rahmetullahi aleyhâ”
Firavun’un hanımıdır. Yusuf aleyhisselâma îmân eden Reyyan bin Velid’in neslindendir.
Kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibiydi. Hazret-i Mûsâ’yı bebekken
Nil nehrinden kurtarıp, büyütmüş, sonra da onun peygamberliğine inanmıştır.
Hazret-i Âsiye bir müddet îmânını gizledi. Gizli gizli Allahü teâlâya ibadet etti. Onun
gizlice îmân ettiğini öğrenen Firavun, vazgeçmesi için tehdidde bulundu. Firavun,
bütün tehdid ve eziyetlere rağmen îmânından dönmeyen hazret-i Âsiye’yi ellerinden
ve ayaklarından dört direğe bağlatıp sırt üstü yere yatırttı. Göğsü üzerine değirmen
taşı koydurdu.
Bu eziyetler ve işkenceler esnasında; “Ya Rabbi! Benim için nezdinde Cennet’te bir
ev yap! Beni cahil Firavun’dan, batıl kötü amelinden ve zalim olan bu kavmin şerrinden
koru!” diye dua etti.
Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp
baktığında, gözünden perde kaldırılıp Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta
olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi
için hazırlanan köşkü seyrediyor ve gülüyordu.
Âsiye’nin îmânını Firavun’un akıl almaz işkenceleri bile söndürememiş, bilakis onu
daha kuvvetlendirmiştir. Bu duruma iyice kızıp sinirlenen Firavun, hazret-i Âsiye’nin
üzerine daha büyük kaya atılması ve böylece çok elem verici büyük işkence ve eziyyet
yapılmasını emretti. Fakat o kaya cesedi üzerine atıldığında, hazret-i Âsiye çoktan
ruhunu teslim etmişti.

Maşite Hâtun’un Îmânı “rahmetullahi aleyhâ”
Firavun’un hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı.
Firavun’un kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Mûsâ aleyhisselâmın dinine inandı-
ğı hâlde îmânını gizliyor, ibâdetlerini de gizli yapıyordu.
Maşite Hâtun birgün hamamda Firavun ‘un kızının saçını tararken, tarak yere düştü.
Bunu yerden alırken gayri ihtiyari olarak ağzından şu sözler çıktı: ‘’Bismillahirrahmanirrahim”
yâni, “Rahman ve rahim olan Allahın adıyla” Firavun’un kızı bu söze kızarak
dedi ki:
– Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın
adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin?
– Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni
beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır. Ben bir olan Allah’a
inanıyorum.
Firavun’un kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki:
– Seni babama şikâyet edeceğim. Hakettiğin cezâya çarptırılacaksın. Doğruca
babasının yanına gidip olanları söyledi.
Firavun Maşite Hâtun’u yanına getirterek dedi ki:
– Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yü-
zünde tanrı var mıdır?
– Hâşâ! Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de
yaratan Allah’tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat benim Rabbim olan Allah
ebedidir. Fâni değildir. Mûsâ aleyhisselâm O’nun peygamberidir.
Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek
başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana
asıldı. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen
dininden dönmeyince, Firavun’un kini günden güne fazlalaşıyordu Maşite Hâtun’u
bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü
karşısına getirerek şöyle söyledi:
– Ey Maşite, beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım.
Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavun’un hâline baktı. Sonra dedi ki:
– Ben ancak bir olan Allah’a inanıyor ve o’nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum.
Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde
kesti. Kanını da Maşite’nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu:
– Söyle benden başka tanrı var mıdır?
– Allah birdir, Allah’tan başka ilâh yoktur.
Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu
annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı.
Maşite Hâtun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun
da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavun’a
Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam “Rabbim sensin” diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki:
– Hayır anne, hayır! sabreyle! Rabbim sensin deme! Îmânından aslâ dönme. Firavun’a
inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah’ın Cennette hazırlamış olduğu
makâmı görüyorum. O makâmı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen
hûrileri de görüyorum.
Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tövbe edeceklerine daha da hiddetlenen
Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite Hâtun ağlamıyor,
gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini
arzuluyordu. Firavun kocasıyla beraber Maşite Hâtun’u ve yavrusunu kaynar kazanın
içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.

Habîbe Hâtun “radıyallahü anhâ”
“Geliyorlar… İşte… Resûlullah geliyor!” haberi ile Medine ayağa kalktı.
Medine, selâma dur, yemin et, dönme asla.
Tek rehber O’dur ancak, sarıl ebedî dosta..
Kâinatın Efendisi, devesinin üstünde ilerlerken herkes, Kusvâ’nın yularını tutarak:
– Yâ Resûlallah, lütfen bize buyurun, diye yalvarıyordu…
Efendimiz:
– Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse oraya misafir olacağım. İnsan bineğinin
yanında olmalı, diyorlar ve bir taraftan da kasîdeler okuyup tef çalarak kendisini
karşılayanlara tebessümle mukabele ediyorlar.
– Beni seviyor musunuz?
Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı çınlatıyor.
– Evet!
– Ben de sizi seviyorum. Ben de sizi seviyorum, diyerek gönüller alıyorlar.
Yüreklere çiçekler serpiyorlar.
Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler arasında gözleri görmeyen Hazret-i
Habîbe de var. Bu hanım, Ebû Süfyân’ın kölesi iken İslâmiyetle şereflenmişti. Ne var
ki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O’nu hak yoldan caydırmak için dayanılmaz
baskılara başladılar. Fakat Habîbe radıyallahü anhâ, bu baskılara kahramanca
dayandı. Bir kadındaki bu akıl almaz mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda
o alçaklığı da işlediler: Mübârek kadının gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.
Habîbe Hâtun’a soruyorlar:
– Gözlerin görmüyor; sen niçin geldin?
Cevap:
– Görmesem de O’nun kokusunu alırım.
İşte sevginin en muazzam örneği…
Sevgili Peygamberimiz, onun olduğu topluluğa doğru gelirken sâdık mü’mineyi
uzaktan fark ettiler ve seslendiler:
– Sen de burada mısın yâ Habîbe?
– Evet, ey Allah’ın Resûlü…
Mucize işte o ân gerçekleşti… Hazret-i Habîbe tekrar görür oldu…

Nesibe Hâtun “radıyallahü anhâ”
Bu ölüm-kalım mücadelesinde bir ara Allah’ın arslanı Ali “kerremallahü vecheh”,
Efendimizi göremez oldu. Bir taraftan dövüşürken, bir taraftan da O’nu arıyor ve dü-
şünüyordu: “O, kahramanların en üstünüdür. Düşman karşısından çekilmesi
imkânsız. Acaba söz dinlemediğimiz için Allahü teâlâ gadaba gelip de
Resûlullahı göğe mi kaldırdı!..”
Hazret-i Ali de uzağa düşmüşken, Resûlullah’a yeni bir hücum daha oldu.
İki atlı kuduz kâfir, Resûlullah Efendimize çok tehlikeli bir şekilde saldırdılar. Ancak
o ân Nesibe binti Kâ’b birden ortaya çıktı ve saldırganlardan birine indirdiği
bir kılıç darbesi ile bacağını kopararak canını Cehenneme yolladı. Nesibe Hâtun’un
saldırganı tepelemesi, Allah’ın Resûlünü ziyadesi ile memnun etti. Diğer mel’una da
hamle yaptıysa da, düşman çift zırhlı olduğundan bu müthiş kılıç darbesinden hafif
yarayla sıyrıldı. Ve ânında kahraman mücâhideye amansız bir kılıç indirdi. Hazret-i
Nesibe’nin sağ omzundan taraf göğsü yukarıdan aşağıya doğru ikiye ayrıldı…
Bütün bunların hepsi gâyet kısa bir zamanda oldu. İşte bu kahraman kadının kazandırdığı
bu çok kıymetli zamanda, Hazret-i Ali tekrar Efendimizi, düşman karşısındaki
mücadelesini ve maruz kaldığı tehlikeyi görerek o tarafa atıldı; âdetâ uçtu. Bir kartal
gibi, bir kaplan gibi. O dakika kâfirin kılıcını Hazret-i Nesibe radıyallahü anhânın omzundan
çekip yeniden Resûlullah’a saldıracağı ândı. Peygamberimiz, cesur kadının
oğlunu görür görmez seslendiler:
– Yâ Abdullah! Validene yetiş!
Ama Allah’ın arslanı Hazret-i Ali, kâfire öyle bir vuruş vurdu ki, darbeye çift zırh falan kâr
etmedi ve zâlimin leşi külçe gibi yere yığıldı. Hazret-i Abdullah’a yapacak iş kalmamıştı.
Peygamberimiz, kendisini yiğitçe müdafaa eden ve tehlikenin savuşturulması için
çok değerli bir ânı onüç yara alma pahasına canını ortaya koyarak kazandıran mübâ-
rek mücâhidenin ikiye ayrılmış omzunu mübârek elleri ile sığadılar. Ve buyurdular ki:
– Ey Ümmü Emâre! Senin bu katlandığına kim katlanır?
Sevgili Peygamberimizin bir mu’cizesi eseri omuz derhâl iyileşti. O, muhakkak
bir ölümden dönmüştü; ama şehîdlikten de… Bu sebeple Nesibe Annemiz, hasretten
kavruldular:
– Yâ Resûlâllah! Ayaklarının dibinde şehîd olma şerefine bana niçin
müsâade etmediniz?
Dehşetli bir harp manzarası, canhıraş bir müdafaa ânı, tüyler ürperten bir kılıç yarası
ve kalbdeki yüce arzu. Bu ihlâs dolu yalvarış karşısında Efendimiz fedâkâr kadını en
yüksek mükâfatla şereflendirdiler:
– Yâ Rabbi! Nesibe ve aile efrâdını Cennette yanımdan ayırma…
Nesibe binti Kâ’b radıyallahü anhânın birçok erkekten daha yiğit bir kadın olduğunu
herkes gördü ve bunu teslim etti.
Zinnire Hâtun5 “radıyallahü anhâ”
Kalbi mühürlü nasipsiz Ebû Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni Müslü-
man olmuş herkese koşarak bu mesut kimse zengin biri ise, “Seni batırırız, servetini
yok ederiz” diyerek; şeref ve itibarı yüksekse, “Seni rezil eder, halkın içine çıkamaz
hâle getiririz” diyerek; fakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle
İslâm dîninden koparmaya uğraşırdı.
Zinnire radıyallahü anhâ’nın da ebedi saâdet yolunu seçtiğini haber aldılar… Ve
aralarında söylenmeğe başladılar:
“Bu kölelere de n’oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme
cesareti gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir? İster
erkek, ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cezalara çarptırılmalı ki
diğerleri aynı hatâya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin.”
Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu. Ama sahâbî îmânı karşısında kö-
tülükler güneş altındaki kar gibi eriyor… Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi
kimsesi olmayan garip bir köle.
İşte, Ebû Cehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş O’nu zorla
irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hâtun’un gözleri dışarı fırlamış, rengi uçmuş, vaziyeti
perişan olduğu hâlde:
“Muhammed’in yolundan dön ve Lat ile Uzza’nın ilâhlığını kabûl et!” tekliflerini şiddetle
reddediyor.
Ebû Cehil, yorulunca başka kâfirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikâyesi böyle…
Sıcak güneş altında aç, susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en
gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama…
Elhamdülillah, şâhane bir irade ve îmân mukavemeti ile en küçük sarsıntının olmaması,
küfrün ummadığı bir netice… Küfür, aşamadığı dağlar karşısında…
Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, Müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor.
İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur… Müşriklerin
keyfi yerinde… Ebû Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor:
– Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl
kör etti?
– Hayır yâ Ebâ Cehil! Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden
habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilâh diyenlerden haberi var, ne nefret edenlerden.
Onlar hiçbir işe yaramaz. Lâkin benim ezelî ve ebedî olan Allahım göz nûrumu
elbette iade edebilir… O her şeye kâdirdir.
Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği îmân
ihtişamına hayret ediyorlar…
Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anhâ görür oldu. Hem de eskisinden
daha iyi görüyor.

Hazret-i Sümeyrâ “radıyallahü anhâ”
Evet Uhud bir muazzam imtihan. Sıkıntılara sabır ve Resûlullah’a bağlılık imtihanı.
Şu hâdiseyi değil bir kadın, en yiğit yürekli bir erkek bile nasıl yaşar? Aşkolsun böyle
parlak îmân ve tevekkül sahiplerine.
Sümeyrâ binti Kays, cepheden dönenlere babasını, kocasını ve oğlunu sordu:
– Hepsi de şehîd oldu, dediler.
Fakat kahraman kadın, ne sendeledi, ne yere yıkıldı, ne de acı çığlıklar kopardı. Sü-
meyrâ radıyallahü anhâ annemiz, o ân herkesi hayran bırakan bir teslimiyet ve vakarla
şunu sordu:
– Resûlullah nasıl?
– Hamdolsun iyi, dediler.
Sümeyrâ hâtun, Resûlullahı buldu ve binek üzerindeki o yüksek zâtın eteğinden tutundu:
– Yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun… Yeter ki sen sağol. Sen sağ olduktan
sonra, bütün felâketlere katlanırız.
Hazret-i Rümeysa (Ümmü Süleym) “radıyallahü anhâ”
Rümeysâ, Gumeyrâ, Rumeyle, Uneyfe veya Rumeyse isimlerinden birinin olduğu
bildirilmektedir. Ümmü Süleym künyesi ile meşhur olmuştur.
Hazret-i Ümmü Süleym’in kocası ölünce, Medîne’de kabilesinin reîsi olup, okçuluğu
ile meşhur olan Ebû Talha, kendisi ile evlenmek için teklifte bulundu. Ebû Talha zengin
ve sayılır bir kimse olmakla beraber henüz müslüman değildi. O da, kabilesi gibi
putlara tapıyordu. Bu yüzden, Hazret-i Ümmü Süleym, Ona cevap olarak:
“Ben, seni istememezlik etmem. Senin gibisi red olunmaz. Fakat sen müşriksin.
Ben ise müslümanım, elhamdülillah! Ey Ebû Talha! Sen, bilmez misin ki, bu putların
sana bir faydası ve zararı yoktur. Sana zararı ve faydası olmayan bir taşa tapmayı nasıl
uygun görürsün? Senin, ilah diye taptığın bu ağaçlar, yerden biter, sonra onu bir marangoz
yontar. Bu hâlde sen, bir tahta parçasına tapmaktan utanmıyor musun?” dedi.
Hazret-i Ümmü Süleym’in bu sözü, Ebû Talha’nın kalbine tesir etti. Hazret-i Ümmü
Süleym:
“Eğer müslüman olup, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâ-
mın da Onun kulu ve Peygamberi olduğuna şehâdet etsen de seninle evlensem olmaz
mı? Bunun için bir mehir (karşılık, bedel) de istemiyorum” deyince, Ebû Talha, ondan
mühlet istedi. Düşünüp karar vermek için yanından ayrıldı.
İslâmiyetin gerçek bir din olduğunu ve putlara tapınmanın mânâsızlığını kavrıyarak
müslüman olmaya karar verdi. Kısa bir zaman sonra geldi ve “Bana yaptığın teklifi
kabûl ettim. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Hazret-i Muhammed’in de (aleyhisselâm)
Onun Peygamberi olduğuna şehâdet ederim” dedi. Hazret-i Ümmü Süleym
kendisinin telkini ile müslüman olan Ebû Talha (radıyallahü anh) ile evlenmeyi kabûl
ederek, yanında bulunan ve bülûğ çağına giren oğluna: “Kalk, ey Enes! Ebû Talha’yı
benimle evlendirmek için gereğini yap!” dedi. Böylece Hazret-i Ümmü Süleym ile
Hazret-i Ebû Talha nikâhlandılar.
Hazret-i Ebû Talha ile olan bu evliliklerinden Ebû Umeyr adında bir erkek çocukları
oldu. Babası buna çok sevinmişti. Bu çocuğun, kafeste bir serçe kuşu vardı. Serçenin
ölmesi üzerine Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) çocuğa: “Ey Ebû Umeyr serçe ne
oldu?” diye lâtife etmiştir.
Hazret-i Ümmü Süleym’in, oğlu ağır hastalanıp babası Ebû Talha’nın evde bulunmadığı
bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym, Onu yıkayıp kefenledi ve evin bir köşesine
koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da: “Ebû Talha’ya oğlunun öldüğünü, ben
söylemedikçe, hiç biriniz söylemeyiniz!” diye tenbîh etti. Akşam olunca, Ebû Talha
(radıyallahü anh) eve geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (radıyallahü
anhâ) da: “Çocuğun ızdırabı dindi. Rahatlaştığını sanıyorum!” dedi. Hazret-i Ebû Talha,
Onun sözünden, çocuğun gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym (radıyallahü
anhâ) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi, içirdi. O
güne kadar hiç yapmadığı şekilde özenerek süslendi. Ona karşı neşeli görünmeye
çalıştı. Sonra yattılar.
Gecenin sonuna doğru Ebû Talha (radıyallahü anh) mescide çıkmak isteyince, Hazret-i
Ümmü Süleym! “Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına baksana” dedi. O da:
“Ne oldu?” diye sorunca: “Benden emanet bir şey aldılar. Onu geri aldım diye ağlamaya
başladılar” dedi. Hazret-i Ebû Talha: “Hiç öyle şey olur mu?” deyince, hanımı:
“İşte, Allahü teâlâ bize verdiği emanetini geri aldı” diyerek çocuğun öldüğünü kendisine
bildirdi. O da bunun üzerine “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah
namazını kılmak için mescide gitti.
Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında geçen durumu Resû-
lullah (aleyhisselâm) efendimize haber verince her ikisi için de: “Cenâb-ı Hak, bu
gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye duâ etti.
O gece, Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) oğlu Abdullah’a hamile kalmıştı. Bu
çocuk, Ümmü Süleym’in, Resûlullah (aleyhisselâm) ile beraber katıldığı bir harpte
dünyaya gelmiş, Peygamberimiz (aleyhisselâm) ona Abdullah ismini koyup, hakkında
hayır duâ etmişti. Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talha’nın yedi veya dokuz oğlu
olmuştu ki, hepsi de Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip, hafız olmuşlardı.
Eshâb-ı kirâmın hanımlarından Ümmü Atiyye (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Resûlullah
(aleyhisselâm) biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp feryat figan etmeyeceğimize
de söz almıştı. Beş kadından başka kimse bu sözünde duramadı. Resûlullah’a (aleyhisselâm) verdiği sözü aynen yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym’dir.”
Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) dinine son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı. Resûlullahı
(aleyhisselâm) çok severdi. Evinde pişirdiği yemekten, mutlaka ona ayırırdı.
Kebşe Hâtun “radıyallahü anhâ”
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahâbîler Uhud harbinden dönmüş, Medine’ye giriyorlardı.
Kadın ve çocuklar yollara dökülmüş, gâzîleri karşılıyorlardı. Kebşe Hâtun da
düşmüştü yollara.
Oğlu Amr şehid olmuştu.
Ama onun derdi başkaydı.
O, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizi merak ediyordu.
Ve gördü en nihayet.
Sağ ve selâmetteydi.
Yanına koşup “Yâ Resulallah! Anam, babam, canım sana feda olsun. Seni sağ gördüm
ya, başkası dert değil” dedi.
Oğlu Amr’ı sormadı.
Efendimiz ona bakıp, “Ey Amr’ın annesi! Sana müjdeler olsun ki oğlun en
yüksek mertebeye erişti. Mahşer günü size şefaat edecek” buyurdular.
Ümm-i Şerik “radıyallahü anhâ”
Devsli muhacir hanım sahâbîlerden olan Ümm-i Şerik, kendisiyle birlikte hicret
edecek bir arkadaş bulamamıştı. Medine’ye giden bir yahudî ailesine katıldı. Yolculuk
esnasında suyu tükendi. Yahudî ailenin yanında su vardı. Fakat yahudî, Ümm-i Şerik’e,
dininden dönmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımına da, “Ona su verirsen
fena yaparım” diye tehdit etti.
Hava çok sıcaktı. Güneş âdetâ kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolculuk yapmak,
Ümm-i Şerik’i iyice hâlsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu.
Bu durum yahudîyi ümitlendiriyor, Ümm-i Şerik’in biraz sonra dininden dönece-
ğini zannediyordu. Fakat Ümm-i Şerik îmânın tadını almıştı bir kere. Dünyayı âhirete
hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir îmâna sahipti. Cenâb-ı Hakkın mutlaka
bir yerden yardım göndereceğine de inancı sonsuzdu.
Nitekim geceleyin Allah’a olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Herkesin uyuduğu
bir sırada, göğsünün üzerine bir miktar suyun konduğunu hissetti. Aldı ve içti.
Suya kanmıştı. Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için seslendi. Yahudî onun
sesini işitince dedi ki:
– Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum.
Yahudî şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümm-i Şerik, suyu hanımının
vermediğini söyledi. Cenâb-ı Hakkın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Yahudî, gördü-
ğü bu keramet karşısında kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.

Hala Sultan Hazretleri “radıyallahü anhâ”
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, Hala Sultan olarak tanınan
Ümm-i Hirâm’ın “radıyallahü anhâ”, Medine-i Münevvere’deki evine teşrif etmiş ve
istirahat için uyumuştu. Bir müddet sonra Peygamber efendimiz gülümseyerek uyandılar.
Bunun üzerine Ümm-i Hirâm “radıyallahü anhâ”,
– Yâ Resûlallah! Niçin güldünüz?
– Ey Ümm-i Hirâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binmiş hâlde,
kâfirlerle gazâya giderlerken gördüm.
– Yâ Resûlallah! Duâ et, ben de onlardan olayım!
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” de onun bu arzusunu geri çevirmeyip,
kabul etti ve şöyle dua buyurdular:
– Yâ Rabbi! Bunu da onlardan eyle!
Resûlullah efendimiz, böylece onun deniz seferinde bulunacağını önceden haber
vermiş oldu.
Halife Hazret-i Osman’ın izniyle, 647 yılında Hazret-i Muâviye, Kıbrıs adasındaki
insanların da saâdete kavuşmaları, Cehennemden kurtulmaları için bir deniz seferi
düzenledi. Bu sefer, müslümanların ilk deniz savaşıydı. Bu sefere gönüllü seçilen
kimseler arasında Hazret-i Ebû Zer, Hazret-i Ebüdderda, Hazret-i Ubâde bin Samit ve
hanımı Ümm-i Hirâm da vardı, radıyallahü anhüm.
Hazret-i Ümm-i Hirâm, seksenaltı yaşında olmasına rağmen, bu zahmetli yolculuğa
katlanıyor, oradaki insanlara İslâmiyeti bildireceklerini, onların da kurtuluşa, saâdete
kavuşacaklarını düşünerek, teselli buluyordu. İslâmiyeti yaymak uğrunda şehid olmak,
Ümm-i Hiram’ın en büyük arzusuydu.
Mısır’dan gelen İslâm askerleri de, kendileriyle birleşince, Kıbrıs Rumlarına, müslü-
man olmalarını, yoksa cizye vermelerini, bunu da kabul etmezlerse savaş yapacakları-
nı bildirdiler. Kıbrıslılar teslim olmayacaklarını bildirince, şiddetli çarpışma oldu.
Hazret-i Ümm-i Hirâm, çok yaşlı olmasına rağmen, yerinde duramıyor, bir an önce
neticeye varmak istiyordu. Askerler, Hazret-i Ümm-i Hirâm’ın bu hâline şaşıyorlar,
ona bakarak gayrete geliyorlardı. Rumların donanması kaçınca, savaş sahilde devam
etmeye başladı. İslâm askerleri, bir çıkarma harekâtıyla iç kısımlara daldılar. Askerlerle
çıkarmaya katılan Hazret-i Ümm-i Hirâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının
sürçmesiyle düşerek, çok özlediği şehidliğe kavuştu. Cenâb-ı Hak şefaatlerine kavuştursun
inşallah.
Seyyidet Nefîse “rahmetullahi aleyhâ”
Nefîse binti Hasen, zühd ve takvâsı, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım evliyâdan
olup Hazreti Ali’nin dördüncü göbekten torunudur. 145 (m. 762) senesinde
Mekke-i mükerremede doğdu. Annesi, Lübâne binti Abdullah bin Abbâs bin Abdülmuttalib’dir.
208 (m. 823)’de Mısır’da, Kâhire şehrinde vefât etti. Seyyidet Nefîse,
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İshâk-ı Mu’temen (rahmetullahi aleyh.) ile evlendi. Bu
evlilikten Kâsım ve Ümmü Gülsüm isminde iki çocukları oldu.
Tefsîr, hadîs ve başka ilimlerde âlim idi. Halk onun büyüklüğünü kabûl ederdi. Seyyidet
Nefise (rahmetullahi aleyhâ) çok hadîs-i şerîf öğrenmişti. Kur’ân-ı kerîmi ezbere
bilirdi. Çok kerâmetleri görüldü. Kabr-i şerîfi, zamanımıza kadar ziyâret edilmekte ve
istifâde edilmektedir. Seyyidet Nefîse, otuz defa hacca gitti. Gündüzleri oruç tutar,
geceleri ibâdetle geçirirdi ve üç günde bir yemek yerdi. Efendisinden ayrı hiçbir şey
yemezdi.
Evinin önünde, kendisi için bir kabir kazmıştı. Kabre iner, orada namaz kılardı. Orada
altıbin hatim okumuştu. Vefâtı yaklaştığı sırada oruçlu idi. Hastalığı ağırlaşınca
kendisine, orucunu bozabileceğini söylediklerinde; onlara, “Siz ne diyorsunuz? Ben
otuz senedir oruçlu olarak vefât etmem için duâ ediyorum” buyurdu. En’âm sûresini
okumaya başladı: “Düşünen ve hakkı kabûl edenlere, Rableri katında Cennet
vardır.” (En’âm-127) âyet-i kerîmesine gelince vefât etti.
Cenâzesi çok kalabalık oldu. Şehirli-köylü, büyük-küçük toplanıp ağladılar ve kendi
eliyle kazdığı kabrine defn ettiler. Derb-üs-Siba’ denilen yerde medfûndur. Kabri üzerinde
bir nûr ve heybet vardır. Her taraftan ziyâretine gelinir. İmâm-ı Şa’rânî hazretleri,
“Ehl-i beyt içinde tasarrufu en fazla olanı, Hazreti Nefîse’dir” buyurdu.
Zevci, cenâzesini Medine’ye götürmek istedi ise de, halk çok ısrar edip vazgeç-
mesini istediler. Nitekim rü’yâda Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellemi)
görüp, kendisine, “Mısırlıları kırma Nefîse’nin bereketi ile ora halkına rahmet
iner” buyurunca, cenâzeyi Medine’ye nakletmekten vazgeçti.
Râbia-i Adviyye “rahmetullahi aleyhâ”
Tâbiîn devrinde yetişen büyük hanım evliyâlardan. Dünyâya düşkün olmaması ve
ibâdetleriyle meşhur zâhide bir hanımdır. Babasının adı İsmâil olup, üç kızı vardı. Bir
kızı daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu.
Babası çok fakir olduğundan, o doğduğu gece evinde ihtiyaç olan şeylerden hiç
biri yoktu. Annesi çok ağlayıp mahzun olmuştu. O gece uyuduğunda Peygamberimizi
(sallallahü aleyhi ve sellem) gördü. Rüyâsında kızının büyük bir kimse olacağı müjdelenip
bir kâğıda; “Her gece Resûlullah’a yüz salevât getirdin. Dün gece unuttun,
bunun için bu kâğıdı getiren kimseye dört yüz dînâr ver” diye yazıp Basra Beyine gö-
türmesi söylenildi. Bunun üzerine babası böylece yazıp, Basra Beyine götürdü. Basra
Beyi memnuniyetle on bin kızıl altın verip, her ne ihtiyacınız olursa söyleyin yardımcı
olayım, dedi. Bundan sonra rahatlayıp kızlarını büyüttü. Râbia Hâtun, biraz büyüyünce
annesi ve babası öldü. Basra’da kıtlık başgösterdi. Kız kardeşleri dağıldı. Râbia-i
Adviyye de bir ihtiyara hizmet ediyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Günlük hizmetleri
yanında, hergün oruç tutardı. Gecelerini de ibâdetle geçiriyordu. Bir gece ev sahibi
olan efendisi uykudan uyandı. Pencereden baktı. Onu secdede gördü ve şöyle yalvardığını
duydu:
“Yâ Rabbî! Biliyorsun ki benim arzum senin emirlerine uymaktır. Eğer iş benim elimde
olsa, sana ibâdetten bir an geri kalmazdım. Fakat ihtiyara hizmet ettiğim için,
sana gereği gibi ibâdet edemiyorum.”
Ayrıca Râbia’nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını da gördü. İhtiyar, sabaha
kadar uyuyamadı. Sabah olunca Râbia’yı çağırıp bir miktar para vererek serbest
bıraktı. O da oradan ayrılıp, küçük bir eve yerleşti.
Bütün vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı. Kefenini dâimâ yanında taşırdı. Namaz
kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini,
kefenini berâberine almadan konuştuğunu kimse görmedi.

MENKIBE: Son Yongam Sensin
Sene 1915… Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünya Harbi bütün
cephelerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu var…
Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor, ihtiyarı, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza
düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah’a dua ediyor…
Cepheye durmadan takviye kuvvetler gidiyor, işte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik
istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler.
Ama şehid olmak inancı gönüllerine huzur veriyor…
Sevkiyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür.
Merakla ve şüpheyle yaklaşır… Beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir
Türk anası çakılmış gibi orada duruyor.
Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr
anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:
– Anneciğim, yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?
– Trende oğlum var. Onu uğurlamaya geldim.
– Oğlun kimdir, nerelisiniz?
– Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin.
– Onu görmek ister misin, çağırayım mı?
– Sana dua ederim. Ona bir çift sözüm var.
Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana son olarak; “Hü-
seyin’im, yiğit oğlum benim! Dayın Şipka’da, baban Dömeke’de, ağaların Çanakkale’de
şehid düştüler. Bak son yongam sensin.
Eğer, minareden ezân sesi kesilecekse, câminin kandilleri sönecekse sütüm sana
haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şipka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fâtiha okumayı
unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin” dedi.
Hüseyin, son defa anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası
son evladını da dualarla bu şekilde cepheye uğurladı.