Muhammed aleyhisselamın vefatı - kainatingunesi.com

Muhammed aleyhisselamın vefatı: Hicretin onbirinci senesi idi. Cebrâil aleyhisselâm , bu sene geldiğinde sevgili peygamberimize, Kur’an-ı kerîmi iki defâ baştan sona okudu. Hâlbuki, daha önceki yıllarda Kur’an-ı kerîmi bir defâ okumuştu. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve selem efendimiz , Cebrâil aleyhisselâmın , en son teblîğ ettiği “Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dînine(  islâmiyet’e) akın akın girdiklerini görünce , Rabbini hamd ile tesbîh et! O’ndan af dile! Çünkü O, tevbeleri dâimâ kabûl eder.” Meâlindeki Nasr sûresini  dinledikten sonra ; “Yâ Cebrâil!  İçimden, ölünün yaklaştığını duyuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, şu âyet-i kerîmeleri okudu, meâlen: “Âhıret, senin için dünyâdan daha hayırlıdır. Rabbin sana râzı oldum deyinceye kadar her istediğini verecek.” ( Duhâ sûresi: 4 ,5)

Sevgili Peygamberimiz, o gün Medîne’de bulunan bütün Eshâb-ı kirâmının , öğle namazında mescide toplanmaları için haber gönderdi. Server-i âlem efendimiz, namazı kıldırdıktan sonra   , bir hutbe irâd ettiler. Bu öyle bir hutbe idi ki, dinleyen bütün kalbler ürpermiş, gözlerden yaşlar boşanmıştı. Daha sonra; “Ey insanlar!  Sizin Peygamberiniz olarak beni nasıl buldunuz” buyurunca, Eshâb-ı kirâm ; “Yâ! Resûlullah! Allahü teâlâ , sana  bizim tarafımızdan bol bol hayırlar ihsân buyursun. Sen, bizim için çok şefkâtli bir baba , nasîhatte bulunan şefkâtli bir kardeş gibiydin. Allahü teâlânın sana lütfettiği Peygamberlik vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize ulaştırdın. Rabbinin yoluna, İslâm’a hikmet ile, güzel nasîhat ile  dâvet ettin, çağırdın. Allahü teâlâ sana en güzel ve en yüksek karşılıklar versin “ dediler. Peygamber efendimiz ; “Ey mü’minler! Allah  aşkına kimin bende hakkı varsa , kalksın gelsin, kıyâmetten önce burada alsın”  buyurdular. Fakat, hakkını almak için kalkıp gelen olmadı. Resûlullah efendimiz, ikinci ve üçüncü defâlar da Allahü teâlânın adını anarak; ”Hakkı olan gelsin alsın” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâmdan pîr-i fânî olan hazret-i Ukâşe kalktı. Resûlullah’ın huzûruna vardı. Sonra; “ Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlullah! Tebük gazâsında seninle beraberdim. Tebük’ten ayrıldığımız sırada benim devemle, sizinki yanyana  gelmişlerdi. Ben devemden indim. Sana yaklaştım. Maksadım senin mübârek vücûdunu öpmekti, o zaman kamçı ile sırtıma vurmuştun. Niçin vurduğunu bilmiyorum” dedi.

Peygamber efendimiz ; “Yâ Ukâşe! Allahü teâlâ seni, Resûlünün kasten vurmasından muhâfaza eylesin. Yâ Bilâl! Kızım Fâtıma’nın evine git. O kamçıyı bana getir” diye emretti. Hazret-i Bilâl, mescidden çıktı . elini başına koymuş , “Resûlullah kendisine kısas yaptıracak!” diye hayretler içerisinde kalmıştı. Eve varınca kapıyı çalıp; “Ey Resûlullah’ın kerîmesi! Bana Resûlullahın kamçısını ver!” deyince hazret-i Fâtıma vâlidemiz; “yâ Bilâl!  Şimdi ne hac zamânı ne de gazâ! Babam kamçıyı ne yapacak?” diye sordu. Bilâl (r.anh) “Ey Fâtıma! haberin yokmu? Resûlullah’a onunla kısas yapılacak!” dedi. Fâtıma (r.anha) vâlidemiz; “Yâ Bilâl! Resûlullah ’tan kısas ile hakkını almaya kimin gönlü râzı olur? Mâdem ki, istedi vereyim. Fakat Hasan ve Hüseyin’e söyle, hakkını kim alacaksa, kısası kendilerine yaptırsın­lar. O zât, hakkını onlardan alsın. Sakın Resûlullah’a kısas yaptırmasınlar” diye hazret-i Bilâl’e sıkıca tenbih etti. Bilâl (r.anh) mescide geldi ve kamçıyı Resûlullah efendimize, O da hazret-i Ukâşe’ye verdi. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ) bu durumu görünce; “Ey Ukâşe! işte biz yanında hazırız, hakkını bizden al. Ne olur, Resûlullah’dan alma!” diye yalvardılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz hazret-i Ebû Bekr’e; “Ey Ebû Bekr! Sen bırak, çekil aradan. Ey Ömer! Haydi sen de çekil. Allahü tealâ, sizinyüksek derece­nizi bilmektedir” buyurdu. Sonra hazret-i Ati kalktı; “Ey Ukâşe! Resûlullah’a vurmana, gönlüm razı olmuyor, işte sırtım ve karnım, Gel hakkını benden al, istersen yüz kerre vur. Fakat Resûlullah’a dokunma!” deyince, Pey­gamber efendimiz; “Ey Ali! Sen de otur. Allahü teâlâ, senin de yüksek merte­beni, durumunu bilmektedir” buyurdu. Bu defa hazret-i Hasen ile Hüseyn kalktılar; “Ey Ukâşe! Sen de biliyorsun ki, biz Resûlullah’ın torunlarıyız. Onun için bize kısas, Resûlullah’a kısas demektir. Hakkını bizden al, ne olur Resûlullah’a vurma!” deyince, Peygamber efendimiz, onlara; “Siz de otu­runuz, ey iki gözümün neş’eleri” buyur­dular. Sonra; “Ey Ukâşe! Gel vur!” buyurdular. Ukâşe; “Yâ Resûlallah! Sen bana vurduğun zaman benim vücûdum açıktı” deyince, sevgili Peygamberimiz mübarek sır­tını açtı. Bu sırada Eshâb-ı kiramdan hıçkırıklar duyuldu; “Yâ Ukâşe! Resûlullah’ın mübarek sırtına vuracak mısın?” dediler. Her­kes üzüntü içerisinde bekleşiyordu. Hazret-i Ukâşe, Resûlullah efendimizin mübarek sırtın­daki Peygamberlik mührünü görünce, birden bire; “Anam-babam sana feda olsun yâ Resû­lallah! Hakkını almak için, senin o mübarek sırtına vurmaya, sana kısas yapmaya kimin gücü yeter, buna kim cesaret edebilir?” diye­rek, Kâinatın sultânının mübarek mühr-i nübüvvetini öpüverdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ona; “Hayır, ya vuracaksın, yâhud af­fedeceksin” buyurunca, Ukâşe hazretleri; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Af­fettim. Acaba Allahü teâlâ da beni kıyamet gününde affeder mi?” dedi. Peygamber efen­dimiz; “Kim, benim Cennet’teki arkada­şımı görmek isterse, bu pîr-i fâniye (ihtiyara) baksın” buyurdular. Resûlullah efendimizin bu mübarek sözünü duyan Eshâb-ı kiram, onun iki gözü arasından öpmeye başladı. Hepsi; “Ne mutlu sana, ne mutlu sana! Ey Ukâşe! Resûlullah ile beraber olmanın hürmetine, Cennet’te yüksek derece­lere kavuştun” diyorlardı.

Safer ayının son günleriydi. Alemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, kuzeydeki Bizans imparatorluğunun, müslümanlar için büyük bir tehlike olmadan önce, onları tekrar İslâm’a davet etmek, kabul etmezlerse harbetmek ve İslâm Devleti’nin emrine sokmak isti­yordu. Bu sebeple Rumlarla muharebe etmek üzere kahraman Eshâbının hazırlan­masını emir buyurdular. Eshâb-ı kiram {radıyallahü anhüm) hazırlık yapmak için dağıldı. Resûl-i ekrem efendimiz, hazret-i Üsâme bin Zeyd’i çağırdılar; “Ey Üsâme! Şam’a, Belkâ sınınna, Filistin’deki Darum’a, babanın sehîd edildiği yere kadar, Allahü teâlâmn ismiyle ve bereketiyle git. Onları atlara çiğnet. Seni, bu orduya başkumandan tâyin ettim. Übnâlıların üzerine ansızın varıp, üzerlerine şimşek gibi saldır. Varaca­ğın yere haber ulaşmayacak şekilde hızlı git. Yanına kılavuzları alıp, casus ve gözcüleri önünden ilerlet, Allahü teâlâ zafer ihsan ederse, onların ara­sında az kal” buyurdular. Cürf’te karargâh kurmalarını emir buyurup, mübarek elleriyle sancağı bağlayarak teslim ettiler. Mescidde minbere çıktılar; “Ey Eshâbım! Üsâme’ nin babası Zeyd, kumandanlığa nasıl lâyık ve benim katımda nasıl en sevgiliyse, ondan sonra, oğlu Üsâme de kumandanlığa öyle lâyıktır. Üsâme, benim katımda insanların en sevgililerindendir” buyurdu. Hazret-i Üsâme’nin kumandası altında, savaşa gide­ceklerin arasında; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrah, hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın ileri gelenleri de vardı.

Fakat ertesi gün, Kâinatın sultânı aniden hastalandığı için, ordunun gitmesi Peygamber efendimizin âhırete irtihâlinden sonraya kal­mıştı. Sevgili Peygamberimiz, şiddetli sıtmaya yakalanmışlardı. Gittikçe ateşi artıyor, hastalık şiddetleniyordu. Ağrılarının azaldığı bir gece yarısı, yatağından kalktılar. Giyinerek gitmeye hazırlandılar. Bunu gören hazret-i Aişe valide­miz; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu; Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efen­dimiz; “Bakî kabristanlığında medfûn bulunanlar için istiğfar etmek üzere emr aldım. Oraya gidiyorum” buyurdu. Yanına Ebû Müveyhib ile Ebû Râfi’yi alarak gittiler. Mezarlıkta uzun uzun dua edip, onların af ve mağfireti için Allahü teâlâya yalvardılar. Peygamber efendimizin bu ısrarlı yalvarması karşısında, yanında bulunan sahâbîler; “Biz de, şimdi burada medfûn bulunsaydık da, Resûlullah efendimizin bu duasına mazhar olmakla şereflenseydik!” dediler. Sevgili Pey­gamberimiz, Ebû Müveyhib’e dönerek; “Ey Ebû Müveyhib! Ben, dünyâ hazîneleri ile âhıret nimetlerini seçmede serbest bırakıldım. İstersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git, istersen Likâullah (Allahü teâlâya kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir dediler. Ben, Likâullahı ve sonra Cennet’i seçtim” buyurdu.

Bir gün de, Uhud’da bulunan şehîdler için mağfiret dilemek üzere yola çıktılar. Onlar için, Allahü teâlâya uzun uzun yalvararak dua eylediler. Sonra mescide gelip Eshâb-ı kirama; “Ben, sizin Kevser havuzuna en önce kavuşanınız, karşılayanınız olacağım. Sizinle buluşma yerimiz orasıdır… Ben, sizin için, benden sonra müşrikliğe  dönersiniz diye korkmam. Ancak dün­yâya kapılır, onun için birbirinizi kıs­kanır, birbirinizi Öldürürsünüz. Neticede sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de, yok olur gidersi­niz diye korkarım.’…” buyurdular. Sonra sâadethânelerini teşrif ettiler.

Hastalıkları ağırlaşmıştı. Mübarek hanıme­fendileri, sevgili Peygamberimizin, hazret-i Âişe validemizin evinde kalmalarını, kendi haklarını ona tercih ettiklerini bildirdiler. Zevce-i mutahharalarının bu fedâkârlıklarına memnun olup, hepsine dua ettiler ve ondan sonraki günlerini hazret-i Aişe validemizin evinde geçirmeye başladılar.

Resûl-i ekrem sallallah aleyhi ve sellem efendimizin, ateşi çok artmıştı. Ateşin şidde­tinden yatağında, bir taraftan diğer tarafa dön­mek mecburiyetinde kalıyordu. O hâlde iken, Eshâb-ı kiram, ziyarete gidiyor, Efendimizin çektiği şiddetli sıkıntıya ziyadesiyle üzülüyor­lardı. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.anh) anlattı ki: “Resûlullah’ın mübarek huzuruna gitmiştim. Üzerinde kadife bir örtü bulunuyordu. Sıtma­nın sıcaklığı örtüden dışarı çıkıyor, hararetten elimizi örtüye dokunduramıyorduk. Hayreti­mizi ve üzüntümüzü gören Resûlullah efendi­miz; “En şiddetli belâ, peygamberlere olur. Buna rağmen peygamberin belâ­lara sevinmesi, sizin, verilen ihsanlara sevinmenizden daha fazladır” buyurdu.”

Ümmü Bişr bin Berâ (r.anhâ) anlattı: “Resûlullah’ın ziyaretine gitmiştim. Mübarek vücûdu ateş gibi yanıyordu. “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ben, hiç bir zaman böyle şiddetli bir hastalık görmedim!…” dedim. Buyurdular ki: “Ey Ümmü Bişr! Sıtmanın şiddetli olması, sevabımın çok olması içindir. Bu hastalık, Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin eseridir. O etin acı­sını her zaman duyardım. O gün yedi­ğim zehir, şimdi ebherimi yâni avort damarımı koparmaktadır” buyurdu.

Sevgili Peygamberimiz, Abdullah bin Mes’ ûd hazretlerine de buyurdu ki: “Hastalığa tutulan hiç bir müslüman yoktur ki, Allahü teâlâ, onun hatâ ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!”

Hastalık günden güne şiddetleniyordu. Eshâb-t kiram bu duruma çok üzülüyor, evle­rinde rahat edemiyorlardı. Mescide toplandı­lar. Peygamber efendimizin durumunu sormak üzere hazret-i Ali’yi huzura gönderdi­ler. Alemlerin efendisi, işaretle; “Eshâbım ne diyorlar?” diye sordular.

O da; “Resûlullah aramızdan giderse!… diye çok üzülüp telâş ediyorlar” dedi. Eshâbına olan merhametleri çok daha fazla olan sevgili Peygamberimiz, hastalığının şiddetine katlanarak kalktılar, hazret-i Ali ve hazret-i Fadl bin Abbâs’a dayanarak mescide geldiler. Minbere çıkarak Allahü teâlâya hamd ve sena ettikten sonra, Eshâb-ı kirama; “Ey Eshâ­bım! Benim Ölümümü düşünüp telaş edi-yormuşsunuz. Hiç bir peygamber Ümmeti arasında sonsuz, kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasihatim olsun ki, Muhacirlerin büyüklerine saygı gösteriniz! Ey Muha­cirler! Size de vasiyetim şudur ki, Ensâra iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerin­den üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusur edenleri olursa affetsin” buyurdu. Sonra çok güzel te’sirli nasîhatler edip; “Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bıraktı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi” buyurdu. Hazret-i  Ebû Bekr,  Resûlullah efendimizin sözleriyle vefatına işaret buyurduğunu anla­yıp; “Canımız sana feda olsun yâ Resûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Merhamet deryası, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesel-lem; “Ağlama yâ Ebâ Bekr!” buyurarak ona, sabr ve katlanmak lâzım geldiğini emretti. Mübarek   gözlerinden   yaş  akıyordu.   “Ey Eshâbım! Dîn-i İslâm yolunda sıdk ve ihlas ile malını feda eden Ebû Bekr’den çok razıyım. Âhıret yolunda arkadaş edinmek elde olsaydı, onu seçerdim” buyurdu ve; “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekr’inki hâriç hepsini kapatınız” diye  emrettiler.   Sonra,   minberden   inerek hazret-i Âişe validemizin odasına döndüler. Eshâb-ı kiram ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, hazret-i Ali’nin ve Fadl bin Abbâs’ın kollarına girerek tekrar mescidi teşrif ettiler. Minberin alt basama­ğında durup, Eshâb-ı kirama şöyle buyurdu­lar: “Ey Muhacirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allahü teâlâ, hiç bir kulu için acele etmez. Bîr kimse Allahü teâlânın kaza ve kaderini değiş­tirmeye, irâdesinden üstün olmaya kal­kışırsa,   onu   kahr   ve perişan  eder. Allahü teâlâya hile etmek, O’nu aldat­mak   istiyenin   işleri   bozulup,   kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşa­caksınız. Kavuşacağınız yert Kevser havuzunun başıdır. Cennet’e girmek, bana   kavuşmak   isteyen,   boş  yere konuşmasın. Ey müslümanlar! Kâfir olmak, günah işlemek; nimetin değiş­mesine, rızkın azalmasına sebeb olur. İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itaat   ederse,   hükümet   başkanları, âmirleri, valileri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücur, taşkınlık yapar, günah işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayâtım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız yere döğmuş veya fena bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, biri­nizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine razıyım ve helâlleşmeye hazırım. Çünkü, dünyâ cezası, âhıret cezasından pek hafiftir. Buna katlan­mak daha kolaydır.” Daha önce hazret-i Ebû Bekr’den memnuniyetini ifâde ettikleri gibi, bu hutbede de hazret-i Ömer’den mem­nuniyetlerini bildirip; “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le beraberdir” buyurdular. Resûlul­lah efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp, vasiyyet ve nasihatten sonra; “Sizi Allahü tedtöya ismarladım”buyurdular ve Eshâbdan ayrılıp odasını teşrif ettiler.

Alemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, şiddetli ağnlanın olduğu bir gün, Eshâb-ı kiram ile helâllaşmak, âhırete kul haklarıyla gitmemek   için   Bilâl-i  Habeşî   hazretlerini çağırttı. Ona; “Halka seslen! Mescide top­lansınlar. Onlara son vasiyetimi yap­mak istiyorum!…”    buyurdular. Hazret-i Bilâl, Eshâbı mescide topladı. Sevgili Peygam­berimiz, hazret-i Ali ve Fadl’a (r.anh) dayana­rak  mescidi  teşrif ettiler Minbere oturup, Allahü teâlâya hamd ve senadan sonra; “Ey Eshâbım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, benden istesin. Benim yanımda sevgili olan,   benden hakkını  istesin veya helâl etsin ki, Rabbime ve rahme­tine bunları ödemiş olarak kavuşayım” buyurdular.    Sonra   minberden    inip,    öğle namazını kıldırdılar. Namazdan sonra, tekrar minbere çıkıp, namazdan önce buyurduğunu tekrar ettiler.

Sevgili Peygamberimizin, vefatına üç gün kala, hastalığı ağırlaştı. Mescide çıkıp cemâate namaz kıldıramadılar. Cemaatla kılamadığı ilk namaz, yatsı namazı idi. Hazret-i Bilâl her zamanki gibi, o vakitte kapıya gelip; “Es-salât, yâ Resûlallah!” dedi. Sevgili Peygamberimizin dermansızlıktan mescide gitmeye mecali yoktu. “Ebû Bekr’e söyleyiniz! Eshâbıma namazı kıldırsın” buyurdu. Hazret-i Âişe validemiz; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Babam yumuşak kalbli ve çok üzüntülüdür. Zât-ı âlinizin makamına durup, orada sizi göremezse ağlamaktan okuyamaz. İmamete Ömer’in geçmesini emreder misiniz?” diyerek suâl eyledi. Peygamber efendimiz tekrar; “Ebû Bekr’e söyleyiniz! Eshâbıtna imâm olup namazı kıldırsın” buyurdular. Hazret-i Bilâl. Ebû Bekr-i Sıddîk’a {r.anh) durumu bildirdi. Hazret-i Ebû Bekr, mihrâbda Resûlullah efendimizi göremeyince, kalbinden vurulmuşa döndü, aklı gideyazdı. Ağladı!… ağladı!… Eshâb-ı kiram da ağlaş­maya başladılar. Habîbullah efendimiz, mes-cidden gelen bu feryadın ne olduğunu sorunca, hazret-i Fâtıma validemiz; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Eshâbın, ayrılı­ğınıza dayanamadığı için ağlıyorlar!…” diye durumu arzetti. Merhamet deryası sevgili Pey­gamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem çok müteessir olmuşlardı. Eshâbını teselli eylemek için hastalığının bu kadar şiddetine rağmen, güçlükle kalktılar. Hazret-i Ali ve hazret-i Abbâs’a dayanarak mescide geldiler. Namaz­dan sonra; “Ey Eskâbım!Siz, Allahü teâlânın Hıfzında siniz ve sizi Allahü teâlâya emânet ettim! Takva üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini tutun ve itaat edin. Ben, artık bu dünyâdan ayrılıyorum” buyurdular.

Hazret-i Ebû Bekr, Eshâb-ı kirama on ye­di vakit namaz kıldırdı. Bir defasında öğle na­mazı kıldırıyordu. O sırada Kâinatın sultânı, mübarek vücûdlarında bir hafiflik hissetmişler, hazret-i Ali ve Hazret-i Abbâs’a dayanarak mes­cide gelmişlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh), sevgili Peygamberimizin teşrif ettiğini anlayıp, geriye çekilmek istedi. Efendimiz ona; “Yerinde dur!” anlamında işaret buyurdu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’in solunda, Es-hâbına son defa namaz kıldırdılar.

Sevgili Peygamberimizin vefatından üç gün evveldi. Cebrail aleyhisselâm, Resûlullah efendimizi ziyarete gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın sana selâmı var. Durumunuzu bildiği halde, nasıl olduğunuzu, kendinizi nasıl hissettiğinizi soruyor” dedi. Alemlerin efendisi ise; “Mahzunum!” buyurdular. Cebrail aley­hisselâm, Pazar günü de geldi ve aynı şeyleri söyledi. Peygamber efendimiz yine evvelki cevâbı verdiler. Cebrail aleyhisselâm ayrıca; Yemen’de peygamber olduğunu söyleyen Esed-i Ansî’nin öldürüldüğünü haber verdi. Resûl-i ekrem de, Eshâbına bildirdi. Hastalık­tan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakirlere, bir kaçını da hazret-i Âişe’ye vermişlerdi. Pazar günü, Resûlullah’ın hasta­lığı ağırlaştı. Huzuruna gelen ordu kuman­danı hazret-i Üsâme’ye bir şey söyleme­diler. Fakat mübarek kollarını kaldırıp onun üzerine sürdüler. Ona dua ettikleri anlaşıldı.

Sevgili Peygamberimizin dünyâyı şereflen­dirdiği ve âhırete irtihal buyurduğu gün Pazar­tesi idi. Hastalıklarının on üçüncü ve son günü… Âlemlerin efendisi, Eshâb-ı kiram Mescid-i şerifte  Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin arkasında sabah namazını kılar­lar iken, Mescid-i şerife geldiler. Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini gördüler. Sevine­rek tebessüm buyurdular. Kendileri de hazret-i Ebû Bekr’e uyup, arkasında namaz kıldılar. Eshâb-ı kiram, Resûlullah’ı mescidde görünce, hastalık geçti sanarak sevindiler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem ise hazret-i Aişe’nin odasını teşrif buyurup yattılar. “Allahü teâlânın huzuruna, dünyâ malı bırakmadan gitmek isterim, yanında kalan altınları da, fakirlere dağıt” buyurdular. Sonra ateşi arttı. Bir müddet sonra, tekrar gözlerini açıp, hazret-i Aişe’ye altınları dağıtıp dağıtmadığını sordular. Dağı­tacağını söyledi. Bunların hemen dağıtılma­sını tekrar tekrar emir buyurdular. Hemen dağıtılıp bildirilince; “Şimdi rahat ettim” buyurdular.

Yataklarında bir müddet istirahat buyur­duktan sonra, huzûr-i şeriflerine hazret-i Ali’yi çağırdılar. Mübarek başını onun kucağına koydular. Mübarek alnı terlemiş, mübarek rengi değişmişti. Hazret-i Fâtıma validemiz, mübarek babasının o hâlini görünce, bak­maya dayanamadı ve oğulları hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn’in yanına gitti. Ellerinden tutup ağlamaya başladı. “Ey benim babam! Kızını kim gözetir! Hasen ve Hüseyn’i kime emânet edersin? Vay babam canım sana feda olsun senden sonra benim nice olur gözüm mübarek yüzünden sonra kime bakar! Resulullah efendimiz kızının gönülleri yakan bu sözlerini isitince mübarek gözlerini actı ve onu yanına cagırdı Yara bbi bana sabır ihsan eyle  diye dua ettikten sonra “Ey Fâtıma! Ey gözümün nuru! Baban can çekişme halindedir!” buyurunca, içli iniltilerle ağlaması daha da arttı. Hazret-i Ali; “Ey Fâtıma! Ne olur sus, Resûlullah’ı daha fazla üzme!” deyince, sevgili Peygamberimiz; ”incitme yâ Ali! Bırak babası için göz­leri yaş döksün!…” buyurduktan sonra, mübarek gözlerini yumarak kendinden geçer gibi oldu.

Sonra hazret-i Hasen, mübarek dedesinin huzûr-i şerifine gelip; “Ey benim mübarek dedem! Senin ayrılığına kim dayanabilir! Gönül perişanlığımızı kime arz ederiz! Senden sonra anneme, babama ve kardeşime kim şef­kat eder? Ezvâcın ve Eshâbın, o güzel ahlâkı­nızı nerede bulurlar!…” diyerek ağlayınca, Peygamber efendimizin mübarek hanımefen­dilerinde dayanacak hâl kalmadı. Hep birlikte ağlamaya başladılar.

Dışarda pek müteessir bir hâlde bekleyen Eshâb-ı kiram, Peygamber efendimizin rahat­sızlıklarının çok arttığını işitince, gönülleri dağlandı. Ağlamaya başladılar. Son bir defâcık olsun, sevgili Peygamberlerinin mübarek cemâlini görmek için; “Ne olur, kapıyı açın! Resul aleyhisselâmın mübarek yüzünü bir defa daha görelim!.,.” diyerek kapıda yalvarıyorlardı. Alemlere rahmet olarak gönderilen Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi, Eshâbının bu yakarışlarını işitince, merhamet eyleyip; “Kapıyı açınız!” buyurdular. Eshâbın ileri gelenleri içeri girdiler. Sevgili Peygamberimiz, onlara sabır tavsiye ettikten sonra; “Ey Eshâbım! Siz, insanların en üstünleri, en şereflilerisiniz. Sizden sonra kim gelirse gelsin, siz hepsinden önce Cennet’e girersiniz. Dini ayakta tut­makta metin olun ve Kur’ân-ı azîmi imâm (rehber) edinin. Dînin hükümle­rinden gafil olmayın” buyurdu. Sonra; “Yâ Rabbî! Tebliğ ettim mi?” deyip mübarek gözlerini kapadı. Mübarek yüzü ter­ledi. Hazret-i Ali, Eshâba işaretle çıkmalarını söyledi.

Onlar gittikten sonra, huzura hazret-i Âişe validemiz gelip, nasihat istedi. Peygamber efendimiz; Ey Âişe! Evinin köşesine oturarak kendini muhafaza eyle!” buyurduktan sonra, mübarek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kâinatın sultânı ağlı­yordu… Oradakilerin gönülleri yaralandı, ciğerleri parçalandı. Hazret-i Ümmü Seleme validemiz; “Canım sana feda olsun yâ Resûlal-lah! Niçin ağlıyorsunuz?” diyerek suâl eyledi­ğinde; “Ümmetime merhamet olunması için ağlıyorum” buyurdu.

Güneş tepeye doğru yükseliyordu. Vakit yaklaşmıştı… Sevgili Peygamberimizin mübarek başı, hazret-i Âişe validemizin göğ­süne yaslı bulunuyordu. Âlemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyor, mübarek dudakla­rından “Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşu­nuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!,.. Ey Allah’ ım! Beni yarlığa! Bana rahmetini ihsan eyle!… Beni Refik-i âlâ zümresine kavuştur!…*’ cümleleri dökülüyordu. Hazret-i Fâtıma validemizin gözyaşları sel gibi akıyor, iniltisi ciğerleri dağlıyordu. Sevgili Pey­gamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem onu yanına oturtup; “Kızım, bir mikdar sabreyle, ağlama. Zira Hamele-i Arş (melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar“buyuröu. Hazret-i Fâtıma valide­mizin gözyaşını sildi. Teselli verip, Alfahü teâ­lâdan sabır diledi ve; “Ey kızım, benim ruhum kabz olacak. “Innâlillahi ve innâ ileyhi râcî’ûn” diyesin. Ey Fâtıma! Gelen her musibete bir karşılık verilir” buyurdu. Bir müddet mübarek gözlerini kapa­yıp, sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zira fâni âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor” buyurdu. Sonra hazret-i Ali’ye; “Yâ Ali! Zimmetimde filan yahudinin şu kadar malı vardır. Asker hazırla­mak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser havzı başında benimle görü­şeceklerin birincisi sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır ede­sin, insanlar dünyâyı istedikleri vakit sen âhıreti seçesin” buyurdu.

Üsâme (r.anh) tekrar geldi. Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlâ yardımcın olsun! Haydi cenge git!” buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitti. Hemen hareket emrini verdi.

Alemlerin efendisi,  artık son nefeslerini veriyordu… Vakit iyice yaklaşmıştı… Allahü teâlâ, Azrail aleyhisselâma; “Habîbime en güzel surette git! Eğer izin verirse ruhunu çok yumuşak ve hafif olarak al. İzin vermezse geri dön!” diye vahyetti. Azrail aleyhisselâm, en güzel surette, insan kıyafetinde, sevgili Pey­gamberimizin sâadethânelerinin kapısına geldi ve; “Esselâmü aleyküm ey nübüvvet evi­nin sahibi! İçeri girmeğe izin verir misiniz? Allahü teâlâ size rahmet eylesin?” dedi. Hazret-i Aişe validemiz, sevgili Peygamberimizin sal-lallahü aleyhi ve sellem yanıbaşında oturan hazret-i Fâtıma’ya; “Bu gelene sen cevap ver” dedi. O da, kapıya varıp, çok üzüntülü bir ses ile; “Ey Allahü teâlânın kulu! Resûlullah şu anda, kendi haliyle meşguldür” dedi. Azrail aleyhisselâm, tekrar izin istedi. Aynı cevap verildi. Üçüncü defa selâmını tekrarlayıp, mut­laka girmesi gerektiğini yüksek sesle söyle­yince, Peygamber efendimiz haberdâr oldular ve “Yâ Fâtıma! Kapıda kim var!” buyur­dular. Hazret-i Fâtıma; “Yâ Resûlallah! Kapıda birisi girmek için izin ister. Bir kaç defa cevap verdim. Fakat üçüncü seslenişinde vücûdum ürperdi” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efen­dimiz; “Ey Fâtıma! Kapıdaki kimdir, biliyor musun? O; lezzetleri yıkan, top­lulukları darmadağınık eden, kadınları dul, çocukları yetim bırakan, evleri harâb, kabirleri mâmur eden, ölüm meleği Azrail’dir. Ey Azrail gir” buyurdu. O zaman hazret-i Fâtıma validemiz, tarif edilmez bir ızdırâba düştü ve mübarek ağızlarından şu cümleler döküldü; “Vah Medîne harâb oldun?” Peygamberimiz, hazret-i Fâtımâ’nın elini tutup mübarek göğsüne koy­dular ve mübarek gözlerini kapadılar. Hazır olanlar, mübarek ruhunun kabzolduğunu san­dılar. Hazret-i Fâtıma validemiz dayanamayıp, babasının mübarek kulağına doğru eğildi ve gönülleri yaralayan bir sesle; “Ey benim babacığım!…” diye seslendi. Hiç cevap gelme­yince bu sefer; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne olur mübarek gözlerini bir aç da bana bir şey söyle…” dedi. Âlemlerin efen­disi, mübarek gözlerini açıp, kızının gözyaşla­rını sildi ve onun kulağına vefat edeceğini bildirdi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma ağla­maya başladı. Bu defa kulağına; “Ehl-i bey­timden, ilk önce, benim yanıma gelecek sensin,'” buyurdular. O da bu müjdeye sevi­nip teselli buldular.

Hazret-i Fâtıma validemiz; “Ey babacığım! Bugün ayrılık günü! Bir daha sana ne zaman kavuşurum?” diye sordu. Resûlullah efendi­miz; “Ey kızım! Beni kıyamet günü havzın kenarında bulursun. Ümmetimden, havza gelenlere su veririm” buyurdu Hazret-i Fâtıma; “Eğer seni orada bulamazsam, ne yaparım?” diye sorunca, Peygamber efendimiz; “Mizanın yanında bulursun. Orada, ben ümmetime şefaat ederim” buyurdu. Hazret-i Fâtıma validemiz; “Orada da bulamazsam yâ Resûlallah!” deyince, Peygam­ber efendimiz; “Sıratın yanında bulur­sun. Ben orada Rabbime; “Yâ Rabbî! Benim ümmetimi ateşten muhafaza eyle” diye yalvarırım” buyurdu.

Bundan sonra hazret-i Ali hüzünlü bir sesle; “Yâ Resûlallah! Siz ruhunuzu teslim ettikten sonra, sizin gaslinizi kim yapacak, neye kefenleyeceğiz. Namazınızı kim kıldıra­cak, kabre kim koyacak?” diye sordu. Peygam­ber efendimiz; “Ey Ali, beni sen yıka, Fadl binAbbâs sana su döksün. Cebrail sizin üçüncünüz olur. Gasl (yıkama) isimi bitirince, kefenimi yaparsınız. Cebrail, Cennet’ten güzel koku getirir. Sonra beni mescide götürünüz ve çıkınız. Çünkü ilk önce Cebrâîlt sonra Mikâil, sonra israfil, sonra melekler grup grup namazımı kılacaklar. Daha sonra siz giriniz, saf saf olunuz. Hiç kimse benden öne geçmesin” buyurdu.

Sonra, beklemekte olan Azrail aleyhisse­lâma; “Ey Azrail! Ziyaret için mi geldin, yoksa ruhumu kabzetmek için mı?”diye sorunca, Azrail aieyhisselâm; “Hem misafir, hem de vazifeli olarak geldim. Allahü teâlâ bana, senin huzuruna izinle girmemi emretti. Mübarek ruhunu ancak izninle alırım. Yâ Resû­lallah! İzin buyurursan, emrinize uyar, ruhu­nuzu kabz ederim. Yoksa döner, Rabbime giderim” dedi. Peygamber efendimiz; “Ey Azrail! Cebrail’i nerede bıraktın?” buyurdu. Cebrail’i dünyâ semâsında bıraktım. Melekler, onu senin vefatın sebebiyle taziye ediyorlar” dedi. Böyle konuşurlarken Cebrail aleyhisselâm geldi. Resûlullah efendimiz; “Ey kardeşim Cebrail! Artık dünyâdan göç vakti geldi. Allahü teâlânın katında benim için ne var? Bana onu müjdele de gönül rahatlığı ite emâneti sahibine teslim edeyim”buyurdu. Cebrail aleyhisselâm; “Ey Altahü teâlânm sevgilisi! Ben semânın kapısını açık bıraktım. Melekler saf saf olmuşlar, senin ruhunu sevgiyle beklerler” dedi. Peygamber efendimiz; “Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Sen bana müjde ver! Rabbimin nezdinde benim için ne var?*’ buyurdu. Cebrail aley­hisselâm; “Yâ Resûlallah! Senin teşrifinden dolayı, Cennet kapıları açılmış, Cennet’in nehirleri akmış, Cennet’in ağaçlan sarkmış, hûrîler süslenmiştir” dedi.

Peygamber efendimiz yine; “Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Sen bana başka müjde ver yâ Cebrail!” buyurdu. Cebrail aleyhisselâm; “Yâ Resûlallah! Sen kıyamet günü ilk şefaat eden ve ilk şefaati kabul olunansın” dedi. Sevgili Peygamberimiz tekrar; “Hamd Allahü teâlâya mahsus­tur. Yâ Cebrail! Bana başka müjde ver” buyurunca, Cebrail aleyhisselâm; “Yâ Resûlallah! Sen neyi soruyorsun?” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Benim bütün endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra geride bıraktı­ğım ümmetimdir” buyurdu. Hazret-i Ceb­rail; “Ey Altahü teâlânm Habîbi! Allahü teâlâ kıyamet günü, sen razı oluncaya kadar ümme­tini bağışlar. Bütün peygamberlerden önce seni, bütün ümmetlerden önce senin ümme­tini Cennet’e koyacaktır” dedi. Sevgili Pey­gamberimiz, Cebrail aleyhisselâma; “Allahü teâlâ katında üç muradım vardır: Biri, ümmetimin günahkârlarına beni şefa­atçi etmesi, ikincisi, dünyâda yaptık­ları günahlardan dolayı onlara azâb etmemesi, Üçüncüsü, Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amelleri­nin bana arzedilmesidir. (Eğer amelleri iyi ise dua ederim, Allahü teâlâ kabul eder. Kötü ise şefaat edip, amel defterinden silinmesini isterim)” buyurdu. Cebrail aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabûl edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladılar.

Atlahü teâlâ vahy etti ki: “Ey Habîbim! Ümmetine bu kadar muhabbet ve şefkat gös­termeni, mübarek kalbine kim getirdi?” Pey­gamber efendimiz; “Beni yaratıp, terbiye eden Rabbim teâlâ” diye cevap verdi. Ce-nâb-ı Hak da; “Senin ümmetine, benim rah­metim, merhametim seninkinden bin kat fazladır. Onları bana bırak” buyurdu. Sonra sev­gili Peygamberimiz; “Şimdi rahatladım. Ey Azrâil Emrolunduğun vazifeyi yeri­ne getir!” buyurdu.

Azrail aleyhisselâm, vazifesini yapmak üzere hürmetine yaratıldığı Kâinatın sultânı­nın huzuruna yaklaştı. Sevgili Peygamberimiz, yanındaki su kabına mübarek iki elini batırıp, ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü ve; “La ilahe illallah! Ey Allah’ım! Refîk-i âlâ!…” buyurdu. Azrail aleyhisselâm, Âlemle­rin efendisinin mübarek ruhunu almaya baş­ladı. Resûlullah efendimizin mübarek benzi bâzan kırmızı oluyor, bazan sararıyordu. Azrail aleyhisselâma; “Ümmetimin canını da böyle şiddet ve zorla mı alırsın!” buyurunca, o; “Yâ Resûlallah! Hiç kimsenin canını böyle kolay almadım” cevâbını verdi. Son ânında bile ümmetini unutmayan sevgili Peygamberimiz; “Ey Azrail! Ümmetime edeceğin şiddeti bana eyle! Zîrâ onlar zayıftır, dayanamazlar…” buyurdu. Sonra; “La ilahe illallah! Refîk-i âlâ!” buyurdular ve mübarek ruhları alındı ve âlâ-yt illiyyîne ulaştırıldı…

Essalâtü veselâmü aleyke yâ Resûlallah! Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Habîballah! Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Seyyidel evveli­ne evel-âhırîn! Şefaat yâ Resûlallah! Dahıylek yâ Resûlallah!

Cebrail aleyhisselâm, Peygamber efendi­mize; “Esselâmü aleyküm ey Allahü teâlânm Resulü! Benim maksûdum, matlûbum sen idin. Artık, bir daha yeryüzüne gelmem!” diye­rek veda eyledi.

Resûl-i ekrem efendimizin mübarek ruhu, yüksek âleme gidince, hazret-i Fâtıma valide­miz ve ezvâc-ı tâhirât “Radıyallahü anhünne” sesli sesli ağlamaya başladılar.

Bu sırada sahibi görünmeyen bir ses;

“Esselâmü aleyküm yâ Ehl-i beyt! Ve Rah-metullahi ve berekâtühu” diye selâm verdi ve; “Biliniz ki, her canlı ölümü tadacaktır. Ve kıyamet günü, size ecirleriniz tamamiyle verilecektir” mealindeki Âl-i İmrân sûresinin 185. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra, onlara teselli verip; “Allahü teâlânm ihsanla­rına, ikramlarına güveniniz. O’na sarılıp, O’ ndan umunuz. Feryâd etmeyiniz! Asıl musibete   uğrayan,   sevâbdan   mahrum kalandır!” diyerek taziyede bulundu.

Bu sözleri oradakilerin hepsi işitip selâ­mına cevap verdiler. Bunları söyleyen Hızır aleyhisselâm idi.

Resûl-i ekremde mevt (ölüm) alâmetleri görülünce, Ümm-i Eymen (r.anhâ), oğlu Üsâme’ye haber gönderdi. Üsâme, hazret-i Ömer ve Ebû Ubeyde bu acı haberi alınca, ordudan ayrılıp, Mescid-i Nebevî’ye geldiler. Âişe-i Sıddîka ve diğer hâtûnlar ağlayınca, Mescid-i şerîfdeki Eshâb-ı kiram şaşırdı. Ne olduklarını anlayamadılar. Beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Hazret-i Ali ölü gibi, hareketsiz kaldı. Hazret-i Osman’ın dili tutuldu. Hazret-i Ebû Bekr, o anda evinde idi. Koşarak geldi. Hemen hücre-i seâdete girdi. Fahr-i âlemin yüzünü açtı. Vefat etmiş oldu­ğunu gördü. Mübarek yüzü ve her yeri latîf, nazîf olarak, nur gibi parlıyordu. “Memâtın da, hayâtın gibi ne güzel yâ Resûlallah!” diyerek, öptü. Çok ağladı. Mübarek yüzünü örttü. Evdekilere teselli verdi. Mescid-i şerife geldi. Minbere çıkarak Eshâb-ı kirama bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve sena etti ve Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efen­dimize salât okuduktan sonra; “Her kim Muhammed aleyhisselâma îmân etmişse bil­sin ki, Muhammed aleyhisselâm vefat etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa, O, hayy (diri) ve bakîdir (ölmez, ebedîdir)” buyurdu ve sonra; “Muhammed (aleyhisselâm) resuldür. O’ ndan Önce de resuller gelmiştir. O da ölecektir. Vefat ederse veya öldürü­lür se dîninizden, döner misiniz? Dîninden çıkan olursa, Allahü teâlâ­ya zarar vermez. Kendine zarar verir. Dîninden dönmeyenlere, Allahü teâlâ sevâblar verir”mealindeki Âl-i İmrân sûre­sinin 144. âyet-i kerîmesini okudu. Eshâb-ı kirama nasîhat edip, ortalığı düzene koydu. Böylece hepsi Resûlullah’ın vefat etmiş oldu­ğuna inandı. Hüzün ve keder, Eshâb-ı kiramın yüreğine bir zehirli hançer gibi saplandı. Göz­ler ağlar, gözyaşları çağlar, hasret ateşi herke­sin ciğerini dağlar idi.

Eshâb-ı kiram (aleyhimürndvân) ilk iş ola­rak, bütün işleri idare etmesi için hazret-i Ebû Bekr’i, halîfe seçtiler. Ona bî’at edip, tâbi oldu­lar ve emrine göre işleri görmeye başladılar.

Resûl-i ekrem efendimiz, hicretin on birinci yılında (milâdî 632) Rebrül-evvel-ayının 12′ sinde Pazartesi günü öğleden evvel âhırete irtihâl eyledi. O anda Kamerî seneye göre 63, şemsî seneye göre de 61 yaşında bulunuyor­du.

Peygamber efendimizi, hazret-i Ali, hazret-i Abbâs, hazret-i Fadf bin Abbâs, hazret-i Kuşem bin Abbâs, hazret-i Üsâme bin Zeyd, hazret-i Salih yıkadılar. Yıkama esnasında mübarek vücûdundan öyle bir misk kokusu yayıldı ki, şimdiye kadar hiç kimse öyle bir koku koklamamıştı. Sonra kefenlediler. Bir sedir üzerinde taşınıp, mescide getirildi. Daha önce sevgili Peygamberimizin haber verdiği şekilde, herkes mescidden dışarı çıktı. Melek­ler, bölük bölük gelip namazını kıldılar. Melek­lerin kılması bitince, sahibi görünmeyen bir ses; “Giriniz! Peygamberinizin namazını kılınız!” diyordu. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram içeri girdi. İmâmsız olarak sevgili Peygamberi­mizin namazını kıldılar. Çarşamba günü akşamına kadar ancak bitirebildiler.

Eshâb-ı kiram, sevgili Peygamberimizin mübarek kabrinin kazılması hususunda hazret-i Ebû Bekr’in hatırlattığı şu hadîs-i şerife uydular: “Peygamberler, ruhlarını teslim ettikleri yerde def n olunurlar.Ebû Talha-ı Ensârî hazretlerinin, Lahd şeklinde kazdığı kabr-i şerife, Çarşamba günü gece yarısına doğru defn edildi. Hazret-i Abbâs’ın oğlu Kuşem (r.anh), kabirdeki hiz­meti bitirip en son çıkan idi. Dedi ki: “Resûlullah’ın mübarek yüzünü en son gören benim. Mübarek dudakları kıpırdıyordu. Üze­rine eğilip kulak verdim; “Yâ Rabbî! Ümme­tim!… Yâ RabbT! Ümmetim!…” diye yalvarıyordu.

Sevgili Peygamberimiz, âhırete irtihâl ettiği gün, Abdullah bin Zeyd hazretleri; “Yâ Rabbî! Ben bu gözü, Habîbinin mübarek nurlu yüzüne bakmak için isterdim. O görünmez olunca, artık ne yapayım! Yâ Rabbîf Gözümü al!” diye dua etti ve göremez oldu.