Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka
da’vet eden, doğru yolu göstererek saâdete
kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen
büyük âlim ve velîlerin yirmiikincisidir. İkinci bin
yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği
olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî
hazretlerinin hocasıdır. Babasının ismi
Abdüsselâm olup, fazîletli bir zât idi. Annesi ise
Hz. Hüseynin soyundan olup, seyyide ve mübârek
bir hanım idi. Muhammed Bâkî-billah hazretleri,
971 (m. 1563) senesinde Kabil şehrinde doğdu.
1012 (m. 1603)’de Delhi’de kırk yaşında iken
vefât etti. Türbesi, Kutabrol denilen yerdeki kendi
mescidinin yanında olup ziyâret edilmektedir.
Muhammed Bâkî-billah’ın büyüklük hâli daha
çocukluk zamanlarında simâsından belli olurdu.
Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük
fâidelere sebep olacağının alâmetleri, işlerinden,
çalışmalarından ve gayretinden anlaşılırdı. Daha
çocukluk zamanlarında, ba’zen bütün gün odanın
bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur,
tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için
Kabil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve aklî
ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan
Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek
yaradılışı ve kabiliyeti ile kısa zamanda, hocasının
talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı.
Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa
yönelip, bâtını ilimleri öğrenmek için, bu yolun
büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti.
Yaratılışındaki zekâsının ve kabiliyetinin
üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye
ulaştı.
Sâlih ve doğru sözlü bir zât şöyle anlatmıştır:
“Hâce Muhammed Bâkî-billah, aklî ilimleri bırakıp,
tasavvufa yöneldiği ilk zamanlarda, büyük
zâtlardan birinin huzûruna gitmişti. O zât, Hâce
Muhammed Bâkî-billah’a “Eğer Hazret-i Hâcemiz
birkaç gün daha ilim mütâlâası ile meşgûl olup,
kemâl ve ikmâl sâhibi olsalardı ne güzel olurdu!”
diyerek, Muhammed Bâkî-billah’ın, bir müddet
daha zâhirî ilimleri tahsîl etmiş olmasını temenni
ettiğine işâret etmişti. Bunun üzerine Muhammed
Bâkî-billah hazretleri şöyle dedi: “Kemâl sâhibi
olmaktan maksat (zâhirî ilimlerde) uzun ve zor
kitapları, hakkı ile mütâlâa ve izâh etmek ise,
iddiasız diyebilirim ki; keskin görüşlü âlimlerin
anlayabileceği hangi kitabı bize getirseler,
getirenlerin hepsi tatmin olur ve tam bir fâide
elde ederler.” Muhammed Bâkî-billah’in zâhirî
ilimlerde hocası olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’nin
talebelerinden fazîletli bir zât, Muhammed Hâşimî
Keşmî’ye şöyle anlatmıştır: “Hâce Muhammed
Bâkî-billah, zâhirî ilmi bırakıp tasavvufa rağbet
ettiğini işittiğimizde, biz hep birden dedik ki: “Bu
gençte öyle bir fıtrat ve öyle bir himmet, gayret
gördük ki, imkânı yok bir işe başlasın da onu
bitirmesin. Başladığı işi mutlaka bitirir.” Nihâyet
düşündüğümüz gibi her ne kadar zâhirî ilimleri
bırakmışsa da, bu ilimlerde kemâle ulaşmıştır.”
Muhammed Bâkî-billah’ın, zâhirî ilimleri tahsîl
ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna
karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu
yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun
derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak,
faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu
Mâverâünnehr’e giderek bir çoğu ile görüşüp
tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.
Bundan sonra tekrar Hindistan’a gitti. Ba’zı
arkadaşları ona, askerliği seçip, bu yoldan zengin
olmasını tavsiye etmişlerdi. Fakat Muhammed
Bâkî-billah hazretleri, bütün bağlantılardan
kurtulup, tasavvufda yükselmeyi istiyor ve bu
husûsda şevkle çalışıyordu. Onu seven ve
sohbetinde bulunan bir zât şöyle anlatmıştır: “Bu
yolda olan büyükleri öyle bir arzu ile arıyordu ve
öyle bir gayret gösteriyordu ki, bundan fazlasına
insan gücü yetmezdi. Lâhor şehrinin sokaklarında
çamur ve kil çok olduğundan, bu sokaklarda
yürümek güç olurdu. Muhammed Bâkî-billah bir
gönül sâhibine rastlamak için, birçok sokak geçer,
harabeler, kabristanlar ve bahçeler dolaşır hiç
yorulmazdı. Birgün ona arkadaşlık edip onunla
beraber gideyim dedim. Her ne kadar mâni
olduysa geri kalmak istemedim. Peşlerinden gidip
birkaç sokak yürüdüm. Sokaklardaki çamur ve
kilin çokluğundan âciz kaldım ve ayaklarım
yoruldu. Hayâ ve edebimden bu hâlimi kendisine
arzedemedim. Vaziyeti anlayıp, beni geri çevirdi.
Nihâyet anladım ki, o başka bir kuvvet ile
yürüyordu.”
Muhammed Bâkî-billah hazretleri şöyle
anlatmıştır: “Büyüklerin kitaplarından bir kitabı
okurken, o büyükler bana göründüler, beni
benden aldılar. Bahâeddîn-i Nakşibend’in (k.s.)
mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip,
cezbe ile taltîf eyledi.”
Onu tanıyıp sevenlerden bir zât da şöyle
anlatmıştır: “Bir köyde bir meczûb vardı. Yüksek
hâller sâhibi idi. Muhammed Bâkî-billah o
meczubun hâlini anlamış idi. Yanından ayrılmak
istemiyordu. Her ne zaman yanına yaklaşmak
istese, mâni olmak için sert sözler söyler, taş
atardı. Ba’zan da başka tarafa giderdi.
Muhammed Bâkî-billah, bütün bunlara rağmen
ondan vaz geçmedi. Birgün o meczûb,
Muhammed Bâkî-billah’ı yanına çağırdı ve
muradının hâsıl olması için teveccüh gösterip çok
duâ etti. O meczûb zâtın teveccühlerinden pekçok
fâidelere kavuştu.”
Muhammed Bâkî-billah hazretleri bu hâdiseye
temasla şöyle demiştir:
“Gerçi biz, önceki velîler gibi çetin riyâzetler
çekmedik ama, intizârlar (bekleyiş) ve büyük
ızdıraplar gördük ki, bunların arasında riyâzetler
ve çok sert muâmeleler vardı.”
Yine ilk günlerine temasla şöyle anlatmıştır:
“O günlerde muhterem annem; kararsızlığımın,
kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu
görünce, kırık ve mahzûn bir kalb ile ihtiyâç ve
acz içinde, içli bir ağlama ile Allahü teâlâya
yalvarıp, şöyle duâ etti: “Ey benim ve seni
istemekte herşeyden vaz geçmiş ve gençliğin
lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun
Rabbi! Ya onu maksadına kavuştur veya beni
daha yaşatma ki, oğlumun maksadına
kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum.”
Annem çok defâ gece yarıları sahralara çıkar,
Allahü teâlâya böyle münâcaat ve duâ ederdi. O
duâ ve yalvarmaları sebebiyle, Allahü teâlâ benim
kalb gözümü açtı. Allahü teâlâ bizim tarafımızdan
ona en iyi karşılıklar versin.”
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinden
rivâyetle ba’zıları şöyle anlatmıştır: “Muhammed
Bâkî-billah’ın ennesi, evinde kendisine hizmet
eden kadın hizmetçileri olduğu hâlde, dergâhın
hizmetini kendisi görürdü. Hattâ tandıra bile
ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip
hazırlardı. Taze ekmeği dergâhda bulunanlar için
verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir
kuru hasır üzerinde yatardı. Birgün Muhammed
Bâkî-billah, annesinin güçsüz ve takatsiz bir hâl
almış olduğunu görerek, dergâhın yemek pişirme
işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat
annesi böyle bir hizmetten mahrûm kaldım diye
ağlayarak; “Bilmiyorum, ne kabahatim oldu ki,
Allahü teâlâ beni bu hizmetten mahrûm eyledi.
Yaptığım en iyi iş, o fazîletli oğlum Muhammed
Bâkî-billah’a ve talebelerine ekmek ve yemek
pişirmek idi. Onu da benden aldılar” dedi.
Tevâzusunun, inkisârının kırıklığının ve edebinin
çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkîbillah
hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu
ızdırâbı, Muhammed Bâkî-billah hazretlerine
bildirilince, bir ni’met olan bu hizmeti tekrar
annesine verdi.”
Muhammed Bâkî-billah, sâlihleri ve meczûbları
aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi
dolaşır ve temiz kalbli olanları bulur, onlardan
nasîbini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i
aliyye-i Nakşîbendiyye büyüklerinden birinin
sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam
bağlanmak istedi. Bunun için istihâre yaptı.
Rü’yâsında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü.
Muhammed Pârisâ (k.s.) rü’yâsında ona buyurdu
ki: “Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlâk ile
ahlâklanmaktır. Bu büyük ni’met ve se’âdet ele
geçince, bu yolda elde edilecek fâide, elde edilmiş
demektir.” Muhammed Bâkî-billah, başlangıçta ilk
istifâdesini şöyle anlatmıştır: “İlk defâ
günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin
huzûrunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını
istedim. Sonra Semerkand’da bulunan ve Ahmed
Yesevî’nin yolunda olan İftihâr-i Şeyh’e talebe
olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne
kadar, “Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız”
dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; “Bir
Fâtiha okuyalım” ve “Allahü teâlâ istikâmet
versin, Büyüklerin maksadına uygun azîmet nasîb
eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde
harablıklar (ıslâh) vâki olsun” dedi. Bir başka
zaman Emîr Abdullah Belhî’nin huzûrunda
tövbemi yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir
şekilde tuttu. Ümîd edilir ki, bunun bereketi
kıyâmete kadar devam eder.”
Bundan sonra bir müddet daha dolaştım.
Nihâyet rü’yâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend
hazretlerinin huzûrunda tam bir tövbe yaptım.
Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek
arzusu aşikâr oldu. Bu yola girmek için her
çâreye başvurdum. Nihâyet mübârek zâtlardan
biri bana; “Peygamber efendimizden (s.a.v.)
gelen zikr, neticeye kavuşturur” dedi. Bütün
gayretimle bu sözü söyleyen zâttan zikri ve
murâkabeyi almak için uğraştım, iki sene o zâtın
silsilesindeki zikre, murâkabeye ve tesbihlere
devam ettim… Her ne kadar bu sırada gizli
işâretler, diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de,
ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi
yenip gönül bahçeme, Allahü teâlânın izni ile
büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o
tohumu, ikrâm ve ihsân edip, gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan
sonra Keşmir’e gittim ve orada Bâbâ Vâli’nin
sohbetine devam edip, bereketli nazarlarına ve
teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakka hamd
ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabûl kapısı
aralandı. Keşmir’de sohbetine devam ettiğim
Bâbâ Vâli, Nakşibendiyye yolundan icâzetli olduğu
için, kendilerine gelen tâlibin istidâdına o silsile
yoluyla feyz verdiler. Bâbâ Vâli’nin vefâtından
sonra, bu yolda bilinen gaybet (kendinden
geçme) hâli ele geçti ve büyük velîlerin rûhları
müjdeler verdiler, telkinlerde bulundular.
Bereketli teveccühleri ile nisbetim, irtibâtım
kuvvetlendi ve gaybet dâiresi genişledi. Yol açıldı
ve aydınlandı. Velhâsıl cem’iyyet ele geçti.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri,
Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir
gece rü’yâsında Mevlânâ Hâcegî İmkenegî
hazretlerini görmüş ona şöyle buyurmuştur: “Ey
oğul, senin yolunu gözlüyordum.” Mevlânâ Hâcegî
İmkenegî’nin huzûruna kavuşup, çok yardım ve
ihsânlar gördü, Hocası onun yüksek hâllerini
dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte
yalnız bir odada sohbet etti. Bir müddet ona feyz
verdi. Muhammed Bâkî-billah, hocası olan
evliyânın büyüklerinden Hâcegî İmkenegî’ye
talebe olmasını şöyle anlatmıştır: “Nihâyet
inâyetlerinin çekmesiyle, hakîkatler sâhibi, irşâd
dergâhı, Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretlerinin
huzûruna kavuştum. Candan bir arzu ve istek ile
bî’at edip, müsâfeha eyledik. Büyükler yolunu
ondan aldım. Hâcegî İmkenegî hazretlerinin
sohbetinde bulunmakla ve Behâeddîn
Nakşibend’in (k.s.) ve halîfelerinin yüksek
rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine
dâhil olup, Hâcegî İmkenegî’nin halîfesi olup
makâmına geçtim.”
Hâcegî İmkenegî hazretleri, Muhammed Bâkîbillah’ı
kısa zamanda tasavvufda yetiştirip,
yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona
şöyle buyurdu: “Sizin işiniz, Allahü teâlânın
yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının
terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan’a
gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin
sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve
terbiyenizden orada, sizden çok istifâde edip,
büyük işler yapanlar gelecek.” Böylece ikinci bin
yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
orada yetişeceğini müjdeliyordu.
Hâcegî İmkenegî hazretlerinin, Muhammed
Bâkî-billah’a hilâfet ve tam bir icâzet verip,
Hindistan’a gönderdiğini duyan talebelerinden
ba’zıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk
hâsıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları
için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir
icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî
İmkenegî hazretleri bu durumu duyunca şöyle
buyurmuştur: “Dostlarım bilsinler ki, bu gencin
işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza
gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup
olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle gelen
böyle gider.”
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, hocası
Hâcegî Muhammed İmkenegî’nin sohbetinde
yetişip icâzet aldıktan sonra, onun emriyle
Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki
âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde
ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada
kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene
gibi kısa bir müddet irşâd makâmında
bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve evliyâ
yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında,
kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin
yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince,
Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin
yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve
Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı.
Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
“Mektûbât”ında bunlara yazılmış mektupları
vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli
zâtlardan idi.
Muhammed Bâkî-billah’ın eserleri şunlardır: 1-
Külliyât-ı Bâkî-billah: Bir kitapta toplanmıştır. 2-
Mektupları, 3-Rubâ’ıyyât: Bu eserini İmâm-ı
Rabbânî hazretleri “Şerhu Rubâ’ıyyât” adıyla şerh
etmiştir.
Menkıbeleri ve kerâmetleri: Muhammed
Bâkî-billah hazretleri, dâima hâllerini gizlerdi. Çok
tevâzu sâhibi idi. Suâl soranlara zarûret
miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla beraber,
tasavvuf yolunda karşılaşılan derin ma’nâların
halli için sorulan suâlleri, soranın tamamen
anlayabileceği şekilde, çok açık olarak îzâh
ederdi. Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider
düşüncesiyle, bu husûsta çok dikkatli davranırdı.
Dâima hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde,
huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek
konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi
işlerinde onlara faydalı olmaktan asla kaçınmazdı.
Âlimlere ve büyüklere, aşırı bir ta’zim ve
hürmetleri vardı.
Amele âit küçük ve büyük mes’elelerde, vera’
sâhibi (şüphelilerden sakınan) fıkıh âlimlerine ve
kitaplarına başvururdu. Bir talebe istifâde için
huzûruna gelseydi, tevâzusunun çokluğundan ve
dâima kendisini kusurlu gördüğünden, özür
dileyip, bu büyük işten kendisini çekmek isterdi.
Eğer, o gelen sâdık bir talebe ise, onun ni’met
sofrasından, rızkını ve nasîbini almasına yardım
ederdi. Gelen talebelerin metânetini, şiddetli
arzusunu görünce, ona yardım kucağını açar,
kendi terbiye dâiresine alırdı.
Derler ki: Horasanlı bir genç, bir müddet, Hâce
Kutbüddîn-i Bahtiyarı Üveysî’nin (k.s.) feyz ve
nûr saçan mezârına gider. Bu mübârek zâtın
rûhâniyetinden, hayatta olan bir mürşid-i kâmilin
kendisine bildirilmesini ister. Muhammed Bâkîbillah
(k.s.) Delhi’ye geldiği gece, rü’yâda,
Nakşibendî büyüklerinden birinin geldiğini
gösterirler. Rü’yâyı gören, emre uyarak,
Muhammed Bâkî-billah’ın huzûruna gelip, rü’yâda
gördüklerini arzeder ve kabûl edilmesi için
yalvarır. Fakat cevâbında: “Bu miskin kendimi bu
işe lâyık göremiyorum, herhalde başkası olsa
gerek” buyurur. Çok fazla tevâzu gösterdiği ve
çeşit çeşit özürler dilediği için, genç tekrar kaldığı
yere döner. Ertesi gece rü’yâda kendisine; “O
büyük, huzûruna çıktığın ve sana inkisârını beyân
eyleyen zâttır” buyururlar. Sabahleyin tekrar
huzûruna gelir, fakat bir daha geri çevrilmez,
ihtimâmla kabûl edilip, her ne gördüyse orada
görür.
Çok defâ tevâzu’unun çokluğundan, çeşit çeşit
özürler diler, sohbet ve hizmetine devam eden,
hâller sâhibi, akidesi doğru ve sağlam
talebelerine; “Bu zavallı sizin düşündüğünüz gibi
değilim. Başka yere gidiniz, eğer hakîki bir
rehber, mutlak bir doğru yol gösterici bulursanız,
bu fakire de haber veriniz ki, hemen huzûruna
gidip ona hizmet edeyim, belki kalbimin derdine
bir derman bulurum” derdi.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakletmiştir:
“Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden olan
Hâce Hüsâmeddîn’den bizzat işittim.. Şöyle
anlattı: “Muhammed Bâkî-billah’a beni talebeliğe
kabûl etmesini arz ettiğimde, bana da aynı
şekilde hareket etti. Tevâzu’unun çokluğundan,
talebeliğe kabûl etmeye lâyık olmadığını söyledi.
Hattâ bu husûsta o kadar ısrar etti ki, yanlarında
durmağı edebe aykırı görüp, Akra’ya hareket
ettim. Şehre gelince hayretler içinde kalıp, şaşkın
bir vaziyette; “Ben şimdi ne yapayım? Gideyim,
tekrar huzûrlarına kavuşup, verdiğiniz emri
yerine getirdim, söylediğiniz şekilde bir kimse
bulamadım diyeyim” dedim. Bu sırada bir evin
önünden geçerken, can kulağıma, kalbleri çeken
bir ses geldi. İyice dinleyince, bunun Sa’d-i
Şîrâzî’nin beytlerinden olduğunu anladım.
Beyt:
“Ellerini sallarsın eteğini toplarsın,
Ayrılmaz “tatlıcıdan, sineği ne koğarsın!”
Bu beytin te’sîrinden, şaşkın ve perîşan bir
hâlde, o yüksek huzûrlarına gidip, gördüklerimi
ve işittiklerimi onlara arzettim.”
Lâhor şehrinden olup, Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin sohbetlerine kavuşarak feyz alan bir
zât, sohbete kavuşmasını şöyle anlatmıştır: “Bir
gece rü’yâmda Muhammed Bâkî-billah
hazretlerini gördüm. Çıplak bir at üzerinde
gidiyordu. Arkasında da onu ta’kib eden büyük bir
kalabalık vardı. “Bu zât zamânın kutbudur”
diyorlardı. Bu rü’yâdan sonra, Muhammed Bâkîbillah
hazretlerinin huzûruna gidip, beni talebeliğe
kabûl etmesi için yalvardım. Diğer isteklilere
gösterdiği tevâzu’u bana da gösterdi.
Bunun üzerine ağlayarak, feryâd-ü-figân
ederek ve perîşan bir vaziyette mescide gittim.
Dervişlerle bir arada otururken şu sözler
kendiliğinden ağzımdan çıkıverdi: “Ey yâr! Ah, bu
ne naz, ne yakmaktır ki, kendini bana gösterdin,
kalbimi çaldın. Nâşad (mutsuz) üzüntülü, evi
barkı terketmiş benim gibi bir zavallıya, bir
biçâreye böyle söylenir, böyle muâmele edilirse,
ne yapar nereye gider?” Bu sözleri öyle bir edâ ile
söylemişim ki, orada bulunanlardan çoğu hüngür
hüngür ağlamağa, derin derin üzülmeğe başladı.
Akılları başlarından gitti ve bir karışıklık meydana
geldi. Bu karışıklık haberi Muhammed Bâkîbillah’a
gidince; “Bu karışıklık nedir?” diye sordu.
Vaziyeti kendisine arzettiler. Bu hâlime bakıp
tebessüm etti. Sonra beni huzûruna çağırıp
talebeliğe kabûl ederek tasavvufta yetişmem için
ihtimâm gösterdi. Beyt:
Çocuk bakar, ne zaman süt taşıp dökülecek,
Bulut bakar, ne zaman çimen açıp gülecek?
Muhammed Bâkî-billah’ın (k.s.) âdetleri şöyle
idi ki; her kimi kabûl etseler, önce tövbe ettirirdi.
Eğer o talebede kendisine karşı büyük bir aşk ve
muhabbet görürse, hakîkat-i câmi’a olan kalbde,
kendi sûretini muhafaza etmesini, hatırlamasını
emrederdi. Tasarrufunun yüksekliğinden, bu hâl
esnasında sûreti şerîfleri apaçık görünürdü.
Başka hocalardan da ders almış, onların
yolunda bulunmuş, icâzet almış olan, Hâce
Burhân isminde bir zât, huzûruna gelip, istifâde
etmek ve feyz almak arzusunu bildirince,
Muhammed Bâkî-billah (k.s.) kendi sûretlerini
kalbde muhafaza etmesini, hatırlamasını emir
buyurdu. Gelen zât bu duruma hayret etti.
Yakınlarına, sırdaşlarına: “Bu vazîfe, bu yola yeni
girmiş olanların hâline münâsiptir, kerem etsinler
ve daha yüksek bir murâkabe göstersinler” dedi.
Dostları, yakınları; “Emre itâat edip uymak ve
fazlasından kaçmak, sakınmak lâzımdır” dediler.
Bunun üzerine Muhammed Bâkî-billah’a sevgi ve
bağlılığı arttı. Mübârek sûretini hep kalbinde
tuttu. İki gün geçmeden büyük hâllere kavuştu.
Talebelerden çoğuna, büyükler yolundaki kalb
ile zikri gösterirdi. Ba’zılarına zikr-i nefyi (Lâ ilâhe
demeyi) ve isbâtı (illallah, demeyi) ba’zılarına
yalnız isbâtı, ya’nî, yalnız Allahü teâlânın zâtının
ismini söylemesini emrederlerdi. Nisbeti, te’sîri o
kadar çoktu ki, birçokları yalnız yüzünü görmekle,
cezbeye kapılır ve tasavvuf hâllerine mağlûp
olurlardı.
Ramazân-ı şerîf ayında bir gece, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, (k.s.) hizmetçilerinden birisi
ile yüksek üstâdına yoğurt göndermişdi. Getiren
şahıs hizmetçilerine değil de, doğruca Muhammed
Bâkî-billah’ın (k.s.) kapısına gitti. Kapıyı çaldı.
Muhammed Bâkî-billah bir başkasını
uyandırmayıp kendisi kalktı. Yoğurt kabını elinden
alıp: “İsmin nedir, nereden geliyorsun?” buyurdu.
“İsmim Bâbâ’dır. Şeyh Ahmed’in (İmâm-ı
Rabbânî’nin) hizmetçisiyim” dedi. Bunun üzerine;
“Madem ki bizim Şeyh Ahmed’in hizmetçisisin,
bizimle berabersin” buyurdu. Bu kadarcık bir
görüşmeden, hizmetçide bir sekr, kendinden
geçme hâli hâsıl oldu. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri: “Hâlin nedir? Sana ne oldu?” dedi.
Kendinden habersiz, mest olmuş bir vaziyette;
“Her yerde, taşlarda, ağaçlarda, yerde, gökte,
anlatılamayan, vasfedilmeyen, nihâyetsiz bir nûr
görüyorum. Nasıl anlatayım, ifâdeye, beyâna
sığmaz” dedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hocası
Muhammed Bâkî-billah’ı kasd ederek; “Muhakkak
o mübârekler, bu biçârenin karşısında durup,
karşılarında duran bu zerre üzerine bu güneşten
bir şua aksetti” buyurdu. Ertesi gün İmâm-ı
Rabbânî, hocasının (k.s.) huzûruna gidince,
hocası ona tebessüm etti. Beyt:
Mahşer gününde şehîdler, kan bahâsı isterler,
Sen, bir tebessüm eyle, hepsi sükût etsinler.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır:
“Efendim, kurtarıcım, Mir Muhammed Nu’mân
buyurdu ki: “Birgün kızımı hocamın huzûruna
gönderdim. Hocam Muhammed Bâkî-billah, daha
meme emmekte olan bu çocuğu mübârek
kucaklarına alıp, şefkât ve merhamet gösterdi.
Çocuk elini mübârek sakalına getirip çekerken,
mübârek sakallarından bir kıl elinde kaldı.
Buyurdular ki: “Mir, senin çocuğun, bizden bir
yadigâr aldı.” O sıralarda âhırete irtihâl eyledi. Ve
o mübârek sakalından bir kıl, teberrüken ve
yadigâr olarak bizde kaldı. Beyt:
Saçlarından bir tel beni mest eder,
Hattâ çok söyledim, kokusu yeter.”
Muhammed Bâkî-billah’ın kalblere teveccüh
ederek, kalbleri, Allah, Allah diye zikrettirmesi
inâyeti umûmî idi. Birgün İmâm-ı Rabbânî
(r.aleyh) buyurdu ki: “Bu ni’metin şümûllü ve
umûmî olması, ya’nî kalbin zikretmesi ve bu
yolun daha başlangıcında cezbe hâsıl olması,
hocamız Muhammed Bâkî-billah’ın bu yolda lâzım
olan bereketli bir ilavesidir.” Muhammed Hâşim-i
Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Daha evvel
bu yoldaki büyüklerde bu yok mu idi?” diye
sorunca, buyurdu ki: “Vardı, ama başlangıçta bu
kadar umûmî değildi.” Ve yine buyurdu ki: “Bu
şümûlün ve bu umûmîliğin sırrını, Muhammed
Bâkî-billah’dan sorduğum zaman, buyurdu ki: “O
zamandan bu zamana kadar isteyenlerin,
talebelerin arzu ve himmetleri azaldı ve karıştı;
talebelerin anlama ve gayretleri de azaldı.
Şefkatin çokluğu sebebiyle onlar mücâhede
etmeksizin, uğraşmaksızın, büyük gayret
sarfetmeksizin bu yola alınıyorlar. Böylece arzu
ve istek sahrasında yaya olarak yürüyenler,
bineğe kavuşuyorlar ve soğuklukları sıcağa
dönüyor.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki:
“İmâm-ı Rabbânî (k.s.) bu sözleri anlatıp
bitirince, bir âh çekti ve şöyle duâ etti: “Allahü
teâlâ ona, talebeleri tarafından, büyük ve hayırlı
karşılıklar versin!”
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin şefkati ve
merhameti o kadar çok idi ki, bir defâsında Lâhor
şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O
günlerde o da, Lâhor’da bulunuyordu. Hattâ
birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman
huzûrlarına yemek getirseler; “İnsanlar,
sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz
insafa sığmaz” derdi. Getirilen yemeklerin hepsini
açlara dağıtırdı. Lâhor’dan Delhi’ye giderken çok
defâ, daha bir-iki kilometre yol almadan, yaya
yürüyen bir zavallıyı görür, hayvandan inip, onu
bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ
tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek; “Kendisi
yaya gidiyor” demesin diye, tevâzu’undan sarığını
başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi.
Şehre yaklaşınca hâllerini gizlemek niyetiyle,
tekrar hayvana binerdi. Şefkati ve acıması o
kadar çoktu ki, hayvanlara bile şâmildi.
Derler ki: “Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir
kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha
kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi
uyandırmadı. Eğer kendisinden bir hârika, bir
kerâmet zuhur etseydi, Allahü teâlânın
mahlûkâtına olan aşırı şefkatinden, acımasından
dolayı olurdu.”
Delhi şehrindeki fazîletli zâtlardan biri,
muradının hâsıl olması için ahdetmişti. Ya’nî
evliyâlık hâllerinin hâsıl olması için ne yapmak
lazımsa hepsini göze almıştı. Bunun için her
tarafa başvurdu. Senelerce dolaştı, fakat kalb
gözü açılmadı. Maksadına ulaşması için edilen
duâlardan bir te’sîr görmedi. Arayış içinde olan bu
fazîletli zât, Muhammed Bâkî-billah’ın hâlini ve
kemâlini, tasavvuftaki üstün derecesini
duymuştu. Birgün hâlini ona arzetmeye karar
verip, birgün Muhammed Bâkî-billah at üzerinde
giderken yanına yaklaştı. Atının dizginlerini tutup,
büyük ve içli bir yalvarma ile vaziyetini arzetti. Ve
meşakkatinin son bulmasını istedi. Muhammed
Bâkî-billah (k.s.) ona merhamet ederek atından
indi ve onu şefkatle kucakladı. Kuvvetlice
boynuna sarılıp sıktı. “Allahü teâlâ senin kalb
gözünü açsın” dedi. O anda teveccüh için
yalvaran kimse kalb gözünün açıldığını müşâhede
etti. Muhammed Bâkî-billah’ın teveccühü ile kalb
gözü açıldı.
Bir başka kerâmeti de şöyledir: Üç-dört
yaşlarında küçük bir çocuk, İran’da Şîrâz’ın
güneyindeki Fîrûz-âbâd kal’asının onbeş-yirmi
metre yüksekliğindeki duvarından, zemini taş
olan yere düşmüştü. Öyle ki çocuğun
kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun
annesi bu hâdise karşısında çocuğunu kucaklayıp,
çaresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca
büyük bir evliyâ zât olduğunu bildiği Muhammed
Bâkî-billah hazretlerinin huzûruna gitti. Derin bir
üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması
için himmet ve duâ istedi. Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin âdeti şöyleydi ki; teveccüh ve
tasarruflarını, ma’nevî yardımlarını, sebebler
altında gizlerdi. Bu durum karşısında da
himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp;
“Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!”
buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde
kaldılar. Muhammed Bâkî-billah hazretleri bundan
sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet
ve duâda bulundu. Bir de baktılar ki çocuk eski
hâline gelip sapa sağlam oldu. Bu hâdiseye şâhid
olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Doğruluktan ve mürüvvetten uzak olan bir
asker, Muhammed Baki billah’ın komşularından
birine eziyet etmekte idi. Muhammed Bâkî-billalı
hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, o
askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker
nasîhatlerini kabûl etmedi. Bâkî-billah, mazluma
merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi:
“Merhameti gibi gayreti de çok olanların (büyük
velîlerin), komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk
eder. Haberiniz olsun!” İki-üç gün sonra o zâlim
askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan
yakaladılar ve öldürdüler.
Muhammed Bâkî-billah’ın komşularından bir
genç içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu
duyar ve ıslâhı için bekleyip tahammül ederdi.
Birgün Hâce Hüsâmeddîn’in haber vermesiyle,
görevliler o genci yakaladılar ve habse attılar.
Muhammed Bâkî-billah bunu duyunca, Hâce
Hüsâmeddîn’i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddîn:
“Öyle fâsık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri
sayısız ve başkalarına zarar verir hâldedir”
deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip
buyurdu ki: “Sen kendini sâlih, temiz ve hayırlı
gördüğünden senin nazarında o, fâsık, kötü ve
şerir görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde
kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da
onun zararına bir söz söyleriz?” Sonra o genci,
araya girerek hapisten çıkardılar. O genç,
komşusu Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin
yakın alâkası ve şefkati karşısında son derece
memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü
işlerden vaz geçti ve sâlih bir kimse oldu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri çok tevâzu
gösterir ve inkisar (kırıklık) içinde hâllerini hep
kusurlu görürdü. Bu hâl kendisini o kadar
kaplamıştı ki, eğer talebesinden biri bir kusur
etse ve bunu işitse: “Bunlar bizim fenâ
sıfatlarımızın akisleridir. Biz fenâ olunca onlara da
akseder onlar ne yapabilirler, ellerinden ne gelir?”
buyurarak yüksek bir tevâzu gösterirdi.
Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken,
iyilikleri bildirip, kötülüklerden sakındırırken,
şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne
uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese,
yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb
kırmak istemezdi. Emr-i ma’rûf yaparken, kendini
diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek
için çok gayret sarfederdi. Hiçbir zaman dilinde,
meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir müslüman
kötülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin
kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir
düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse,
Muhammed Bâki billah hazretleri derhal,
hakkında kötü düşünülen kimseyi medhedici
sözler söylerek konuşmaya başlardı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır:
“Birgün câmilerden birinin yanında talebelere
ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer
bir talebe ile evliyânın hâlleri üzerinde
konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri,
Muhammed Bâkî-billah’dan bahsedip “Bu güne
kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi
nefsini terketmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur”
diyerek şöyle anlattı:
“Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübârek
mezârlarının başındaydım. Aniden “Muhammed
Bâkî-billah hazretleri geliyor” dediler. Mezara
hizmet eden hizmetçi, mezara yakın bir yere,
onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü
koydu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri için
hazırladı. Muhammed Bâkî-billah daha teşrîf
etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye
girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü
görünce; “Bu nedir ve kimin içindir?” dedi.
Hizmetçi; Muhammed Bâkî-billah’ı göstererek;
“Gelen şu azîz içindir” dedi. O kendinden habersiz
adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkîbillah
(k.s.) için bağırmağa, sövüp saymağa
başladı. Bu sırada Hazret-i Hâce Bâkî-billah içeri
girdi. Söven kimse, onu görünce huzûrunda,
yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve; “Ey
filân! Sen buna lâyık mısın ki, senin için buraya
minder koysunlar?” dedi. Adam bağırıp
çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkîbillah
hazretlerinin orada bulunan talebelerinden
bir çoğu, onu îkâz etmek istediler. Muhammed
Bâkî-billah hepsini göz işâreti ile bu işten
vazgeçilip kendisi kötü sözler söyleyen o kızgın
adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde
ile, “Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben
ona nasıl lâyık olurum, benim haberim olmadan
bu işi yaptılar. Af ediniz efendim ve kalbinizi,
bana karşı kötü düşünceden boşaltınız” deyip,
kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının
terlerini sildi. Sonra ona birkaç altın verdi.
Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hâdiseyi
nakleden kimse sonra şöyle dedi: “Ben o adamın
bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed Bâkîbillah
hazretlerinin hâlinde ve konuşmasında en
ufak bir değişme görmedim, işte o zaman
yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin
bulunduğunu yakînen anladım.”
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin
zamânında kendisini seven vâliler kendisi ve
fakirlere dağıtması için, altın ve gümüş paralar
gönderirlerdi. Muhammed Bâkî-billah hazretleri
de bu paraları fakirlere dağıtırdı. Maksaddan ve
hakîkatten uzak olan ba’zı zavallılar onu kendileri
gibi zannedip dil uzatırlardı. Talebeleri böyle
hâdiselere mâni olmak, müdâhele etmek
istedikleri zaman, buna mâni olur yumuşaklık,
tatlılık ve güzel vasıflar ile sıfatlanmalarını
sağlardı. Talebelerine, sözle, hareketle,
kendilerini kusurlu ve küçük görme hâlini ve
yapılan cefâlara katlanmayı dâima gösterir ve
buna; “Maksada kavuşturucu bir delîl ve irfân
yolunun rehberi” derdi. Talebelerinden buna
uymayan birşey meydana gelseydi, kırılarak çok
nasîhat ederdi.
Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân
onu sevenlerden olup, tam bir muhabbetle bağlı
idi.
Bâkî-billah hazretlerinin hacca gideceklerini
duyunca, yüzbin rub’iyye (o zamânın parası)
kendisinin ve talebelerinin yemek ve yol parası
olarak gönderdi. “Bu hediyemi, merhamet ederek
kabûl etsinler” dedi. Muhammed Bâkî-billah
hazretleri bunu duyunca durup; “Bizim gibilerin
hacca gitmesi müslümanların altın ve gümüşlerini
kendimize sarfetmenin karşılığı olmaz!” deyip,
kabûl etmedi ve geri döndü.
Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye
özenmez ve heves etmezdi. Şöyle ki: sevmediği
ve tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün
üst-üste önüne getirseler; “Bir başka yemek
getirin” demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir
zaman üzerinde kalsaydı, “Bir başkasını getirin
giyeyim” demezdi.
Bedenen zayıf olup, dâima abdestli olmağa,
daha çok ibâdet ve tâat yapmağa uğraşırdı. Yatsı
namazından sonra odasına döner bir miktar
murâkabe ile meşgûl olur, a’zâlarının zayıflığı
galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rek’at
namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde
hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest
alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.
Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çok idi ki, bir
hediye gelseydi, onu; “Biz hediyeyi geri
çevirmeyiz” hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez,
ama husûsi işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz
ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği
şekilde “Bu daha helâldir ve daha iyidir” hükmü
ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek
pişirenin abdestli olmasını, hattâ huzûr ve safâ
sahiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı,
pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice
tenbîh ederdi. “Huzûr ve ihtiyât sâhibi olmayanın
yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını
kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze
vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının
karşılarında durmazlar” derdi. Bütün talebelerini
bu husûsa riâyete teşvik eder, az bile olsa, riâyet
etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.
Birgün hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri
gelip; “Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma,
kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum,
ne kabahat işlediğimi bilemiyorum” deyince, Hâce
hazretleri; “Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu”
buyurdu. “Yemekler, her günkü yemeklerdi”
deyince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri; “İyi
düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası
olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu
hâle sebep olmuştur” dedi. İyice düşününce;
“Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu
şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için
yakıldığını hatırladım” dedi. Bunun gibi, her işte
azîmet ve en evlâ olan şekliyle hareket ederdi.
Ya’nî şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların da
fazlasından sakınır, mübâhları zarûret miktarı
kullanırdı.
Yemek husûsundaki bu ihtiyâtı, onların
mübârek yollarının ve hâllerinin letâfett ve
temizliği sebebiyle idi. Temiz bir aynaya, bir
nefesin bile te’sîr edeceği kadar, saf ve temiz idi.
Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etrâflarında
en temiz ve en muhlis olanları oturturlardı.
Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti,
noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına
aks ederdi.
Birgün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı
oldu. Hatırından, ondan bir yorgan istemeği
geçirdi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bu
düşüncesi, zâhir olup, namazdan sonra; “Filân
dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan
veriniz” buyurdu. O derviş; “O günden beri
Muhammed Bâkî-billah hazretlerini üzecek bir
düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum”
demiştir.
Birgün, azîzlerden biri, onun muhlis
talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir
mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkîbillah
hazretlerine takdim edildi. Yüksek bir
tevâzu ile mektûbun arkasına şöyle yazdı:
“Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı.
Allahü teâlâ, bu geride kalmış günlerinin
matemini tutana birkaç gün ömür verirse, en
büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu
yolda veririm. Allahü teâlâ bu miskine, her iki
cihândaki işini, kudreti ilâhiyyeye bırakmasını ve
bütün tutulmalardan kurtulmasını, ihsân etsin.
Amin Yâ Rabb-el-âlemin! O kardeşime rica
ederim ki, bu arzunun husulü için, yüzünüzü
yerlere sürünüz. Ve fakirin bu arzusuna
kavuşması için Allahü teâlaya duâ ediniz. Zîrâ
arkadan, gıyaben yapılan duâları, Allahü teâlâ
hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî, Şeyh
Tâceddîn’den şöyle nakletmiştir “Birgün
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, nehre doğru
gidiyordu. Muzdarib, garîb, çok üzüntülü olduğu
anlaşılıyordu. Ben de onun arkasından
gidiyordum. Biraz sonra, arkasından gittiğimi
anladı, âh ederek, içli bir ses ile; “Ey Tâceddîn,
varidât, feyzler, nûrlar, hâller ve Esrârı o kadar
üzerime yağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa,
onları yazamadan biter. Amma benim için
bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez,
bilinemez, istek anlatılamaz, istenen
vasfedilemez” buyurdu. Beyt:
Ne taleb dile gelir, ne matlûb anlatılır,
Ne onun bir benzeri, ne bunun misli vardır.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, tasavvuf
hâlleri içinde kendinden geçmiş bir durumda
olmasına rağmen, iki sene talebelerini
yetiştirmekle meşgûl oldu. Talebelerinin en
büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Rabbânî
hazretleri tasavvufda yetişip kemâle ulaşınca,
kendini sohbetten ta’lim ve telkinden çekip,
dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona
havale etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı
tercih etti. Âhırete âit büyük bir elem ve üzüntü
ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak
için dışarı çıkardı.
Muhammed Bâkî-billah hazretlerini kim görse;
“Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim
bakmak ister ise, Ebû Kuhâfe’nin oğluna,
ya’nî Ebû Bekr Sıddîk’a (r.a.) baksın” hadîs-i
şerîfini hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının
heybet ve te’sîri duvarlara işlerdi. Gâfiller,
kendisini görünce; “Onları görenler Allahı
hatırlarlar” hadîs-i şerîfini hatırlarlardı. Hattâ
öyle ki; birgün Hindû’ların tarlalarının bulunduğu
bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri
Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takılınca,
birbirlerine; “Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce
Allah hatırımıza geldi” dediler.
Bir zât şöyle anlatmıştır: “Birgün, gelip
namaza yetiştim ve Muhammed Bâkî-billah’ın da
bulunduğu cemâate dâhil oldum. Her taraf dolu
idi. Yalnız Muhammed Bâkî-billah’ın yanı boş idi.
Ben, Muhammed Bâkî-billah’ı yakînen
tanımıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra
Muhammed Bâkf-billah’ın heybet ve azametleri
kalbime hücum etti. Hattâ ondan bir hayli
uzaklaştığım hâlde sükûnet bulamadım. Elimde
olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece,
öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha
arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl
bana çok te’sîr etti o günden sonra, o âriflerin
büyüğünün muhlislerinden, sevenlerinden
oldum.”
Bütün bu heybeti ile beraber, ızdırabının
coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın
gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına
sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın
gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu
kendinden geçme ve hayret zamanlarında,
dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan
amellerinde bir gevşeklik olmazdı.
Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk
ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama
yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler,
ayırırlardı. Ba’zan rü’yâda îkâz eden emirler
verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu
yollarla bildirirdi. Mısra’:
Ey güzellik mecmûası, hangisinden
bahsedeyim.
Mertebesinin yüksekliğine en büyük delîl
şudur: İki-üç sene irşâd makâmında kaldı. Bu
kısa zamanda, nice insanlar onun şerefli
sofrasından nasîb aldılar. Hindistan memleketi,
onların bereket ve ihsânları ile doldu ve bu
diyârda garîb olan, bilinmiyen Ahrâriyye yolu
büyük revâç görüp, bu yoldan çok büyüklerin
yetişmeleri, onların sayesinde mümkün oldu.
Muhammed Hâşim-i Keşmî fazîletli bir zâtın
şöyle dediğini nakleder “Söz ve hâl sâhibi birçok
büyük, Hindistan’da altmış-yetmiş sene hocalık
yaptı. Onlardan kimlerin ve neyin kaldığını herkes
biliyor. Muhammed Bâkî-billah’ın büyüklüğüne şu
kâfidir ki; kırk yaşında vefât etti ve iki-üç sene
irşâd ve hidâyet makâmında bulunup, bütün
âlemi bereketlendirdi.”
Şeyh Muhammed bin Fadlullah da onun
hakkında şöyle demiştir: “Bu büyüğün
yüksekliğinin nişanı şudur ki; üç-dört seneden
daha fazla hidâyet ve irşâd ile meşgûl olmadı.
Fakat bu güne kadar onun yüksek te’sîri ve
bereketleri devam ediyor.”
Derler ki: Bu hidâyet güneşinin doğmasından
sonra, Delhi şehrinde bulunan ba’zı büyük şeyhler
gayrete geldiler. Fakat kendilerinde, zarardan
başka bir fâide göremeyip, hepsi gelerek
Muhammed Bâkî-billah’ın muhlis talebelerinden
oldular. Pekçok istekli sohbetlerine kavuşmuş, bir
kısmı da, yanına giderken hazretin vefâtı haberini
duydular.
Mîr Muhammed Nu’mân şöyle anlatmıştır:
“Horasanlı bir genci, Akra’da hastahânede hasta
yatar gördüm. Hastalığını sorduğumda dedi ki:
“Ben sağlam bir insan idim. Dekken’de Hazret-i
Hâce Bâkî’yi rü’yâda gördüm. Onların aşkı ile
buraya kadar geldim. Vefâtı haberlerini duyunca,
çok üzüldüm ve şimdi hastayım. Bu hastalığım ve
harab hâlim, o büyüğe olan muhabbetimdendir.”
Bunu söyledikten sonra hüngür hüngür ağladı.
Vefâtı: Muhammed Bâkî-billah hazretleri,
insanların olgunluk yaşı olup, ma’nevî kemâllerin
de yaşı olan kırk yaşına gelince, bu sıkıntılarla
dolu cihânın darlığından kurtulmak istedi. Bu
günlerde birinin vefât haberini işitip serâpa dertli
olan kalbinden içli bir âh sesi duyuldu. Ve; “Çok
iyi oldu, kurtuldu” buyurdu. Bundan maksadı,
mevhûm olan varlık libâsından kurtulmaktır. Zîrâ
dünyâda olanlar, yalnız matlûbu duymakla
kalırlar. Şöyle ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
(k.s.) vefâtı zamânında, bu esrârı terennüm
eyledi. Beyt:
Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu böyle bulunur.
Vefâtı yaklaştığı son günlerde hanımına: “Ben
kırk yaşına gelince, büyük bir hâdise önüme gelir”
buyurdu. Mübârek ellerini açtı ve; “Elimde olan
çizgi, sana söylediğim sözün nişânıdır” dedi. Yine
bu günlerden birgün, eline bir ayna alıp, hanımını
çağırdı ve; “Gel beraber bu aynaya bakalım” dedi.
O afife hâtun şöyle demiştir; “Aynada, onu
tamamen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana
böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor”
dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde
gösterdi.
Yine bu günlerde idi. Kendi keşflerini, bir rü’yâ
görmüş gibi anlatmaları âdeti olduğundan,
“Evliyâullahdan birine, bu yakınlarda Nakşibendî
silsilesinin büyüklerinden biri âhırete intikâl
edecektir. Delhi şehrinin kenarında bir yere
gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun
diye bildirildi” dedi. Bu zâtın kim olduğu
husûsunda, ba’zı talebeleri istihâre eylediler, izin
verilmediğini anlayınca, istihâreden vaz geçtiler.
Yine birgün kendisi için: “Bana şöyle bildirdiler
ki; Senin dünyâya gelmekten maksadın, tamam
oldu. Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak
îcâb ediyor” buyurdu. Ve yine; “Görüyorum ki,
kutb-i zaman öldü diyorlar, bu zamanda kendime
mersiye olarak, güzel bir kasîde okuyorum ve
içinde çok yüksek ma’rifetler bulunduğunu
anlıyorum” buyurdu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri Hicrî binoniki
senesinin Cemâzil-âhır ayı gelince, bir hastalığa
tutuldu. Bu günlerde şöyle buyurdu: “Hâce
Ubeydullah-i Ahrâr’ı (r.aleyh) rü’yâda gördüm ve
bana; “Gömlek giyiniz” buyurdu. Bu rü’yâyı
anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; “Eğer
yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim
kefenimdir” buyurdu.
Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis
talebelerinden birine de; “Birkaç gün bir yere
gitmeyiniz, son günlerimi yaşıyorum” dedi. Sâdık
talebelerinden birçokları gelmişlerdi. Za’fiyetinin,
hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler
beyân eyleyip, çok yüksek hakîkatlerden bahsetti.
Bir gece, hastalık ve za’fiyet o hâle geldi ki, gören
can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra
kendine gelip; “Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir
ni’mettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum”
buyurdu. Cemâzil-âhır ayının yirmibeşinde
Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri
görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile
vedâ ederken, talebeleri, eshâbı ve dostları
ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî-billah ise
tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki: “Siz
nasıl dervişlersiniz, kazâya rızâ dâiresinden çıkıp
ağlarsınız” diye söylemek istiyordu. Bu sırada
talebelerinden biri; “Yâ İlâh-el-âlemîn” mübârek
kelimesini söyledi. Sür’atle onun tarafına bakıp,
mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada
olanlardan biri “Onların bu hareket ve teveccühü
hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir”
buyurunca, bu sözün te’sîri ile mübârek gözleri
yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak
Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olup
böylece: “Allah, Allah…” diye diye rûhunu teslim
eyledi. Vefâtından sonra, en sâdık talebeleri,
karar verdikleri bir yere mezârlarını kazdılar.
Fakat tabutu oraya götüremediler. Telâşla bir
başka yere götürdüler. Tabutu yere indirdikten
sonra, ne görsünler! Orası bir defâsında
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri ile
geldikleri bir yer idi. Burayı beğenmişti. Burada
abdest alıp, iki rek’at namaz kılmıştı. O temiz
yerden bir miktar toprak eteğine yapışmıştı ve;
“Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu”
buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde
kabrini kazdılar. Bu irşâd memleketinin
pâdişâhını, içli üzüntülerle mezara indirdiler. Hâce
Hüsâmeddîn hazretlerinin gayretleri ile, mezârın
etrâfına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını
gâyet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerîfini
ziyâret edenler bereket ve şifâ bulurlar.
Beyt:
Mağfiret nûru parlasın, mezârında mum
yerine,
Kapına gelenin kalbi gark olsun nûr denizine.
Fazîletli zâtlar ve ârifler vefât târihi için
mersiyeler yazdılar. Bu şiirlerden birinin son
mısraında geçen “Bahr-ı ma’rifet” ifâdesi, ebced
hesâbına göre, Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin vefât târihi olan hicri “1012”
senesini göstermektedir. Bu şiirin tercümesi
şöyledir:
“Bir zât ki mahbûbu ile bâki oldu,
Ve sıfatlarından hep fâni oldu.
Hâlıkına âşık, tam bir aşk ile,
Mahlûkâta çok merhametli oldu.
Onun vasl senesi susuz dilime,
Bak ne güzel “Bahr-i ma’rifet oldu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yazdığı kitaplarda
hocası Muhammed Bâkî-billah’ı methetmiş,
büyüklüğünü bildirmiştir. Meselâ; “Mebde’ ve
Me’âd” risâlesinde şöyle buyurmuştur: “Hayr-ülbeşer
olan Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâmı görmek ve o zamanda bulunup,
sohbetine kavuşmakla şereflenemedik ama,
Muhammed Bâkî-billah’ın sohbetine kavuşmaktan
da mahrûm kalmadık. Kavuştuğumuz ni’metlere
şükürler olsun.”
Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden olan
ve Hindistan’ın meşhûr hadîs âlimi Abdülhak-ı
Dehlevî de şöyle demiştir: “Murâkabe, zikr, râbıta
ve huzûru yâd-ı dâşt (devamlı Allahü teâlâyı
hatırlamak) hâllerini, ancak Hindistan’a gelip,
üstâdların üstâdı olan Hâce Muhammed Bâkîbillah’ın
sohbetine kavuştuktan sonra elde
edebildim. Muhammed Bâkî-billah hazretleri
Hakkı arayan, tâlibleri irşâd eden büyük bir
mürşid-i kâmil olup, Hindistan’da bizim hocamız,
rehberimiz idi.”
Yine Hindistan’da daha sonraki asırlarda
yetişen, meşhûr hadîs âlimi Şâh Veliyyullah-ı
Dehlevî de; “El İntibah fî selâsil-il-evliyâ” adlı
eserinde şöyle demiştir: “Muhammed Bâkî-billah,
Hindistan’da sûfîlerin kendisine tâbi olduğu bir zât
idi. Onun irşâdı bütün âleme yayılmıştır.”
“Târih-i Hafi Hân” adlı eserde de şöyle
kaydedilmiştir: “Hâce Muhammed Bâkî-billah,
zamânında kendisine uyulan, tâbi olunan bir
mürşid-i kâmil idi. O, o kadar büyük bir evliyâ idi
ki, kalem onun büyüklüğünü yazmaktan ve
anlatmaktan âciz kalmaktadır… Aklî ve naklî
ilimlerde büyük bir âlim idi.”
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin
mektuplarından kırkbir tanesi, “Zübdet-ülmakâmât”
kitabında ayrı bir bölüm olarak
yazılmıştır. Mektublarından ba’zıları şunlardır:
6’ncı Mektup: (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn’e
gönderilmiştir.):
“Devamlı abdestli bulunmak, helâl yemek
yemeğe dikkat etmek, bütün günahlardan,
gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mü’mini
aşağılamaktan, müslümana düşman olmaktan,
kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve
sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim
yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam
olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik
olursa, bu işi, ya’nî büyüklerin verdiği vazîfeleri
ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe
ve istiğfar etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu
vazîfelere daha sıkı sarılmalıdır ki; “Muhakkak
ki, sevâblar, günahları götürür” âyetinin sırrı
ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm
olsun!”
82’nci Mektup:
“Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.) insan
idi. İnsanların en yüksek ve en temiz yaradılışlısı
idi. Zâhiren bir kimseden ders almamıştı,
okumamıştı. Doğduğu ve büyüdüğü şehirdekiler
de onu okutmamışlardı. Evet, onun dedeleri,
insanlara lâzım olan şeyleri çok iyi bilirlerdi ve
yeryüzünün en iyi insanları idiler ama, zaman
geçtikçe onların da ilimleri azaldı ve neredeyse
bittiç İşte o zaman Allahü teâlâ Muhammed’i
(s.a.v.) yarattı ve kendinin mahbûbu eyledi. Hak
teâlâyı O’ndan daha iyi bilen olmadı. Melek
gönderip, Muhammed’e (s.a.v.) bildirdi ki:
“Benim sıfatlarımı insanlara ve cinlere bildirsin,
benim rızâmın bulunmadığı her şeyden onları
men etsin. Namazı, orucu, zekâtı, haccı ve
kâfirlerle Allah yolunda cihâdı onlara öğretsin.”
Önce, melek bunları Allahü teâlânın buyurduğu
ve bildirdiği şekilde Muhammed’e (s.a.v.)
ulaştırdı. Bundan sonra Muhammed Mustafâ
(s.a.v.), mübârek yüzünü görmekle şereflenen
cemâate, ya’nî Eshâb-ı kirâmına
(aleyhimürrıdvân) bildirdi. Allahü teâlâ, İsmi
Kur’ân-ı kerîm olan şerefli kitabı, Muhammed
Mustafâ’nın (s.a.v.) vâsıtasıyla, insanlara ve
cinlere gönderdi. İşte mü’min olan bir kul,
kalbinden yakîn ile; “Bu kitapta olanların ve
O’nun insanlara seçip gönderdiği peygamberi
Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) söylediklerinin
hepsi doğrudur” diye inanmalı, kabûl etmeli ve
dili ile de; “Allahdan başka ma’bûd yoktur, O
birdir ve Muhammed (a.s.) O’nun peygamberidir”
demelidir.
Bu kadarını bildikten sonra, âlimlere gidip;
“Bize bu kitapta neler buyurmuştur? Hangi şeyleri
bilmeliyiz, hangi şeyleri, amelleri yapmalıyız,
yâhud yapmamalıyız” diye sormak lâzımdır.
İşte Kur’ân-ı kerîmde buyuruldu ki: “Ben
Hayy’im diriyim. Her şeye Kâdirîm. Dilediğimi
yaparım. Herşeyi işitirim. Herşeyi görürüm.
Herkese boynundaki şah damarından daha
yakınım. Herşeye galibim, herkese hâkimim,
Kahhâr ve Cebbârım. Bununla beraber herkesten
merhametliyim. Bütün âlemi, insanları, cinleri,
melekleri, yeri, göğü, taşı, toprağı, ağaçları,
yerde ve göklerde olanları ben yarattım, ben
yaptım ve yaratmaktayım. Var olan herşeyi var
eden benim. Yok olanı da yok eden benim. Ama
ateşin o şeye ulaşması bahâne kılınmıştır.
Böylece herkes onu bilsin ve onun yaptığını
görmesin. Biliniz ki, O birdir. Fiilinde,
yaptıklarında ortağı, yardımcısı hiç yoktur.
Herşeyi O yarattı.”
Yine O kitapta buyuruldu ki: “Bana kulluk
ediniz, ibâdetten geri kalmayınız. Kulluk ve
ibâdetlerin esâsı; namaz kılmak, oruç tutmak,
zekât vermek, hac yapmak ve kâfirlerle cihâd
etmektir. Biri de, hak sahiblerinin haklarını
gözetmenizdir. Ana-baba ve benzeri hak
sahiplerinin haklarına riâyet etmektir. Hiç
kimseye zulüm ve haksızlık etmeyiniz. Böyle
bilgiler çoktur. Âlimlerden yavaş yavaş öğreniniz.
Biliniz ki, Muhammed Mustafâ (s.a.v.)
insanların en sevimlisi ve en güzel ahlâklısı idi.
Zâtı bütün zâtlardan temiz, kalbi bütün
kalblerden nurludur. Evliyânın hepsi, onun yüce
kapısının dilencileridir. Her insanda olan iyiliğin
daha çoğu onda vardı. Allahü teâlâ O’nun
mübârek kalbiri kendi evi yapmıştı. Ne söylese
Haktan söylerdi, ne bildirse, Haktan bildirirdi. Ne
yaptıysa, Hakkın kudretiyle yapardı. Şimdi de
öyledir, ileride de öyle olacaktır”
Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdular
ki:
“Kalbinde ma’rifet-i ilâhî isteği olmayanla
sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini: mevkî,
makam ve övünmek için vesîle eden âlimlerden,
aslandan kaçar gibi kaçınız.”
“Câhil tarîkatçılarla beraber bulunmaktan
sakınınız.”
“Ma’rifetin kısım ve mertebeleri çoktur. İşin
esâsı, dînimizin esâsı üzere olmaktır.”
“Oruç tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla
sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve
içmekten münezzehtir.”
“Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve
nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullahın
yoludur.”
“Rızâ sahiblerine, belâlar musîbet değildir.
Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü,
belâları veren yine Allahü teâlâdır.”
“Resûlullaha tâbi olmak, Ehl-i sünnet velcemâat
i’tikâdında bulunmak ve bu büyüklerin
nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde
saklamak, dünyânın her ni’metinden iyidir.”
“Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile
diyoruz ki: “Sırât-ı müstekim, ya’nî şaşmayan
doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur.”
“Müslümanlık; yapmak, yaşamak, ahkâm-ı
ilâhîyi yerine getirmek demektir.”
“Sözün özü şudur ki: Gönül dostla olmalı,
beden de işte bulunmalıdır.”
“Sakın helâl ve haramdan her bulduğunu
korkusuzca yiyenlerden olma!”
“Haram ve şüpheli bir lokma yememek için,
çok gayret ve dikkat etmelidir.”
“Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden
bırakmamalıdır.”
“Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel
oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü
teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû
olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe
yapıştıktan ve çalışmağa başladıktan sonra
tevekkül edilir. Ya’nî istenilen şey, bunun hâsıl
olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü
Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için,
bir kapı gibi yaratmıştır. Birşeyin hâsıl olmasına
sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak
gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden
atılmasını istemeğe benzer ki, edebsizlik olur.
Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı
yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız
doğru değildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip
beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok zaman
kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden
atarak verir.”
1)Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbanî
2)Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1040
3)Mebde’ ve Me’âd risâlesi sh. 59
4)Mükâşefât-ı gaybiyye sh. 241
5)Eshâb-ı Kirâm sh. 314
6)Zübdet-ül-makâmât sh. 5
7)Umdet-ül-makâmât sh. 84
8)Hadarât-ül-Kuds sh. 34
9)Hadâik-ül-verdiyye sh. 178
10) İrgâm-ül-merîd sh. 68
11) Behçet-üs-seniyye sh. 77
12) Hadikat-ül-evliyâ cild-1, sh. 92
13) Külliyât-ı Bâkî-billah
14) İrfâniyyâtı Bâki sh. 7, 8, 9, 10
15) Hulâsat-ül-eser cild-4, sh. 288
16) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 287