MÜRŞİD - kainatingunesi.com

MÜRŞİD

İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiş­tirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid’atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimle­rindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri; “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytan­dır.” demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bütün ka­zançlarına, mürşidlerini çok sevmekle ka­vuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sev­mek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; “Talebe, mürşidini ne ka­dar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimleri­nin) kitapla­rını okusun ve onlara uysun.” (E. Ans. c.1, s. 13)

Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlul- lah efendimi­zin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çek­mek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların ye­tişmesi ile vazî- feli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun tevec- cühü yâni kalbini bir kimseye çevir­mesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. (E. Ans. c.1, s. 13)

Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; “Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleri­dirler.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükem- mil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına ka­vuşacağını ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 14)

Tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimle­rinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kulla­nılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhle­rin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâ- de etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir. (E. Ans. c.1, s. 15)

En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın bü­yüklerinden H.638’de Şam’da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretle­rinin lakabıdır. (E. Ans. c.1, s. 15)

Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Ta­savvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; “Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhâne- hüdür.” demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; “Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetiş- miş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir.” demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlı­lıkta bozukluk olur- sa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri, “Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâ- lâya yalvarmalı ve duâ etmeli.” tavsiyesinde bulun­maktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi hazretleri; “Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapa­tır.” demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; “Pîrini incitenden sen de incinmez­sen, köpek senden daha iyi- dir.” demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir. (E. Ans. c.1, s. 15)

Karabağ’da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muham- med hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. “Bîat etmek herkesin kârı de­ğildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı de­ğildir.” dedi. Fakat o, ısrarla talebe­liğe kabûl etmesini isteyerek; “Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız.” dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzeri- ne kabûl etti ve; “Haramlardan dâimâ sa­kın ve ihtiyât üzere ol, yoksa pişmanlık çekersin.” dedi. Bu kimse bîat edip tale­besi olduktan sonra ti- câret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para ka­zanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî’yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böy- lece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Na- mazdan sonra sebe­bini sorduklarında şöyle dedi: “Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin’de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın için­den kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlar­ken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kıza­rak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti.” dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; “Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem’e gider.” buyurdu.

Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğu­nun altında yıkan­mamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!” buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkada­şım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım.” diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; “Molla Muhammed! Bizim hizmet­çiler oduna gidecekler, git onları gönderiver.” dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.

İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolcu­lukları sı­rasında içlerinden biri; “Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kı­zını bana nikahlar.” dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; “Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder.” dedi. Üçüncü arkadaşları da; “Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah’ın evinde misâfir eder.” dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; “Bugün mi­sâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; “Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın.” dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra bü­yük oğlu Velî Muham- med’e; “Pilavı eniştenin önüne koy.” diyerek, yolda, mürşid-i kâ­mil ise kı- zını bana verir diyen talebeyi gösterdi. “Bal da getir.” dedi ve sofrayı kur- durdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebe­lere; “Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetire­bilir mi?” buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Fey- zullah’ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; “Molla Feyzullah’ın bir- kaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin.” buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışla­rına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.

O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed Gencevî haz­retlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; “Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet müh­rünü göstersin.” diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed haz­retleri bu âlime; “Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin.” dedi. O da ka­bûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed haz­retlerine; “Bir vâz da siz yapı­nız, biz dinleyelim.” dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin an­lattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. “Sen de aynen benim söylediklerimi söyle­din. Be­nim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir?” dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: “Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sö­zünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi doku­nur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz. Fakat biz nakleder­ken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklede­riz. Demiş ile dedi arasında fark vardır.” Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; “Eğer mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü bana göstersin.” diye düşünür­sün ve bunu istersin?” dedi. Bundan sonra da söze devâm edip; “Bize darılma­yınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını yemişsin. Karlı soğuk sularını içmiş­sin, kal­bin kazan karasından daha ziyâde kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır.” deyince, o âlim insafa gelip; “El­hamdü­lillah sizi görmekle şereflendik. Bizim “demiş” sözümüz bundan sonra sizin de­diğiniz gibi “dedi” olsun. Ama mühr-i nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle kalkar mı? Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine getiririm.” deyince; “Sen yaşlı­sın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi namazından sonra talebelerin zik­rettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü. Kendinden geçip zikretmekte olan ta­lebelerin arasına gitti. Onlarla zikre başladı. Zikir sırasında talebeler neden ya­vaş yavaş zikretmiyorlar, böyle yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed hazretleri talebelerine; “Zikri yavaş ya­vaş yapsanız olmaz mı?” dedi. O kimse bu sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed hazretlerinin elini öptü ve; “Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz. Fakat benim kal­bimden geçeni söyledi­niz. Anladım ki zikri ne sûrette yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hu­suslar varmış, özür dilerim” dedi.

Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri buyurdular ki: “Hind belde­sinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her iki­sinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “İnsanlara rehber o- lan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren âlimler, usta avcıya benzer­ler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yaka- larlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huyla- rına göre tâliblere gereği gibi muâ­mele ederek, teslimiyyet makâ­mına u- laştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar.” Yine buyurdu ki: “İnsanlara rehber olan zâtlar, her­kesin kâbi- liyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yü- künü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” buyrulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbili­yeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun ak- sine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i seniy- yeye uy­maktan ibâret olan yolumuza uyarak, iş­lerde ve amellerde dik- katli davranmalı­dır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay, kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâ­milin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her za­man vardır.

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey hakkı hak olmayandan ayırt ede­rek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar beldesi olan bu fâni dünyâ âle­mine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler, yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuş­muştur. Allahü teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve mu­habbet gibi şeytanın aşağılık as­kerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri gör­mez, bastığı yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkede- mez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korku­lur. Mür- şid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlike- lerini görüp anlamış­tır. Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebe­sini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söy- leyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır. 2) Mecli­sinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ah­lâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bili­nirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini ken­dine nîmet bil.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ileri yaşla­rında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra, Medîne-i mü- nevvereye zi­yârete geldi. Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle ora- dan ayrılamadı. Yıl­larca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendi- mizi baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır: İlk zamanlar mağa­rada ka- lırdım. Bir gün Resûlullah efen­dimizi ziyâret etmek için mağara­dan çık- tım. Kabr-i şerîflerine varıp, arada hiç­bir vâsıta olmadan doğru­dan feyz ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Bu­nun üzerine Resûlullah e- fendimiz; “Ey benim makbul oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana verildi. Allahü teâlânın izniyle seni cümle velîlerin önderi kıl­dım. Allahü teâlâ se- ni kabûl eyledi. Bundan sonra senin için vâsıtalar kaldı­rıldı. Gözünü yum ve Hakk’ın kudretini müşâhede et.” buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin kabrinin yarıldığını gördüm. Ya­nında biri sağında biri solunda duran yeşil elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin heybetinden nere- deyse ak­lımı kaybedecektim. Mübârek dedem elini yü­züme sürdü. Kal- bim rahatladı. “Biri Cebrâil biri Mikâil’dir, korkma! Gö­zünü yum kulağını aç! Babana telkin ettiğimi sana da edeyim.” buyurdu. Elimi eline alıp, ba- na tövbe ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar aynen hatı­rıma nakşolundu. Sonra başını kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah buyurdu. Ben de tekrar et- tim. Bana; “Ey oğul! Sana bunları oku­dum ki, sen dahi benim gibi oku- yup, benim telkinim gibi telkin edesin. Bu zikri işâret eyle­dim. Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları bununla terbiye eder­ler. Dereceleri katetmek bununla müyesser olur.” buyurdu. Bundan sonra bana perdeler açıldı. “Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur. Senin sırrın be­nim sırrımdır. Seni seven beni sever. Senden tövbe eden ben­den tövbe et- miştir. Var git ümmetimi tarîkine, yoluna dâvet et.” buyurdu. Bunun üze- rine ben; “Ey dedem! Benim tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var mıdır? Bunları bildirin de insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet etsinler.” dedim. O zaman Peygamber efendimiz; “Ey oğlum! Bu yola girene ne vereyim.” buyurdu. Ben yirmi üç şey istedim ve; “Eğer Allahü teâlâ kabûl buyurursa, bana bildiril­sin.” dedim. Âniden dedemin sağında duran Cebrâil aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ selâm ediyor. Dostum Ali, ta­le­beleri ve tarîkine girenler hakkında ne dilerse ona ihsân ettim, buyurdu.” dedi. Bunları duyunca dedem sevincinden tebessüm etti.

Ali Semerkandî hazretlerine ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve talebeleri dünyâda nâmerde muhtâc olmasın, 2) Şeytan şer­rinden, kötülüğünden emin olsunlar, 3) Şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4) Zâlimlerin şerrinden emin olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin ol­sunlar, 6) Düşmanın hîlesinden muhâfaza olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılma­sınlar, 8) Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar, 9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında makbûl olup, kıyâmet gününde yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara ibâdet ve tâatın lezzetini versin, 11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan şerrinden muhâfaza ol­sunlar, 12) Sıdk ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın, 13) Âi­lesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yo­luna girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu yola fakir bir kimse gi­rerse, kimseye muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur. Zengin bir kimse girerse, Allahü teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son nefesinde kevser şara­bını içip, dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet’e kanmış o- larak girer, 17) Bu yola giren kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur, 18) Kabirde Münker ve Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından kurtulur, 20) Mah­şerde Burak’a binmiş olarak gelir, 21) Kıyâ­met gününün sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd’ın gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet’e hesâbsız ve azâbsız ilk gi­renler ile girer, 23) Peygamberler ve evliyâdan sonra, ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.

Daha sonra Peygamberimiz buyurdu ki: “Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ et.” Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efen­dimizin bu emrine hem çok sevindi, hem de O’ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu için; “Başüs- tüne.” deyip elindeki asâyı Anadolu tara­fına fırlattı. Asâ, Seyyid Alâed- dîn’in bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak, Lârende, Karaman bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle, yanında evliyânın rûhları ile berâber, kısa zamanda Ka­raman’a asâsının düştüğü yere geldi. Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Ka­ramanlıları Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yetiştirmek için gece gündüz deme­den ça­lışmaya başladı.

Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî hazretleri sözleriyle ve halleriyle Allahü teâlânın kullarına ışık oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebe­leri; “Hocam, mürşid kime denir?” diye sordular. Bunun üzerine; “Kitâbul- laha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir.” buyurdu.

Bir de; “Şerîat ilimlerini bilir. Kur’ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Alla- hü teâlânın kitabı ile amel eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâ- met üzere, dosdoğru) olmak lâzımdır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyururlardı ki: “Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır.”

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdik­lerine: “Üstâd; tâliblere tövbe ve istiğfârı ve yolun edeplerini öğ­retmek için lâ­zımdır.” buyururdu.

Evliyânın büyüklerinden Ya’kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ese­rinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâ­retlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; “O peygamberler Allah’ın hidâyetine eriş­tirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü…” (En’âm sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bu­lunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fır­tına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuş­mak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni bek­lemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan il­midir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğ­luna hüccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini ümid ederim. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğu­nuz zaman, sıdk, doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler ve him­metinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz.” buyurdu.

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından kork- tum. Sabah nama­zını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile berâber kıl­dım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz in­sanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiği­miz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun.” buyurdu.

Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi. Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum. İcâzet verdik­leri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıka­cağım zaman; “Sana ta­rîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne eriş­mişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuş­mana sebeb olur.” buyurdu. Ayrıca halî­fesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretle­rinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretle­rinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından son- ra memleketime döndüm.”

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları gafletten uyaran, kendile­rine gel­mesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan birisi şudur: “İnsanlara reh­berlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Kur’ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü ta­savvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah’ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah’ın vârisleridir. Sözle­rinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah’a uyarlar. Yâ Rabbî! O bü­yüklerden feyz almamızı, bereketlen­memizi nasîb eyle. Âmin! Her za­man söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah’a uymakta gevşeklik eden, O’nun sünnet-i seniyyesini terk eden mu­tasavvıf olamaz. Onu Al­lah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görün­mesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mâri­fetler anla­tan sözlerini kendinden bilmeyiniz!”

Yine buyurdular ki: “Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görse­niz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakı­nız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur.”

Konya’da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini’ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ’nın talebele­rinden Muînüddîn Pervâne, hocasını, talebe arka­daşlarını ve Konya’nın ileri ge­len eşrâfını dâvet edip, ziyâfet verdi. Ye­mekten sonra, sohbet için Mevlânâ haz­retlerini dinlemek istiyorlardı. Fa­kat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâ­zıları sohbet bu- yurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine ko­nuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sev­diği Çelebi Hüsâmed- dîn’in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ’ya; “Efendim! Çe­lebi Hüsâ- meddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir ku­sûr mu ettik?” deyince, Mevlânâ da; “Hüsâmeddîn bağdadır.” buyurdu. Bunun üze­rine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kal­karak; “Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın sevdiği, ey canım, ey oğ- lum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn.” buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldik- ten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unu- tamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; “Acabâ hoca- mın, Çelebi Hüsâmeddîn’e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?” diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâ- meddin, Muînüddîn Pervâne’nin kulağına eğilerek; “Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme.” dedi.

İskenderiye’de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâ- cı, tedâvî ol­mak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî ola­rak terbi- ye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez.”

Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nak­letmektedir.

“Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî’nin hizmetinde bulunmakla şe­reflendim.

Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâ- de etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp ya­nıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; “Hâcetin, ihti­yâcın nedir?” diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bu­lundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; “Ey tecrübesiz ço­cuk! Sana ik- râm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşı­sında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum.” Bu olaydan sonra ho­cama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bil­dim.”

Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uy­sun!”

Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarların­dan biri anlatır: “Amcamla berâber Haleb’e gitmiştik. Daha gençtim. Ar­kadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; “İç!” dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâ- m’ı gördüm. Eliyle göğsüme vura­rak! “Kalk ve buradan çık!” dedi. Yük- sekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzüm­den kan akmaya başladı. Amcamın yanına dön­düm. Bana; “Bunu kim yaptı?” diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; “Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd ol­sun.” dedi.”

Anadolu’da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) haz­retleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söyle­miş, ondan iftihârla bah­setmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:

“Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okut­maya mezûnuz. Mesâbih’in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimle­rini öğret­mekte seni me’zûn kıldım.”

“Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde ar­zusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır.”

“Molla! Ben Fakîrullah’ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim.”

“Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin.”

“Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhab­betimiz içinsin.”

“Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin.”

“Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne ya­parsan kabûlümdür.”

“Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir.”

“Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, se­nin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve so­nunu hayır eylesin.”

“Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvar­dım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ede­rim.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazret­leri yüksek hocaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ta­rafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâlib- lere ilim ve feyz kay­nağı olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı ol- maktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn’in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn’den feyz almakta, sohbetinde bu­lunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm’ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istedikle­rini arz ettiler. O da Kerîmüddîn’i çağıra­rak; “Bunları büyükler yoluna al­dınız mı? Almadınız mı?” diye sordular. Kerîmüddîn; “Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştır­dım.” diye arz edince, İmâ- m-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; “Benim dilim, Şeyh Kerî- müddîn’in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz.” buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn’e verdi.

Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerine, “Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?” deni­lince şöyle buyurdu: “Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birin­cisi; halkla sohbe­tidir. Bu sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğ­renmeleri için onlara ibâ­det ve muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bah­setmelidir. İkincisi; dostlar ve sev­gililerle olan sohbettir. Bunda daha zi­yâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mü- câhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü; talebe­lerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret edilip, hal çâreleri gösteri­lir.”

Horasan’ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günah­kâr, serserî, hırsız, bid’at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine ben­zetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer.”

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbe­tinde buyurdular ki: “Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur’ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir.”

Anadolu’da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rah- metullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi gör­meyi tercih ederdi. Yemeğini kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok te­miz idi. Geceleri ibâdetle geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder- di. Zengin, fakir herkese aynı davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde, ziyâretine giderek nasîhat is­tedi. Ona buyurdu ki:

“İrfan ehli kimselerin, zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi ol­maması lâzımdır. Zamânımızda tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni dinsizliği birbirinden herkes ayı­ramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et. Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudû­dunu gözeten, emirleri ve yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı, dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uy­maktır. Tarîkat ve hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed’in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının hü­kümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kim­senin, İslâmi- yetin emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile gör­sen onu hemen terket.”

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: “Ben hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı A’zam hazretlerinin yanında iken, an­nem çıka geldi ve; “Ey oğlum! Sen onunla bir değilsin, onun ekmeği piş­miş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın” dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı A’zam talebesi arasında beni göremeyince ça­ğırttı ve; “Seni bizden ayı­ran sebep nedir?” buyurdu. Ben de; “Geçim sıkıntısı efendim.” dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan bir­çok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; “Bun­ları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma.” buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arzetmeden tekrar ve­rirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksa­dıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve karşılıklar versin.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: “Bir gün, Dekken yolculuğun­dan dönmüş­tüm. Hazret-i Hâce’yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm et­tim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultâ­nının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek ho­cam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend’e gitmesine izin verdi. Bütün tale­belerinin de hazret-i İmâm’la Serhend’e gitmelerini ve ondan istifâde edip iler­lemelerini emretti. Sâ­dece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzû­runa çağırıp; “Serhend’e gitme hazırlığını yaptın mı?” buyurdu. Hâlim yukarıda arz et­tiğim gibi olunca, Serhend’e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek iste­memem üzerine hazret-i Hâce celâllendi ve; “Sen ve senin gibiler, onu nasıl ta­nıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz” buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bil­miyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: “Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kar­deşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyor­san, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâ­dan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyo­rum. Dedikle­rimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend’e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır.”

Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanla­rına çağırıp; “Geri dön! Hazret-i Hâce’nin hizmet ve huzûruna git! Ser- hend senin evindir, ama henüz Serhend’e gitme vaktin gelmedi” bu­yurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah’ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce’nin vefâtında ya­nın- da idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve ba­şıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yo­lunda çalışıp ilerlemenin hakî- katını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bu­lu­nup, onların yoluna devâm etmem idi.”

Anadolu’da yetişen ve Anadolu’yu aydınlatan evliyânın meşhurların­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında alışveriş işlerini gören Ali Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye düşünmüştü. Bir gün huzû­runa girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan hocası Mustafa Sâfî hazretleri; “Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân buyurmuştur. Sen oku!” buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde en yük­sek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar oku­yup tahsîlini tamamladı, âlim oldu.

Mustafa Sâfî Efendi hazretleri son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçi­rirdi. O derece tevâzû sâhibi idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk ara­sına fazla çıkmazdı. Talebelerine o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez zannederdi. Talebeleri gördük­leri rüyâları arzettiklerinde; “Var çalış bunlar bir şey değildir.” der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi. Tale­belerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini incit­mez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir medhedilirdi. Sohbetine ge­lenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.

Âdetleri şöyle idi ki; her sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler an­latırdı. Şöyle buyururdu: “Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğre­nebilir. Lâkin tasavvuf ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez. İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek iste­yen kimse, gevşekliğe dü­şer, tasavvuftan tad alamaz.

Hindistan’da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâ­zet ve hilâfet aldıktan sonra, talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl’e gitti. Vazifeye başladığı sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki: “Her nerede bulunursanız bulunu­nuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz. Mübârek olsun! Bu fa­kîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın. Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir. Dervişlik, gönlünü toparlayıp, kul oldu­ğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık getirme­mek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle geçir­mektir. Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şük­rünü yapmak ancak şöyle olabilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O’nun râzı olduğu şeye sarfetmektir” buyur­muştur.

İstenmediği hâlde, Allahü teâlâ tarafından maddî bir nîmet gelirse, bunu ka­bûl etmeli, sıkılmamalıdır. Çünkü istenmeden gelen şeyler te­vekkülü bozmaz. Hele bu zamanda gönül dağınıklığını giderir. Fakat, maddî şeylere gönül ver­memenin elbette mühim şart olduğu unutulma­malıdır. Tevekkül, gönül huzû­runu temin eder. Tasavvuf ehlinin sermâ­yesi de işte bu gönül huzûrudur. Allahü teâlâ Resûlullah’ın sünnet-i seni- yyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi et­mez.

Bu mübârek yolu öğretmekle, bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz. Vakitlerinizi bunlara sarfetmenin, size dünyâ ve âhiret saâdetlerini te­min edeceğini iyi biliniz. Her sabah büyük âlimlerin isimle­rini söyleyiniz, etrâ­fınızda bulunanlara da böyle yapmalarını, duâ eder­ken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek duâ etmelerini söyleyiniz.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümidli olunuz ve O’ndan gayrısından bir şey beklemeyiniz. Çevrenizde dinsizlerin çıkardıkları fitnelerden en­dişe etmeyiniz. Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ benim dostlarımı za­rara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördün­cüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Mu- hammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu sey­retti. Yanında bulunan tale­beleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgul olanları seyretme- sinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp bu­yurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun soh­betinin bere­ketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşa­caktır. Onu, bulundu­ğumuz yola bağlamak istiyorum.”

Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup de­ğişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî’den beş fersah (30 km kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmas’a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde ke­mâle ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Ho­cası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazifesi yaptı. İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklan- masını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağla­yan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiş­tirdi.

Seyyid Emîr Külâl hazretleri bir gün, talebeleri ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söyle­meden oturdu. Orada bulunananlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emîr Külâl hazretleri ona bakıp; “Tamâm oldu mu?” dedi. Gelen genç de; “Bir açıklık kalmıştı, o da ta­mamlandı.” dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söyle­meden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunan­lardan bir kısmı, gencin yanına ko­şup, yakalayıp konuşmak istediler. “Sen kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsâade isteme­din. Emîr Külâl’e; “Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı.” dedin. Bu hâlin ne ve bu sözün mânâsı nedir? Bunları bize açıkla ve kendini ta­nıt.” dediler. Bunun üzerine genç, “Ben, Rûm vilâyetindenim ve Emîr Külâl’in talebele­rindenim. Bizim memleketimizde bir câmi yapılıyordu ve bu câmi inşâsı ile Emîr Külâl hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Câmi tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim.” dedi. Bunları dinleyince, çok şaşırıp; “Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyârına gitmedi.” dediler. Gelen genç; “Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kıla­rım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır.” dedi. “Peki girince neden selâm vermedin ve gi­derken neden izin istemedin?” dediklerinde; “Bunları kalben söyledi.” dedi. Ayrılırken de; “Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Emîr Külâl hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhûr ve daha çok tanınıp sevilmiştir.” dedi. Bunları dinle­yen ta­lebeleri, Emîr Külâl hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Şirvan Sultanı Kara Halil’in akrabâsı idi. Sultan ona bey- lik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed Rukiyye’nin sohbetlerine de­vâm etti. Sonra da evliyânın büyükle­rinden Dede Ömer Rûşenî’nin tale­besi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilim­leri öğrenip icâzet aldı.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsâ­nına ka­vuşarak, Levh-i mahfûz ona gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip so­rardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlim­ler onu görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd’ın bütün evlâdı ve torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddîn- zâde onun torunlarındandır.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı mesele­leri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fa­kat bu mese­leyi şöyle bilirim.” diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ede­rek yanından ayrılırdı.

Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olma­mıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi konuşmaz; “O üm- mî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabi­lir? Doğru yolu nasıl göstere­bilir?” derdi. Şâh Kubâd’a, Abdülmecîd Efendi- nin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; “Keşf ve kerâmet, hâri­kâlar riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâ­zım olan mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi Abdülmecîd’i irşâd edelim.” buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun kulağına eğilip; “Yâ Allah!” dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal kapladı. Kendinden geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha döndü. Abdülmecîd Efendi, uzun müd­det o halde kaldıktan sonra kendine geldi. Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini gö­rünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dedi­ğinde; “Molla Abdülmecîd’dir.” ce­vâbını verdi. Şâh Kubâd; “Burası medrese değildir. Sen müftî bir adam­sın. Biz ise ümmî bir kişiyiz.” dedi ve kapıyı aç­madı. Bir müddet geçtik­ten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da; “Şeyh Abdülmecîd.” cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine; “Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.” dedi. Şeyh Abdülmecîd çâresiz kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapıyı açtı. Şeyh Abdülmecîd’i içeri alıp, kendisini kabûl etti. Şeyh Abdülmecîd bir müddet Şâh Kubâd’ın yanında yetişip icâzet aldı.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, ho­cası Ab­dullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: “Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübâ­rek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektu­bunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi al­dım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yay­madaki gayretinizi arttırsın, in­sanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla ya­nıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de siz­den hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka ka­vuş­masına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları mecli- si­nizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden sec­deye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz za­manlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı ara­yanları da kendi yoluna, dînine kavuş­tursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilik- leri size de versin. Size ve yanı­nızdakilere selâm ederim.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; “Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstün­lük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşa­cak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” dedi. Talebelerinden bâ­zıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra mem­leketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kal­binde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu ne­den kabûl etme­diğinin hikmetini anladılar.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında ha­ram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; “Ne yapı­yorsun?” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine ge­lip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” bu­yurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece ka­ranlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çek­meğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sa­bahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bun­dan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yu­karı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.

Büyük velîlerden Abdülbâki Efendi; Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin şu sözlerini dilinden düşürmezdi:

 

Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz

Resûlün cemâlin göreyim dersen

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

 

Niceler gittiler mürşid arayı

Arayanlar buldu derde devâyı

Bir kez okur isen akdan karayı

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

 

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:

 

Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,

Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,

Nice yıllar sa’y ile eremediği menzillere,

Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.

 

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin bü­yüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazret­leri meşhur dîvâ­nında şöyle anlatmıştır: “Mübârek hocam karanlık ufuk­ları aydınlatıp, mahlû­kâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesîle oldu.

O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defî­nesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.

O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.

O, Dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardım­cısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.

O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkla­rın gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.

O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.

O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yol­dan giderse, sen o kimseye; “Ey emsâllerine rehber olan zât!” diye hitâb et.

Nefs hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, tevec­cühle nefsinin elinden kurtarmıştır.

Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mâ­rifetler­den mahrûm kalmıştır.

Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.

O, noksan olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehli­nin de noksanını tamamlayandır.

Şânı yüce Allahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında giz­lemiştir.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mür- şid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini gör- mek ve sohbetine ka­vuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların gü­zel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti lâyı­kıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bil­melidir.”

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Seyyid Abdullah-ı Şemdînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük â- lim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müced- didî, Hâlidî kolunun önde gelen temsilcisidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî’nin amca­sıdır.

Şemdinli’de dünyâya gelen asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Şemdînî, küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamâ­nının usû­lüne göre ilk tahsîlini gördükten sonra, Irak’ın Süleymâniye bel­desine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgûl iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tah­sîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan ta­savvufa karşı alâka duymaya başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştire­cek bir reh­ber, yol gösterici aradılar.

Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zât­tan ala­cağı mânevî feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını ka­rarlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zâtı ta­nımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta olacaktı.

Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî aldığı bâzı mânevî işâretler üzerine Hindistan’a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şem- dînî de onunla git­mek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ona; “Ben gideyim, oradan alıp ge­tirdiklerime ortağız.” dedi. Nihâyet Hindis­tan’a gitmek üzere Süleymâniye’den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolcu- luktan sonra Hindistan’a ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak ol­duğu fazîlet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâ­lık de­recesine yük- seldi. Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, in- sanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle ola­bilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hoca­sının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağ- dâd’a gönderildi.

Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd’da feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.

Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd’da kaldıktan sonra Süleymâniye’ye dönen Mevlânâ Hâ- lid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ’nın Hindistan’da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebe­liğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyâ- lık güneşinin sohbetlerine de­vâm etmeye başladı. Onun önde ge­len ta- lebelerinden oldu. Bâzı hasetçi ve in­kârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötüle­meye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yo­lunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendi­sinde bulunan asâlet ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretle- rinin talebe yetiştirmek husûsundaki mahâretinin birleşmesiyle kısa za­manda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mev- lanâ haz­retlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, kardeşi Seyyid Ahmed Gey- lânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’yi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağ- dâdî’nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara, Bağdâd’a gitti. Bu sırada Ab­dullah-ı Şemdînî talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye’ye dönen Mevlânâ hazretleri, in­sanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gön­derdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî’yi de Şemdinli’ye gön­derdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına yer­leşti. Nehrî’de medrese, tekke ve zâviyeler yaptıra­rak talebe yetiştirmeye baş­ladı. Türkiye, İran ve Irak’ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendi­mizden bu yana, evliyânın ve İslâm âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aşîretler üze­rinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aşîretlere, an­layacakları şe­kilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola kavuş­malarına vesîle oldu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onun hakkında Seyyid Tâhâ-i Hakkâ­rî’ye; “Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusûr yok­tur. Yalnız ku­sûru, onun münkiri yâni karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır.” buyurdu.

Yine buyurdu ki:

“Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün tutmayınız.” Es- hâbı; “Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?” diye arz ettikle­rinde; “Onlar şehzâdelerdir. Pâdişâh olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgûl olan ve böyle yüksek bir vazîfenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, şah olacak şehzâdeden üstün olabilir mi?” buyurdular.

Berdesûr kasabasında bir medrese yapıp, müderrislik yapan ve me­zunlar vermeye başlayan yeğeni Seyyid Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsında kendisine tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; “Bir gün inşâallah o da olur.” der ve kendi kendine; “Pey­gamberlerin, âlimlerin ve evliyânın hep düşmanları, hasetçileri, sevmi- yenleri olmuştur. Amcam, dedikleri gibi büyük evliyâdan olsa, mu­hakkak hasetçisi, düşmanı, çekemeyeni olurdu. Hele bu âhir zamanda ve kıyâmetin yaklaştığı, hakîkatın unutulup, bid’atin revâc bulduğu böyle bir devranda acaba niçin hiç büyüklüğünü inkâr eden düş­manı yoktur?” diye düşünürdü. Bir gün Berdesûr’da çarşıda birisinin, amcasının aley­hinde konuştuğunu gördü. Bunun üzerine; “Sevmeyeni, kabûl etmeyeni ol­duğuna göre, evliyâdandır.” deyip, Nehrî’ye geldi. Amcasına teslîm olup, bir müddet istifâde etti. Sonra Mevlânâ’nın dâveti üzerine Bağdâd’a gitti, orada ke­mâle geldi.

Ömrünü ilim tahsîl etmeye, İslâmiyeti öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pekçok kerâmetleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdînî hazretleri H.1228 senesinde Şemdinli’nin Nehrî kasabasında vefât etti.

Hindistan evliyâsından Abdullah-ı Şüttârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsinin isteklerini yapmamakta çok azimli oldu­ğundan hocası tarafından “Şüttâr” lakabı verildi. Şeyh Muhammed Ârif, tasavvuf yo­lunda iyi bir şekilde yetişen Abdullah-ı Şüttârî’yi; icâzet, dip­loma vererek, halka doğru yolu göstermesi için Hindistan’a gönderdi ve; “Vardığın yerde şeyhlik yapanlara şöyle söyle: “Sâhib olduğunuz ilimden beni faydalandırınız. Bu hu­susta bana cömerdlik ediniz. Eğer bana vere­cek bir şeyiniz yoksa, ben sâhib ol­duğum ilmi sizden esirgemem.” bu­yurdu.

Hindistan’a gitmek üzere yola çıkan Abdullah-ı Şüttârî ilk olarak Ban- kipûr şehrine uğradı. Burada yaşayan velî zâtlardan Şeyh Mahdûm Hü- sâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Şâh Seyyid bir yerde oturmuş soh­bet ediyorlardı. Abdullah-ı Şüttârî’nin geldiğini duyunca, Şeyh Hüsâmeddîn; “Şeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduğumuz­dan onu zi- yârete gitmemiz münâsib olanıdır.” dedi ve yola çıktılar. Onla­rın geldiğini haber alan Şüttârî misâfirlerini çadırın dışına çıkıp karşıladı. Şeyh Abdul- lah onlara; “Bana bir şey lutfedin, ben Hakkın tâlibiyim. Yoksa ben hoca- larımdan öğrendiklerimi size anlatmaya hazırım.” dedi. Şeyh Hüsâmed- dîn tam bir tevâzû ile; “Bir şeyim yok ki, bu hususta sana bir şey vere- yim. Hocalarımdan öğrendiklerimin henüz mütâlaasını bitir­medim. Fakat sizden bir şeyler öğrenmek isterim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah-ı Şüt- târî; “Elhamdülillah Hindistan’da kâmil bir ârif gördüm.” dedi.

Abdullah-ı Şüttârî, daha sonra yoluna devâm ederek Canpûr şehrine gitti. Orada meşhûr oldu. Devlet ricâli ve birçok ilim tâliplisi sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı Şüttârî’nin bir kösü, büyük davulu vardı. Ona vurup; “Hakkı, talep eden, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyen var mı gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim.” diye seslenirdi. Mecliste otur­duğu zaman etrafına bakındık­tan sonra; “Burada ilim talebesi olan, kalbi şüphelilerle dolu kimseler var. Bir şeyler anlatmak için, inanmak lazımdır. Bu olmadan olmaz.” buyururdu.

Bir gün Sultan İbrâhim Şarkî, Abdullah-ı Şüttârî’nin huzuruna geldi ve; “Duyduğuma göre siz Hakk’a çağırma, Hakk’a ulaşmak için rehberlik dâvâsında bulunuyormuşsunuz? Niçin bana da bir şey göstermiyorsu­nuz?” diye sorunca; “Allahü teâlâ herkesi bir iş için yaratmıştır. Siz salta­nat, idârecilik işleri ile uğ­raşınız. Halkın fayda görmesi size bağlıdır.” dedi. Bunun üzerine Sultan; “Başka birine tasarrufta bulunun.” deyince, Şeyh Abdullah; “Kabûl edecek cevher la­zımdır.” dedi. Sultan; “Burada bu kadar insan var. İçlerinden birinde de mi bu cevher yok?” diye so­runca Abdullah-ı Şüttârî’yi bir hâl kapladı. Sultanın arka­sında duran bir gence teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra bu genç bütün işini bırakıp Abdullah-ı Şüttârî’ye talebe oldu.

Abdullah-ı Şüttârî daha sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultanı başşehir Mend’de ona bir ev tahsis etti. Burada sakin ve sessiz bir şe­kilde halkı Allahü teâlânın emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmaya dâvet etti.

Talebe olmak için birisi huzuruna gelince akıl ve uyanıklık bakımın­dan de­recesini ölçmek için ona katıklı ekmek gönderir, ekmeği katıkla beraber mi yi­yor, yoksa birisi kalıyor mu diye tâkib için de birini vazîfe­lendirirdi. Eğer bera­ber yediği görülürse, bunu onun firâset ve akıllılığına, uyanıklılığına işâret sa­yar, ona kalb ile yapacağı vazîfeler verirdi. Yok, birini yiyip, diğerini bıraktığı görülürse, onun bu işte kuvvetinin azlığına işâret sayarak zâhirle alâkalı kolay yapabileceği vazîfeler verirdi.

Anadolu’da yetişen büyük âlim ve velîlerden, Abdurrahmân Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi tasavvuf yo­lunda da ilerleyip kemâle gelmiş, Kâdirî ve Çeştî kollarında irşâd sâhibi, zamanının mürşid-i kâmili olmuştu.

Medresesinde talebe yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüz­lerce hak âşığı huzûruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bere­ketli feyzlerine kavuştular.

Seyyid Abdurrahmân’ın ömrü, zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs’taki ve Hoşab’daki medrese ve dergâhı dolup taştı. İstanbul, Hi­câz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen meseleler Abdurrah- mân hazretlerine geti­rilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd, yol gösterici nûruyla aydınlan­mıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Han o- na çok hürmet gösterir, duâsını ister, husûsî hediyelerle selâmlarını gön- derirdi.

Seyyid Abdurrahmân her sene üç-beş ay o havâliyi dolaşır, Vâz ü nasîhat ve irşâdla, halka İslâmın esaslarını anlatır, bilhassa bozuk mez­hep ehline karşı hısn-ı hasîn (sağlam kale) vazîfesi görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onların olduğu bölgede bozuk îtikâdlı kimse bulunmazdı. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlı Devle­tine hizmetleri bey ve paşalardan az de­ğildi. Hatta hizmetleri kalıcı oldu­ğundan daha çoktu denilebilir.

Evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu: “Kulun dü- şüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan u- zaklaşmış olur.”

“İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanıma­dıkça, ilâhî mârifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanı­maz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez.”

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîle­rinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri­nin talebele­rinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: Tahsîlimi İstanbul’da yaptım. Arabî ve Fâ­risî’yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendi­sine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Soh­bete başladı. Hemen sonra sandal­yede oturmaktan hayâ edip, yere in­dim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakı­nında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekil­dim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Ne­rede ise kapı­dan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm’i görünce ancak talebe ola­cağımı anladım ve talebelerime:

“Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine ya­pışmak­tan başka işim kalmadı.” dedim. O büyük zâta talebe olmakla şe­reflendim.

Evliyânın büyüklerinden olan Abdülhamîd Şirvânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) Mekke-i mükerremede talebelere ders okutmakta iken Hin­distan’dan hic­ret ederek Mekke-i mükerremeye gelen Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretlerinin soh­betlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, kendisinin yetişmesi için ders okutmayı terkedip, o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd’in sohbetlerini hiç bırak­madı. Onun pekçok iltifât ve teveccühle­rine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdül- hamîd Şirvânî’yi oğlu Muhammed Mazhar’a ha­vâle etti. O da, emir ba- basından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd’in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.

Ahmed Sa’îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar’ın sohbet­lerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağ­landı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan ayrılma­yıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra Muhammed Mazhar; “Elham­dülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî’yi kabûl ettiler.” bu­yurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; “Mevlanâ Abdül- hamîd’e icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat daha zamânı vardır. Müceddi- diyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O’nu anmak ve diğer vazîfelere de­vâm etmektir.” buyurdular.

Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar’ın bu sözlerini dik­katle dinliyordu. Ayrılacakları zaman hocasına; “Bizi duâ ve teveccühü­nüzden eksik etmeyiniz efendim.” dedi. Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.

Hindistan evlîyasından Abdülhay hazretlerine hocası İmâm-ı Rab­bânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri icâzet, diploma vererek Abdül- hay’ı, insan­lara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onları ter- biye edip yetiştir­mek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve; “Şeyh Hamîd-i Bingâlî’ye gitmek is­tiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte bulununuz.” buyurdu. Abdülhay; “Peki efendim.” diyerek hu­zurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; “Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun.” diye dü­şündü. Sonra da; “Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değil­dir. Ho­camın bu emrinde mutlaka bir hikmet vardır.” dedi.

Şeyh Hamîd Bingâlî’nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ik­râmda bu­lundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: “Bizim yolu­muzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sev­mektir.” Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?” diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve cevap olarak: “Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur.” (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermekte­dir.” dedi.

Bunun üzerine Şeyh Hamîd söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen hocasının hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini an­ladı. De­mek ki hocası onu, Şeyh Hamîd’in bu şüphesini gidermek için göndermişti.

Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şirvân yöresinde ders verirken Tokat’ta tasavvuf ate­şiyle yanan ve sonradan Kara Şems diye meşhur olan Şemseddîn Ah- med Sivasî ismindeki genç, Şeyh Mustafa Kirbâsî hazretlerinin huzû­runa vararak kendisine talebe ol­mak isteğini bildirir. Şeyh Mustafa Kirbâsî bu sırada yüz yaşını geçmiş du­rumda olduğundan ona şöyle bu­yurur:

“Evlâdım sen gençsin; ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzet çek­meye, nefsin istemediklerini yapmaya tâkatim ve kuvvetim yoktur. Senin terbiyen ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen Cenâb-ı Hak mürşidini ayağına gönderir. Bekle bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gele­cektir.”

Kara Şems altı ay sonrasını şöyle anlatır:

Hocamın sözlerinden sonra Zile’ye giderek altı ay daha ilim öğret­mekle meşgûl oldum. Altı ay sonra Tokat’a döndüğümde Abdülmecîd Şirvânî adlı bir zâtın şehre geldiğini duydum. Derhal huzurlarına gittim. Beni gördüklerinde:

“Ey Kara Şems! Benim Allahü teâlânın emri ve Sevgili Peygamberi­mizin işâreti ile kendi memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip; dağ, tepe ve bel­deleri aşıp gelmem sâdece seni mânevî ilimlerde ilerletme ve terbiye içindir.” buyurdular.

Abdülmecîd Şirvânî hazretleri talebelerine âhirette pişmân olmama­ları ve istenmeyen durumlarla karşılaşmamaları için devamlı nasîhat­lerde bulunurdu. Bu hususta şöyle buyururdu: “Maksada ulaşmak ve kurtuluşa erişmek iki şe­kilde olur.

Birisi Cennet’te, Cennet’in yüksek derecelerine kavuşmaktır. Bu, se­çilmiş kimselerin hâlidir. Diğeri ise, zamansız ve mekânsız, nasıl olacağı bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmektir. Bunu el- de edebilmek için şu dört sebep vardır: 1) Îmân. 2) Takvâ. Mürşid-i kâ- milin yetişmiş ve yetiş­tirebilen rehberin işâreti ile nefsle mücâdele ya­pı- larak ahlâk güzelleştirilir. Gü­nahlardan tamâmen sakınılır. Allahü teâlâ- dan başka her şeyden tamâmen yüz çevrilir. 3) Allahü teâlâya ka­vuşmak için vesîle aramaktır. Birinci vesîle; Mürşid-i kâmilin terbiyesinde olma- ktır. İkinci vesîle; hoca, talebesini Resûlullah efendimize ulaştırıp, irtibâ- tını temin etmesidir. Bu iki vesîle ile, îmânın ve takvânın kemâline erilir. İslâmın bütün emir ve yasaklarına ve tasav­vuf yolunun bütün âdâblarına uyulur. Böylece talebede mârifetullah, muhabbet, sevgi hâsıl olur. 4) Al- lah yolunda cihâd.”

Yine buyurmuşlardır ki: “İblisin en mühim işi talebe ile hoca arasında so­ğukluk meydana getirmektir. Böylece talebe, dünyâda ve âhirette hüs­rana uğra­yarak bedbaht olur. Bu durumda sâdık talebenin ilacı sevgi ile hocasına bağlılı­ğını yenileyip, aradaki soğukluğu gidermek ve ona tam teslim olmaktır. Böylece şeytanın vesvesesini yıkmak, dünyâ ve âhiret saadetine kavuşmak nasîb olur.”

“Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid talebesini alçak dünyâ için kı­zıp azarlamaz. Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın onların ya­nında sivrisinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Onlar talebede gördükleri bozuk ve uygun olmayan hallere kızarlar. Kısaca kızmaları, dînin emirlerine uymakta ve tasavvuf yolundaki edeplerde olan kusurları sebebiyledir.”

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri, bir rehbere tâbi olmayanın hâlini şöyle dile getirmiştir: “Biz sı­radan kimse değiliz, zamânın müftülerindeniz. Buna rağmen bir mürşid-i kâmilin eli­mizden tutması lâzım (buna ihtiyacımız var)…”

“İki gözü kördür yine de bir rehbere tâbi olmuyor. Kör rehbersiz ola­rak Kâ­be’yi her ne kadar tavâf etse de Hacer-ül-esvedi göremez (mak­sadına kavuşa­maz).”

“Câhil kimse her ne kadar iyilere özense bile rehbersiz olduğu için, merke­bin gül ile kangal dikenini fark etmediği gibi fark etmez.”

“Anka kuşu görülmez ki ona tuzak kuruyorsun. Ona kurduğun bütün tu­zaklar boşa gidecek. Seher vaktinde herkes bir şeyler taleb ederek geldi. Bâzı­ları gül, bâzıları sümbül, bâzıları da zülüfler için gelmiştiler. Seher vaktinde elimizi tutup mahbûbun seyrine götürürler. Rakip haset­ten derhal titredi ve sıt­maya tutuldu. Tuzakların arkasındaki keklik, öte­rek diğer keklikleri tuzağa dü­şürmek isterken, şahin onu gâfil avladı ve kaptı.”

“Üstadımız, rehberimiz bize sabrın meyvesinin tatlı olduğunu haber verdi. Biz meyveye kavuşmak için sabrın acılığına, kalbimizdeki dertlere katlandık. Mahbûbumuzun vurduğu her neşter ve dikenin herbirini der­dimize şifâ olarak kabûl ettik.”

“Altın ve gümüş insanların çoğunun kalbini çeker! Bizim kalbimiz ise Allahü teâlânın muhabbetine çekilir. Altın, gümüş bizim kalbimize ne ya­pabi­lir.”

“Dünyânın denî (alçak) dinarına (parasına) kendini ucuza satma! Yû­suf aleyhisselâmı ucuza satanlar zarar ettiler!”

“Eğer mürit (talebe) sabırlı olursa himmetten mahrum kalmaz. Zîrâ rehberi onun hallerini bilmekte ve görmektedir.”

“Bir eserin meydana gelmesi için onu yapacak birine ihtiyaç vardır. Demirci olmazsa körük neye yarar. Maksadın hâsıl olması için bir imka­nın bulunması lazımdır. Herşeyin bir erbabı var. Altını ehli çıkarır. Eğer kâbiliyet olmazsa üs­tadın hikmeti ne yapabilir. Eğer cevher iyi değilse işleyen ne yapabilir…”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Şöyle anlattı. “İrşâd işine giren bir kimseye gerekir ki: Önce mürîdin, talebenin yetene­ğini, kâbiliye­tini bile… Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yete­neğine göre onu ye­tiştirir. Bu bakımdan mürîd (talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetişti­ricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşîd olan zât da, mürî­din kâbiliyeti nisbetinde ona zikir tel­kini yapar.”

Ali Râmitenî hazretleri buyurdular ki: “Hallâc-ı Mansûr zamânında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdâd edip, tasavvufun en yüksek ma­kamlarına çıkarır idi. Hallâc-ı Mansûr da o hâllere düşmezdi.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri; Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O’ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebe­sine her çağırdığında; “Yav­rum ismin nedir?” diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bu­lunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâ­sında ismimi sormanızın hikme­tini anlıyamadım.” Bâyezîd-i Bistamî; “Evlâdım, kusura bakma. Her de­fâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kal­bime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O’ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyo­rum. Sen hiç üzülme.” buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinde beğen­mediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; “Bu zavallı benim yüzüm­den bu belâya düştü.” derdi.

Hindistan’ın büyük velîlerinden Ebü’l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları benlik ve ucub, kendini beğenme girdâbından çekerdi. Buyururdu ki: “Kötü ah­lâk yok olmadıkça kalp kemâle gelmez.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin, hocası Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri vefâtından kırk gün evvel, Dehlî’den âcilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu ha­ber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Bir gün Hâce Muînüddîn talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç gün sonra bu dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Bu söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenle­rin üzerine bir üzüntü bulutu ola­rak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sence- rî’ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî’nin Dehli’de bulunmasını, oraya gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîl tâyin et­tim. Bi­zim Çeştî hâcegânının (Çeştîyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetle­rini, bunlara mahsus bâzı eşyâyı ona verdim.” buyurdu ve Hâce Kutbüddîn’e hitâben; “Senin yerin Dehlî’dir.” buyurdu.

Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Deh- lî’ye git­mek üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman, hocamın huzû­runa çık- tım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hoca- sı Osman Hârûnî’nin âsasını, kendi okuduğu Kur’ân-ı kerîmi, seccâdesi- ni, nalınlarını verdi ve sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Os­man Hârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi bunları sana veriyo- rum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emâ­netleri ta­şıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bun­lara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim etti­ğim için, kı- yâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullah’ın ve bu emâneti biz­lere ulaştı- ran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum.” bu­yurdu. Bun- dan sonra, Hâce Kutbüddîn bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliy- yetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü telâya niyâz ile iki rekat namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Sonra Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; “Kendimde bulu- nan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, kendimin bulunduğu merte­beye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya e- mânet ediyorum dedi

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak El-Vâkıdî der ki; “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazla­rın- da bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mes­cide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.” İmâm-ı Mâlik’in ha- dîs-i şerîf dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri yâni fetvâ iş- leri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da so­rulan meselelere fetvâ vermek için a- yırırdı. Derslerini evinde vermeye başla­dıktan sonra evinde ders için ge- lenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gâyet gü- zel bir kıyâfetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içeri­sinde derse ge- lenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı ya­kılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hariç, diğer za­manda, Medî- neliler­den isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri ta­mamen evinde vermeye baş­layınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelen­leri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabûl eder, bunlara hadîs rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasan bin Rebî’ der ki: “Bir defâsında İmâm-ı Mâlik’in kapı- sında idim, onun çağırıcısı önce Hicaz­lılar içeri gir­sinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en son ben olurdum. Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd da aramızda idi.” İmâm-ı Mâlik derslerinde va­kar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl eden- ler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle de­diğini nakleder: “İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sı­rasında kendilerini mizâhtan u- zak tut­maları gerekir. Gülmemek ve sâ­dece tebessüm etmek, âlimin uy- ması gereken âdâbdandır.”

Yine bir talebesi şöyle der: “İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Ha­dîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de onu tanımıyorduk.”

Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde ictihât derecesinde âlim olan Mâlik bin Enes hazretleri elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek sûretiyle, in­sanların müşkül­lerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.

Anadolu velîlerinden Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin oğlu Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Tillo’ya ge- lişimizin yedinci senesi idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi ismin- de mübârek bir zât, elli iki talebesiyle hac­dan geldi. Öğleye yakın ho- camız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzû­runa girdiler. Ali Efendi içeriye gi­rince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah’a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzur­dan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşma­dan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Ak­şam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık aldı. Babam, Ali Efen­diye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ etti­ler. Sabahleyin yine ho­camızın huzûru ile şe- reflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocamız da ayağa kal­kıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp konuş- madan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip elini öptük, atına bin­direrek, Tillo’dan çıkıncaya kadar arkasından gidip uğurladık. Orada bi- zimle vedâlaştı ve talebele­riyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! Bu nasıl misâfir­dir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuş- tur?” dedim. Babam; “Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ dedi ki: “Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâ- hirde bilinmeyen velîler ile mânevî meclis­lerde görüştüm. Ancak bu mü- bârek zâtın, cümlesinden üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâ- mında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-ı şerî- fini Allahü teâlânın aşkı yak­mıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah haz- retlerinin mübârek yüzünü gör­düğümde, kendimi onun gönül aynasında bul­dum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum.” Babama; “Bu hiç konuşmayan mi­sâfir, bunları size ne zaman söyledi?” diye sordum. Cevâ­bında; “Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üze­rinde uzun uzun sohbet ettik.” dedi.”

Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerin­den Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri zamânında Mısır’da Ezher Medresesinde Muhammed Râzî isminde âlim bir zât vardı. Fakat tasavvuf yoluyla ilgisi yoktu. Bir gün Muhammed Emin Erbilî hazretleriyle otu­rup sohbet ederlerken, Muhammed Emin Erbilî’ye; “Bu zamanda mürşid-i kâmil yoktur. Kendisinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyenler ise bu zamânın deccalleridir. Eğer sen kendinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyecek olursan, sen sâlih bir kimsesin. Mür- şid-i kâmil olmaktan çok uzaksın.” dedi. Muhammed Emin Erbilî haz­retleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ her zaman yeryüzünde mürşid-i kâmiller bulundurur. Allahü teâlâdan sana zamânın mürşid-i kâmilini gösterme­sini diliyorum.” Sohbetten sonra ayrıldılar. Muhammed Râzî ismindeki o kimse bir gece rüyâsında yüksek ve nûrlu kürsüler üzerinde oturan velî­leri gördü. O zâtların yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Onlara imre­nerek kendi kendine dedi ki: “Bunlar mürşid-i kâmil olan zâtlardır her­hâlde.” Utanarak birisine yak­laştı ve; “Bu zamânın mürşid-i kâmilini bili­yor musun?” diye sordu. O zât da; “Bu zamânın mürşid-i kâmili, şu senin yanında oturan arkadaşındır.” diyerek Muhammed Emin Erbilî hazretle­rini işâret etti. Muhammed Râzî o zâtın işâret ettiği kimsenin yanına gi­dince Muhammed Emin Erbilî hazretlerini gördü. Muhammed Emin Efendiye; “Sen mürşid-i kâmil olan kimselerdensin de ken­dini niçin gizli­yorsun. Beni de meclisine al.” dedi. Muhammed Emin Erbilî haz­retleri; “Şimdi meşgûlüm. Sana hakîkati daha sonra anlatacağım.” buyurdu. Muhammed Râzî uykudan uyandı. Rüyâda gördüklerini düşündü. Ertesi gün, Ezher Medresesinin revaklarında oturan Muhammed Emin Erbilî’yi görüp onun yanına yaklaştı. Fakat Muhammed Emin Erbilî ona yumu­şaklıkla; “Yâ Şeyh sabret. Sana olanları anlatacağım.” buyurdu. Bu söz karşısında şaşkına dönen Muhammed Râzî kendi kendine; “Ben rüyâda gördüklerimi kimseye anlatma­dım.” dedi. O kimse, Muhammed Emin Efendiye; “Ben rüyâmda şöyle şöyle gördüm, fakat onu sana anlatma­dım. Senin, bu zamânın mürşid-i kâmili oldu­ğunu anladım. Beni de zikir meclisine kabûl et.” dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu Bulak’- taki meclisine kabûl etti. Muhammed Râzî ismindeki o zât da ta­savvuf yoluna girip, ilerledi. Muhammed Emin hazretlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu.

Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ders arkadaşlarından Abdülmecîd Efendi şöyle an­latmıştır: “Benim yazım düzgün ve güzel olduğundan hocamız Abdülha- kîm Efendi bana Muhammed Sıddîk’ın hilâfetnâmesini yazdırdı. Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç ilgilenmedi. Muhammed Sıddîk bu durum karşısında herhalde bir kabahatim var diye çok üzüldü. Üzün- tüden başını kaldıramaz olmuştu. Bir gün hocamız Abdülhakîm Efendi bana; “Muhammed Sıddîk’a söyle at hazırdır, yarın atına binsin buradan gitsin.” buyurdu.

Bunun üzerine ertesi gün Muhammed Sıddîk gâyet üzgün bir halde yola çı­kacaktı. Beldenin eşrafı onu uğurlamak için toplandı. Abdülhakîm Efendi haz­retleri ise ona dönüp bakmadı bile. Nihâyet yola çıkıp ayrıldı gitti. Çevkan Su­yunun yanına vardığı sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri onu geri ça­ğırdılar. Koluna girip iki âşık gibi berâber yürüyerek geri geldiler. Birbirlerini çok severlerdi. Herkes onları seyrediyordu. Muhammed Sıddîk’a hilâfetnâmesini verdiler. Tekrar insanlara yaklaştı­lar. Muhammed Sıddîk Efendi sevincinden tebessüm ediyordu. Hocası ona halkın gözleri önünde çok iltifat gösterdi. Sonra onu tekrar uğurlayıp, gönderdi. Ona önce gösterdiği sert muâ­meleye temasla şöyle buyurdu: “Her şeyi tamamdı. Ancak kalbinde Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin oğluyum diye bir nokta vardı. Onu da bu muâmele ile sildik.”

Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdular ki: “İmâm-ı Muham- med hazretleri gibi üstün ahlâk sâhibi, edib ve fakih az bulunur.” Vaktini aslâ boş geçirmezdi. Muhammed ibni Seleme der ki: “İmâm-ı Muham- med her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar, di­ğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi.” Ebû Ubeyd anlatır: “İmâm-ı Muham- med’in yanına gittim. İmâm-ı Şâ­fiî’nin ilme karşı arzusunu gör­düm. İmâ- m-ı Muhammed’e bir suâl sordu, o da cevap verdi. Şâfiî’nin ilme karşı arzusunu görünce kendisine yüz gümüş verip; “Eğer ilimden zevk almak istersen meclisimize devam et bizden ayrılma!” bu­yurdu. İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: “Eğer İmâm-ı Muhammed’den ders alma­saydım ben ilmin kapısında kalmıştım. Ben bütün insanlar arasında onun ih­sânlarına dâi- mâ şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler ile bir deve yükü kitap yazdım. İlmi o kadar yüksekti ki; eğer o bize bizim anla­yacağımız derecede hitâb etmeyip, yüksek ilmine göre hitab etseydi, sö­zünü anlayamazdık. Bizim derecemize göre anlayacağımız şekilde ko­nuşurdu. Ondan daha akıllı, daha üs­tün kimse görmedim.”

Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhi- beyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe’nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî fıkhına dâir hü­kümleri kitaplara ge­çirmek için bir çok kitap yazmış; böylece İslâm hukû­kuna en büyük hizmeti yapmıştır.

Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri hakkında sorulan bir suâle Osmanlı Devletinin yetiş- tirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Ke­mâl Paşa şöyle cevap vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlim­leri peygam­berlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu gös- termek için gönderilen Muhammed Mustafâ’ya, O’nun Ehl-i beytine ve dî­nimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey in­sanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hâri­kalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde mak­bûldür. İbn-i Arabî’yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sa­pıtmıştır. Sultânın onu edeb- lendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındır­ması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyi- liği emredip, kötülükten sakın­dırmak ile memurdur ve vazifelidir.

Meşhûr velîlerden Şeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Efendinin tale­belerinden biri şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uy­gunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir.” buyurdular.

Yemen taraflarında yaşamış büyük velîlerden Şeyh İbni Hatîb (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin talebelerinden Muhammed bin Saîd en-Neccâr şöyle anlattı: “Zebîd şehrinde idim. Bir gün yolda yürür­ken, birden bir evin kapısında bir kadın gördüm. Şeytan beni aldattı. O kadının yanına girdim. Bu sırada hocam İbnü’l-Hatîb, Aden’de bulunu­yordu. Tam o ânda, hocamın se­sini duydum. Bana; “Ey filân! Böyle mi yapıyorsun?” dedi. Şeytan benden uzaklaştı. Ben de korktum, kaçıp oradan ayrıldım. Allahü teâlâ, hocamın bere­keti ile beni muhâfaza et­mişti. Hocamın bulunduğu Aden ile benim bulundu­ğum Zebîd beldesi arasında on konaklık mesâfe vardı. Bundan sonra ben de Aden’e, ho­camın yanına yerleştim.”

Anadolu velîlerinden Şeyh Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin müridlerinden Molla Abdülmecîd anlatmıştır: “Şeyh Rama­zan hazretlerinin sohbetinde bulunuyorduk. Bir ara buyurdular ki: “Allahü teâlâ bir mürşîde izin verdiğinde o mürşid müridinin kalbinin sahifesin- deki günahları böyle siler.” diyerek, sağ elinin şehâdet parma­ğını sol avucunun ayasına üç defâ sürdü ve meâlen; “Ancak tövbe eden ve îmân edip de sahîh amel işleyen kimse müstesnâdır. Çünkü bunların kötülük- lerini, Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Ra­hîmdir (çok merhametlidir).” (Furkan sûresi: 70) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Elinin ayasında üç yeşil çizgi meydana geldi. Müsâde alıp baktık. On beş dakika kadar o yeşil hatlar elinde kaldı. Sonra kay­boldu.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Tâhir-i Lâhorî hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zaman zaman mek- tuplar yazıp ha­berleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:

“Allahü teâlâya hamd ederiz. O’nun Peygamberine, Âline ve Eshâbı- na salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektuplarınız, ard arda geldi. Talebe- nin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu baş­langıçta yerleştirilmiş olduğun­dan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların hâllerini, o büyük- lerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin görüşlü ârif ayıra­bilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güve­nerek, hâl sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı, talebelerinin zara­rından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerle­mesi büsbü­tün du- rur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı top­lamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gel­memiş -tir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, ol­gunluğu gös­termez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele ge­çenler, son- dakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğü­nüz nasîhat- ları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğ­retmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin ne­fesinizin bereketi ile, hakîkî rehber ol­makla şereflenebilirler. Bu büyük işe baş- lamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışma­nız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm.” (1’inci cild, 225’inci mektup)