Kur'an-ı kerim, tek başına delil olarak kafi midir? - kainatingunesi.com
Yazar: Prof. Dr. Ramazan Ayvallı, M. Ü. İlâhiyat Fak. Em. Öğr. Üyesi

Müslümanlar için Kur’an-ı kerim, tek başına delil olarak kafi midir?:  Bilindiği üzere, mukaddes dînimiz İslâmiyette uyulması gereken dört delîl vardır: 1- Kitâb [Allahü teâlânın mukaddes kelâmı Kur’ân-ı Kerîm].

2- Sünnet [Resûlullah Efendimizin bildirdiği sahîh hadîs-i şerîfler, onun fiilleri ve takrîrleri (tasvîbleri)].

3- İcmâ-ı Ümmet [Eshâb-ı Kirâmın veya Tâbiînin yahut Tebe-i Tâbiînin sözbirlikleri].

4- Kıyâs-ı Fukahâ [Fakîhlerin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hükümler].

Şimdi bunlardan ilk ikisini maddeler hâlinde ele alalım:

1- KİTÂBULLAH = KUR’ÂN-I KERÎM [PEYGAMBERİMİZE İLK “VAHY”İN GELMESİ]

Peygamber Efendimiz, 40 yaşında iken, Peygamberliği henüz kendisine bildirilmeden önce, Mekke-i Mükerreme’de bulunan Nûr dağındaki Hırâ Mağarası’nda tefekkür ve ibâdetle meşgûl olurken, Cebrâil (aleyhisselâm), bir Ramazân ayının 17. gecesi gelip ilk İlâhî emri getirdi. Bilindiği üzere, bu ilk emir, “Oku” diye başlamaktadır.

İlk vahyin gelmesiyle, Peygamberlik vazîfesini îfâya başlayan Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), İslâm’ı teblîğe, takrîben yirmi üç sene devâm etmiştir.

RESÛLULLAH’IN PEYGAMBERLİK VAZÎFESİNİ ÎFÂYA BAŞLAMASI

Bilindiği gibi, gelen ilk vahiy, “Alak Sûresi”nin başındaki beş âyet-i kerîme idi.  Meâl-i âlîsi şöyledir: (Ey Habibim Muhammed!) Yaratıcı Rabbinin adı ile oku. O, insanı alaktan (yani pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, senin Rabbin, en büyük kerem sâhibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti (ya’ni öğretir).”

Cihânı aydınlatan İslâm güneşi böyle doğmuş, Kur’ân-ı kerim, takrîben 23 senede indirilmiş (22 sene 2 ay 22 gün gibi bir zamanda vahyedilip tamâmlanmış), Peygamber Efendimizin teblîği ve İslâma da’veti, 13 senesi Mekke-i Mükerreme’de, 10 senesi de Medîne-i Münevvere’de olmak üzere 23 sene sürmüştür.

Hazret-i Peygamber Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de doğup-büyümüş, belli kimseler arasında yetişip, seyâhat etmemişken, Tevrât’ta ve İncîl’de, Yûnân ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber vermiştir.

O, Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. O, âlemlere rahmet olarak gönderildi; her şey O’nun hürmetine ve şerefine yaratıldı. Onu, Rabbi ta’lîm ve terbiye etmiştir. Nitekim kendisi: “Beni, Rabbim terbiye etti; terbiyemi de ne güzel verdi” buyurmuştur.

İLK MÜSLÜMÂN OLANLAR

Peygamber Efendimize, vahyin gelmesinden sonra, ilk îmân eden Hazret-i Hadîce vâlidemizdir (radıyallahü anhâ). Hiç tereddüt etmeden İslâmiyet’i hemen kabûl edip müslümân olmakla şereflenmiş ve en fazîletli kadınlardan olmuştur. Hazret-i Hadîce’den sonra yetişkinlerden ilk müslümân olan, Resûlullah Efendimizin yakın arkadaşlarından Hazret-i Ebû Bekir’dir (radıyallahü anh).

Peygamber Efendimiz, bir gün Hazret-i Hadîce vâlidemizle namaz kılarlarken, Hazret-i Ali onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra Resûlullah’ın huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah! Bana İslâm’ı öğret” dedi ve o da müslümân oldu. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), müslümân olanların üçüncüsüdür.

Resûlullah Efendimiz, “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine da’vete başlamıştı; fakat bu da’veti gizli yapıyordu.

PEYGAMBERİMİZİN, ÖNCE YAKIN AKRABÂSINI İSLÂMA DA’VETİ

Bir müddet sonra da: “Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şuarâ sûresi, 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabâsını dîne da’vet etmek için Hazret-i Alî’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Söze başlayıp:

“Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (ya’nî bu dîn-i İslâmdan) daha hayırlısını, daha üstününü kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, ama mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye da’vet ediyorum. O da: Allah’dan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.

Allahü teâlâ, bana, sizi buna da’vet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu da’vetimi kabul eder ve bu yolda benim yardımcım olur?” buyurdu.

Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrârladı. Her söyleyişinde, Hazret-i Alî ayağa kalkıyordu. Üçüncü def’asında: “Yâ Resûlallah! Her ne kadar ben, bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Alî’nin elinden tuttu ve çıktı; diğerleri hayret içinde dağıldılar.

BÜTÜN İNSANLARIN, İSLÂMA AÇIKÇA DA’VET EDİLMESİ

Bi’setin (Peygamberliğin) dördüncü yılında “Hicr sûresi”nin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Ey Habibim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüç çevir! (Onların sözlerine iltifât etme) meâlindeki bu İlâhî emir gelince, Sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a da’vet etmeye başladı. Bir gün Safâ tepesine çıkıp: “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz” buyurdu.

Kabîleler toplandıktan sonra da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden “Hayır işitmedik” dediler.

Bunun üzerine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bana peygamberlik ihsân etti ve beni size peygamber olarak gönderdi.”

Sonra da: (Ey Habîbim!) Onlara de ki: ‘Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O’ndan başka ibâdete lâyık kimse yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur’…..” meâlindeki A’râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu.

Dinleyenlerden, amcası Ebû Lehep kızarak:

“Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş. Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı.

Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber Efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, kibir ve inâtları sebebiyle, yüz çevirdiler ve ona düşmân kesildiler. [Bilindiği gibi, bunun üzerine “Tebbet [Mesed] Sûresi” nâzil oldu.]

KUR’ÂN-I KERÎMİ ÖĞRENME VE ÖĞRETMENİN ÖNEMİ

Malûm olduğu üzere, insanlar, “maddî” ve “ma’nevî” olmak üzere iki kısımdan ya’nî “beden” ve “rûh”tan müteşekkildirler.

“Dîn” ve “inanma duygusu” çocuk-genç-yaşlı herkes için tabîî bir ihtiyaçtır. Nasıl bedenin yemeye-içmeye, mâddî şeylere ihtiyâcı varsa, rûhun da manevî gıdâya  ihtiyâcı vardır. Dînsiz insanlar, gıdâsız kalan cesetlere benzerler.

Her insan için, belli bir temel dînî eğitim şarttır. Bilindiği gibi, “İslâmî ilimler”, önce “aklî” ve “naklî” ilimler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan “aklî ilimler”in öğrenilmesi “farz-ı kifâye”dir. Çünkü bunlar naklî ilimlerin anlaşılmasında yardımcıdırlar. Naklî ilimler de “âlet ilimleri” ve “yüksek dîn ilimleri” olmak üzere ikiye ayrılırlar.

12 adet olan âlet ilimleri ile 8 kısım olan yüksek dîn ilimlerinden 5’inin öğrenilmesi yine farz-ı kifâye, ama 3 yüksek dîn ilminin öğrenilmesi farz-ı ayın olmaktadır. Öğrenilmesi farz-ı ayın olan ilimler: “Akâid”, “Fıkıh” ve “Tasavvuf ya’nî Ahlâk” bilgileridir.

Âkıl, bâliğ, erkek ve kadın her müslümânın, “zarûrât-ı dîniyye” denilen “zarûrî = temel dînî bilgileri” öğrenmeleri farz-ı ayındır. Ya’nî tek tek herkese farzdır. Bunlar küçük yaştan i’tibâren öğretilmelidir.

Câmilerdeki ve Yaz kurslarındaki Kur’ân-ı kerim öğretiminden istifâde etmeli ve imkânı olan herkes bunu desteklemelidir. Bütün Müftüler, Vâizler, Kur’ân-ı kerim Kursu Hocaları, Câmilerdeki İmâm-Hatipler ve Müezzinler, başka kimlerin elinde ne imkân varsa, meselâ Câmi Dernekleri, Vakıflar ve Sivil Toplum Kuruluşları, Belediyeler, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Âile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı…..gibi Devlet Kuruluşlarındaki yetkililer de, bu işe dört elle sarılmalı, kim ne yapabiliyorsa yapmaya çalışmalı; çünkü bu fırsatlar her zaman ele geçmeyebilir; burada genç nesillerin, yavrularımızın istikbâlleri sözkonusudur..

“Beşikten mezâra kadar ilim öğreniniz” hadîs-i şerîfi, ilim öğrenmede herhangi bir yaş sınırının olmadığını bize ifâde etmektedir. Böyle olmakla berâber, “Çocukluktaki öğretim, taşa nakış yapmak / yazı yazmak gibidir…..” hadîs-i şerîfi, küçük yaştaki eğitim ve öğretimin ne kadar büyük öneminin bulunduğunu bize göstermektedir.

Şüphe yok ki, temel dînî eğitimin, evvelâ evde başlaması lâzımdır. Sonra kreşler, ana sınıfları / ana okullarında devâm etmelidir. İlkokul, Ortaokul ve Lisede ise dozajı arttırılarak devâm ettirilmelidir.

Eğitimin bir “örgün” olanı, bir de “yaygın” olanı var. Bunlar birbirleriyle muvâzî = paralel, atbaşı gitmelidir.

Okullarda alınan eğitim, Câmilerde, Kur’ân-ı kerim Kurslarında ve Yaz Kurslarında takviye edilmelidir. Va’zlar, hutbeler, sohbetler ve konferanslarla bunlar desteklenmelidir. Yine Kitap, Dergi, Takvîm, Gazete, İnternet, Radyo ve Televizyon yayınları da bunlara destek olmalıdır.

KUR’ÂN-I KERÎMİ ÖĞRENİP BAŞKALARINA DA ÖĞRETMENİN FAZÎLETİ

Günümüzün gelişmiş imkânları içerisinde, Yüce Rabbimizin bizlere gönderdiği mukaddes emânet Kur’ân-ı kerîmi okuyamayan, bilemiyen bir müslümân düşünülebilir mi, bilmiyorum?

Kur’ân-ı kerîmi okumak çok sevâbtır. Hele hatmetmek, daha çok sevâbtır. İki hadîs-i şerîf meâli şöyledir: “En üstün ibâdet, Kur’ân okumaktır.” [İbn-i Kâni’]

“Kur’ân-ı kerîmi hatmedene, 60 bin melek duâ ve istiğfâr ederler.” [Deylemî]

Kur’ân-ı kerîmi, en az kırk günde bir hatmetmek iyidir. Ayda veya haftada bir hatmetmek daha iyidir. (Şir’atü’l-İslâm)

Ramazân-ı şerîfte hatim okumak ise, önemli bir sünnettir. (Mektûbât-ı Rabbâniyye, I, 45)

Mühim bir hadîs-i şerîfle konumuza devâm edelim: “Sizin en hayırlınız, Kurân-ı kerîmi öğrenen ve öğretenlerinizdir.” [Buhârî]

Kur’ân-ı kerîmi okumak, öğrenmek ve öğretmenin fazîleti çoktur, çok sevâblı bir iştir. “İnsanlara akılları mikdârınca konuşunuz” hadîs-i şerîfi, seviyeye göre eğitimin ehemmiyetini ifâde etmektedir. Bu bakımdan, her yaşa göre ayrı birer eğitim ve öğretim yapılmalıdır.

Kur’ân-ı kerîmi, okuma ve okutma ile ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:

“Sizin en hayırlınız, Kur’ânı öğrenen ve öğretendir.” [Buhârî]

“Kur’ân okunan yere rahmet ve bereket yağar.” [Buhârî]

“Kur’ân okunan yere rahmet yağar, melekler hâzır olur.” [Buhârî]

“Kur’ân okuyun! Çünkü Kıyâmette size şefâat eder.” [Müslim]

“Kur’ânı öğrenip gece-gündüz okuyana imrenmek gerekir.” [Müslim]

“Kur’ân okuyan kimse, bunamaz.” [Tirmizî]

“Kur’ân-ı kerimi okuyup ezberleyen, helâlini helâl, harâmını da harâm bilen, Cennete girer. Ayrıca [müslümân] akrabâsından, hepsi de Cehennemlik olan on kişiye şefâat edip, onları Cehennemden kurtarır.” [Tirmizî]

“Kur’ân okunan evin hayrı artar, sâkinlerini sıkmaz, melekler toplanır, şeytânlar oradan uzaklaşır. Kur’ân okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Melekler uzaklaşır, şeytânlar oraya dolar.” [Dârimî]

“Kur’ân okunan evin bereketi artar. Kur’ân okunmayan ev, bereketsiz olur.” [Dârimî]

“Kur’ân okuyanlar, Cennet ehlinin ârifleridirler.” [Dârimî]

“Kur’ân ehli, Cennet ehlinin reîsleridirler.” [Hâkim]

“Kur’ân okunan ev, gök ehline, yerden yıldızın göründüğü gibi (parlak)  görünür.” [Beyhekî]

“Evlerinizde Kur’ân okumayı artırın! Kur’ân okunmayan evin hayrı azalır, şerri çoğalır, o ev halkına darlık gelir.” [Dârekutnî]

“Her gece on âyet okuyan, gâfillerden sayılmaz.” [Hâkim]

“Bir âyet öğrenmek, yüz rekât [nâfile] namaz kılmaktan daha iyidir.” [İbn-i Mâce]

“Kim bir âyet öğrenirse, bu âyet, Kıyâmette onun için nûr olur.” [Dârimî]

“Kur’ândan bir âyet dinleyen, sayısız çok sevâba kavuşur.”[İmâm Ahmed]

“Kur’ân okuyanla dinleyen, sevâbda ortaktır.” [Deylemî]

“İnsanların en çok ibâdet edeni, en çok Kur’ân okuyandır.” [Deylemî]

“En üstün ibâdet, Kur’ân okumaktır.” [İbn- i Kâni’]

“Kur’ân ehli, Ehlullahtır (Allah dostu, evliyâdır).” [Hatîb Bağdâdî]

KUR’ÂN-I KERÎM, PEYGAMBER EFENDİMİZİN EN BÜYÜK MUCİZESİDİR

Kur’ân-ı kerimin büyük bir mu’cize olduğu çeşitli yönlerden ispatlanmıştır: Peygamber Efendimiz, kimseden bir şey öğrenmemiş, hiç yazı yazmamışken ve geçmişlerden ve etrâftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuşken, Tevrât’ta, İncîl’de ve diğer bütün kitaplarda yazılı olan şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dînden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini hüccet ve delîller söyleyerek susturdu.

Allahü teâlâ, her asırda, en az bir kişiyi Peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Meselâ, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) asâsını yere koyup büyük bir ejderhâ olmuş, sihirbâzların ellerindeki yılan olarak gösterdikleri âletleri, ipleri yutmuştur. Bu husûs, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde zikredilmiştir.

Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm) zamanında tıp çok ileri idi. Hazret-i Îsâ mucize olarak, anadan doğma a’mâları (körleri, görme engellileri) iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir. Bu husûs da, Kur’ân-ı Hakîmde mezkûrdur.

Son Peygamber Muhammed  (aleyhisselâm) zamanında ise, edebî söz ve yazı sanatı çok ileriydi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar, Kâbe-i muazzamanın duvarına asılırdı. Kur’ân-ı kerim gelince, bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnâtçı kâfirler hâriç, herkes Kur’ân-ı kerîmin, Allah’ın kelâmı olduğuna inandı.

Allahü teâlâ, Resûlüne (aleyhisselâm) buyurdu ki:

“Sen, bundan [Kur’ân gelmeden] önce bir kitap okumuş ve onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl yoldakiler, [Kur’ânı başkasından öğrenmiş veya önceki semâvî kitaplardan almış] derler ve [yahûdîler de, Onun vasfı Tevrât’ta ümmîdir, bu ise ümmî değil diye] şüpheye düşerlerdi.” [Ankebût, 48]

Burada, iki âyet-i kerîme meâli daha zikredelim:

“Eğer kulumuza [Resûlüme] indirdiğimizden [Kur’ânın Allah’tan geldiğinde] bir şüpheniz varsa, iddiânızda doğruysanız, Allah’tan gayri şâhitlerinizi [putlarınızı, bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sûre meydâna getirin! Bunu aslâ yapamazsınız.” [Bakara, 23-24]

“Bu Kur’ânın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinnîler bir araya toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.” [İsrâ, 88]

KUR’ÂN-I KERÎMİN BAZI MU’CİZEVÎ ÖZELLİKLERİ

Kur’ân-ı kerim, Peygamber Efendimizin en büyük mu’cizesidir. Kur’ân-ı kerîmde, insanların söyleyemeyeceği şeyler pek çoktur. Birkaçı şöyledir:

1- Îcâz ve belâğat: Yani az söz ile pürüzsüz ve kusûrsuz olarak, çok şey anlatmaktır. Bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur’ân-ı kerîmin nazmında ve manâsında âciz ve hayrân kalmışlar, bir âyetinin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâğati insan sözüne benzemez. Yanî, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manâsındaki güzellik bozulur. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır.

2- Âyetler, yani sözler ve cümleler, Arapların sözlerine ve şiirlerine hiç benzemez. Kur’ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmâsa benzemesi gibidir. Dil uzmanları bunu pekiyi görmektedirler.

3- Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmaz, usanmaz. Arzûsu, hevesi, sevgisi ve zevki artar. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîmin tercümelerinin ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzû ve lezzet artması olmuyor; usanç hâsıl oluyor. Ama yorulmak başkadır, usanmak başkadır.

4- Geçmiş insanların bilinmeyen hâllerinden birçok şey, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.

5- İleride olacak şeyleri de bildirmektedir. Çoğu meydâna çıkmış ve çıkmaktadır. Meselâ, Rûm sûresinin 3. âyetinde meâlen, “Rûmlar, en yakın bir yerde mağlup oldu. Hâlbuki onlar, bu mağlûbiyetten sonra birkaç yıl içinde gâlip geleceklerdir” buyuruldu. Bu âyet, Rûm Kayseri Heraklius’un İrân şâhı Husrev Perviz’e gâlip geleceğini önceden haber verdi. Aynen vâki oldu.

Kur’ân-ı hakîmde, “Bu Kur’ân, Allah kelâmıdır. İnanmıyorsanız, bir benzerini (10 sûre veya bir sûre yâhut bir âyeti kadar) siz de söyleyin! Söyleyemezsiniz” buyuruluyor. Bütün düşmânlar el ele verip, yıllarca uğraştıkları hâlde onun bir benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemeleri de mümkün değildir. Bunun dışında Peygamber Efendimiz aleyhisselâmın sayısız mu’cizesi görüldü.

Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: “De ki: Mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur.” [Ankebût, 50]

Allahü teâlâ, enbiyâsını ve evliyâsını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği mu’cize ve kerâmet gibi hârikaları, bu zâtlara ihsân etmiştir.

Kur’ân-ı kerîmde hiç bir tenâkuz / çelişki yoktur. Bir âyet meâli şöyledir:
“Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelseydi, içinde pek çok tutarsızlık bulunurdu.” [Nisâ, 82] Hâlbuki bugünkü İncîllerde [4 İncîl’de de] pek çok çelişki vardır. Bu da, onların insanların elleriyle yazıldıklarını gösterir.

İkinci önemli husûs, nasıl insanlar, bir karınca bile yaratamıyorlarsa, Kur’ân-ı kerîmin de bir cümlesini bile meydâna getiremezler. 14 asırdan beri de, bir benzeri yazılamadı. Yukarıda, bu konuyla ilgili iki âyet-i kerîme meâli zikrettik.

Üçüncü husûs ise, Kur’ân-ı azîmüş-şân hiç değiştirilemez. İki âyet meâli şöyledir:

“Kur’ânı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.” [Hicr, 9]

“Allah’ın kelâmını [Kur’ân-ı kerim i] kimse değiştiremez.” [En’âm, 115]

Bugüne kadar kimse değiştirememiştir. Allahü teâlâ, sâhibi benim, koruyanı benim, şâhidi benim buyuruyor. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:

“Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak dînle gönderen O’dur. Şâhit olarak Allah yeter.” [Fetih, 28]

Bu kadar vesîkalardan da anlaşıldığı gibi, Kur’ân-ı kerîm, Yüce Allah’ın mukaddes kelâmıdır.

2- SÜNNETİN BİRKAÇ MANÂSI VARDIR

İslâmiyetin 2. temel delîli olan “Sünnet”e gelince:

Sözlüklerde ifâde edildiğine göre, “Sünnet = yol” demektir. “Sünnetullah = Allah’ın yolu” demektir. Yine “Sünnet = âdet, kânûn” ma’nâlarına da gelir. Meselâ, “Allah’ın sünneti = Allah’ın kânûnu” demektir. Bu terim, Kur’ân-ı kerîmde “sünnetullah” olarak geçmektedir. Âyet-i kerîmelerde “Allah’ın sünnetinde [kânûnunda] aslâ bir değişiklik bulamazsın” buyuruluyor. [Ahzâb 62, Fetih 23, Fâtır 43]

Sünnet-i Resûlillah = Resûlullahın yolu” demektir. Sahâbîlerin de sünneti olur. “Hazret-i Ebûbekir’in sünneti”,Hazret-i Ömer’in sünneti”, Hazret-i Osmân’ın sünneti”, “Hazret-i Ali’nin sünneti” gibi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benim Sünnetime ve benden sonra hidâyete ulaştırılmış Hulefâ-i râşidînin sünnetine sımsıkı sarılınız / yapışınız.” [Buhârî]

“Sünnet” kelimesi yerine göre, farklı anlamlarda kullanılmaktadır:

1- “Kitâb ve sünnet” ifâdesindeki sünnet, “Hadîs-i şerîfler” demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allah’ın kitâbına, Peygamberin sünnetine sımsıkı sarılırsanız, hiç sapıtmazsınız.” [Hâkim]

2-Farz ve sünnet” ifâdesindeki sünnet, “Resûlullahın emirleri” demektir.

3- “Sünnet”, yalnız olarak kullanılınca, genelde “İslâmiyet” anlaşılır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Bir zaman gelecek ki, ortalık bozulduğu zaman sünnetime (İslâmiyet’e) tutunmak, avuçta ateş tutmak gibi olacaktır.” [Hâkim]

“Ümmetim bozulunca, sünnetime (İslâmiyet’e) uyana, şehîd sevâbı verilir.” [Hâkim]

4- “Sünnet = yol, çığır” gibi ma’nâlara da gelir. Meselâ “sünnet-i hasene = iyi çığır”, “sünnet-i seyyie = kötü çığır” demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse, sünnet-i hasene çıkarırsa (iyi bir çığır açarsa), onun sevâbı ve kıyâmete kadar onunla amel edenlerin sevâbı kadar sevap alır. Bir kimse de sünnet-i seyyie çıkarırsa (kötü bir çığır açarsa), onun günâhı ve kıyâmete kadar onu işleyenlerin günâhı kadar günâh kazanır.” [Müslim]

5- “Ehl-i sünnet”, kurtuluş fırkasının adıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
Tirmizî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir” buyuruldu. Bu fırkaya “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” fırkası denir.

Şek ve şüphe yoktur ki, Ehl-i sünnet itikâdını ortaya koyan Resûlullah Efendimizdir. Eshâb-ı kirâm, îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da bu bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler ise, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri, bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.

Amelde dört mezhebin İmâmları, bu mezhepte [Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebinde] idiler. Hadîs âlimlerinin hepsi de, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idiler. Her iki İmâm da, hep bu mezhebi yaydılar. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur.

SÜNNET-İ SENİYYEYE  UYMANIN ÖNEMİ

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde buyuruyor ki:

“Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiş olur…..” [Nisâ, 80]

“Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının…..” [Haşr, 7]

“İndirdiğimi insanlara beyân edesin, açıklayasın…..” [Nahl, 44]

“Beyân etmek”, âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ, Peygamberine, “Sâdece, sana vahiy olunanları teblîğ et” derdi. Ayrıca beyân etmesini emretmezdi. [Huccetullahi ale’l-âlemîn]

Sünnet [Hadîs-i şerîfler], Kur’ân-ı kerîmi, mezhep İmâmları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezhep İmâmlarının sözlerini açıklamışlardır. [İmâm-ı Şâfiî]

Hadîs-i şerîfler olmasaydı, namazların kaç rek’at olduğu, nasıl kılınacağı, rükû’ ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları, hukûk bilgileri bilinmezdi. Ya’nî hiçbir âlim, bunları Kur’ân-ı kerîmden bulup çıkaramazdı.

Bunları Peygamber Efendimiz açıklamıştır. Sünneti de, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydâna çıkmıştır. Allahü teâlâ, “Bilmediklerinizi âlimlere sorunuz” [Nahl, 43] buyurduğu gibi, Peygamber Efendimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:

“Ulemâ, enbiyânın vârisleridirler.” [Tirmizî]

“Âlimlere tâbi olunuz.” [Deylemî]

“Âlimler rehberdirler.” [İbnü’n-Neccâr]

Hazret-i Ömer’e, “farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık” dediklerinde, “Allahü teâlâ, bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığımızı, Resûlullah Efendimizden gördüğümüz gibi yaparız. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at olarak kılardı. Biz de öyle yaparız” buyurdu. (el-Mîzânü’l-kübrâ)

İmrân bin Husayn (radıyallahü anh) hazretleri: “Bize, yalnız Kur’ândan söyle” diyen birine, “Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, namazların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin?” cevâbını verdi.

İslâm ve mezhep birbirinden ayrı değildirler

“Hadîse, Mezhebe uymam” demek, “Kur’âna uymam” demektir. “Mezhebe uymam, Kur’ânla amel ederim” demek, “Kânûnlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim” demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemiştir. Anayasa, onları kânûnlara havâle etmiştir. Kânûnlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. Ayrıca ta’mîmler, teblîğler, ta’lîmât da mevcuttur. “Anayasa varken, kânûna lüzum yok” demek ne kadar yanlış ise, “Kur’ân varken, mezhebe lüzum yok” demek, bundan daha yanlıştır. Nasıl Kânûnlar, Anayasanın gösterdiği istikâmette hazırlanmışsa, mezhepler de, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin gösterdiği istikâmette teşekkül etmiştir.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN AÇIKLAMALARINA OLAN İHTİYAÇ

Şek ve şüphe yoktur ki, Allah ile kulları arasında elçi olarak görevlendirilen ve Kur’ân-ı kerîm kendisine indirilen Peygamber Efendimiz, âyet-i kerîmeleri açıklamayacak olsaydı, Allah’ın âyetlerinden murâd-ı İlâhînin ne olduğu tam anlaşılamazdı.

Çünkü Kur’ân-ı kerîmde “Namaz kılınız ve zekât veriniz…..” (Bakara, 43; Nûr, 56) âyetiyle namaz kılma ve zekât verme emredilmiş, diğer âyetlerde bunların tafsîlâtından ancak bir kısmı beyân edilmiştir. Bunların bütün tafsîlâtını Sevgili Peygamberimiz, kavlî sünnetleriyle açıklamış, fiilî sünnetleriyle de amelî olarak tatbîk etmiş ve “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz şekilde namaz kılınız” buyurmuştur.

Yine bir misâl olarak ifâde edelim ki, Bakara sûresinin 183. âyetinde orucun farz kılındığı belirtilmiş, burada ve oruçla ilgili diğer âyetlerde, meselâ “oruçlu iken unutarak yiyip içmenin hükmü” zikredilmemiştir.

Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kişi gelip “Yâ Resûlallah! Oruçlu iken unutarak yedim” dediğinde, O, Ahzâb sûresinin 5. âyetinden istinbât ederek, o kişinin orucunun sahîh, unutma ve hatânın da affedilmiş olduğunu beyân etmiştir.

Haccın farz kılındığına dâir Âl-i İmrân sûresinin 97. âyetinde ve konuyla alâkalı diğer âyetlerde, hacla ilgili bütün tafsîlât bulunmadığı için, Peygamber Efendimiz: “Hac menâsikinizi benden alınız” buyurmuştur.

Şu halde namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerin şartları, rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müstehabları ve âdâbını mufassalan Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) beyân buyurmuş, ayrıca amelî olarak tatbîk etmiştir.

Demek oluyor ki, Mâide sûresinin 67. ve Nahl sûresinin 44. âyetlerinde kasdolunan, Kur’ân lafızlarının mücerred olarak, sâdece teblîği değil, hem teblîği, hem de beyânıdır. Beyân ise teblîğ, îzâh, şerh ve izhâr demektir.

“Hiç şüphe yok ki Kur’ân’ı biz indirdik, muhakkak ki onu tahrîf ile tebdîlden (değişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız” (Hicr sûresi, 9) buyuran yüce Allah, Kitâbı korumayı tekeffül buyurmuştur. Bu kefîl olma, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ona dâir beyânını da korumayı iktizâ eder.

Nitekim Dârul-Fünûn müderrislerinden Babanzâde Ahmed Naîm Efendi de bu mevzûda şunu kaydetmiştir: “Hicr suresinin 9. âyet-i kerîmesinin mutazammın olduğu (ihtivâ ettiği) va’d-i sâdık-ı İlâhî (Allah’ın doğru va’di), Kur’ân’ın elfâzı (lafızları) gibi ma’nalarını da hıfzetmeyi tekeffül eder (korumayı üstlenir). Ehâdîs-i Nebeviyye (hadîs-i şerîfler) de, Nahl sûresinin 44. âyet-i kerîmesinin delâletiyle ma’ânî-yi Kur’âniyye (Kur’ân’ın ma’nâları) cümlesindendir.”

Şunu, altını çizerek belirtelim ki: İslâm hukûkunda ilk kaynak olan Kur’ân-ı kerîm’in ilk müfessiri Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm), Kur’ân’ın ilk tefsiri de O’nun sünneti olduğu için, Kur’ân’ı doğru anlayabilmek, İslâm Hukûku hakkında sağlam bilgi elde edebilmek için “Sünnet“in bilinmesinin önemi açıktır. Edille-i Şer’iyye’nin ikincisini teşkil eden “Sünnet”e ittibâ’ın lüzûmu, “Sünnet“in İslâm teşrîindeki yeri ve önemi de ortadadır.

KUR’ÂN-I KERÎMİ SÜNNET AÇIKLAMAKTADIR

Kur’ân-ı kerîmin doğru anlaşılabilmesi için, Peygamber Efendimizin açıklamalarına olan ihtiyâc çok açıktır.

Birgün, Eshâb-ı kirâmdan İmrân İbnü’l-Husayn (radıyallahü anh), yanında bazı arkadaşları olduğu hâlde oturuyordu. Cemâatten biri, “Bize, Kur’ân’dan başka birşey tahdîs etmeyiniz” dedi.

O da, ona “yaklaş”  dedi; o da yaklaştı. Ona, “sen ve arkadaşların Kur’ân’ı arasanız, onda öğle namazını(n farzının) 4 rek’at, ikindiyi 4 rek’at, akşamı 3 rek’at olarak ve ilk iki rek’atta ne kırâat edeceğinizi bulabilir misiniz?”

“Sen ve arkadaşların, Kur’ân’da Ka’be-yi şerîfeyi tavâfın 7 şavt olduğunu, Safâ ve Merve arasındaki sa’yin 7 defa olduğunu bulabilecek misiniz?” sözlerini söyledi.

Sonra şunları ilâve etti: “Ey cemâat, bizden (ilmi) alınız (öğreniniz). Çünkü siz, eğer böyle yapmazsanız, vallahi dalâlete düşersiniz.”

Hassân ibn Atıyye (rahimehullah), “Cebrâîl, Hazret-i Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı ve onu tefsîr eden sünneti indiriyordu” demiş, bundan başka diğer bir yerde de şunu ifâde etmiştir: “Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur’ân’ı indirdiği gibi sünneti de indiriyor, Kur’ân’ı ona öğrettiği gibi sünneti de öğretiyordu.”

Eyyûb es-Sahtiyânî (rahmetullahi aleyh): “Adama sünneti tahdîs ettiğimizde, bunu bırak, bize Kur’ân’dan anlat der; bil ki o, hem dâll (sapık), hem de mudıldir (saptırandır)” demiştir.

Abdurrahmân ibn Mehdî‘nin (rahmetullahi aleyh) ise şu sözleri söylediği rivâyet edilmiştir: “Adam hadîse, yemeye-içmeye olan ihtiyâcından daha fazla muhtâctır. Hadîs, Kur’ân’ın tefsîridir.”

Büyük fakîhlerden İmâm Evzâî (rahimehullah): Allahü teâlâ: “Peygamber, size ne verdi ise, onu alın (emirlerini tutun). Size neyi yasak ettiyse, onu da almayın (yapma dediğini yapmayın).” (Haşr sûresi, 7) ve yine “Kim Peygambere itâat ederse, muhakkak ki Allah’a itâat etmiş olur…” (Nisâ suresi, 80) buyurmuştur. Allahü teâlâ, Peygamberini, Kur’ân’ı tefsîr etmeye davet ediyor demiştir.

Sahâbe-i kirâm, Kur’ân’ı Kerîm’in indiği zaman ve muhît içerisinde bulunmalarına ve lisânın ehli olmalarına rağmen, anlaşılması veya hüküm çıkarması müşkil olan her husûsta, Kur’ân kendisine inen ve onu teblîğ ve beyân etmekle me’mûr ve mükellef olan ve dili bilenlerin de en fasîhi olan Sevgili Peygamberimize soruyorlar, ortaya çıkan hâdiseler hakkında O’ndan fetvâ istiyorlar, O da onların müşkillerini hallediyor, bilmediklerini kendilerine öğretiyordu.

Zâten Yüce Allah “…Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorunuz…” (Nahl suresi, 43) buyurmuştur. Bu, gâyet tabîî bir hâl idi. Zîrâ herhangi bir hâdise hakkında bir hüküm indiği zaman, Kur’ân’daki bu âyet, o hâdisenin aynı veya benzeri yâhût zâhirde az farklı başka bir hâdiseye de tatbîk olunur mu, olunmaz mı? mes’elesinde ortaya çıkan durum hakkında Sahâbe-i kirâm, kendine vahiy inen zât olan Peygamber Efendimize mürâcaat ediyorlar, o da suâllerini cevaplandırıyor, tereddüde düştükleri husûsları beyân ediyordu. Bunları duyanlar da başkalarına nakledip öğretiyorlardı.

Bugünkü makâlemizde netîce olarak ifâde edelim ki, İslâmiyeti doğru olarak anlamak ve yaşamak için “Edille-i Şer’iyye”nin dördüne de ihtiyaç vardır. Hele dînin ikinci temel kaynağı olan “Sünnet“ten müstağnî kalmak mümkün değildir. Herhalde ilmî ve dinî konularda, bu sâhanın mütehassısları olan İslâm âlimlerinin eserlerine de muhtaç olduğumuz, insâf sâhibi herkesin kabûl edeceği bir husûstur.

[Kalan iki maddeyi de, inşâallah diğer makâlemizde [12. sayıda] ele alalım.]