Mûte gazası - kainatingunesi.com

Mûte gazası

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz Mekke’ye umre için gittikle­rinde, Eshâbından Velîd Bin Velîd hazretlerine; “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslamiyet’i tanımaması, bilmemesi ola­maz. Keşke o, bütün gayret ve kahra­manlıklarını müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık” buyurmuştu. Velîd Bin Velîd (r.anh), daha önce de ağabeyine zaman zaman mektup yazar, müsfüman olmasını teş­vik ederdi. Peygamber efendimizin bu müba­rek sözlerini de ulaştırınca, islâmiyet’e olan meyli gittikçe fazlalaştı. Umre ziyaretini yapan sahâbîler, Medine’ye dönmüşlerdi. Aradan günler geçmiş, hicretin sekizinci yılına giril­mişti. Hâlid Bin Velîd ise, artık yerinde duramı­yor, bir an önce Medîne’ye ulaşmak, Alemlerin efendisinin huzurunda diz çöküp, müslüman olmakla şereflenmek için yantp tutuşuyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:

“Allahü teâlâ bana Peygamber efendimizin muhabbetini ihsan etti. Kalbime İslâm’ın sev­gisini yerleştirdi. Hayrı ve şerri ayıracak hâle getirdi. Kendi kendime; “Ben, Muhammed aleyhisselâma karşı bütün savaşlarda bulun­dum. Ama her savaş yerini terk ederken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve O’nun bir gün mutlaka bize gâlib geleceğini biliyor ve bu hislerle ayrılıyordum. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selfem, Hudeybiye’ye gel­diği zaman da, düşman süvarilerinin komutanı idim. Usfân’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah, bizden emin bir şekilde, Esbabına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine anî bas­kın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Resûlullah, kalbi­mizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli kıldılar. Bu durum bana çok te’sir etti. Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor olmalı dedim. Birbirimizden ayrıl­dık. Ben, çeşitli düşünceler içindeyken, Muhammed aleyhisselâm umre için Mekke’ye gelince, O’na görünmedim. Kardeşim Velîd’le birlikte gelmişler ve beni bulamamışlardı. Kar­deşim şöyle bir mektup bırakmıştı: “Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullah’a salât-ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyet’ten yüz çevi­rip gitmen kadar şaşılacak bir şey bilmiyorum. Hâlbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anla­maktan âciz değilsin. Niye aklını kullanmıyor­sun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyıp anlayamaman ne kadar tuhaf! Peygamber efendimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyet’i tanıyıp, gayret ve kahramanlığını müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanmanı arzu ediyorlar. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; artık darja fazla gecikme!”

Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, müs­lüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı, dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil, geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca, bu rüyamı hazret-i Ebû Bekr’e anlatıp, tâbirini ondan sor­maya karar verdim.

Ben, Resûlullah’a gitmek için toparlanır­ken; “Acaba, oraya giderken bana kim arkadaş olabilir?” diye düşünüyordum. O sıra Safvân Bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlat­tım. Teklifimi reddetti. Daha sonra Ikrime Bin Ebû Cehl’e rastladım. O da reddedince evime gittim. Hayvanıma Binip, Osman Bin Talhâ’nın yanına vardım. Ona da müslüman olmak üzere, Resûlullah’a gideceğimi ve bana arka­daşlık yapmasını söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti birlikte yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr Bin As ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medîne’ye gidiyordu. Medîne’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve; “Acele et. Çünkü Pey­gamber efendimize sizin geldiğiniz haber verilmiş O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Acele ile, O yüce peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm ver­dim; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve senin de Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Seni hidâ­yete erdiren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâya dua etmesini istedim. Benim için dua etti ve; “islâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.”

Böylece, Mekke’nin en bahadırlarından, gözünü budaktan esirgemeyen, gayeleri uğrunda canlarını vermekten zerre kadar çekinmeyen bu üç pehlivan, gönüllerinden coşan bir samimiyetle Resûl-i ekrem efendimi­zin huzurunda Eshâb-ı kiramdan olmakla şereflenmişlerdi. Artık, bütün güçleriyle küfrü yok etmek için çalışacaklardı. Onların müslü­man olmalarına, sahâbîler çok sevinmişler, sevinçlerini; “Allahü ekber!” diye tekbirlerle açığa vurmuşlardı.

Hicretin sekizinci yılında, âlemlere rahmet olan Server-i kâinat aleyhi efdalüs salevât efendimiz, islâmiyet’in yayılması için yine çeşitli kabilelere, devletlere elçiler gönderdi­ler. Bunların bâzılarından müsbet neticeler gelmiş, fakat Busrâ valisine gönderilen Haris Bin Ümeyr hazretleri, Şam’ın Belkâ nahiyesi­nin Mûte köyünde hıristiyan askerleri tarafın­dan tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil Bin Amr’ın yanına götürülen hazret-i Haris, elçi olduğu hâlde, alçakça katledilip, şehîd edilmişti.

Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhâl kahraman Eshâbınm toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahâbîler, çocuklarıyla helâllaşıp acele Cürf ordugâhında toplandılar. Habîb-i ekrem efendimiz öğle namazını kıldırdıktan sonra; “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd Bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim! Zeyd Bin Harise şehîd olursa, yerine Ca’fer Bin Ebî Tâlib geçsin. Ca’ fer Bin Ebî Tâlib şehîd olursa, Abdullah Bin Revâha geçsin. Abdullah Bin Revâha da şehîd olursa, müslümanlar aralarında münasib  birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram, isim­leri sayılan kahramanların şehîd olacağını anlayarak ağlamaya başladılar; “Yâ Resûlallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden isti­fâde etseydik!,..” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.

Bunları, orada bulunan hazret-i Zeyd, Ca’ fer ve Abdullah (r.anhüm) da işitmişler ve büyük bir sevince gark olmuşlardı. Çünkü en büyük gayeleri Allahü teâlânın dînini yayarken şehîd olmaktı. Artık müjde verilmiş ve bunu bizzat kendi kulakları ile işitmişlerdi.

Mücâhidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili Pey­gamberimiz, beyaz İslâm sancağını Zeyd Bin Harise hazretlerine teslim etti. Ona, Haris Bin Ümeyr’in (r.anh) şehîd edildiği yere kadar git­mesini ve islâm’ı tebliğ etmesini emretti. Kabul etmezlerse düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.

Abdullah Bin Revâha hazretleri, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedâlaştık-ları sırada, ağladı. Ona; “Ey Revâha’nın oğlu! Ne için ağlıyorsun?” diye sordular. Şâir olan Abdullah Bin Revâha (r.ann);

 

“Ağlamamın sebebi, değil dünyâ sevgisi,

Ve değildir vallahi, özleyeceğim sizi.

 

Asıl sebep şudur ki, Kur’ân-ı kerîminde,

Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir âyette:

 

“Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden

Hiç  bir kimse yoktur ki, geçmesin

Cehennem’den…”

 

İşittim bu âyeti, Resûlullah okurken,

Cehennem’e uğrarsam, nasıl sabrederim ben!”

 

dedi. Arkadaşları; “Allahü teâlâ seni, sevgili kulları zümresine ilhak etsin, sâlihlerden olasın!” diye dua ettiler. Sonra Abdullah Bin Revâha hazretleri; “Fakat ben, Adahü tealâdan mağfiret olunmak diliyorum. Bir de, kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle veya ciğer ve barsaklarımı kasıp kavuran bir mızrak saplanmasıyla şehîd olmak istiyorum!…” dedi. Ordu gitmeye hazırlandığı sırada, hazret-i Abdullah Bin Revâha, Peygamber efendimizin yanına varıp vedâlaştıktan sonra; “Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyurur musunuz?” dedi. Peygamber efendimiz ona; “Sen, yarın Allahü teâlâya pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt” buyurdu. Abdullah Bin Revâha; “Yâ Resûlallah! Bana, nasihatinizi çoğaltır mısınız?” deyince, sevgili Peygamberimiz; “Allahü teâlâyı dâima zikret. Çünkü, Allahü teâlâyı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu.

Üç Bin kişilik İslâm ordusu; “Allahg ekber! Allahü ekber!” tekbirleri arasında yürümeye başladı. Sevgili Peygamberimiz ve Medine’de kalan sahâbîler, mücâhid gazileri Veda yoku­şuna kadar tâkib ettiler. Burada Alemlerin efendisi, mübarek İslâm ordusuna şöyle hitâb ettiler: “Ben size, Allahü teâlanın emir­lerini yapıp, yasaklarından kaçınma­nızı, yanınızdaki müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davran­manızı tavsiye ederim. Allahü teâlanınyolunda, O’nun ismini söyleyerek harbediniz. Ganimet alınan mallara hıya­net etmeyiniz. Ahde vefasızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyi­niz. Orada hıristiyanların kilisele­rinde, insanlardan ayrılıp kendilerini ibâdete vermiş bâzı kimseler bulacak­sınız. Onlara dokunmaktan sakınınız! Onların dışında, başlarında şeytanla­rın yuvalandıkları bâzı kimselere de rastlayacaksınız ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Siz, kadınları, yaşlanmış pîr-i fânileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!” Baş kumandan Zeyd Bin Hârise’ye de; “Müşriklerden düş­manınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et!… (Eğer müslüman olurlarsa,) onları, Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicret etmeye davet et! Davetini kabul ederlerse, Muhacirlerin sâhib oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükel­lef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir. Şayet müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan ilâhî hük­mün, kendileri için de uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey ayrılamayacağını ve ganimetten ancak müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir!

Eğer İslâm’ı kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et! İçlerinde bunu kabul edenlere dokunma! Cizye ver­meye de yanaşmazlarsa, Allahü teâlâ-nın yardımına sığınarak onlarla harb et!…” buyurdular.

Bu nasihatlerden sonra mücâhidlerle vedâlaştılar. İslâm ordusu, tekbîr sadâlarıyla ayrıldı. Geride kalanlar, gidenlere el sallayıp; “Allahü teâlâ sizi her türlü tehlikeden muha­faza buyursun, yine sağ salim geri çevirsin…” diye dua ediyorlardı. Ufuktan kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerle arkalarından gıbta ile bak­tılar… Zeyd Bin Hârise’nin (r.anh) elindeki mukaddes sancak dalgalanıyor, mücâhidler bilinmeyen uzun bir yolculuğa Allahü teâlânın dînine hizmet için gidiyorlardı.

İslâm ordusu, hızla Suriye’ye doğru ilerli­yordu. Yolculuk olaysız ve neş’eli geçiyordu. Mücâhidler, bir an önce düşmanla karşılaş­mak için sabırsızlanıyorlardı. Şehîdliği iste­yenlerin içinde en arzulu olanlardan biri de Abdullah Bin Revâha hazretleriydi. Bunu Zeyd Bin Erkam (r.anh) şöyle anlattı:

“Ben Abdullah Bin Revâha’nın terbiyesi altrnda yetişmiş bir yetimdim. O, Mûte seferine çıktığında, beni de devesinin arkasına Bindirmişti. Geceleyin bir müddet gidince, dudakla­rından şu beytler dökülüyordu.

 

“Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni,

Oradan da dört konak, götürürsen ileri.

 

Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,

Sahipsiz kalacaksın, az sonra, ona göre.

 

Ben herhalde evime, geri dönmeyeceğim,

Umarım ki bu harpte, ben şehîd düşeceğim.

 

Son konakta müminler,geçti beni hız ile,

Ey Revâha’nın oğlu, en yakınların bile,

 

Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,

Seni Hak teâlâya bırakıp da gittiler.

 

Artık düşünmüyorum, geride ne malım var? ,

Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar!”

 

Bunları işitince, ağladım. Abdullah Bin Revâha bana kamçısıyla dokunarak; “Ey yara­maz! Sana ne oluyor? Böyle söylememin sana, ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehîdlik nasîb ederse, sen de hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyânın bütün dertlerinden, tasa ve üzüntülerinden, hâdiselerinden kurtulur, rahata kavuşurum” dedi. İnip iki rekat namaz kıldı. Sonunda uzunca bir dua yaptıktan sonra bana; “Ey çocuk!” diye seslendi. “Buyur” dediğimde; “Bu seferde inşâallah şehîdlik nasîb olacaktır!” dedi.

Kahraman sahâbîler, Suriye’ye yaklaşırlar­ken Şam valisi Şürâhbil Bin Amr, İslâm ordu­sunun yaklaşmakta olduğunu çoktan haber almıştı. Hemen Bizans kayseri Herakliüs’e durumu bildirip, büyük bir yardım alarak rahatlamıştı. Çünkü yaptığı istihbarata göre, müslümanlar ancak üç-beş Bin kişiydi. Buna karşı kendi ordusu, yüz Bini aşıyordu. Silâhla­rın ise, haddi hasâbı yoktu.

Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân, Şam top­raklarından Muân’a vardıkları sırada, Rumların yüz Bin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldikle­rini öğrendiler. Orada konaklayıp iki gece kal­dılar. Kumandan Zeyd Bin Harise hazretleri, arkadaşlarını toplayıp durumu bildirdi. Rum ordusuna karşı ne yapmak lâzım geldiği hak­kındaki görüşlerini sordu. Sahâbîlerden bâzı­ları; “Rum ordusuyla karşılaşmadan, ülkelerine anî baskınlar düzenleyelim. İnsan­larını esir alıp Medine’ye dönelim”; bâzıları da; “Resul aleyhisselâma mektup yazıp, düşma­nın sayısını bildirelim. Bize acele asker gön­dermesini, veya ne yapmamız gerektiğini soralım” diyorlardı. İkinci görüşün daha uygun olduğuna karar verdikleri sırada, Ab­dullah Bin Revâha hazretleri söze karışarak;

 

“Ey Kavmim ne sebepten, tereddüt edersiniz?

Şehîd olmak kasdiyle, cenge gelmedik mi biz?

 

Silâhça, süvarice çokluk olduğumuzdan,

Dolayı savaşmadık, kâfirlerle hiç bir an.

 

Allahü teâlânın, bize ihsan ettiği,

Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi.

 

Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,

Bu işin neticesi, ya şehâdet ya zafer.

 

Bedr günü vallahi, vardı iki atımız,

Uhud’da tek at ile, pek azdı silâhımız.

 

Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde,

Zâten böyle vâdetti, Allah ve Peygamber de.

 

Hak teâlâ vadinden, dönmez asla geriye,

Ey mü’minler öyleyse, yürüyün ileriye.

 

Şehîdlik varsa eğer, bizim kaderimizde,

Kavuşuruz Cennet’te, şehîd kardeşimize”

 

dedi. Hazret-i Abdullah Bin Revâha’nın bu söz­leri, mücâhidîeri cesaretlendirmişti. “Vallahi Revâha’nın oğlu, doğru söylüyor” dediler.

Artık karar alınmıştı. Şehîd oluncaya kadar harbe devam edeceklerdi. Şanlı sahâbîler, Mûte isimli köye geldiklerinde, yüz Bin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Dağ taş düşman askeri ile dolmuştu. Bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için tâ Medîne’den kalkıp Şam’a kadar gelen üç Bin kişilik bir İslâm ordusu; öte yanda, İslâm’ı boğmak için toplanan yüz Bin kişilik bir kâfir sürüsü bulunuyordu… Görü­nüşte, mukayese kabul etmez bir kuvvet den­gesi vardı. Buna göre, bir müslümanın otuzdan fazla Rum ile çarpışması îcâbediyordu.

Her iki taraf da harp düzenine girdiler. Bu sırada,   Peygamber   efendimizin   sallallahü aleyhi ve sellem emri gereği, İslâm ordusundan bir hey’etin, Rum ordugâhına doğru ilerlediği görüldü. Bunlar Rum ordusuna, İslâm’a gel­melerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu daveti reddettiler. Artık kaybe­dilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd Bin Harise hazretleri, elinde mukaddes İslâm san­cağı olduğu hâlde, ordusuna hücum emrini verdi. Bu ânı bekleyen mücâhidler; “Allahü ekber!” nidaları ile ok gibi ileri fırladılar. Şim­şek gibi kılıçlarını çekip, fırtına gibi düşmanın ortasına daldılar… At kişnemeleri, kılıç şakırtı­ları, tekbir sadâları ve vurulanların feryatları ayyuka çıkıyor, daha harBin başında, meydan, kan gölü hâline geliyordu. Şanlı sahâbîler her kılıç sallayışlarında ya bir baş, ya bir kol düşürüyorlardı. Elinde Resûlullah’ın beyaz sancağı olan hazret-i Zeyd, düşmanın tâ ortalarında; “Allah Allah” diyerek vuruşuyordu. Salladığı kılıçlarla etrafını bir anda açıyor, düşmanı kar­şısına çıktığına pişman ediyordu. Kumandan­larının kahramanca çarpışmasını gören şanlı sahâbîler, ondan geri kalmıyor, tek başına otuz düşmana kılıç yetiştirip onları tepele­meye çalışıyorlardı. Bir ara, bir kaç mızrağın birden, kumandan hazret-i Zeyd’in mübarek göğsüne   saplandığı   görüldü.   Arkasından diğer mızraklar, onu tâkib etti. Şanlı sahâbînin vücûdu, delik deşik olmuştu. Derken Zeyd Bin Hârise’nin sıcak toprağa düştüğü ve çok özle­diği şehâdet şerbetini içtiği görüldü.

Zeyd Bin Hârise’yi (r.anh) tâkib eden hazret-i Ca’fer, hemen sancağı kaptı. İslâm sancağının dalgalandığını gören mücâhidler, yeni bir aşk ile savaşa devam ediyorlardı. Hazret-i Ca’fer de, Zeyd Bin Harise gibi kahra­manca çarpışıyordu. Bir taraftan düşmana saldırıyor, diğer yandan da arkadaşlarına cesaret ve heyecan veriyordu. Yiğitçe çarpışan bu yeni kumandan, daha hızlı, daha seri hareketlerle kılıç sallıyor, düşmana göz açtırmıyordu. Hazret-i Ca’fer, kendisinden geçmiş bir hâlde çarpışırken, arkadaşlarından bir hayli ileri gitmişti. Rumların ortasında tek başına dövüşü­yor, her birine ayrı ayrı kılıç vuruyordu. Fakat bu gidişin, dönüşü olmadığını anlamakta gecikmedi. Kahraman kumandan; “Bana düşen, kâfirlerin her birine kılıcımla vurmaktır!”‘ diyor, Allahu tealanın mübarek ismini dilin­den düşürmüyor ve bitmez bir güçle çarpışıyordu. Nihayet bir düşman askeri, hazret-i Ca’fer’İn sağ koluna bir kılıç vurdu. Sağ eli kesilen hazreî-i Ca’fer, mukaddes İslâm sancağını sol eliyle yere düşmeden yakaladı. Kaldırıp yine dalgalandırdı. Derken bir kılıç darbesi daha… Sol eli de kesilmişti. Bu defa sancağı, kesik kollarının arasında göğ­süne bastırarak dalgalandırmaya çalıştı. Fakat bir biri peşinden şiddetle inen düşman kılıçlan ile çok özlediği şehâdet mertebesine kavuştu. Mübarek ruhu, Cennet’in en yüksek derecele­rine uçmuştu… Bedeninde doksandan ziyâde kılıç ve mızrak yarası sayılmıştı.

Kumandanlarının şehîd düştüğünü gören kahraman mücâhidler, yere düşen İslâm san­cağını kaptıkları gibi, Abdullah Bin Revâha haz­retlerine teslim ettiler. O da, atının üzerinde sancağı dalgalandırarak düşmana şiddetle saldırdı. Bir taraftan önüne gelen düşmanı tepeliyor, bir taraftan da, şöyle diyordu:

 

“Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette.

Bugün şehîd olurum, yemîn ettim bu harpte.

 

Ya sen kendiliğinden, razı olursun buna,

Ya kabul ettiririm, bunu ben, zorla sana.

 

Eğer öldürülmezsen, şayet sen bu savaşta,

Hiç ölmeyecek misin, ey nefsim söyle bana.

 

Ca’fer Bin Ebî Tâlib ve Zeyd Bin Hârise’nin

Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.

 

Onlar şehîd oldular, ey nefsim durma geri,

Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri.”

 

Hazret-i Abdullah da; “Allahu ekber!” nida­ları arasında düşmanla amansız bir mücâde­leye tutuşmuştu. Bir ara bir kılıç darbesi parmağına isabet etti ve kesik parmak elinde sallanmaya başladı. Allahu tealanın ve Resulü­nün aşkıyla yanan bu mübarek kumandan, derhal atından yere atladı, çarpışmasına engel olan yaralı parmağını, ayağının altına alıp; “Sen sâdece, yaralı bir parmak değil misin? Zâten bu kazaya da Allahu tealanın yolunda uğramış bulunuyorsun!” diyerek çekip kopardı. Şimşek gibi atına atlayıp, olanca gücü ile yine çarpışmaya başladı. Fakat bu kadar çarpışmasına rağmen, şehîdlik merte­besine kavuşamadığı için kendi kendini kına­maya başladı…Tekrar tekrar düşmana saldırdı. Sonunda bir mızrak darbesi ile yere düştü. Allahu teâlâ ve Resulü yolunda çarpışırken şehîd olup, mübarek ruhu Cennet’e uçtu…

O anda hazret-i Abdullah’ın yanında çarpı­şan Ebû’l-Yüsr Ka’b Bin Umeyr (r.anh), sancağı dalgalandırmaya çalıştı. Gözlerini Eshâb ara­sında dolaştırarak kendisinden daha yaşlı ve olgun birini araştırdı. Sabit Bin Ekrem’i (r.anh) görünce, sancağı ona teslim etti. Hazret-i Sabit, sancağı mücâhidlerin önüne dikdikten sonra; “Ey kardeşlerim! Acele içinizden birini kumandan seçiniz ve ona tâbi olunuz” dedi. Onlar; “Seni seçtik” dedilerse de, hazret-i Sabit bunu kabul etmedi. Gözleri Hâlid Bin Velîd hazretlerine takıldı. Ona; “Ey Ebû Süleyman! Sancağı sen al!” dedi. Müslümanlar arasına yeni katılan hazret-i Hâlid, edeBinden mukad­des sancağı almak istemedi ve mübarek dudaklarından; “Ben bu sancağı senden ala­mam! Sen buna benden daha çok lâyıksın. Zîrâ daha yaşlısın ve Bedr gazasında Resûlullah’ın yanında çarpışmakla şereflenmişsin!…” sözleri dökülmüştü. Fakat zaman kıymetli idi. Etraflarındaki Eshâb-ı kiram, düşmanla kıyasıya vuruşuyor, yüz Bin kişilik düşmanı geriletmeye çalışıyordu. Hazret-i Sabit, sözünü tekrarladı: “Ey Hâlid! Resûlullah’ın mukaddes sancağını çabuk al! Vallahi, bunu sana vermek için almıştım, Sen, harBin usûlünü benden daha iyi bilirsin!” dedi ve etrafındaki mücâhidlere; “Ey kardeşlerim! Hâlid’in kumandan olmasındaki görüşünüz nedir?” diye sordu. Onlar da hep bir ağızdan; “Onu başımıza kumandan yaptık” dediler. Bunun üzerine hazret-i Hâlid, Alemlerin efen­disinin mübarek eliyle teslim ettiği sancağı, büyük bir hürmet ve edeb ile alıp öptü. Atına atlayıp düşmana bütün haşmet ve heybetiyle saldırdı.

Kahraman sahâbîler yeni kumandanları­nın peşinde tekrar hücuma geçtiler. Hazret-i Hâlid görülmemiş bir cesaret ve maharetle çarpışıyordu. Önüne geleni devirip düşürüyordu. Bir ara Kutbe Bin Katâde hazretleri, düşman kumandanlarından Mâlik Bin Zafile’ nin başını gövdesinden ayırdı. Rumların maneviyatları bozulmuştu. Fakat vakit daral­mış, akşam olmuş ve hava kararmaya başla­mıştı. Karanlıkta savaşmak oldukça tehlikeliydi. Çünkü yanlışlıkla kendi arkadaş­larını vurabilirlerdi…

Bu sebeple her iki taraf da karargâhlarına çekildi. Yaralılar tedavi altına alındı. Hazret-i Hâlid, harp san’atında dahî idi. Sabahleyin düşmanın karşısına yeni bir taktikle çıkmak ve onları şaşırtmak istiyordu. O gece, askerlerin yerlerini değiştirdi. Sağ taraftakiler! sola, sol-dakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne aldı.

Sabahleyin tekrar hücuma kalkan kahra­man mücâhidler, “Allahü ekber” nidaları ara­sında çarpışmaya başladı. Düşman askerleri, kendilerine saldıran askerleri ilk defa görü­yordu. Bunlar dünkü çarpıştıkları kimseler değildi. Herhalde, müslümanlara yeni bir ordu yardıma gelmişti!… Bunları büyük bir korku içinde düşünen Rum askerlerinin maneviyat­ları bozuldu. Paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen hazret-i Hâlid ve kahraman sahâbîler, o gün çok daha güzel çarpışarak düşmana kılıç vurdular ve Binlercesinin canını Cehennem’e gönderdiler. O gün Hâlid Bin Velîd hazretleri­nin elinde dokuz kılıç kırılmıştı. Allahü teâlânın ihsanı, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin duaları bereketiyle üç Bin mücâhid gazi, yüz Bin düşman askerini boz­guna uğratmıştı.Bu büyük meydan muharebesinde on beş şehîd verilmişti. Böylece, Bizans imparatorluğuna, haddi bildirilmiş, daha güneye akınlar düzenlemelerine engel olunmuştu..:

Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem efendimiz, kendisine harp meydanından bir haber gelmeden önce, Mûte’de olanları bildirmek üzere Eshâbını mescide toplamıştı. Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzlerinden çok üzüntülü olduğu anlaşılıyor, daha çok üzülür korkusu ile kimse bir şey soramıyordu. Niha­yet Eshâb-ı kiramdan biri; “Canımız sana feda olsun yâ Resûlallah! Sizde olan üzüntüyü gör­düğümüzden beri içimiz kan ağlıyor, üzüntümüzün derecesini ancak cenâb-ı Hak bilir!” dedi. Sevgili Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve buyurdular ki: “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi. Bu hâl, onları, Cennet’te karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd Bin Harise, sancağı eline aldı. Nihayet şehîd edildi. O şimdi Cennet’e girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Ca’fer Bin Ebî Tâlib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehîd oldu. O, şehîd ola­rak Cennet’e girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Ca’ fer’den sonra sancağı, Abdullah Bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu ve Cennet’e girdi. Onlar, Cennet’ te altından tahtlar üzerinde bana gös­terildi. Ey Allah’ım! Zeyd’i mağfiret eyle!… Ey Allah’ım! Ca’fer’i mağfiret eyle! Ey Allah’ım Abdullah Bin Revâha’ yi mağfiret eyle!”

Âlemlerin efendisinin mübarek gözlerin­den hâlâ yaşlar boşanıyordu. Göz yaşlan arasında şöyle devam ettiler: “Abdullah Bin Revâha’dan sonra sancağı Hâlid Bin Velîd aldı. İşte şimdi harp şiddetlendi. Ey Allah’ım! O (Hâlid Bin Velîd). senin kılıçlarından bir kılıçtır. Ona yardım eyle!…” buyurdular.

Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlânın izni ile Bin kilometreden daha uzak olan harp meydanındaki durumu, bir mucize olarak gör­müş ve Eshâbına bildirmişti. Ca’fer Bin Ebî Tâlib hazretlerinin şehîd düştüğü gün bu hâdi­seyi anlattıktan sonra kalktılar, hazret-i Ca’fer’ in evine gittiler. Hanımı Esma evinin işlerini bitirmiş, çocuklarını yıkayıp saçlarını tara­mıştı. Sevgili Peygamberimiz; “Ey Esma! Ca’fer’in oğulları nerede? Onları bana getir!” buyurdular. Esma Hâtûn (r.anhâ) çocukları getirince. Resûlullah efendimiz onları bağrına bastı ve doya doya öpüp kokladı. Mübarek kalbleri dayanamadı, mübarek göz­lerinden yaşlar sicim gibi akmaya başladı. Bunu gören hazret-i Ca’fer’in hanımı; Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûl-allah! Niçin oğullarıma yetimlere yaptığı­nız merhameti gösteriyorsunuz? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından acı bir haber mi aldınız?!” diye yalvararak sordu. Alemlerin efendisi, çok müteessir olmuştu: “Evet!… Onlar, bugün şehîd oldular!…” buyurdu. Hazret-İ Esma validemiz de yetim yavrularını bağrına basarak ağlamaya başladı. Bu manzaraya sevgili Pey­gamberimiz fazla dayanamamış, oradan ayrılmışlardı.

Seâdethânelerine dönen Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, zevce-i mutahharalarına; “Ca’fer’in ailesi için yemek hazırlamayı ihmâl etmeyiniz!” buyurdu. Üç gün şehîd ailelerine yemekler gönderildi.

Aradan günler geçmişti ki, Medine’ye müjde haberini Ya’lâ Bin Ümeyye hazretleri ulaştırdı. Olup bitenleri daha söylemeden Resûl-i ekrem efendimiz, ona; “İstersen olanları sen haber ver, istersen ben sana söyleyeyim!” buyurarak harp meyda­nında olanları teferruatıyla anlattılar. Bunun üzerine Ya’lâ Bin Ümeyye (r.anh); “Seni hak din ve Kitâb’la peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, mücâhidlerin başından geçen olaylardan anlatmadık bir tek hâdise bırakmadın” dedi. Efendimiz de; ‘ ‘Allahû teâla, benim için aradaki mesafeyi kaldırdı da, harp meydanını gözlerimle gördüm” buyurdular.

Bir kaç gün sonra haberciler, İslâm ordu­sunun Medine’ye yaklaştığını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshâbı ile kalktılar, Medine’nin dışına karşılamaya çıktılar. Uzak­lardan bir toz bulutu kalkıyor, mukaddes İslâm sancağı dalgalanıyordu. Kılıç, kalkan parıltı­ları, etrafı ayna gibi ışıldatıyordu… Herkesde, derin bir heyecan göze çarpıyordu. Biraz sonra başlarında Hâlid Bin Velîd hazretleri olduğu hâide, mücâhid gaziler Medine’ye girdiler.