NEFİS - kainatingunesi.com

NEFİS

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, iste­mediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildi­rirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çe­kerdi.

Nefsine şöyle hitâb ederdi: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyor­sun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Öm­rünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, ken­disini aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nef­sim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem’den biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette ge­lecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etme­miş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiş­tir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanma­dın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmân­sızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O’nun gör­mesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O’nun azâ­bını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeye­cek sanıyorsan, Kur’ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini ya­lan- cı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âye­tinde meâlen; “Günah işleyen, cezâsını çekecektir.” buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dün­yâ- da, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tar- lasını ekmeyen­lere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyor­sun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, is­tediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sı­kıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâ­zım oldu­ğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine daya­namazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiret- teki zillet ve alçaklığa ve tard ol­maya, kovulmaya nasıl dayana­caksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hasta­lıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyor­sun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gele­bilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten ko­lay sanıyor­san, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hay­vana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışma­yıp, imtihan günü hepsini öğreni­rim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta ol­madan önce, sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!

Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhame­tine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennem’in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklı­yorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşi­nin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara el­bise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O’nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sa- na ey nefsim!

Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve gü­nahlarımın O’na ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetle­rinden meydana gel­mektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şey­lerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızma­sından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve ken­dini onlara kaptırmışsın! Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, bâri ölümü in­kâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, iste­diğin kadar sıkı sarıl ki, ay­rılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, ya­zıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki in­sanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdi­şâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmekte­dir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kı­rıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı say ve sana piş­mânlık ve azâb kaldı bil!

Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerine bir gün bir kimse gelip; “Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme gö­remiyorum. Halbuki îtikâ­dım da düzgündür.” dedi. Sultân-ül-Ârifîn; “Sen bu hâlde üç yüz sene daha de­vâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var.” buyurdu. O kimse; “Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?” diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: “Var ama sen kabûl etmezsin.” bu­yurdu. O kimse ısrâr edip; “Aman efendim, lütfen bildi­riniz ve beni tale­beliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım.” dedi. Sultân-ül-Ârifîn bu­yurdular ki: “Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vu­rana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de.” O kimse bunları du­yunca; “Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamaya­cağım. Bana başka bir şey emretseniz.” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; “Sen bunları kabûl etmezsin!” diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir.” Buyurdular     .

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine; “Nefsine verdiğin en hafif cezâ ne­dir?” diye sordular. Cevâbında; “Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim.” buyurdular.

Yine buyurdular ki: “On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâ­zet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin iste­mediği şey­leri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme ör­sünde, kınama, ayıp­lama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildi­ğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu ay­nada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından mey­dana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.

Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım. “Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne mi­sâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere; “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemedikle­rini yapmak sûretiyle kırk yıl uğ­raştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk et­medikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verile­ceğini mi zannedi­yorsunuz. Aslâ izin alamazsınız.” diye bildirildi.

“Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?” diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, “Nefsini üç talakla boşa” diyordu.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır: “Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip, kırlarda, sahrâ ve dağlarda, ya- lın ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarılıp, par­çalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile sohbet etmek ar­zusu uyandı. Bu arzu ile hu­zûruna gittim. Talebeler etrâfında toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına katıldım. Emîr Külâl; “Bu kimdir?” dedi. “Behâeddîn’dir.” dediler. Talebelerine beni mec- listen dışarı çıkarmalarını söy­ledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar. O za- man nefsim son derece azdı ve taşkın­lık yapmak istedi. Az kalsın nef­sim, irâdeme gâlip geliyordu. Fakat Allahü teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve îtirazdan menederek; “Ey nefs! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni, Allahü teâlâ elbette bundan dolayı mükâfatlandı­rır.” dedim. Sonra başımı Emîr Külâl hazretlerinin kapısının eşi­ğine koy­dum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime kar yağdığı hâlde kalkma­dım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl, ayağını kapının eşiğine atınca, karlar ara­sında kalan başıma bastı. Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde verdi. İçeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek el­leriyle çıkardı. Ya­ralarıma ilâç sürdü. “Oğlum! Bu saâdet libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır.” bu­yurdu. Rûhânî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Şimdi, her sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim; fakat şimdi talebe kal­madı. Hepsi şeyh oldu.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin en başta gelen talebelerinden Alâed- dîn-i Attâr şöyle anlatır. Hocam buyurdular ki: “Nefsinizi dâimâ töhmet al- tında tutu­nuz ve ona uymayınız. Her kim bunda muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işi­nin mükâfâtını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye mu- vaffak olur, buna ta­hammül ve güç bulur. Yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaya başlar. Bütün işlerde niyeti düzelt­mek çok mühimdir.

Yine buyurdular ki: “Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsinin isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, yâni nefsine muhâlefet etmesi lâzımdır.”

Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rah- metullahi teâlâ aleyh) hatâ ve günahlarını hatırlayıp ağlayarak piş­man- lığını şöyle dile getirmiştir: “Vah! Yazık bana! Bana ne oldu da ben, bu kadar hatâ ve günahı işledim. Halbuki ben o hatâyı işlerken, Rabbimin nîmetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık lezzetine aldan­dım. O lez- zet gitti. Şimdi onun mesû­liyeti kaldı. Kaybolmıyacak, her şe­yin inceden inceye tesbit edildiği amel defte­rime yazıldı. Yazık bana, Allahü teâlâdan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefs ne acâib düşman. Ben hatâmı düzeltmeğe çalışıyorum. O ise beni tekrar günâha çağırıyor. Ben ona insafla, adâletle davranmak istiyorum, ama, nefsim bana insâf etmiyor. Devamlı beni Rabbimin rızâsından çıkarmak için uğraşıyor. Be- nim helâkimi, dünyâ ve âhiret saâdetimi çalmak istiyor.

Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâ­faza eyle.

Yazık bana! Ölümden nasıl kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişe­cektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim. Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni tâkib ediyor… Günahım o kadar çok ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çok­luğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş da akmı­yor. Gözlerime uyku gir­miyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim nasıl olur, benim….

Vah bana! Hatâlarım aklıma geldikçe, ben nasıl tenbel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya çalışmam. Kıyâmet günü Rab- bim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa, benimle konuş­mazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarım­dan Allahü teâlâya sığınırım. Amel defte­rimin sol tarafımdan verilmesin­den veya onu arkamda görmekten, Rabbim mu­hâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin huzûruna ben na­sıl çıkarım. Gö­züm, aya-ğım, elim ve her şeyim benim hakkımda şâhittirler. Gü­nahlarımı hatırla- mam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim! İsteklerini hiç unut­muyor- sun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli değilsin. Ey nef­sim, he- sâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmu-yorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun.

Ey nefsim! Hâlâ içerisinde bulunduğun gafletten uyanmıyacak mı­sın? Hasta ve zayıf düşersen, derhal yaptıklarından pişmanlık duyar­sın… Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin. Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin ve kimseye muhtâc olmazsan, âhiretini ve kendini unutursun.

Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuş­mak ister­sin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi de­vamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun.”

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bu­yurdular ki: Nefsini hesâba çeken muhâsebe ehlinin belli has­letleri vardır. Bunları tecrübe ve tatbik edince, Allahü teâlânın ihsânıyla şerefli makamlara ulaşmışlardır. Her şey güçlü bir azimle ve nefsânî ar­zuları tamâmen terk et­mekle elde edilir. Çünkü azmi sağlam olanların nefsin hevâ ve hevesine karşı durmaları basitleşir. O halde kuvvetli bir azimle şu hususlara uy:

1) Doğru ve yalan yere yemin etme.

2) Yalan söylemekten sakın.

3) Zulüm bile yapmış olsa hiç bir kimseye lânet etme.

4) Vefâkâr olmak imkânı bulduğun müddetçe ahdinden dönme.

5) Ne sözle ne de hareketle hiçkimseye bedduâ etme. Yaptığın iyilik için mükâfât, karşılık bekleme. Allahü teâlânın rızâsı için tahammüllü ol.

6) Kâfir olsun, müşrik veya münâfık olsun, hiçbir kimsenin aleyhinde şâhidlik yapma. Halka karşı merhametli ol. Allahü teâlânın gazabından uzak kalmak için en uygun yol budur.

7) Ne içinden ne de dışından aslâ günah işlemeye yönelme, âzâları­nın ta­mâmını günahtan uzak tut.

8) Hiç kimseyi incitme. İster az ister çok olsun veya ihtiyacın olsun yâhud da olmasın hiçbir halde kendi yükünü kimseye yükleme.

9) İnsanlardan hiçbir şey bekleme ve sâhib oldukları hiçbir şeye göz dikme.

10) Dünyâ ve âhirette makam ve izzet yüksekliği, Allahü teâlânın di­leme­sine, vermesine bağlıdır. Bu bakımdan kendini karşılaştığın hiçbir insandan daha üstün görme.

Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin hastalıklarını te­dâvî eden şey­lerin aslı beştir: 1) Az yemek, mîdeyi fazla doldurmamak, 2) Ba- şa gelen işler­den Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak, 4) Devâmlı istiğfâr ve Resûlullah efendimize salat ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazan­maya çağıran kimse ile berâber olmak.”

Zamânımızdaki insanlar şu beş şeye tutulmuşlardır: 1) Cehâleti, ilme tercih etmek, 2) İşlerde kızmak, 3) Mânevî perdelerin hemen açılmasını istemek, 4) Bid’ati (dinde sonradan ortaya çıkan şeyleri), sünnet-i seniy- yeye tercih etmek, 5) Nefsin arzu ve isteklerine göre hareket et­mek.

Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlim iticidir. Allah korkusu sevkedicidir. Nefs ise itâatsizdir, serkeştir. Murâdını eksiksiz eline geçir­men için, nefs atını ilim siyâ­setiyle idâre et. Korku ile tehdîd ederek sür.”

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Sultân Veled anlatır: “Ben beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?” dedi. Bu suâle; “Nefs, yara­tıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bı­rakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye ka­dar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız.” cevâbını verdi.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretleri buyurdular ki; “Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermeme­lidir. En tesir­lisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kıl­maktır.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir gece uyandı. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu. Oturmak istiyor, oturamıyordu. Bir zaman sonra kapıyı açıp dışarı çıkınca; birinin üzerine bir aba örtüp, büzül­düğünü gördü. Cüneyd-i Bağdâdî’yi görünce başını kaldırdı ve; “Ey efendim! Bu kadar bekletilir mi?” dedi. Cüneyd-i Bağ­dâdî; “Gece geç vakitte geldiniz.” buyurdu. O kimse; “Kalplere hareket veren Allahü teâlâdan, sizin kalbiniz bana teveccüh etsin diye taleb et­tim.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. O kimse; “Nefsin hastalığına ilaç yok mudur?” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; “Nefsin ilacı, isteklerine muhâlefet etmektir.” buyurdu. Bunun üzerine o kimse, kendi kendine; “Ey ahmak nefsim! Bunu ben sana kaç defâ söyledim. Ama sen Cüneyd’den duymayınca inanmadın.” dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün Câfer Huldî hazretlerine bir dir­hem verdi ve bir mikdâr incir almasını söyledi. O da alıp geldi ve önüne koydu. Cüneyd-i Bağdâdî ondan bir tâne alıp orucunu açmak için ağzına götürdü. O sı­rada ağlamaya başladı, inciri ağzından çıkarıp attı. Su ile de ağzını iyice çalka­ladı. Câfer Huldî; “Niçin böyle yaptınız?” dediğinde; “Otuz seneden beri hep incir yemek istedim. O zamandan beri de hiç yemedim. Bugün nefsim ağır bastı ve ondan yemek istedim. Ağzıma al­dığım zaman gizliden bir ses bana şöyle dedi: “Allah için yemesini bırak­tığın şeyi yemeye utanmıyor musun?” Bunun üzerine onu ağzımdan çı­karıp attım. Onu yemeyi sözde durmamak kabûl ettim. Bu da bir hıyâ­nettir. Hâin olan kimse de, Allah katında sevilen biri olamaz.” buyurdu.

Çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil ol­mayan Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsinin isteklerine karşı çı­kar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: “Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hiz­met ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellile­rini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve O’na âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti ne­dir? denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vere­rek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla baka­maz.”

Yine buyurdular ki: “Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti ka- zan­makta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâkî olan â- hireti iste­mekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçer- ler?”

Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “Bir kimsenin, nefsinin istek ve arzuları gâlip gelirse, aklı gizli ka­lır.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Nefsin arzuları, şeytanın taktığı bir yulardır. Kim, şeytanın o yula­rına takılırsa, doğruca onun yanına gider ve ona köle olur.”

Yine buyurdular ki: Altmış yaşındaki bir kimse nefsini hesâba çek­mişti. Bunu gün olarak hesapladı yirmi bir bin beş yüz gün çıktı. Bu gün sayısını gö­rünce feryad etti. Düşüp bayıldı. Ayılınca âh yazık bana Rab- bime gideceğim. Eğer her gün bir günah işlemiş olsam bu hesâba sığ- maz günahlarla hâlim nice olur? dedi. Sonra eyvâh, dünyâya daldım! Â- hiretimi harâb ettim! Çok ihsân edici Rabbime karşı, isyânkâr oldum. Sonra da harâbe gibi olan bu dünyâdan saâdet yeri olan âhirete git­mekten kaçınıyorum. Kıyâmette hesap günü amelsiz, sevapsız bir halde nasıl hesap vereceğim! dedi.”

İran’da yaşayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “Nefis, bir ateş gibidir. Yanar durur. Bir yandan söndürülse de başka taraftan parlar. Nefis hep böyle­dir. Bir taraftan yola getirilse, öbür yandan kötü iz yine görünür. Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefis, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdele­rin en büyüğüdür.

“İnsanın nefsi ölmeden kalbi hayat bulmaz. Hakîkat, nefsin ölümün­den ibâ­rettir.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Nefsine âşık olan, kibirli, kıskanç, aşağı ve hakîr olur.”

Yine buyurdu ki: “İnsana nefsin hâkim oluşunun temeli, arzulara, is­teklere uymaktır. Arzu ve heveslere uyma gâlip gelince kalbi kararır. Kalp kararınca can sıkılır, can sıkılınca huy kötüleşir.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri şu rubâîyi söylemiştir:

 

“Nefsine uymak doğru değildir elbet,

Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.

Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,

Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet.”

 

Bağdât’ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) çölde yolculuk yapıyordu. Açlık son haddine varmıştı. Allahü teâ- lâdan yiyecek istemesi için nefsi onu sıkıştırdı. Fakat Ebû Saîd-i Harrâz kendi kendine; “Ye­mek istemek tevekkül ehlinin işi değildir.” dedi. Nefsi yemekten ümidini ke­since ona başka bir tuzak kurdu ve; “Allah’tan yemek istemiyorsun, bâri sabır iste.” dedi. Ebû Saîd-i Harrâz, nefsin bu isteğine uyarak sabır istemeye karar verdi. Fakat Allahü teâlâ sevdiği kulu Ebû Saîd-i Harrâz’a imdâd eyledi. Gâibden gelen bir ses ona; “Şu dostumuz, bizim kendisine, yakın olduğumuzu söylüyor. Bize yönelen bir kimseyi zâyi etmeyeceğimizi bildiği halde kendi âcizliğini ve zayıflığını ileri sürerek bizden gıda ve sabır istiyor. O, ne bizim onu gördüğümüzü, ne de onun bizi gördüğünü zannediyor, Ey Harrâz! Yemek istemekle bi­zimle arana bir perde koymuş oldun. Zîrâ yemek, bizden ayrı bir şeydir. Sabır istemekle de aynı şekilde bizden perdelenmiş oldun. Çünkü sabır da bizden başka bir şeydir. Bizden bizi iste, rızkı ve sabrı değil.” dedi. Düşün­düklerine pişmân olup Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundular.

Şam’da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsimin güzel gördüğü hiçbir işi güzel görmedim.”

Yine buyurdu ki: “En fazîletli amel, nefsin istediğinin zıddını yapmak­tır.”

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi ta­nımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak?”

Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; “Şeytanın insana, gâfil ol­duğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürü­süne yaptığı za­rardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Nefis, yaratılışı îcâbı edepsizdir, halbuki kul sürekli olarak ede- be riâyet et­mekle memurdur. Nefsin tabiatı îcâbı muhâlefet meyda­nında at oynatır, kul gayreti ile nefsin kötü arzularına ulaşmasını engel­ler. Nefsini dolu dizgin salıve­ren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her fırsat ve boş zamanlarda amel yapıp tâat üzere ol­mak, seni, nefsin hîlelerinden alıkoyar.”

“Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her tâat uya­nıklık ve iffetin esası, nefsini beğenmemektir.”

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin kırılması, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek ile olur.”

Yine buyurdular ki: “Sâlih bir insana en zararlı şey, nefsine kolaylık gös­termesidir.”

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Büyükleri sevmek, saâdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhane, gevşeklik sığ­maz. Nefs bir kötülük depo­sudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.

Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. Küfür, nefs-i emmârenin istekle­rin- den hâsıl olur.

Yine buyurdular ki: Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâdet zan etme­meli, nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.

Birkaç günlük zamânı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şey­leri yapmağa çalışmalıdır.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bizim yolumuzda ilk önce lazım olan, ahlâkını düzelt­meye nefsini hesâba çekmeye çalışmalıdır. Bu yo­lun bü- yükleri nefsin temizli­ğini, kalbin temizliğine vâsıta yaptılar. Çünkü nefs, kulun amellerinin mihveri­dir. Ameller nefs üzerinde meydana gelir. Şöyle ki: Kalbin fesâdı, bozukluğu nefsin bozukluğundandır. Kalb bozu­lunca vücutta bozukluk meydana gelir. Kalbin iyiliği nefsin sâlih iyi olma­sına bağlıdır. Dolayısıyla cesed de iyi olur. Onun için ahlâkınızı düzelti­niz, nefs muhâsebesini iyi yapınız. Bunu ise, Resûlullah efendimize çok salât okumak sûretiyle yapınız. Onun için bu yola girmiş olan çok salât oku- makla meşgul olmalıdır ki, kalbi Peygamber efendimi­zin sevgisi ile nur- lansın, nefsin başka şeylere olan bağlılıkları yok olsun. Daha sonra Alla- hü teâlâyı zikr etmelidir. Kalb, Peygamber efendimizin vâsıtasıyla Allahü teâlânın zikr nurlarının parıltılarına kavuşur. İşte kazançlı amel budur.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki “Nef­siniz sizi uy­gun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle meş­gûl ediniz.”

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dostlarından bir kısmı bâzı kim­selerin hallerinden bahsederek; “Falan kimse su üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz?” diye sordular. Buyurdu ki: “Allahü teâlânın yar­dımı ile nefsinin ar­zularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üze­rinde yürüyenden daha üs­tündür.”

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir.”

Meşhûr velîlerden Abdurrahmân Tafsûncî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bu­yurdular ki: “Nefsinin ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, a- zıp doğru yol­dan ayrılır.”

Suriye’de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü’l-âlemîn hep fakirlerle­dir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve ben­likten uzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benli- ğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisse­den kim- seyi Allahü teâlâ sevmez. Şey­tanın küfre gitmesinin sebebi nef­sini, ken- dini büyük görmesi değil miydi?.. İn­sanın ayağı nefsin göğsünde bulun- malıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyük- tür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkış­tılar. Ken­dileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.

İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını gör- mesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâde- tini değil, hep günahlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren nefsidir. Fira­vun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felâket­lere uğradılar. Nefisleri büyüdü, bü­yüdü, sonunda ilâhlık dâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, az­gınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâh olmadı- ğını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyük iddiâ­lara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. “Bunlar nedir?” dedim; “Dünyâ zevkleri ve zînetleridir.” denildi. Dünyâ ve onun göz ka­maştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni on­lardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bu­nun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yo­lunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Senin içinde bulunan mânîlerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebil­mek için bir sene uğraştım.

Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş ha­yaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Arzu ve isteklerindir.” denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kal­bimi onlardan temiz­leyebildim.

Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yal­varırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hasta­lıkları üze­rinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve is­teklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nef­simle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yaka­ladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim… Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yi­yecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünyâ sevgisinden kurtulabil­mek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur’ân-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.

Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varama­mıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları de­nedim. Aradı­ğımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe ka­vuştum, kulluk sır­rına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve is­teklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çı­karıp, hep O’nunla olmak olan “fakr” mertebesine ulaştım”.

Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sah­ralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Ken­dime geldi­ğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulur­dum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağ- dad’a on iki günlük uzak­lıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldı­ğımda bir ses bana; “Sen ki Abdülkâdir’sin, buna hayret mi ediyorsun?” dedi.

Evliyânın büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Hummaya yakalandığımda bununla sevinirim. Çün- kü nefs, hummâ, ile meşgûl olup, beni meşgûl etmez. Bu haldeyken kal- bimle istediğim gibi yalnız kalırım.”

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsin kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım is­temeli, Azâbından korkarak, sevâbını ve mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O’nu hatırlamalıdır.”

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir konuda tereddütte kalıp doğrusunu kestireme­diğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı çıkmaktır.”

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir ce­mâat cihâd için gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile ilgili hadîs-i şerîfleri bana ha­tırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde de­vamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa git­memi ve orucumu açmamı istiyor dedim.

Nefse dedim ki: “Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm ede­ceğim.” Nefs; “Olur kabul.” deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi ge­celeri namaz kıl­maya mecbûr tutuyorum da onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece nama­zını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. “Bu da kabul!” dedi.

Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnız­lıktan usandı da halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; “Konakladığımız her yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim.” deyince nefsim; “Onu da kabul ediyorum!” deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kal­dım. Allahü teâlâya sığınıp; “Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru. Sana sığındım.” diye yalvarıp duâ ettim.

Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: “Benim isteklerime muhâlefet et­mekle beni günde yüz defâ öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh’e, onu, nefsini öldürdüler, şehîdlik de­recesine erdi…”

Nefsin bu cevabı üzerine; “Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, haya­tında da ölümünde de münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığı­nın farkına varmamışım.” diyerek, daha çok mu­hâlefet ettim.

Suriye’de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan son­raki hâlini şöyle anlattı: Nurşin’e gittikten on beş yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorba­sıydı. Bir gün Muş taraflarından, o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret’i ziyârete gelmişti. Hazret’i ve talebelerini yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete gideceğim, gü­zel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen ça­rıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Ni­hayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazır­landım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp; “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle be­râber gelsin. Yalnız Molla Ahmed kalsın. O gelmeyecek” bu­yurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle dediğini anla­dım ve nefsime dönüp dedim ki: “Bütün suç senindir. Sen güzel yemek­ler yerim diye iştahlan­dın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu ya­parsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rıza­sına kavuşursun.”

Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidi­yordu. Ahmed Haznevî’yi görünce atının yularını çekerek durdu

Onu yanına çağırdı ve; “Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mik- darı ka­dar nefsi olsa, o, Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için insanın kendinden ha­beri olmalı. Nefsin tu­zaklarına düşmemeye çalışmalıdır.” buyurarak atını sür- dü, yoluna devâm etti.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdu­lar ki: Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek ka­dar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğ­mek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rı­zâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavu­şanlara müjdeler olsun.”

Yine buyurdular ki: Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabûl eden­ler dahi kıy­metli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabi­len, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal’aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi olunmaz.”

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: “Nefse uymak yo­lunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır.”

Horasan’da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fı­kıh ve ta­savvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “En büyük muhârebe, konuşur ve yerken, nefs ve şeytanla olan harbdir. Eğer onlara gâlip gelirsen, kurtulursun.”

Amasya’da yetişen velîlerden Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki: “Nefsimizin alıştığı zevklerine erişmek için bizi şeklen olan bir pişmanlıkla aldatıp duruyor. Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir.”

Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Günahlardan sakınan kimseler, nefsleri üzerinden, terbiye kamçısını kaldırmazlar. Allahü teâ- lanın râzı olduğu işler için nefslerini zorlarlar. Onlar, mal ve mülkü Allahü teâlânın rızâsı için vermekten çekinmezler.”

Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen, daha ilk adımında hatâ etmiş demek­tir. Nefsini terkedip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rı­zâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ ona, kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır.”

Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A’meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsimi elimle tutabilseydim, parça parça doğrar, hayvanların önüne yem olarak atardım.”

Hadîs âlimi ve büyük velî Amr bin Kays el-Mülâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetleri esnâsında sevenlerine ve talebelerine; “Nefsinizle meş- gûl ol­duğunuzda insanları, insanlarla meşgûl olduğunuzda nefsinizi unu- tursunuz.”

Irak’ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Nefsine karşı Allahü teâlâdan yardım istemeyen kimse, nefsine yeni­lip mağlûb olur.”

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) devamlı Allahü teâlâya ibâdet ve tâat ile meş­gûl olur, bir an O’ndan gâfil bulunmazdı. Dâimâ riyâzet ve mücâhede eder, nefsin arzula­rını yapmaz, nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri yapar- dı. On beş gün ağzına lokma koymadığı zamanlar olurdu. “Karnı­nız aç olsun! Bunun için de çok oruç tutunuz! Çünkü oruç, hikmet hazî­nelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalp gözü­nün açılmasına, kalbin rik­kate gel- mesine sebeb olur. Ayrıca oruçlunun duâsı, Allahü teâlâ indinde mak- bûldür.” buyururdu. Nefsinin isteklerini yapmamak için, kapıda kö­pekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine karşı; “Ey nefs, bana istediklerini yaptırıp, emrin altına almak mı istiyorsun? Arzu­nun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım. Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!” diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi.

Buyurdular ki: “Bedeniniz mezara girmeden, nefsini­zin şerrinden emin olmayın.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsi gözetmeyi bildirir; “Nefsini hayırlı işlerle meşgul eyle. Aksi halde o seni kötü şeylerle meşgul eder.” derdi.

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri buyurdular ki: Kim nefsinin isteklerine kavuşmak için acele ederse, iyilik­lere kavuşma yollarını keser. Kim nefsinin her istediğini yer ve bunların peşine düşerse, o kimsenin başına çeşitli belâlar gelir.

Çeştiyye yolu büyüklerinden Ebû Ahmed Ebdâl Çeştî hazretleri, Ebû İshâk Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin meclis ve soh- betlerinde kısa zamanda evliyâlık makâmına kavuştu. Nefsini terbiye etmek için ri­yâzet etti, nefse ağır gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmak ile meşgûl oldu. Gönlünde dünyâ dü­şüncelerinin bulunmamasına çok gayret ederdi. İnsanların işlerine karışmaz, kendi hâlinde bulunurdu. Nefsin, Allahü teâlâya düşman olduğunu, her isteğinin kendi zararına ol- duğunu ve ona muhâlefet etmekten, Allahü teâlânın râzı oldu­ğunu bilir, ona göre hare­ket ederdi. Nefsine muhâlefet için, günlerce yemek yeme- diği olurdu. Her yemekte de, sâdece üç lokma yerdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir gün Merv’deyken bizi sevdiğini söyleyen biri yanıma geldi ve; “Uzak bir mesâ­feden geldim. Sana ulaşmak için uzun yollar katettim. Maksa­dım seninle gö­rüşmekti.” dedi. Bunun üzerine ona; “Nefsinden sefer edebilseydin, uzak kal­saydın, bir adım atman bile kâfiydi.” dedim.

“Hürriyet nedir?” diye soran birisine; “Eğer nefsinin arzularına boyun eğ­miş, nefsin dünyâya meyletmişse, malın kölesisin.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) in­sanları Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmeye teşvik ederdi. Bu hususta; “Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin is­tediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver.” buyurur ve; “En bü­yük ibâdet, vaktini boş yere harcamamaktır.” derdi.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur: “Her zaman nefsini suçlamayıp, ona muhâle­fet etme­yen aldanmıştır. Nefsine rızâ gözüyle bakan mahvolmuştur.”

Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vâz ve nasî- hatlarından bi­risinde buyurdular ki: “Allahü teâlâ meâlen; “Câhiller­den yüz çevir.” (A’râf sû­resi: 199) buyuruyor. Nefs, câhillerin en câhilidir. O halde ondan daha fazla yüz çevirmelidir.”

Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara dünyâ ve âhirette kurtuluşun yolunu göstermek için et­tiği sohbetle­rinde buyurdular ki: “Nefsinden sıkılan kimsenin gönlü, yüce Mevlâsına bağ­lanmakla ünsiyet, yakınlık ve huzur bulur.”

Tasavvufta ilk defâ sofî nâmıyla anılan meşhûr velî Ebû Hâşim Sofî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kişinin nefsini güzel edeb ile süsle­mesi, ehlini terbiye etmeye sebebdir.”

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün, “Allahü teâlânın emirle­rine tam teslim olmanın alâmeti nedir?” diye suâl edildi. Cevâbında; “Nefsi, Allahü teâlânın hükümlerinin îfâ edildiği meydana göndermek, ona de- vamlı Rabbimizin râzı olduğu şeyleri yaptırmak, bu hususta çe­keceği elem ve sıkıntı­larda ona şefkat göstermemektir.” buyurdular.

Yine buyurdular ki: “Nefsini tanıyan kimse, insanların övmelerine al­dır­maz.”

“Nefs, ihlâs sâhibini doğru yoldan kaydıramaz.”

Muhyiddîn-i Arabî Fütûhât-ı Mekkiyye isimli kıymetli eserinde şöyle anla­tıyor: İnsanlardan birçoğu, bereketlenmek için Ebû Midyen hazretle­rine ellerini sürerlerdi ve ellerini öperlerdi. Kendisine suâl edildi ki: “Efen­dim! Bu hal karşı­sında hiç nefsinize bir düşünce gelir mi?” Cevâbında buyurdu ki: “Hacer-ül-Esved’e bu zamâna kadar, nebîler, resûller ve ve­lîler el sürüp, onu öptüler. Ona, onu taş olmaktan çıkaracak bir düşünce gelir mi?” Gelmez. İşte ben de bu hü­kümdeyim. Bana da öyle bir dü­şünce gelmez.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefis hakkında buyurdular ki: “Nefsine aldanan, şehevî duygula­rına esir olur. Hevâî arzûlarının zindanına kapatılır ve o kulun kalbi fay­dalı işlerden zevk alamaz. Kur’ân-ı kerîmi her gün hatm etse bile, ilâhî kelâmı okumaktaki esas tadı bulamaz. Bunun çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı candan arzu etmek­tir.”

Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sözleriyle ve yaşayışı ile insanlar için üstün örnek bir zâttı. Bir sohbetinde huzûrunda bulunanlara, “Ne dersiniz ben bir kimseye ik­ram ettiğim, istediğini verdiğim halde o yarın Allahü teâlânın indinde beni kö­tüler. Fakat ben o kimseye zorluk göstersem, iş yaptırsam, sıkıntıya soksam ya­rın o Allahü teâlâ indinde beni metheder, över, benden memnun olduğunu söy­ler.” dedi. Dinleyenler şaşarak bu kimdir? diye sorduklarında; “Vallahi o benim nefsimdir.” diye cevap ver­diler.

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Nefsine âit bir şeyi güzel gören kimse ayıplarını ve kusurlarını görmez. Her hususta nefsini itham edenlerden başkası, kendi kusurlarını göremez.”

Yine buyurdu ki: “Kim sözüyle ve işiyle sünneti nefsine hâkim kılarsa, sün­nete uyarsa hikmetle konuşmuş ve yapmış olur. Kim nefsine ve ar­zusuna göre iş yaparsa ve konuşursa bid’at işlemiş olur.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yur­dular ki: “Nefsini recâ ve ümid ile meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Ken­dini havf korku ile meşgul eden ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem recâ hem havf ile meşgul olmalıdır.”

Büyük velîlerden Ebû Saîd bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsin ve dünyâ sevgisinin zararlarından sakındırırdı. Bu hususta da; “Nefsin ile meş­gûl olman, seni Allahü teâlâya ibâdetten alıkoyar. Dün­yâya olan merâkın da, âhiret merâkından uzaklaştırır.” buyurdu.

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allah bâkî ve kâfidir. O’ndan başkası boştur. O’ndan gayri her şeyden nefsini uzak eyle!”

Bağdât’ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ yâni şüphelilerden sakınmakta ve riyâzette nefsine muhale­fet etmekte gâ­yet ileriydi. Nefsi şöyle târif ederdi: O, durgun bir suya benzer. Dıştan bakılınca temiz gibidir. Ama biraz tahrik edilip dalgalandı­rılınca dibinde saklı pek çok mikropların olduğu görülür. Nefsin duru­munu anlamak için onu imtihan etmeli­dir. Hem de mihnet, meşakkatle ve boş arzularına muhâlefet ederek imtihan et­melidir. Herkes nefsine bak­malı, mihnet ve meşakkat ânında ne gibi bir şekil alıyor. Yersiz ve boş arzularını yenebilmek için direnmesini biliyor mu? Gör­meli ve bilmelidir.

Nefsin içinde gizli hallere vâkıf olmayan kimse ne cesâretle Rabbini tanıdı­ğını iddiâ etmeye kalkar. Çünkü önce nefsi bilmek gerekir. Tâ ki bundan sonra o nefsi yaratan bilinsin.

Cezâyir’de yetişen büyük velîlerden Ebü’l-Abbâs Müstegânimî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın önde gelenlerinden Şeyh Muham- med Bûzidî’nin sohbetlerinde kemâle gelip, olgunlaştı. O hoca­sıyla olan görüşmesini şöyle anlatır: “Bir gün dükkanımıza Şeyh Muhammed Bûzi- dî hazretleri gel­mişti. Bir ara bana; “Senin yılanlardan korkmadığını duy- dum. Eline alıp onları tutarmışsın.” dedi. Ben de; “Evet efendim doğru- dur.” dedim. Yine o; “Pekâlâ! Şimdi bir yılan bul getir de huzûrumuzda ona dokun görelim.” dedi. Ben de; “Kolay.” dedim ve ora­dan ayrıldım. Şehir dışında bir yerden küçük bir yılan ya­kalayıp önüne koydum. Elim- de onu evirip çevirmeye başladım. Muhammed Bûzidî dik­katle benim ha- reketlerime bakıyordu. Sonra bana; “Pekâlâ bundan bü­yüğünü getirebilir misin?” dedi. Ben de; “Büyüğü küçüğü benim için bir­dir.” dedim. O za- man bana; “Ben sana büyük bir yılan söylesem acaba onu tutabilir, o- nunla başa çıkabilir misin? Onu tutup, zararından koruna­bilirsen, sana ger­çekten hakîm derim.” dedi. Ben hayretler içinde; “O ne­rede?” dedim. Bunun üzerine; “O, senin nefsindir. Onun zehrinin şiddeti yılanın zeh- rinden daha çok­tur. İşte bu yılanı tutarsan, onu hâkimiyetin altına alır- san, sen o zaman yetişmiş sayılırsın.” dedi ve şöyle ilâve etti: “Evlâdım şimdi âdetin olan şeyleri bu söyle­diğim şey için yap. Şayet ya­pabilirsen.” buyurdu. Sonra oradan ayrıldım. Nefsi ve nefs yılanının zeh­rinden daha şiddetli olan zehrin ne olduğunu düşünüyor­dum. Daha sonra gidip Şeyh Muhammed Bûzidî’ye talebe oldum. Onun yardı­mıyla yılandan daha za- rarlı ve şiddetli zehiri olan nefsimin kötülüklerinden ko­rundum. Riyâzet, nefsimin istediği şeyleri yapmamakla onu ıslah etmeye çalış­tım.”

Evliyânın önde gelenlerinden Ebü’l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Kur’ân-ı kerîmde; “Zulmedenlere meyletmeyin. Size ateş dokunur (Cehennem’de yanarsınız).” (Hûd sûresi: 113) meâlindeki âyet-i kerîme okundu ve; “Buradaki meyletmeye, nefse meyletme de gi­rer mi?” diye soruldu. O; “Evet, zulüm de nefsin sıfatlarındandır.” buyur­dular.

Bağdât’ın büyük velîlerinden Ebü’l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerliyebilmek için, nefs engelini aşmak lâzım olduğunu düşünüp, kendi nefsine şöyle derdi: “Ey nefsim! Senelerdir, hevâ ve hevesine uygun olarak yiyip-içtin, yatıp uyudun, ge­zip-gördün, diledi­ğin gibi yaşayıp, her arzunu tatmin ettin. Ama bundan sonra hevâ, boş faydasız şeylerin hepsini terkedip, hep ibâdet ile meşgûl olacaksın ve bu zamâna kadar, hevâ ve hevesine uyarak, yaptığın şey­lerin ve arzu ettiklerinin hiç birisine kavuşamıyacaksın. Bunları yaparken, sabredip tahammül gösterebilirsen çok büyük saâdete kavuşursun. Eğer tahammül edemeyip helâk olursan hiç değilse bu yolda ölürsün.”

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturur ve mübârek dudakları devamlı hareket ederdi. Şu şiiri sık sık söylerdi:

Eğer gönlün benimle olursa,

Yemen’de olsan bile yanımdasın.

Eğer gönlün benimle değilse,

Yanımda olsan bile uzaktasın.

 

Dinle bak Hak ne hoş söyledi.

Zebur’unda Dâvûd’a buyurdu.

Düşman ol önce nefs belâsına,

Ondan, bana uymakla kurtulasın.

 

Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,

Zâyi eyle onu her ne dilerse,

Eğer bu işte atarsan riyâyı,

Kendine rehber kıl evliyâyı.

 

Eğer anlarsan budur sana ol,

Nefsinin şerrinden halâs ol,

Nefsinin murâdından uzak dur.

Düşersen eğer şeytana uzak dur.

 

Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri “Nefsine biraz istirahat ver, ona bu kadar yüklenme” diyen dostlarına: “Allahü teâlâya kavuşacağım yolu kesemem.” buyurdular.

Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsi firenle- mek, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir.”

İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âşık Yûnus’la aynı asırda yaşamış ve onun söylediği gibi şiirler söylemiştir. Tasavvuf yolunda nefsi tanımanın ve itâat altına almanın şart olduğunu bildiren Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu hususta şu şiiri söylemiştir:

 

Bilmek istersen seni,

Cân içinde ara cânı.

Geç cânından bul ânı,

Sen seni bil, sen seni.

 

Kim bildi ef’âlini,

Ol bildi sıfâtını,

Anda gördü zâtını,

Sen seni bil, sen seni.

.

Görünen sıfâtındır,

O’nu gören zâtındır,

Gayri ne hâcetindir,

Sen seni bil, sen seni.

 

Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstagrak oldu,

Tevhîd-i zâtı buldu,

Sen seni bil, sen seni.

 

Bayram özünü bildi,

Bileni anda buldu,

Bulan ol kendi oldu,

Sen seni bil, sen seni.

 

Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kim kendi nefsini, Firavun’un nefsinden daha hayırlı zannederse, kibirli olduğunu göstermiş olur.”

Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: “Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” dedi. Bunun üzerine İbn-i Muhayrız; “Nefsimi te- mize çıkarmaktan Allahü teâlâya sı­ğınırım” dedi. Bundan sonra Mısır ku- maşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye baş­ladı.

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir.”

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) an­latır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar ye­mek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gör­düm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; “Bu halden kurtul­mak ister misin?” dedim. “Ha­yır.” dedi. Ben hayretle “Niçin?” dedim. “Sağ sâ­lim olmak nefsimin arzû­sudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O’nun murâdının aksi bir şeyi O’ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı ol­mak, el­bette benim için hayırlıdır.” dedi. “Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar.” dedim. “Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkın­tıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştır­maya bak.” dedi. “Bütün bunları nereden biliyor­sun?” dedim. “Allahü teâlâ bil­diriyor.” dedi. Sonra izin isteyip yoluma de­vâm ettim.

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsinizin arzularını terk edin, üzün­tünüz, derdiniz dağılsın.”

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her kim nefis kuşunun etini se­verse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yüksele- mez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır.”

Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi. Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi. Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:

Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra’ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Zi­yâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi. Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazret­leri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleke­tine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine “Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanı­yorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun.” dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et ye­meyece­ğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâ- lâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak ibâdetlerin başıdır.

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) nef­sini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı. Basra’nın kuru veya yaş hurma­sından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; “Ey Basralılar! Be­nim hâlimi görü­yorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil.” buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.

Bir gün Basra vâlisi, Mâlik bin Dînâr’a; “Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konu­şabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bıra­kan şey nedir biliyor musun? Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun.” demiştir.

Büyük velîlerden Ma’rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi kendine dövünür; “Ey nefs, hâlis ol ki halâs (kurtuluş) bulasın” buyurur ve ağlardı.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, et­râfınızda dolaşmamalarına üzül­mek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlık­tır.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların, nefsin istek ve arzularından uzaklaş­mak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar şaşılacak bir şeydir. Zîrâ in­sanların arasına çıkmak, Peygamberlerin sünnetidir.”

Hindistan’ın büyük velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı ge­lemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O’na tutulmuştur. O’nun rızâsını kazanmaktan, O’na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kö­tüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazan­mış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyle­yici; “Câhillikte en ile­ride ola- nınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur.” buyur­muştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görü­lürse, bun- lar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şeh­vet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düş­kün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nef- s-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin de­diği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı ol­muş, Rableri de o mübâ­rek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ay­rılamaz. Rable­rine karşı baş kaldırmazlar.

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!

Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

 

Evliyânın büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: “Bu yolun başlangıcında iken, nefsin âfetlerini görür ve onun giz­lendiği yerleri bilir vaziyete gelmiştim. Ona karşı kalbimde dâimî sûrette bir kin vardı. Bir gün boğazımdan tilki yavrusunun çıkardığı ses gibi bir şey çıktı. Allahü teâlâ beni, onu tanır hâle getirdi. Anladım ki o, nefsdir, ayaklarımın altına aldım, çiğne­meye başladım, ama her tekme atışımda daha da büyüyordu. Ona; “Hey sana ne oluyor, herşey döğmek ve sıkıntı çekmekle helâk oluyor. Sen ise daha da fazla­laşıyorsun?” dedim. Bana dedi ki: “Benim yaratılışım terstir. Bir şeye sıkıntı ve üzüntü veren bir şey, bana rahat ve zevk verir. Diğer şeylere rahatlık temin eden birşey, bana meşakkat getirir.”

Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsini bilene, insanların övmesi zarar ver­mez. Kendini bilmeyip de insanların medhetmesine kapılanların vay hâ­line!..”

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Se­kizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da ye­meği alıp, yere koydu. Mum ge­tirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su barda­ğını almaya gitti. Mum söndü. Su iç­mek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; “Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemi­yorum.” diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: “Ey Râbia, is­tersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulun­maz.” Bu sözü işitince; “Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma.” diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevkle­rinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; “Bu benim son namazımdır.” diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendi­sini Allahü teâ- lâ ile meşgûliyet­ten alıkoyar korkusuyla; “Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse sen­den alıkoymasın.” diye duâ ederdi.

Tâbiîn devrinde Medîne’de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) gece olunca, nefsini muhatab alır, ona: “Ey bütün şerrin yuvası, kalk bakalım. Allah’a yemin olsun, seni yorgun bir deve haline getirip bırakacağım.” der. Sabaha kadar ibâdet ederdi. Bu sebeple ayak­ları şişerdi. Bu defâ da nefsine; “İşte böyle ola­caksın; aldığın emir bu yoldadır ve bunun için yaratıldın” derdi.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: “Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarâyı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe’ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime “Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey bulamayacak­sın.” dedim.

Kûfe şehrine uğradığımda, nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştım ise de, nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nef­simi Mekke’ye kadar incitmeyeyim, diye düşündüm. Şehirde bir un de­ğirmenine rastladım. De­ğirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değir­menciye yaklaşarak: “Bu iş için ata günde ne kadar kirâ veriyorsunuz?” dedim. Değirmenci; “Günde iki akçe ödüyo­ruz.” deyince, bu işi bir gün de ben yapa­yım, bana da bir akçe verir misi­niz?” dedim. Değirmenci buna râzı oldu. Ak­şama kadar, nefsime eziyet için dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp nefsime; “Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul is­tekle­rini yerine getiririm.” dedim.

Yine kendisi şöyle anlattı: “Bir gün çölde giderken, başında sarık ve elinde asâ bulunan pîr-i fânî bir zâtın geldiğini gördüm. Aklımdan “Gâlibâ kâfileyi ka­çırmış.” diye geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona; “Gi­deceğin yere ula­şıncaya kadar bununla idâre et.” dedim. Fakat bu zât elini havaya kaldırdı ve eli altınla doldu. Sonra bana; “Sen cebinden alı­yorsun, ben ise gaybden.” dedi ve kayboldu. Kâbe’ye varınca tavaf es­nâsında o zâtı gördüm, bana: “Ey Sehl! Bir kimse Kâbe’nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâbe’yi ta­vaf etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini ayakları al­tına alırsa, Kâbe’nin onu tavaf etmesi lâzım gelir.” dediler.

Buyurdular ki: “Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı ken­dine düşman etmiş olur.”

Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri buyurdu ki:

“BAK EY NEFSİM!”

 

O Sehl-i Tüsterî ki, asrının bir tânesi,

Ve Zünnûn-i Mısrî’nin, makbûl bir talebesi.

 

O, üstâdına karşı, gösterdi pek çok edeb,

O hayatta oldukça, konuşmadı, sustu hep.

 

Kendisine bir suâl, sorsaydı biri dinden,

Aslâ cevap vermezdi, üstâda edebinden.

 

Lâkin günün birinde, dedi ki: “Kardeşlerim,

Dînî bir suâliniz, varsa cevap vereyim.”

 

Dediler: “Susardınız, dînî mevzûlarda hep,

Şimdi hikmet nedir ki, ettiniz böyle talep?”

 

Buyurdu: “Hayattayken, bir kimsenin hocası,

Edebe muhâliftir, dinden ağız açması.”

 

Dinliyenler bu işi, eylediler tahkîkat,

Bildiler ki üstâdı, aynı gün etmiş vefât.

 

Bir talebesi der ki: “Otuz yıl müddet ile,

Devamlı hizmet ettim, ben Sehl-i Tüsterî’ye.

 

Bunca yıl kaldımsa da, yanında gece gündüz,

Yatıp uyuduğunu, görmedim aslâ henüz.

 

Yatsı namazı için, aldığı abdest ile,

Sabah namazını da, kıldı umûmiyetle.”

 

Ömrünün sonlarında, hasta oldu nihâyet,

Eli ve ayakları, etmez oldu hareket.

Lâkin günde beş defâ, namaz vakitlerinde,

Olurdu âzâları, eski kuvvetlerinde.

 

Kendisini aynı gün, bâzısı Arafat’ta,

Bâzısı başka yerde, görürdü onu hattâ.

 

Annesinden bir hayli, mal kalmıştı kendine,

Dağıttı tamamını, şehrin fakirlerine.

 

Ve kimde alacağı, vardıysa tamamını,

Onlara bağışlayıp, helâl etti hakkını.

 

Sonra da çıktı yola, Kâbe’yi tavâf için,

Dedi ki: “Bak ey nefsim, dünya ile yok işin.

 

İşte görüyorsun ki, tamamen ettin iflâs,

Ve sana bundan sonra, âhiret lâzım esas.

 

Sakın dünyâlık bir şey, eyleme benden talep,

Zîrâ ben muhâlefet, edeceğim sana hep.

 

Ya sen yola gelirsin, ya yanarsın Ateş’te,

Üçüncü şıkkı yoktur, hakîkat böyle işte.”

 

Sonra vardı Kûfe’ye, böylece söylenerek,

Lâkin canı orada, istedi balık ekmek.

 

Baktı ki son derece, istiyor nefsi bunu,

Lâkin hemen yapmadı, onun arzûsunu.

 

Rastladı biraz sonra, bir un değirmenine.

İlişti sonra gözü, bir dolap beygirine.

 

Gelip değirmenciye, sordu ki hemen ilkin:

“Ne ücret veriyorsun, şu dönen beygir için?”

 

İki dirhem deyince, buyurdu ki: “Ey kişi,

Ben yalnız bir dirheme, yapayım mı bu işi?”

 

Peki olur! deyince, geçti atın yerine,

O gün akşama kadar, su çekti değirmene.

 

Akşama bir dirhemi, ondan tahsîl ederek,

Gelip o para ile, aldı balık ve ekmek.

Dedi ki: “Bak ey nefsim, isteğin oldu, fakat,

Sen de Hak teâlâya, yapacaksın çok tâat.

 

Benden, günah olmıyan, bir şey istersen eğer,

Bu kadar meşakkate, katlanman îcâb eder.

 

Eğer günah bir şeyi, talep edersen benden,

Bil ki mahrûm ederim, seni helâl şeylerden.”

 

Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsine karşı olan sevginden dolayı isteklerine rızâ göstermek, onu Cehennem’e atmaktır.”

Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aley- hâ) haz­retlerinin kardeşi Yahya’nın, Zeyneb isminde bir kızı vardı. Bu kız dâimâ, halası Seyyidet Nefîse’nin hizmetinde bulunurdu. Şöyle anla- tıyor: “Kırk sene hizme­tinde bulundum. Lâkin bir defa uyuduğunu ve bir defa yemek yediğini görme­dim. Bir gün kendisine; “Halacığım! Nef­sine çok zorluk veriyorsun.” dedim. Bana; “Ben nefsime çok zorluk ver­miyo- rum. Nefs çok zorluk çeker, beden çok ibâdet ederse, kurtulmak ümidi çoğalır.” buyurdular.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatları­nın değişmesinden ibârettir.”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Bir adam, içinde Allahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulun­duğu ve ağaçların üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki kuşlar ona; “Ey Allahın velîsi sana selâm olsun” deseler. Nefs de bundan sükûnet bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur.”

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ho­casının vefâtından sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğrete­rek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasîhatını çok söy­ler; “Kişi dâimâ nef­sine muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun arzula­rını yerine getirmemeli, sı­kıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmeli­dir.” buyururdu.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa’bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin arzu ve isteklerine “hevâ” denmesi, kimde bulu­nursa onları Cehennem’e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiplerine de, “Ehl-i hevâ” denmesi, bunlar Cehennem’e düşecekleri içindir.”

Hindistan evliyâsının tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Ey can kardeşim! Senelerce nefs-i emmâreye ri­yâzetler çektirdik. Buna rağmen onun şerrinden kurtulama­dık. Âhirette kurtul­mak için, nefsin hîle ve tuzaklarına karşı çok uyanık olmalı, ondan Allahü teâlâya sığınmalıdır.”

Şam’ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: Nefsinin arzu ve istekleriyle mücâdele eden kimse, Allahü teâlâya karşı irfân sâhibi olur. Kalben, halktan kurtulursan, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş, bir olduğunu yakîn olarak anlamış olursun.”

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) çetin nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teâlâ ona çok ih­sanlarda bulundu. Kendisine; “Nefsinle nasıl mü­câdele ettin?” denildikte, o; “Ömrüm nefsimle uğraşmak, onu terbiye et­meye ça- lışmakla geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi yaşımdan beri yanım üzerine yatmadım. Ayaklarımı uzat­madım. Daha başka çektiğim riyâzet- lerimi size anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; “Rahatta olalım Hakk’ı bulalım.” dersiniz.” buyurdular.

İstanbul’daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde Şeyh Ebü’l-Vefâ hazreleri; “Abdest ibriğini ta­şımak, ondan zordur.” buyurdu. Bu ne doğru ve ne gü­zel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Yahyâ Muammer Mezûrî İmâ- dî hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazret­leri, talebelerinden Abdülvehhâb Sûsî’yi İstanbul’a gön­derdi. Orada devlet bü­yüklerinden gördüğü iltifât karşısında kibir ve gu­rûra ka- pılınca, talebelikten tardedildi. Abdülvehhâb Bağdat’a geri dönüp Yah- yâ Mezûrî hazretlerine geldi, elini öptü ve yeniden talebeliğe kabûlü için Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ilti­masta bulunmasını istedi. Yahyâ Mezûrî de, hocasının huzûruna geldi ve Abdülvehhâb’ın affını arzetti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; “Emir benim elimde olsa affederim. Lâkin sil- sile-i aliyye-i Nakşibendiyye’nin hepsinin rûhâniyeti, Abdülvehhâb’ı tale- belikten tard eylediler. Ancak sakalını traş, yü­zünü kara edip bir merkebe ters biner, sokak ve pazarda bu hâl ile kendisini teş­hir ederse o zaman belki meşâyıhın rûhları affederler.” buyurdu. O zaman Şeyh Yahyâ; “Ey hocam! Abdülvehhâb nefsine böyle yük yükle­yemez, müsâade et, onun adına ben yapayım da Abdülvehhâb affoluna ve ben nefsimi müslümân- ların ihtiyâcı için fedâ edeyim.” dedi. Mevlânâ Hâlid ağlayarak Yahyâ Mezûrî’nin boynuna sarıldı. Berâberce bir hayli vakit ağladılar. Sonra Mevlânâ Hâlid nâfile namaza durdu. Yahyâ Mezûrî de kendi dergâhına gitti. Orada bekleyen Abdülvehhâb’a; “Kimseyi kö­tüleme! Ancak kendi nefsini kö­tüle!” buyurdu. Abdülvehhâb mahrûm ve hüsrân olarak oradan ayrıldı.

Evliyânın meşhûrlarından Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır: “İlk gün- lerimde hep “Lâ ilâhe illallah” derdim ve bundan hiç gâfil olmaz­dım. Bir gün nefsim bana dedi ki: “Senin Rabbin kim?” Ben de; “Benim Rabbim Allahü teâlâdır.” dedim. Bunun üzerine nefsim bana; “Senin Rabbin be- nim, çünkü sen, bana kulluk ya­pıyorsun. Kimin emrine tâbi oluyorsan, o- na kulluk yapıyorsun. Sana, beni do­yur diyorum, yiyorsun. Uyu diyo- rum, uyuyorsun. Yürü diyorum, yürüyorsun. Benim emrettiğimi dinliyor- sun. Al dediğimi, alıyorsun. Sen benim her emrimi yerine getiri­yorsun. Öyleyse sen bana kulluk ediyorsun, benim emirlerime tâbi olu­yorsun.” dedi. Bunun üzerine bir müddet iyice düşündüm. Sonra basîre­tim açıldı ve bana; “Allahü teâlânın emirlerine uy, nefse karşı muhâlefet et. Uyu derse; Allahü teâlâ, sâlih amel işleyenler için meâlen; “Onlar, ge­ceden pek az (bir zaman) uyuyorlardı.” buyurdu. (Zâriyât sûresi: 17). Ben de böyle yapan sâlih kullardan olacağım de! Nefsin sana ye derse, Allahü teâlâ meâlen; “Yiyi­niz, içiniz, isrâf etmeyiniz” (A’râf sûresi: 31) bu­yurdu de! Sana yürü diyerek, gurûr ve kibirle yürümeni isterse, Allahü teâlâ meâlen; “Yer yüzünde kibirle ve böbürlenerek yürüme…” (İsrâ sû­resi: 37) buyurdu de! Nefsin bir şeyi almanı is­teyince de, ona de ki: Allahü teâlâ meâlen; “Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp isrâf etme…” buyurdu. (İsrâ sûresi: 29). “Bunları yapınca neye kavuşurum?” dedim. “Müt- tekîlerden, âriflerden ve sıddîklardan, Rabbine kulluğunu tam yapanlar- dan olursun.” denildi.

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Nefsin aldatmasına, dünyânın yalancı ve geçici tadına kapılan, hayrın tadını alamaz. Yabancılarla berâber olmak, bu yolda yü­rüyenler için fe­lâkettir.”

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) şöyle anlatır: Ey insan, bir gün sabahtan akşama kadar nef­sinle harb et. Neler zâhir olacağını bir gör. Merd, nefsinde bir eksik gö­rüp de onunla harb edendir.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on sene canı mahallî bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine, “Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen.” deyince, Zünnûn-ı Mısrî hazretleri; “Ey Nefs! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur’ân-ı kerîmi hatim edersen, sana bu yemeği veririm.” dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. “Ni­çin böyle yaptın?” de­yince; “Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koy­dum.” cevâbını verdi.