ÖLÜM VE SONRAKİ HAYATIMIZ
Ölüme Hazırlık
Ölümü hatırlamak, en büyük nasihattir. Her îmân sahibi kimsenin, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesareti azaltır. Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
(Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü, çok hatırlayınız!) Din büyüklerinden bazısı her gün bir kere hatırlamayı âdet edinmişti. Evliyânın büyüklerinden Muhammed Behâeddin Buhârî “kuddise sirruh” her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü.
Uzun emel, çok yaşamağı istemektir. İbâdet yapmak, dine hizmet etmek için çok yaşamayı istemek, uzun emel değildir. Uzun emel sahipleri, ibâdetleri vaktinde yapamazlar. Tövbe etmeği terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Va’z ve nasihatlerden ibret almazlar.
Uzun emel sahibi, hep dünya malına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhireti unutur. Yalnız zevk ve sefasını düşünür. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Ölmeden evvel ölünüz. Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!)
(Ölümden sonra olacak şeyleri, sizin bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.)
(Gece gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehidler yanında olacaktır.)
Uzun emelin sebepleri; dünya zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Uzun emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an gelebileceğini düşünmelidir. Uzun emel sahibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirette zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur.)
MENKIBE: Ölüme Hazırlanan Köle
Abdullah bin Mübârek’in, mükâteb bir kölesi vardı. (Âzâd olmak için efendisine belirli bir süre para veren köleye mükâteb denir.) Abdullah bin Mübârek’e her gün bir gümüş verirdi. Bir gün, birisi Hazret-i Abdullah bin Mübârek’e gelerek dedi ki:
– Senin kölen kefen soygunculuğu yapıyor ve sana her gün bir gümüş veriyor. Abdullah bin Mübârek bu sözleri duyunca çok üzüldü. Durumu bir an önce öğrenmek istedi. Akşam namazından sonra köle kabristana gitmişti. Abdullah bin Mübârek de köleyi takip etti. Kabristana gelince bir türbenin arkasına saklandı ve kölenin ne yaptığını gözetledi. Köle, kendisine daha evvel kazıp hazırladığı çukurun içine girdi. Abdullah bin Mübârek köleye daha da yaklaştı. Saklandığı yerden, kölenin ne yaptığını görüyordu. Köle kabrin içinde dua ve niyaz ederek, münacaata koyulmuştu. Saatlerce öyle durdu. Sabah namazı yaklaştı. Köle mezardan dışarı çıktı. Doğruca mescide geldi, namazını kıldı. Tekrar aynı yere geldi, iki elini kaldırıp Allahü teâlâya şöyle yalvardı:
“Yâ Rabbi! Sabah oldu. Efendime bir gümüş vermem lâzım. Bana bir gümüş ihsân eyle!” O anda gökten bir nûr indi. Tabağın içinde bir gümüş vardı. Abdullah bin Mübârek saklandığı yerden çıktı. Kölesinin boynuna sarıldı ağladı ve buyurdu ki:
– Yüzbinlerce can, böyle köleye feda olsun. Efendi sensin, ben değilim!
Köle hâlinin anlaşıldığını görünce:
– Yâ Rabbi! Artık benim sırrım açığa çıktı. Dünyada benim için rahat kalmadı. İzzetin hürmetine, benim ruhumu al! Dedi ve Hazret-i Abdullah bin Mübârek’in kucağında iken ruhunu teslim etti. Geceleri ibâdet ettiği yeri, kabir şekline sokup oraya defnettiler.
Ölüm Nedir?
Ölüm, yok olmak demek değildir. Ölüm, ruhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Ruhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden, başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmesi gibidir. Ömer bin Abdülaziz hazretleri buyurdu ki, (Sizler, ancak ebediyet, sonsuzluk için yaratıldınız. Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz.) Ölüm, mü’mine hediyedir, ni’mettir. Günâhı olanlara musibettir. İnsan ölümü istemez. Hâlbuki ölüm,
fitneden hayırlıdır. İnsan yaşamayı sever. Hâlbuki ölüm, ona hayırlıdır. Salih olan mü’min, ölüm ile dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. Zâlimlerin ölümü ile, memleketler ve kullar rahata kavuşur. Bir zâlimin ölümünde, söylenen eski bir beyit şöyledir:
Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.
Mü’minin ruhunun bedenden ayrılması, esirin hapisten kurtulması gibidir. Mü’min öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehidler, dünyaya geri gelip bir daha şehid olmak ister. Ölüm, her müslüman için hediyedir. Bir adamın dînini, ancak mezarı korur. Mezardaki hayat ise, ya Cennet bahçelerinde bulunmak veyahut da Cehennem çukurlarında bulunmak gibidir. Dünya hayatı, mü’min için Cehennem, kâfiriçin ise Cennet gibidir.
MENKIBE: Dünya Fânidir
Bir gün Hazret-i Ömer, Peygamber Efendimizin yanına gitti. Gördü ki, Efendimiz bir hasır üzerinde oturmuş ve mübârek teni üzerine hasırın izleri çıkmıştı. Efendimizin teninde hasırın iz yaptığını görünce, Hazret-i Ömer ağladı. Yaratılmışların en şereflisi, en üstünü, âlemler onun yüzü suyu hürmetine yaratılan Efendimiz sordu:
– Niçin ağlarsın yâ Ömer?
– Niçin ağlamıyayım, yâ Resûlallah? Kisra ile Kayser imparatorları bunca ni’metler içinde, kalın döşeklerde garkolup yatarlar. Onlar Allah’ın düşmanlarıdır. Sen, Allah’ın sevgilisi iken mübârek tenin hasır iziyle yol yol olmuş. Altınıza bir döşek alsanız olmaz mı?
– Ey Ömer! ‘Onlar öyle kavimdirler ki, âhiretin hoşluğunu istemeyip dünyanın rahatlığını isterler. Biz ise, öyle bir kavimiz ki, âhiret rahatlığını dünya rahatlığına tercih ederiz. Bunun üzerine hazret-i Ömer radıyallahü anh:
“Ey Ömer! Bu dünya, âhirete nisbetle şuna benzer ki; bir kimse denize serçe parmağını soksa, o serçe parmakta ne kadar su ve yaşlık mevcut olursa olsun, sıcak bir yaz gününde kısa bir zamanda o yaşlık buhar olup uçar gider. Dünyanın var olması serçe parmaktaki su gibidir. Bel bağlamaya gelmez. Bu dünyanın, bunun gibi olan hayaline aldanan kimseye yazıklar olsun, yâ Ömer!” dedi.
Ölüm Mü’mine Hediyedir
Allahü teâlânın emirlerine uyan bir mü’mine, ölümden daha sevinçli birşey olamaz. Allahü teâlâya kavuşmayı seven mü’min, ölümü ister. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Kavuşmak şevki, büyük ve yüksek derecedir. Bu dereceye yükselen mü’min, ölümün gecikmesini istemez. Rabbine kavuşma arzusundan dolayı, O’na kavuşmayı, O’nu görmeyi sever. Cenneti seven de, ona hazırlanan insan da ölümü sever. Çünkü, ölüm olmayınca Cennete girilmez. İbrahim “aleyhisselâm”, ruhunu almak için gelip izin isteyen Azrail aleyhisselâm’a sordu:
– Dost, dostun canını alır mı?
Allahü teâlâ Azrail “aleyhisselâm” ile haber gönderip buyurdu ki:
– Dost, dosta kavuşmaktan kaçınır mı?
Bu müjdeyi alınca, hemen ellerini kaldırıp “Yâ Rabbi, ruhumu hemen al!” diye dua etti. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretleri, Azrail aleyhisselâmı görünce; (Çabuk gel, çabuk gel! Beni Rabbime çabuk kavuştur) demiştir.
Ölüm ve Şehidlik
Allah yolunda canını feda eden, dinini, vatanını bayrağını, namusunu müdafaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslümanlara şehîd denir.
Şehidlik, Allah katında peygamberlikten sonra en yüksek mertebedir. Peygamberlerden sonra derecesi en yüksek olan şehidlerdir. Şehidler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Cennette, onlar için sonsuz ni’metler hazırlanmıştır. Îmânla ölen ve Cennete giren bir kimse, dünyaya tekrar gelmek istemez. Fakat şehidler böyle değildir. Onlar, tekrar dirilmek ve tekrar şehid olmak arzu ederler. Bu arzuları, şehidlik mertebesinin Cennet ni’metlerinden daha tatlı, daha zevkli olmasındandır. Şehidlerin, Cennet ni’metlerine kavuştukları vakit, (Ey Rabbimiz, biz senin yolunda tekrar şehid olmak için dünyaya döndürülüp öldürülmeyi istiyoruz) diyerek, Allahü teâlâya yalvaracaklarını Peygamber Efendimiz haber vermektedir. Şehidlerin, kul borçlarından başka bütün günâhları af olunur. Kul borçlarını da, Allahü teâlâ kıyâmette, hak sahibine Cennet ni’metleri ihsân ederek helâllaştıracaktır. Allah yolunda savaşırken, hudut boylarında nöbet tutarken ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerinin sevabı verilir. Şehidlerin bedeni çürümez, kabirlerinde diridirler. Her biri, kıyâmette yetmiş kişiye şefaat eder. Suda boğularak şehid olana, karada şehid olanın iki misli sevab verilir. Hattâ kul borçları da affedilir. Havada şehid olanlar da böyledir.
MENKIBE: Melekler Yıkadı
Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak İslâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak bütün kimseler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala’nın evine uğradı.
Bu karar ve Resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud’a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbın arasına katıldı. Daha sonra Mekkeli müşrikler ile Müslümanlar arasında Uhud harbi başladı. Şehidler verildi. Bu şehidler arasında bir günlük evli olmasına rağmen sevgili Peygamberimizin emrine uyan ve harbe iştirak eden hazret-i Hanzala da vardı. Harp sona erince Müslümanlar Medîne’ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı? Heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili Peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehidlik şerbeti içen hazret-i Hanzala’nın dul hanımı da vardı. Herkes büyük bir heyecenla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili Peygamberimiz “aleyhisselâm” cevaplıyordu.
En son olarak soru sorma sırası, şehid olan Hanzala’nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak;
– Ey Allahın Resûlü! Hanzala nerede? demesi üzerine sevgili Peygamberimiz cevabında:
– “Hanzala şehid oldu”, buyurdu.
Bunu üzerine Hanzala’nın hanımı;
– Yâ Resûlallah, şu anda söyleyeceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehid oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, Yâ Resûlallah!
dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekilde:
– Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala’yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm. Bunun üzerine bütün sahâbeler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala’yı aramaya başladı. Daha sonra Sahâbiler Hanzala’nın henüz vücûdu kurumamış ve başı ıslak bir şekilde buldular. Sevgili Peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler. Bunun için O’na “Gasîlül-melâike” yâni (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala) denir.
MENKIBE: Kabul Olan Dua
Hazret-i Abdullah bin Cahş, Resûlullahın halasının oğlu ve kayın biraderidir. Bedir Savaşı’nda olduğu gibi, Uhud Savaşı’nda da büyük fedakârlıklar göstermiştir. O, bu savaşta şehid olmak istiyordu. Arkadaşlarından Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, bu arzusunu şöyle anlatmaktadır:
Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti bana şunları söyledi:
“Şimdi burada, sen dua et, ben “âmin” diyeyim. Ben de dua edeyim, sen de “âmin” de!” “Ben de “peki” dedim. “Ben şöyle dua ettim: “Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzî olarak geri döneyim.” Benim yaptığım bu duaya, içten “âmin” dedi. Sonra da dua etmeye başladı:
(Allahım, bana zorlu kâfirler gönder. Kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepisini öldüreyim. En sonunda bir tanesi de beni şehid etsin. Sonra, benim dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde, senin huzuruna geleyim. Sen bana: “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda, “Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzuruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim” diyeyim.)
Gönlüm böyle bir duaya âmin demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecburen âmin dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı alıp, savaşa devam ettik.
Hakikaten savaş, Abdullah’ın dilediği ettiği şekilde cereyan etti. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. Bir ara Abdullah’ın elindeki kılıç kırıldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona bir hurma dalı verdi. Bu dal, bir mucize olarak kılıç gibi önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru, nihayet istediği gibi, şehid düştü. Akşam üstü cesedinin yanına vardığımda, dua ettiği gibi, dudakları, burnu ve kulakları kesilmiş hâlde kanlar içinde yatıyordu. Hazret-i Hamza ile beraber aynı kabre koyup defnettik.
Eceli Gelen Ölür
Ölümden kurtulmak, mümkün müdür? Elbette değildir. Kimsenin bir saniye bile yaşamaya elinde imkânı yoktur. Eceli gelen ölür. Bu vakit, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir andır. Allahü teâlâ buyurur ki: (Ecelleri geldiği zaman, onu bir saat ileri ve geri alamazlar.)
Allahü teâlâ bir kimsenin ölümünü nerede takdir etti ise, o kişi malını, mülkünü, evlâdını bırakıp kabre gider.
Allahü teâlâ, bizim günde ne kadar nefes alıp verdiğimizi bilir. O’nun bilmediği bir şey yoktur. Hayatımız îmân ile, ibâdet ile geçti ise sonu saâdet olur. Allahü teâlâ Azrail “aleyhisselâma” buyurur ki: (Dostlarımın canını kolay al, düşmanlarımın canını güç al!) Îmân sahiplerine, bu ne büyük müjdedir, îmândan mahrum kalanlar için de ne büyük felâkettir.
Bir insan ölüp, ruhu bedenden ayrılınca, ve yıkamak için elbiseleri çıkarılınca, ruhu hemen cesedinin başı ucuna gelip, der ki:
– Ey yıkayıcı, yavaş tut! Tenim gayet zahmet çekmiştir ve sarsılmıştır.
Teneşire geldikte yine gelip der ki:
– Suyu çok sıcak etme! Tenim çok zayıftır. Tez beni yıkayın, rahat olayım. Yıkayıp kefene sarılınca, bir miktar durur ve yine der ki:
– Bu cihanı son görüşümdür. Hısım ve akrabalarımı göreyim ve onlar da beni görsünler, ibret alsınlar. Onlar da yakında benim gibi öleceklerinden ardımdan feryat etmesinler. Beni unutmayıp, Kur’ân-ı kerîm ile beni daima ansınlar. Benim mirasım için aralarında çekişmesinler, tâ ki kabirde azap görmeyeyim. Cumâ ve bayramlarda beni hatırlasınlar. Sonra musalla üzerine konunca, ruh yine der ki:
– Rahat kalın, ey benim oğlum ve kızım, anam ve babam! Bunun gibi firak (ayrılık) günü yoktur. Hasretlik, görüşmemiz kıyâmete kaldı. Elveda olsun sizlere, ey ardımda gözyaşı dökenler!
Namazı kılıp omuza alınınca der ki:
– Beni yavaş yavaş götürün. Bana zahmet vermeyin, sizden Allahü teâlâya hoşnutluk götüreyim.
Kabir kenarına konulunca, yine der ki:
– Görün benim hâlimi de ibret alın! Şimdi beni, karanlık yere koyup gidersiniz. Ben amellerimle kalırım. Bu hâlimi görüp vefasız, yalancı dünyanın mekrine, hilesine aldanmayınız.
Allahü teâlânın emriyle mevta, kabirde uykudan uyanır gibi uyanır ve görür ki, karanlık bir yerdedir. Kendisi yakınlarına seslenir ve “Bana mum getirin” der. Asla ses ve seda gelmez. Hemen kendim kalkayım derken elleri toprağa dokunur ve başı tabuta değer. Bunun üzerine, “Ah!.. ben ölmüşüm” diye telâşlandıkta, kabir yarılıp iki sual meleği gelir. Bunların ağızlarından yalın ateşler ve burunlarından siyah dumanlar çıkmaktadır.
Bu hâlde, ona yakın gelip der ki:
– Rabbin kimdir?
– Dînin hangi dindir?
– Peygamberin kimdir?
Bunlara ve diğer sorulara doğru cevap verince, o melekler ona müjde verirler. Hemen o anda kabrin sağ tarafından bir pencere açılır ve iki ay yüzlü kişi çıkıp yanına gelir. Bu îmânlı kimse bakıp, sevinir. “Sen kimsin?” diye ona sorar. O da: “Ben, senin dünyada, sabrından ve şükründen yaratıldım. Kıyâmete kadar sana arkadaş olurum” diye cevap verir.
Müslüman Kadınların Ölümü
Bir kadın ki, lohusa veya hâmile veya tâûn yahut iç ağrısından veya bunlardan hiç birisi olmasa veyahut da yabancı erkeklere açık saçık görünmemişse ve kendisinden zevci hoşnut olmuşsa, o hâtuna, ölürken Cennet melekleri gelip, karşısında, saf saf dururlar ve ona izzet ve ikrâm ile selâm verirler ve (Allahü teâlânın sevgili, şehid câriyesi gel çık, ne eylersin dünya sarayında? Senden Allahü teâlâ râzı oldu ve senin bu hastalığını behane edip, günâhını bağışladı, sana Cennet ihsân etdi, gel emanetini teslim et!) derler.
O hâtun, bu mertebeyi görüp, rûhunu vermek istedikde, etrafına bakıp (Cenâb-ı Hak, benim ile dostluk edenleri, mağfiret edip rahmet etsin, rûhumu sonra teslim edeyim) dedikde, melekler dahi, ricâsını cenâb-ı Hakka arz ederler. Bunun üzerine, hitâb-ı izzet gelip;
(İzzetim hakkı için, kulumun cümle duâsını müstecâb kıldım) buyurulur. Melekler dahi, muştuluk eyleyip duâsının kabul olduğunun müjdesini verirler. Sonra, melek-ül-mevt, yüzyirmi rahmet melekleriyle gelir. Yüzlerinin nûru Arşa çıkmış, başları tâçlı ve arkalarında, nûrdan hulleler ve ayaklarında altın nalınlar ve yeşil kanatları bulunur. Ellerinde, Cennet yemişleri, kokuları misk gibi gelip, izzet ve ikrâm ile selâm verirler ve (Hallâk-ı âlem, sana selâm eyler ve Cennet verip, habîbi Muhammed aleyhisselâma komşu eyler ve hazret-i Âişeye musâhib eyler) derler.
Bu îmânlı kadın, bu kelâmları işitip ve gözünün perdesi açılıp, ehl-i îmân hâtunlarını görür ve günâhkâr olup, azâb olunanları görür ve (Onların günâhlarını bağışla Rabbim!) diye, niyâzda bulunur. Cenâb-ı izzetden, (Yâ câriyem! Cümle murâdını hâsıl eyledim, ver emanetini, Habîbimin hâtunu ve kızı sana muntazırdırlar) hitâbı
gelir. Bu hitâbı işitince, hemen canı titrer ve ayakları gerilip terler döker. Can vermek üzere iken, iki melek gelir. Ellerinde ateşden bir çomak, sağ yanında biri, sol yanında biri durur. Tam bu sırada şeytân aleyhilla’ne, “Gerçi bundan bize fayda yok amma, hele bir görelim” deyip eline bir cevâhir çanak içinde buzlu su ile koşup gelir, suyu
gösterir. O melekler, o habîsi görünce, ellerindeki çomaklarla vurarak, elindeki çanağı kırıp, kendisini kovalarlar. O müslüman hâtun bunu görüp güler. Sonra, o hûrî kızları, ona cevâhir kâse ile kevser içeceği verirler. O müslüman hâtun bunu lezzet ile içer. Cennet içeceğinin lezzetinden canı sıçrayıp kadehe yapışır ve melek-ül-mevt canını o kadehden alır.
Melekler çağrışıp, (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn) derler. Ve canını alıp gökleri seyretdirip, Cennete götürürler ve oradaki makâmını gösterip derhâl yine, meyyitin başı ucuna getirirler. Ne zaman ki, esvâbını çıkarırlar ve saçını çözerler, rûhu hemen cesedinin başı ucuna gelip, der ki: (Ey yıkayıcı ! Âheste âheste tut! Zîrâ, Azrâîl pençesinden can yarası yemişdir. Ve tenim gâyet zahmet çekmişdir ve sarsılmışdır.)
Teneşire geldikde yine, (Suyu çok sıcak etme! Tenim pek zayıftır. Tez beni elinizden halâs eyleyin ki, rahat olayım) der. Yıkayıp kefene sarılınca, bir miktar durur, yine seslenip der ki: (Bu cihânı son görüşümdür. Hısım ve akrabalarımı göreyim ve onlar da beni görsünler ve ibret alsınlar. Onlar da yakında benim gibi öleceklerinden, ardımdan feryat etmesinler. Beni unutmayıp, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, dâimâ ansınlar. Benim mîrâsım için, aralarında çekişmesinler. Tâ ki, kabirde azâb görmiyeyim. Cumâlarda ve bayramlarda da beni hatırlasınlar.)
Sonra, musallâ üzerine konuldukda, yine o hâtunun canı, (Rahat kalın, ey benim oğlum ve kızım, anam ve babam! Bunun gibi firâk günü yoktur. Hasretlik, görüşmemiz kıyâmete kaldı. Elvedâ olsun sizlere, ey ardımca gözyaşı dökenler!) der.
Namazı kılınıp, omuza alındıkda, yine seslenip diye ki, (Beni yavaş yavaş götürün! Eğer kasdınız sevâb ise, bana zahmet vermeyin! Sizden Allahü teâlâya hoşnutluk götüreyim!)
Kabir kenarına konuldukda, yine seslenip der ki: (Görün benim hâlimi de, ibret alın! Simdi beni, karanlık yere koyup gidersiniz. Ben amelimle kalırım. Bu demleri görüp, vefasız, yalancı dünyanın mekrine aldanmayınız!)
Kabrine koydukları zaman, can, başının ucuna gelir. Zinhâr, bir meyyiti, telkînsiz bırakmayalar.
MENKIBE: Üç Haberci
Yakûb aleyhisselâm, kendisini ziyarete gelen Azrail aleyhisselâma dedi ki:
– Ey kardeşim Azrail! Ziyarete mi, yoksa ruhumu almaya mı geldin?
– Ziyaret için geldim.
– Senden bir ricam var.
– Nedir o?
– Ecelim yaklaşınca, bana bildirir misin?
– Peki, sana iki-üç haberci gönderirim.
Azrail aleyhisselâm bir gün yine geldi. Yakûb “aleyhisselâm” sordu:
– Ey kardeşim Azrail! Bu sefer canımı almaya mı geldin?
– Evet, canını almaya geldim.
– Hani sen bana daha önceden iki üç haberci göndereceğini söylememiş miydin?
– Evet ben sana söylediğimi yaptım. Şu üç haberciyi gönderdim:
1. Saçların siyah iken beyazlaşmadı mı?
2. Vücudun güçlü, kuvvetli iken, ihtiyarlayınca gücün azalmadı mı?
3. Vücudun dimdik iken, sonra belin bükülmedi mi?
Ölmeden Vasiyetini Yazmalıdır
Dînimiz vasiyet yazmayı emretmektedir. Vasiyet, Allahü teâlânın ve Resûlünün emridir. Ölüm ansızın gelir. Her müslüman, ölüm hazırlığı olarak vasiyetini yazmalıdır. Üzerinde kul hakları ve ibâdet borçları bulunan bir müslümanın vasiyette bulunmaması günâhtır.
Müslüman vasiyetinde; evlâdına, akrabasına, komşularına, tanıdıklarına ve dostlarına son nasihatlarını yapmalıdır. Tayin ettiği vâsisinden, kendinde hakkı bulunanlardan helâllaşmasını, alacaklarını-vereceklerini, borçlarının ödenmesini, iskât, hac yapmasını istemelidir. Cenaze hizmetindeki ve definden sonraki isteklerini bildirmelidir.
Hanımına olan “mehr-i müeccel” ve kul borçlarını ödemeli ve ödeyemedikleri içinde vasiyet etmesini unutmamalıdır. Bütün bu isteklerinin, dîne uygun olarak yapılabilmesi için âdil iki şahit yanında, dînini bilen ve kayıran bir vâsi seçmeli, tayin etmelidir.
MENKIBE: Hazret-i Ali’nin Vasiyeti
Evlâdım, dünya kayıplarından kedere düşmeyin ve daima hayır işlemeye bakın! Zalime düşmanlık ve mazluma dostluk gösterin! Öfke ve yumuşaklık hâlinizde daima hak üzere olun! Genişlik ve darlıkta hak yoldan sapmayın! Dost ve düşmanınıza adaletle muamele edin! Sevinçte, kederde Allah’ın rızâsını unutmayın!
Bir insan kendi nefsinin aybını görür ve bilirse başkasının aybını görmez ve ondan haberi olmaz. Bir insan, Allah’ın takdir ve taksimine razı olursa kayıp ve eksikliklerine üzülmez.
Kardeşi için kuyu kazan, sonunda o kuyuya kendi düşer. Başkasının yanlışını büyüten kimse kendi hatâsını unutur. Danışmayanlar zillete düşer. Kibir edenler hakir ve zelil olur. İyilerle, ilim sahipleriyle düşüp kalkan, yücelir ve saygı görür. Mizaha düşkünler, hafife alınır. Kendi fiilleri, sözleri ve emelleriyle mağrur olan, nefsi tarafından mağdur olur. Çok söz söyleyen çok hatâ eder. Hatâsı çok olanda, edep ve hayâ azalır. Edep ve
hayâsı az olan da, takvada fakirleşir. Takvası fakirleşince kalbi ölür.
Edep mizândandır. Güzel ahlâk, en iyi arkadaştır. Afiyet on kısımdır ve bunun dokuz kısmı Allah’ı anmanın dışında sadece susmak, sükût etmektir. Bir kısım ise sefihlerle alçaklarla düşüp kalkmayı bırakmaktır. Fakirliğin süsü sabır, zenginliğin de şükürdür. Müslümanlıktan üstün şeref olmaz.
MENKIBE: Oğluma Vasiyet
Abdülhâlık-ı Goncdüvani hazretleri vasiyetnamesinde mânevi oğlu “Evliyâ-yı Kebir” hazretlerine buyurdu ki:
“Ey oğlum! Vasiyet ederim ki; her hâlinde ilim, edep ve takva üzere ol! İslâm âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh ve hadîs öğren! Din câhillerinden sakın! Şöhret peşinde olma! Şöhrette afet vardır. Arslanlardan kaçar gibi, cahillerden kaç! Bid’at sahibi, sapıklar ile ve dünyaya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helâlden ye! Çok
gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakir görme! Kimse ile münakaşa, mücadele etme! Kimseden bir şey isteme! Bilhassa tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer. Fıkıh çalış, ibâdet bilgilerini öğren ve evin mescit olsun!”
Ölenin Teçhiz ve Tekfini
Dînimizde, ölünün yıkanması lâzımdır. Bu iş, mü’minler üzerine farz-ı kifâyedir. Yâni, bir kısım mü’ minin, bu işi yapması ile diğer mü’minler sorumluluktan kurtulurlar. Ölüyü kefenlemek ve cenaze namazı kılmak da böyledir.
Ölüyü tepeden tırnağa kadar, tamamen ve bir kere yıkamak farzdır. Yıkarken, ölünün göbek ile diz arası örtülür. Kadının cenazesini kadın, erkeğin cenazesini erkek yıkar. Zaruret hâlinde, kadın, kocasının cenazesini yıkayabilir, fakat erkek, ölen karısını yıkayamaz. Ölünün bakması haram olan avret yerine; çıplak el ile dokunmak da haramdır.
Ölenin yıkandığı teneşir, yüksekçe ve biraz eğik olmalıdır. Su ılık olmalıdır. Önce
taharet ve abdest aldırılır. Ölünün önce yüzü yıkanır, sonra kollan yıkanır, başı, kulakları ve ensesi mesh edilir ve ayakları yıkanır. Cenazenin üç defa yıkanması sünnettir. Cenazeyi yıkayan kimse, niyet etmeli ve Besmele ile işe başlamalıdır.Vefat eden erkek ve kadın müslümanlârın cenazelerini, onları örtecek bir giyim ile kefenlemek farzdır. Bu farzı yerine getirmeyen müslümanlar günâhkâr olurlar. Kefenin yeni, temiz, kıymetli olması ve beyaz pamuklu (patiska) olması sünnettir. Erkeğe ipek kefen haramdır.
Kadınların kefeninin beş parça olması sünnettir.
1- İzâr: Baştan ayağa kadardır. Genişliği bir metreden fazladır.
2- Kâmis (Antari gibi uzun gömlek): Bunun uzunluğu omuzlardan ayaklarına kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk, ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar düz kesilir. Kol ve etek yerleri kesilmez.
3- Lifâfe: Baştan ve ayaklardan dışarı uzunlukta olup, daha geniştir. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp, bezle bağlanacakdır.
4- Hımâr: Baş örtüsü olup, yetmiş beş santim kadar uzundur. Uçları yüze sarkıktır, başa sarılmaz.
5- Göğüs bezi: Omuzdan dize kadardır. Kefenin, kadın için beş parça olması sünnettir. Daha az veya çok olması sünneti bozar.
Ölü yıkanıp kurulandıktan sonra önceden hazırlanmış ve yukarıda sayılan kefen bezleri getirilir, önce kâmis giydirilir. Kâmis, ölünün başından geçirilerek yarısı önünden, yarısı arkasından, ayaklarına kadar uzatılır. Tabutun içine ve izârın üstüne Besmele ile yatırılır. İzâr’ın önce sol, sonra sağ tarafı, ölü üzerine kapatılır. Lifâfe de böyle yapılır.
Kadınlarda kâmis adı verilen kefen kapadıktan sonra, saçları ikiye bölünüp iki yandan göğsü üzerine (kâmisin üstüne) konur. Saçları üstüne baş örtüsü konduktan sonra, izâr kapatılır. İzârdan önce veya sonra “göğüs örtüsü” yahut bezi sarılır, sonra lifâfe kapatılır. Lifâfenin baş tarafı, ayak uçları ve mide hizasında karın kısmı bezlerle bağlanır. Erkeklerde kefen üç parçadır. Bunlar: İzâr, kâmis, lifâfedir.
Taziye Etmek
Meyyit sâhiblerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara rast gelince, taziye etmek, yâni, başın sağ olsun demek gibi, sabr tavsiye etmek müstehabdır. Taziye için, (A’zamallahü ecrek ve ahsene azâek ve gafere limeyyitik) denir ki, (Allahü teâlâ, sevâbını, dereceni artdırsın ve güzel sabretmeni nasîb eylesin ve meyyitinin
günâhlarını afv eylesin) demekdir.
Musîbetlere, elemlere sevâb olmaz. Bunlara sabr etmeğe sevâb verilir. Fakat, elemlere sabredilmese de, günâhların afvına sebeb olurlar. Hastalık da musîbetdir. Meyyit sâhibinin, taziye için, üç günden az, bir yerde bulunması câiz ise de, câmide beklemesi ve kadınların hiçbir yerde beklemeleri câiz değildir.
Definden sonra sâlih bir kimsenin telkin vermesi sünnettir. Definden sonra duâ edilir. Sessiz olarak Kur’ân-ı kerîm okunur. Yüksek sesle okumak mekrûhdur. Sonra cemâat ve meyyit sâhibi, işleri başına dağılmalıdır.
Üç günden sonra taziye yapmak mekrûhdur. Ancak uzakda olanlar ve yakın olup da, geç haber alanlar için mekrûh olmaz. İki kerre taziye etmek ve kabir başında ve meyyit sâhiblerinin kapılarında taziye mekrûhdur. Taziye, mektup ile de olur. Cenâze çıkan eve komşuların ve yakında oturan akrabânın, bir gün ve gecelik yemek göndermeleri müstehabdır.
Resûlullah Efendimizin Taziye Mektubu
Bu mektup, Allahü teâlânın peygamberi Muhammed aleyhisselâm tarafından, Hazret-i Mu’az bin Cebel’e gönderilmiştir:
“Allahü teâlâ sana selâmet versin! O’na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ sana sevap versin! Sabretmeni nasip eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız ni’metlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak, için değil, emanet olarak kullanmak, sonunda geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükür etmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun Allahü teâlânın tatlı, faydalı ni’metlerindendi. Geri almak için sana emânet bırakılmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak derdi belâyı geri
getirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır. Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmîn.”
Birinci Cild 89. Mektûb
Bu mektûb, mirzâ Alî Cân için yazılmışdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ölüm için sabır dilemekdedir:
Hak teâlâ, hepimizi islâmiyyetin doğru caddesinde bulundursun “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”! Enbiyâ sûresi otuzbeşinci ve Ankebût sûresi elliyedinci âyetlerinde meâlen, (Her canlı, ölümün tadını tadacakdır!) buyuruldu. Bunun için, her insan ölecekdir. Ölümden kurtuluş yoktur. Hadîs-i şerîfde, (Ömrü uzun, ibâdetleri de çok olana müjdeler olsun!) buyuruldu.
Dostu dosta ölümle kavuşduruyorlar. Bunun için, Allahü teâlânın âşıkları, ölümü dü- şünerek tesellî buluyor, üzüntüleri azalıyor. Ankebût sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya kavuşmak istiyenler! Biliniz ki, Allahü teâlâya kavuşmak zamanı herhâlde gelecekdir) buyuruldu.
Evet, biz geride kalanlar ve nefse esîr olanlar ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olanların ve dünyâya düşkün olmakdan kurtulanların sohbetlerinden mahrûm kalanlar, zararda ve başı yerdeyiz. Ni’metlerini size saçan merhûme vâlideniz, günümüzün en kıymetli varlığı idi. Onun size olan ihsânlarına karşı, şimdi sizin de ona ihsân etmeniz lâzımdır. Duâ ederek ve sadaka vererek her an yardımına koşunuz! Hadîs-i şerîfde, (Mezardaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibidir, babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşlarından gelecek bir duâyı hep beklemekdedir) buyuruldu.
Bundan başka, onların ölümünü görerek, kendi ölümünü de düşünmeli. Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa sarılmalıdır. Dünya hayatının insanı aldatmakdan başka birşey olmadığını düşünmelidir. Dünya kazançlarının Allahü teâlânın yanında az bir kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan kıl ucu kadar vermezdi.
Allahü teâlâ, bizi ve sizi, kendisinden başka her şeyden yüz çevirmekle ni’metlendirsin! Yalnız kendisine bağlanmakla şereflendirsin! Bu duâmızı, Peygamberlerin efendisi hürmetine kabul buyursun “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”! Vesselâm, vel ikrâm.
Evladın Ölümüne Sabır
Küçük çocuğun ölümüne ağlamak merhametten ileri gelir. Ağlamak günâh olmaz. Bağırıp çağırıp isyan etmek günâhtır. Çocuğun ölmesi, malın elden çıkması, gözün kör, kulağın sağır olması, bir uzvun telef olması gibi, insanın isteği ile ilgisi olmayan musibetlere sabretmekten daha faziletli sabır yoktur. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez. Musibetlere sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
(Yâ Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay gelsin!) [Tirmizî] Oğlu İbrahim ölünce de, (Yâ İbrahim, ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat, Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz) buyurmuştu. (Bir çocuk ölünce, Allahü teâlâ meleklerine sorar:
– Kulumun çocuğunu aldınız, kalbinin meyvesini kopardınız. Peki kulum buna ne dedi?
– Yâ Rabbi, hamd edip teslimiyet gösterdi.
– O kuluma Cennette bir ev yapıp, adını da, “Hamd evi” koyun!) [Tirmizî]
Ey nazlı yavrum, unutmam seni,
Aylar, günler değil, geçse de yıllar!
Yakdı, mahv eyledi, ayrılık beni,
Çıkar mı gönülden, o tatlı diller?
Kıyamaz iken hiç, öpmeğe tenin,
Şimdi ne hâldedir, nâzik bedenin?
Andıkca her zemân, gonca dihenin,
Yansın âhım ile, kül olsun güller!
Tegayyürler gelip, güzel cismine,
Döküldü mü, siyâh kaşlar yüzüne?
Sırma saçlar, dağıldı mı üstüne,
Sarardı mı, kokladığım sünbüller?
Temiz rûhun, Cennetine uçdu mu?
Gül yanağın, tatlı yüzün soldu mu?
Çürüyüp de, şimdi toprak oldu mu,
Öpüp kokladığım, o pamuk eller.
Müslüman Çocukların Şefaati
Kıyâmette Allahü teâlâ, mü’minlerin çocukları için, (Bunları Cennete götürün) buyurur. Melekler, çocukların Cennete girmesini söylerler. Çocuklar, (Ana-babamız hani?) derler. Melekler, (Onlar sizin gibi günâhsız değildir. Görülecek hesapları var) derler. Çocuklar ağlaşır, (Ana-babamızı almadan girmeyiz) derler. Cenâb-ı Hak, çocuklara buyurur ki: (Ey yavrular, haydi gidin, ana-babanızı da alıp Cennete girin!) [Nesâî]
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Küçükken ölen çocuklar, ana-babaları ile karşılaşınca, ellerinden tutup, ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.) [Müslim]
(Hiçbir Müslüman yoktur ki, büluğa ermemiş bir çocuğu ölsün de, Allahü teâlâ, bol rahmeti sebebiyle, onu Cennete koymasın.) [Buhârî, Nesâî]
(Üç evladı ölmüş olan bir Müslüman ateşe girmez.) [Buhârî, Müslim]
(Kimin bâliğ olmamış üç evladı ölmüşse, bu çocuklar, onu ateşten koruyan bir kale olur, ölen evlat iki, hattâ bir olsa da…) [Tirmizî]
Peygamber efendimiz, (Üç çocuğu ölen, Cennete girer) buyurdu. Oradakiler, (İki çocuğu ölen de mi?) diye sual edince, (İki çocuğu ölen de Cennete girer) buyurdu. (Ya bir çocuğu ölen?) diye tekrar sual edilince, buyurdu ki: (Allah’a yemin ederim ki, bir çocuk doğup hemen ölse, annesi sabredip sevabını Allahü teâlâdan beklerse, annesini Cennete götürür.) [Taberânî]
Yine buyurdu ki: (Alan da, veren de Allahü teâlâdır. Çocuğu ölen o kadına taziyede bulunun. Sabretsin, ecrini görecektir.) [Müslim]
Musibete uğrayanı teselli etmelidir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Çocuğu ölen kimseyi teselli edene Cennet hırkası verilir. Musibete uğrayanı teselli eden, onun sevabı kadar sevap kazanır.) [Tirmizî]
Çocuğum yok veya öldü diye fazla üzülmek uygun değildir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ sevdiği kulu kendisine bağlar. Çoluk çocuğu ile meşgul etmez.) [Deylemi]
Belanın Geliş Sebepleri
İnsanlara dert, bela, musibet birkaç bakımdan gelir:
1- Bunlardan biri işlediğimiz günâhlar sebebiyledir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Belaların gelmesine sebep günâh işlemektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
(Size gelen musibet, işlediğiniz [günâhlar] yüzündendir.) [Şûrâ: 30]
(Sana gelen kötülük, kendindendir, [günâhların yüzündendir.]) [Nisâ: 79]
(Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değiştirmez.) [Ra’d: 11]
2- Bela, hastalık ve musibetler, günâhların kefareti [affolması] için gelir. Dünyada musibetlere maruz kalıp da güzelce sabreden kimse, âhirete günâhsız gider.
Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
(Her musibet, affedilecek bir günâh için gelir.) [Ebû Nuaym]
(Mü’mine gelen her sıkıntı, günâhlarına kefaret olur.) [Buhârî]
(Mü’minin günâhları affoluncaya kadar bela ve hastalık gelir.) [Hâkim]
İnsan kendisine gelen beladan hoşlanmaz. Hâlbuki günâhları affolacak ve güzel sabrederse âhirette büyük nimetlere kavuşacaktır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki: (Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara: 216]
3- Cennette yüksek derecelere kavuşması için mü’mine musibet gelir. Bunun için Peygamberlere çok bela gelmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
(Nimete kavuşması için insana musibet gelir.) [Buhârî]
(Musibet, kavuşulacak bir derece için gelir.) [Ebû Nuaym]
(Allahü teâlânın hayrını murad ettiği kul, belaya maruz kalır.) [Taberânî]
(Kişi, hep sıhhat ve selamette olsa idi, bu ikisi onun helakı için kâfi gelirdi.) [İbni Asâkir]
(Mü’min, keler deliğine saklansa, ona, eza edecek biri musallat olur.) [Beyheki]
(Dünya, [Cennetteki nimetlerin yanında] mü’mine zindandır.) [Müslim]
(Allah’ı ve Resûlünü seven, belaya [hazırlıklı olsun] zırh giysin!) [Beyheki]
(En şiddetli bela, Peygamberlere, velilere ve benzerlerine gelir.) [Tirmizî]
Demek ki belanın en şiddetlisi, Allahü teâlânın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber efendimiz, kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allahü teâlâya dua ederdi.
4- Bela, imtihan için de gelir. Bakalım kul, Allahü teâlânın gönderdiği belaya razı
olacak mı, olmayacak mı? Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
(Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insan da bela ile imtihan olur.) [Taberânî]
(Yâ Rabbi, beni sevene, hayırlı mal ver! Bana düşmanlık edene de çok mal, çok evlat ver!) [İbni Asâkir]
İskât ve Devir
İskât, bir kimsenin, akıl ve baliğ olduktan sonra, üzerine farz ve vâcib olan dîni bir emri, sağlığında, özrü sebebiyle yapamadığı zaman, ölmeden önce vasiyet ile veya vârisi tarafından dînimizin bildirdiği bir bedel ödenerek, borcundan kurtarılmasıdır.
Tutulmamış oruçların fidye vererek iskât edilmesi, Kur’ân-ı kerîmde açıkça emredilmiştir. Namaz, oruçtan daha mühim bir ibâdet olduğundan, dîni bir özür ile kılınamamış ve kazâ etmek istediği hâlde, ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin, kazâ edemediği namazları için de, oruçta yapıldığı gibi iskât yapılması için, bütün İslâm
âlimlerinin sözbirliği vardır.
Kabir Azabı ve Kabir Suâlleri
Kabir azâbı ve kabrin sıkması vardır. Kabir, dünyâ ile âhiret arasında geçit olduğundan, kabir azâbı, dünyâ azâbları gibi geçicidir ve âhiret azâbları cinsindendir. Yâni, bir bakımdan dünyâ azâblarına, bir bakımdan da, âhiret azâblarına benzemekdedir.
Kabir azâbı en çok, dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslümanlar arasında söz taşıyanlara olacakdır.
(Münker) ve (Nekîr) ismindeki iki melek kabrde süâ soracakdır. Bu süâle cevâb vermek, bir derddir.
Günâh işleri yapan müslümanlara (Fâsık) denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmiyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecekdir. Münker ve Nekîr adındaki iki meleğin, bilinmiyen korkunç insan şeklinde mezara gelip süâl soracaklarını hadîs-i şerîfler
açıkça bildirmekdedir.
Kabir süâli, bazı âlimlere göre, bazı akâidden olacak, bazılarına göre ise, bütün akâidden olacakdır. Bunun için, çocuklarımıza; (Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? İ’tikâdda ve amelde mezhebin nedir?) süâllerinin cevâblarını öğretmeliyiz! Ehl-i sünnet olmıyanın doğru
cevab veremiyeceği (Tezkire-i Kurtubî)de yazılıdır.
Kabirde Münker ve Nekîr meleklerine cevâb olarak şunları ezberlemelidir: Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân, kıblem Kâ’be-i şerîf, i’tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet velcemâat, amelde mezhebim imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir.
Güzel cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetden bir pencere açılacakdır. Sabâh ve akşam, Cennetdeki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecekdir. İyi cevâb veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir pencere açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azablar çeker.
MENKIBE: Ev Sahibi Ölünce…
Seyyid Fehim hazretleri, Peygamberimizin torunlarından olup, büyük bir âlim idi. 1895’de vefat etti. Her yıl bir kere, Müküs’ten Van’a gelir, bir iki ay kalırdı. Sevdikleri toplanır, sohbetlerinden faydalanırlardı. Çok defa, kendisini çok seven, mahkeme baş kâtibi Ahmet beyin evinde misafir olurdu. Bir sene, Ahmet bey hacca gitmişti. Fakat yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı, yakınlarından birini çağırdı:
– Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz, buyurdu.
– Efendim, gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?.
– Hayır, şimdi gideceğiz. Hem Ahmed beyin oğullarına da haber ver! Oğulları gelip yalvardılar ve dediler ki;
– Efendim, bir kusur yaptık ise af buyurun! Bizden ayrılmayın. Babamız işitince yüreğine iner. Biz de ona ne yüzle cevap verebiliriz. Lütuf ediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız dediler. Çok gözyaşı döktüler.
– Hayır, sizden çok razıyım. Bize her hizmeti, fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere dua etmekteyim. Fakat, şimdi gitmemiz lâzım!
– Emir buyurduğunuz gibi olsun, dediler.
Gece yarısı, sevdiklerinden bir başkasının evine göç ettiler. Ertesi gün oğlu Muhammed Emin efendi, Ahmet beyin oğullarının Kimse pek çok üzüldüklerini söyledi:
– Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?
– Oğlum, şimdi kimseye söyleme! Bu gece Ahmet bey, Mekke-i mükeremede vefat etti. Ev, yetim evi oldu. Mal mirasçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü, Ahmet Bey’in seve seve helâl ettiğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mirasçılarının hakkı olduğundan, bir şeyi kullanmak caiz olmaz,
haram olur. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmet bey gelmedi. (Bir gece yarısı, Mekke’de öldü) dediler. Hesap ettiler. Tam, Seyyid Fehim efendinin evden ayrıldığı gece
yarısı idi.
MENKIBE: İpin Hesabı
Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. “Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum” diye vasiyet etmiş. Öldüğünde “Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?” diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal:
“Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum.” diye düşünerek kabul etmiş.
Hamalı vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. “Nasıl olsa bu ölü elimizde… Biz şu canlı olandan başlayalım” demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.
“O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?” Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
“Tamam, servetin yarısı senin” demişler.
Hamal:
“Aman, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm? demiş.
Kabir Ziyareti
Müslümanların kabirlerini ziyaret etmek sünnettir. Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için, kabir ziyareti etmek ve sâlihlerin, velîlerin kabirlerinden bereketlenmek de çok sevaptır. İbret almak için, ölünün kabirdeki hâlleri düşünülmelidir.
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: (Ana-babasının veya ikisinden birinin kabrini her Cumâ günleri ziyaret edenin günâhları affolur. Haklarını ödemiş olur.) Hazret-i Fâtıma, babasının amcası olan Hazret-i Hamza’nın kabrini ziyaret eder.
Düzeltir, tamir ederdi. Sevgili Peygamberimiz, müslüman olan akrabasının ve eshâbının kabirlerini ziyaret ederdi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Bir mü’minin kabrini ziyaret ederken, “Allahümme innî es’elüke bi-hürmeti Muhammed aleyhisselâm en la tü’azzibe hâzelmeyyit” derse, o meyyitin azabı kıyâmete kadar kaldırılır.)
Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafîfler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir).
Bir hadîs-i şerîfde de, (Onbir ihlâs okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu.
Peygamber Efendimizin yaptığı ve bildirdiği gibi kabir ziyareti şöyle yapılmalıdır:
– Perşembe, Cumâ ve Cumartesi günleri ziyaret edilmelidir. Bu günlerde ziyaret edenleri kabirdekiler tanır.
– Abdest alınıp, iki rekât namaz kılınarak, sevabı meyyitin ruhuna bağışlanır.
– Kabristana gelince, önce, (Esselâmü aleyküm yâ ehl-e dâril-kavmil mü’minin! İnnâ inşâallahü an karîbin biküm lâhikûn) veya kısaca (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr) diyerek selâm verilir. Sonra, (Allahümme innî es’elûke-bi hürmet-i Muhammed aleyhisselâm en la tü’azzibe hâzelmeyyit) duası okunur. Mânâsı; “Ey Allahım! Bu ölüye azap edilmemesini, Muhammed aleyhisselâmın hürmetine senden istiyorum” demektir. Sonra onbir İhlâs-ı şerîf ve bir Fâtiha okur. Kabrin yanına gelince, meyyitin sağ [kabrin kıble] ve ayak tarafından yaklaşıp selâm verilir. Ayakda veya çömelip veya oturup, Bekara sûresinin başını ve sonunu, Yâsîn-i şerîf, Tebâreke, Tekâsür ve bildiği
sûreleri okur ve hediye edilir. Bundan başka bildiği çeşitli duâları, tesbihleri okuyup, ziyaret ettiği meyyit ve kabirdekilerin hepsine ve îmân ile ölmüş olanlara dua edilir ve hasıl olan sevâblar ruhlarına
hediye edilir.
Kabir ziyâret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selâm vermek müstehabdır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez. Kıbleyi arkada bırakıp, ayak tarafında, ayakda durmak efdaldir.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Namâzda ayakda iken okunan Kur’ân-ı kerîmin her harfi için yüz sevâb verilir. Nemâz dışında abdestli okuyunca, her harfi için yirmibeş sevâb verilir. Abdestsiz okuyunca, on sevâb verilir. Yürürken ve iş yaparken okuyunca, dahâ az sevâb verilir.)