ORDU - kainatingunesi.com

Bir devletin, silâhlı kuvvetlerinin tamâmı. İslâm devletlerinde; insanların dünyâ ve âhırette rahat ve huzura kavuşup, saadete ermelerine vesîle olmak için teşkil edilen askerî birlikler.

İnsanlar, Âdem aleyhisselâmdan beri, kendi fikir ve emirlerini başkalarına kabul ettirmeğe çalışınca, karşı taraf da savunma ihtiyâcı duymuştur. İnsanlar çoğalınca, değişik millet ve kavimlere ayrıldılar. Yaradılışları îcâbı topluluklar hâlinde yaşamayı tercih ettiler. Bu kavim ve topluluklar da, başka topluluklara hâkimiyet ve fikirlerini zorla kabul ettirmek için, savaşabilecek kimseleri bir araya getirip, düşman bildikleri toplulukların üzerine saldırılar düzenlediler. Diğer taraf da karşı savunma birlikleri kurdu. Fakat bunlar, plânlı ve tertipli değildi. Bir saldırı ânında kabîle ve toplulukların eli silâh tutanları, gücü yetenlerin bir araya toplanıvermesinden meydana geliyordu. Zamanla bütün bunlar düzenli bir hâle geldi. Disiplinli ordu birlikleri teşkil edildi, önceki mücâdeleler basit silâhlarla yapılırken, sonraları gelişmiş silâhlar kullanıldı.

Devletlerin kurulması, güç ve kuvvet sahibi olmayı gerektirdi. Mısırlılar, Sümerler, Âsurlular, Persler ve Akadlar ordular kurdular. Mûsâ, Süleyman ve Zülkarneyn aleyhimüsselâmın orduları vardı. Dâvûd aleyhisselâm Câlut’un askerleriyle savaşmıştı. Süleyman aleyhisselâm ordusu ile birlikte sabahtan öğleye kadar bir aylık yol kat eder, öğleden akşama kadar bir aylık yol daha giderdi. Eski Yunanlılarda, yediden yetmişe herkes askerlik için eğitilirdi. Hindistan seferine otuz-kırk bin kişilik ordusuyla çıkan Makedonyalı Büyük iskender, muhasara için ordusunda mancınık bulundururdu.

Kartacalı kurnandan Anibal, paralı askerlerden müteşekkil ordusuyla zaferler kazandı. İnsanlara, zulm etmekten zevk alan Romalılar, bu zevklerinin tatmininde kolaylık te’min ettiği için orduya çok ehemmiyet verdiler. Romalılar, paralı askerlerden meydâna gelen ordularını, müessese ve teşkilâtlarını, M.S. 378’deki mağlûbiyetten sonra Bizans’ın merkezi olan İstanbul’a taşıdılar. Fakat Resûlullah efendimizin peygamberliğini açıkladıktan sonra Sâsânîler karşısında yenilmekten kurtulamadılar. Daha sonra da Sâsânîleri yendiler. Bizanslıların, Sâsânîferi yenecekleri, Rum sûresi birinci âyet-i kerîmede daha önceden haber verildi. Bizanslılarla Sâsânîler arasındaki bu mücâdeleler devam ederken, Resûlullah efendimiz Medîne-i münevvereye hicret etti. İslâm devletinin ilk temelleri atıldı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin, Abdullah bin Cahş komutasında müşriklere karşı kurduğu on iki kişilik birlik; müslümanların ilk askerî kuvveti oldu. Peygamberimiz, Medîne’nin asayişini korumak ve düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler, yâni küçük askerî birlikler teşkil etti. Seriyyelerdeki asker sayısı, beş ile dört yüz arasında değişirdi. Peygamber efendimizin katıldığı ve bizzat idare ettiği gazalar da oldu. Peygamber efendimizin müşriklere karşı başkomutanlık yaptığı ilk savaş Bedr gazâsıdır. Bu savaşta islâm ordusu 313 kişi, müşrik kuvvetleri ise bine yakındı. Sonraki muharebelerde de islâm ordusu düşman kuvvetlerinden sayıca az olmasına rağmen her zaman gâlib geldi. Bizanslılarla yapılan Mûte gazasında üç bin mücâhid, yüz bin kişiden fazla olan düşman ordusunu yendi. Allahü teâlânın yardımı ve düzenli, itaatkâr bir ordu ile her zaman kendilerinden kat kat fazla olan düşman kuvvetlerini hezîmete uğrattılar. Peygamber efendimiz, Mekke’yi on iki bin Eshâbı ile feth etti.

Resûlullah efendimiz, savaşları; islâmiyet’i yaymak ve insanların ebedî seâdete kavuşmaları için yapar veya yaptırırdı. Kendisi gitmediği zaman askerlerine;

“Ben size, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı, yanınızdaki müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allahü teâlânın yolunda, O’nun ismini söyleyerek harbediniz. Ganimet alınan mallara hıyanet etmeyiniz. Ahde vefasızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Orada hıristiy anların kiliselerinde, insanlardan ayrılıp, kendilerini ibâdete vermiş bâzı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan sakınınız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bâzı kimselere de rastlayacaksınız ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Siz, kadınları, yaşlı pîr-i fânileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!”Baş kumandana da; “Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et! Davetini kabul ederlerse, Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicret etmeye davet et! Davetini kabul ederlerse, Muhacirlerin sâhib oldukları haklara kendilerinin de sâhib olacaklarını ve onların mükellef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir. Şayet müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarım ve onlar hakkında uygulanan ilâhî hükmün, kendileri için de uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey ayrılmayacağını ve ganimetten ancak müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir!

Eğer İslâm’ı kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et. İçlerinde bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allahü teâlânın yardımına sığınarak onlarla harb et!..” buyururlardı.

Peygamber efendimiz, askerlerine her zaman tertip ve düzen içinde olmalarını emreder, karargâhı nereye kuracaklarını ve nasıl hareket edeceklerini onlarla istişare ederdi. Nitekim Bedr gazasında, karargâhın kurulmasıyla ilgili Eshâbının fikrini sormuş, henüz otuz üç yaşında bulunan Habbâb bin Münzir (r. anh), izin isteyip; “Yâ Resûlallah! Burası, Allahü teâlânın size karargâh kurulması için emrettiği ve mutlaka kalınması gereken bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi ve bir harp tedbîri olarak mı seçildi?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz; “Hayır! Bir harp tedbîri icâbı burası seçildi.” buyurmuştu. Bunun üzerine hazret-i Habbâb; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlalları! Biz harpçi Kimseleriz. Buraları da iyi biliriz. Şu Kureyşlilerin konacağı yerin yakınındaki kuyuda tatlı ve bol su var. Müsâdeniz olursa oraya konalım. Etraftaki kuyuların hepsini kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, içini su ile dolduralım. Düşmanla çarpışırken, susadıkça havuzumuzdan gelip su içeriz. Düşman ise su bulamaz ve perişan olur” dedi.

O anda Cebrail aleyhisselâm, bu fikrin doğru olduğunu bildiren vahyi getirdi. Peygamber efendimiz; “Ey Habbâb! Doğru olan görüş senin işaret ettiğindir” buyurdular.

Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimiz, harbin nasıl yapılacağı hakkında da Eshâbının fikirlerini sorunca, elinde yayı ve oku olduğu hâlde Asım bin Sabit (radıyallahü anh), müsâade isteyip ayağa kalktı. Sonra; “Yâ Resûlallah! Kureyşliler bize yüz metre kadar yaklaştıklarında, onları ok atışına tutalım. Elimizle taş atımı mesafesine geldiklerinde, taş atalım. Mızrak erişecek kadar yaklaştıklarında ise kınlıncaya kadar mızraklarımızla mücâdele edelim. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp çarpışalım!” diyerek re’yini bildirdi. Bu taktik, Peygamber efendimizin hoşuna gitti ve Eshâbına şu talimatı verdi; “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe harbe başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman, kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Yaklaştıklarında da mızraklarınızı kullanınız. Düşmanla göğüs göğüse gelindiği zaman da kılıçlarınızla çarpışınız…”

Peygamber efendimiz, düşmanın karşısına gaza ordusu ile çıktığı gibi mübarek ellerini kaldırıp, büyük bir hüzün içinde Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen şu bir avuç cemâati helak edersen, artık sana yer yüzünde hiç ibâdet olunmaz…” diye yalvararak dua ile de karşı çıkarlardı.

Peygamber efendimizin duaları bereketiyle, Allahü teâlâ melekleri imdada gönderirdi. Nitekim Bedr gazasında Cebrail, Mikâil, İsrafil aleyhimüsselâm biner melekten meydâna gelen orduların başında gazaya iştirak etmişlerdi. Cebrail aleyhisselâmın başında sarı, diğerlerininkinde ise beyaz sarıklar vardı. Sarıkların uçlarını arkalarına sarkıtmışlar, beyaz atlara binmişlerdi. Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân daha kılıçlarını müşriklere sallamadan, onların başı gövdesinden ayrılırdı. Bütün bunları, Resûlullah’ın doğru sözlü Eshâbı bizzat görüp, haber vermiştir.

Resûlullah efendimiz, orduya kumanda edecek komutanlara mübarek elleriyle bağladığı “Sancak-ı şerîfi teslîm eder, bayrak da kullandırırdı. Askerinin büyük bir kısmı piyade idi. Öncü kuvvetlerinin başına, sağ ve sol kola kumandanlar tâyin eder, kendileri merkezde bulunurlardı. Düşmanla karşılaştıkları zaman, onları, önce dîn-i islâm’a davet eder, baskın yapmaz, savaşa öğleden sonra başlarlardı.

İslâm orduları, hazret-i Ömer zamanında Irak, Suriye, Filistin, İran, Mısır gibi memleketleri fethedince, orduya katılan müslümanlar, buralarda zirâatla uğraştılar. Servetler, araziler edinmeye başlayınca askerlikten uzaklaşmalar görüldü. Bu büyük tehlikeyi gören hazret-i Ömer, müslümanlara, cihâd ile meşgul olmalarını emretti. Askerlerin ve ailelerinin ihtiyaçlarını karşılamayı garanti edip, yıllık maaş bağladı. Askerleri kontrol ve idare etmek için isimlerini, vasıflarını, maaşlarının mikdârını ve vazifelerini kaydettirmek suretiyle ordu dîvânını (ordu defteri) meydana getirdi. Ordunun, sefer esnasında rahat edebilmesi için daimî ordugâhlar ve kaleler yaptırdı. Gelecek düşman baskınlarını püskürtmek için kalelere muhafız birlikleri yerleştirdi.

Müslümanlar, Allahü teâlânın; “Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine uğramamak, onları da saâdet-i ebediyyeye kavuşturmak için insan gücünün yettiği kadar, durmadan çalışınız. En mükemmel harp vâsıtalarını yapınız. (Cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bununla (bu hazırlanma ile) Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı (Mekke kâfirlerini) ve bunlardan başka sizin bilmeyip, Allahü teâlânın bildiği diğer düşmanlarınızı (hıristiyan, yahûdî ve mecûsî) da korkutursunuz. Allahü teâlâ yolunda ne sarfederseniz, (ecri) eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl sûresi: 60) meâlindeki emrine uyarak, devamlı şekilde güçlü olmaya gayret ettiler. Barışta, savaş için hazırlanmaktan geri durmadılar. En modern savaş âletlerini yapıp, din ve devletlerinin muhafazasında ve Allahü teâlânın dîninin yayılmasında kullanıldı.

Bu devirde piyade askerler, kalkan, kılıç ve mızrak; süvariler ise kalkan, kılıç, yay ve ok taşırlardı. Okçulukta o kadar maharet kazanmışlardı ki, bir okçu, bir düşmanı istediği gözünden vurabilirdi. Askerinin bu mahareti kazanabilmesi için komutanlar, okçuluk tâlim ve eğitimi üzerinde önemle dururlar, yarışmalar tertib ederlerdi. Bunun için müslümanlar, muhasara ettikleri kaleleri kısa zamanda zaptederlerdi. Bu mevzuda Peygamber efendimiz; “Ok atmayı ve ata binmeyi iyice öğreniniz. Mehâretle ok atmanız, benim katımda maharetle ata binmenizden daha sevgilidir.” “İyi biliniz ki, kuvvetli olmak, ancak iyi ok atmakladır”buyururlardı.

Harplerde piyadeler, sıkı saflar hâlinde bulunur, mızrak taşıyanlar, düşman süvarilerinin hücûmlarını püskürtmek için ön saflarda dururlardı. Sağ ve sol kanatlarda süvârî birlikleri yer alırdı. Müslümanların harp meydanlarında düşmana gâlib gelmeleri; sâdece askerî güce bağlı değil, çeviklik, sür’atli hareket, güçlüklere sabır, cesaret, en mühimi de Allah yolunda canlarını seve seve verecek şehîd olmak arzusu idi. Harp başlamadan önce komutanlar, askerin bu duygularını tahrik için şehâdet mertebesinin fazilet ve üstünlükleri ileşehîdlerin Cennette’ki yerini anlatırlar, bu mealdeki âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri okurlardı. Sonra “Allahü ekber!” diyerek tekbîr getirilir, buna harp esnasında da devam edilirdi. Askerin hep birden “Allahü ekber!” diyerek yeri göğü inletmesi, küffârın kalbine büyük bir korku salardı. Ordunun heyecanının devamı, cesaretinin artması ve savaşa teşvik için komutanlar naralar atarlar, bâzan düşmanla en önde çarpışırlardı.

Her komutan, askerine iyi muamele etmeye dikkat eder, disiplini bozanları ve fethedilen memleket halkına kötü davrananları şiddetle cezalandırırdı. Komutan, aynı zamanda halîfenin vekîli olarak askere namazda imâm olurdu. Ailesinden uzak askere, her dört ayda bir izin verirlerdi.

Câhiliyye döneminde Arabistan’da, savaşta vur-kaç yâni hücûm edip geriye çekilme taktiği uygulanırdı. Önce düşmana saldırırlar, kendilerini zayıf görünce geriye çekilirlerdi. Sonra tekrar saldırıp, geri çekilirler ve muharebeye bu şekilde devam ederlerdi.

Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm); “Allahü teâlâ, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saf sûresi: 4) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun hareket ederlerdi. Peygamber efendimiz, onları namazdaki gibi saflara geçirirdi. Hattâ Bedr gazasında, orduyu intizâma koyarken, saftan ileri çıkan Sevâd bin Gaziyye’nin (radıyallahü anh) göğsüne, mübarek elindeki çubuk ile dokundular ve; “Hizaya gel, yâ Sevâd!” buyurdular. Sevâd (radıyallahü anh); “Yâ Resûlallah! Elinizdeki çubuk canımı acıttı. Seni, hak din ile, Kitâb ve adaletle gönderen Allahü teâlâ hakkı için, ben de size çubukla öyle dokunmak isterim” deyince, bütün Eshâb-ı kiram hayret etti. Kâinatın efendisinden kısas istemek olur mu ve böyle şey yapılabilir mi idi? Resûlullah efendimiz, mübarek gömleklerinin önünü açıp; “Haydi, kısas et ve hakkını al” buyurunca, hazret-i Sevâd, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübarek göğsünü büyük bir muhabbetle öptü. Herkes kısas beklerken, gördükleri manzara karşısında, kardeşleri Sevâd’a (radıyallahü anh) hayran olup, imrendiler. Sevgili Peygamberimiz; “Niçin böyle yaptın?” diye sorduklarında; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Bu gün, Allahü teâlânın emriyle ecelimin geldiğini görüyor, yüksek zâtınızdan ayrılmaktan korkuyorum. Bu sebeple, aramızda geçen bu son dakikalarda, mübarek vücûdunuza dudaklarımın değmesini arzu ettim. Bunu, kıyamet gününde bana şefaat etmenize, böylece azâbdan kurtulmama vesîle yapmak istedim” deyince, Peygamber efendimiz dua buyurdular.

Eshâb-ı kiram, düşmanla çarpışmak için düzenli bir şekilde yürürler, içlerinden hiçbiri, ileri geri gidip, safları bozmazdı.

İslâm orduları hiç bir zaman fethettikleri ülke halkına zulüm ve işkence etmemişler, aksine orada yaşayan insanlara adaletle davranmışlar ve halkı, zâlim olan hükümdarların şerrinden kurtarmışlardır.

Ebû Ubeyde (radıyallahü anh), ordusuyla hareket ederek, sulh ile Humus’u aldı. Rum Kayseri Herakliüs’ün büyük ordularını perişan eden islâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrah, adamlarını bağırtarak zafer kazandığını, her şehirde îlân etti. Yerli halka halîfe Ömer’in (radıyallahü anh) emirlerini bildirdi. Humus’u alınca da; “Ey hıristiyanlar! Allah’ın yardımı ile ve halîfemiz Ömer’in (radıyallahü anh) emrine uyarak bu şehri de aldık. Hepiniz ticâret, iş ve ibâdetlerinizde serbestsiniz. Mal, can ve ırzınıza kimse dokunmayacaktır, islâmiyet’in adaleti, aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık, müsfümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi; sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir” dedi. Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Bizans imparatoru Herakliüs’ün, asker toplayarak Antakya’ya hücûma hazırlandığı haberi alınınca, Humus’daki askerin, merkezdeki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde hazretleri; “Ey hıristiyanlar! Size hizmet edip, korumak için söz vermiştim. Şimdi halîfemiz hazret-i Ömer’den aldığım emir üzerine, Herakliüs ile gaza edecek kardeşlerime yardım için gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bu sebeple Beytülmâla gelerek cizyelerinizi geri alın. İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır” diye îlân etti. Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, müslümanların adalet ve şefkatini görünce; senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulüm ve işkencelerden kurtuldukları için, bayram yaptılar. Çoğu seve seve müslüman oldu. Kendi arzuları ile Rum ordularına karşı, islâm askerlerine casusluk yaptılar. Ebû Ubeyde (radıyallahü anh) böylece, Herakliüs ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı.

Müslümanlar, ilk yıllarda denizle pek ilgilenmediler. Hazret-i Ömer zamanında, Bahreyn valisi Âlâ bin Hadramî; gemilerle Fâris bölgesine geçti ise de, gemileri kaybetti. Hazret-i Ömer, kendisine haber verilmeden yapılan bu deniz harekâtına şiddetle karşı çıktı. Valiyi vazifesinden aldı. Böylece, denizcilikte yeni olan müslümanları tehlikeye atmak istemedi. Şam valisi Muâviye (radıyallahü anh), hazret-i Osman zamanında deniz seferi için izin istedi. Müslümanlar, geçen zaman zarfında denizcilikle ilgili yeterli bilgileri öğrenmişlerdi. Hazret-i Osman, sâdece gönüllülerin katılması şartı ile, deniz seferlerine izin verince; Akdeniz’de iki yüz gemilik islâm donanması, bin gemilik Bizans donanmasını yenerek Kıbrıs’ı aldı. Sonra, bin yedi yüz gemilik bir islâm donanması kuruldu. Mısır’da bir tersane inşâ edildi. Artık denizciliği iyice öğrenen müslümanlar, başka milletlere denizcilik öğrettiler. Kısa zamanda, İspanya’dan Hindistan’a kadar İslâmiyet’i yayıp, İstanbul’u bir kaç defa kuşattılar. Fakat Bizanslıların yeni buldukları Rum ateşi, bir çok müslümanın şehîd olmasına sebeb oldu.

İslâm ordusu, Emevîler devrinde bâzı küçük değişikliklerle, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki gibi devam etti. Ordu, harpte beşe ayrılırdı. Biri ortada, başkumandanın emri altında bulunurdu. Buna Kalb-ül-Ceyş yâni ordunun kalbi denirdi. Sağ tarafında yer alanlara Meymene, sol taraftakine Meysere, öndeki süvarilerden meydana gelen birliklere Mukaddime, arkadakilere de Sakat-ül-Ceyş dendi. Kara ordusu, donanma ile de desteklenirdi. Emevîlerin bir devamı şeklinde olan Endülüs Emevîlerinde de sistemde bir farklılaşma olmadı. Kuzey Afrika yerlileri ve İspanyol asıllı müslümanlara da orduda yer verildi.

Abbasîler devrinde, Arablardan başka kavimlerin de müslüman olup, Abbasî bayrağı altında toplanmaları netîcesinde, orduda büyük bir gelişme meydana geldi. Devletin nizamî ordusunu teşkîl eden askerin sayısı yüz binleri aştı. Bunlar, devletten muntazam maaş alırlardı. Savaş ânında, cihâda gitmek için orduya halk arasından gönüllülerde katılırdı. Abbasî ordusunun beşte dördü Horasanlı Türklerden meydana gelmiştir. Horasan taraflarında yapılan cihâd faaliyetlerinde esir alınanlar veya yeni müslüman olan Türkler, orduya alınarak yetiştirilirlerdi. Askerler arasında bâzı kabîle gayretlerinin görülmesi üzerine müslüman Türklerin ehemmiyeti daha da arttı. Türk komutanlar, devletin en yüksek kademelerine getirildiler. Abbasî ordusundaki Türk askerlerinin sayısı yetmiş bini buldu. Askerler için, Bağdâd yakınlarındaki Samarra ordugâh şehri kuruldu ve halîfe için bir saray yapıldı. Devlet bir müddet buradan idare edildi. Bizans sınır boylarına sugur denilen kaleler yapıldı ve asker yerleştirildi. Tarsus civarı islâm memleketlerinden gelen pek çok müslüman tarafından şenlendirildi. Onlarla birlikte, askere islâmiyet’in emir ve yasaklarını anlatan bir çok âlim de geldi (Bkz. Sugur ve Avâsım). Bu üslerden Bizans üzerine her yıl seferler düzenlendi.

Abbâsîlerde askerî teşkîlât; 1-Piyadeler, 2-Süvariler, 3-Okçular, 4-Mancınıkçılar, 5-Sapancılar, 6-Neftçiler, 7-Debbâbe ve dabbur araçlarını kullanan zırhlı birlikler, 8-Mühendis ve doktorlar diye sınıflara ayrılırdı.

Piyade ve süvariler; kılıç, harbe, mızrak, kalkan gibi silâhlar kullanırlar. Okçular; ok, yay, kılıç, kalkan taşırlar, başlarına miğfer, vücûdlarına da zırh giyerlerdi. Neftçiler; yanıcı sıvılara batırılmış bezleri yakarak düşman üzerine atarlardı. Kaleye hücûm ediyorlarsa, üzerlerine ateşin te’sir etmediği elbiseler giyerlerdi.

Her on bin kişiye, bir Emir, her bin kişiye bir Kâid, her yüz kişiye Nakîb, on kişiye bir Ârîfkomuta ederdi.

Askerler sınıflarına göre elbise giyerlerdi. Kılıçları, önceden boyunlarına asarken; Mütevekkil zamanından îtibâren bellerine kuşandılar.

Abbasîler, casusluk teşkilâtına çok önem verdiler. Seçilen kimseler, çeşitli meslek erbabı hüviyetinde komşu ülkelere gidip, topladıkları haberleri ilgili yerlere ulaştırırlardı.

Abbâsîlerde ordu işlerini yürüten iki meclis vardı. Bunlar askerlerin maaşının tesbit ve ödenmesi işlerine bakan Meclis-üt-takrîr ile ordunun sicil işlerine bakan Meclis-i mukabele idi. Bu meclisler de kendi içinde; hassa ordusu meclisi, askerî hizmet ordusu meclisi ve eyâlet ordusu meclisi şeklinde alt birimlere ayrılıyordu.

Abbasî ordusunda donanma bilhassa Mısır’da inkişaf etmiş, Nil’de nehir gemiciliği şöhret bulmuştu. Mısır Dimyat’da tersane kurularak donanmanın ihtiyâcı olan gemiler inşâ edildi.

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvârî birlikleri ordunun esâsını teşkil ediyordu. Cesur ve cengâver askerlere sâhib olan bu ordular, Asya’ya hâkim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdi.

İslâmiyet’in yayılması ile Türkler kitleler hâlinde müslüman olmuş, böylece islâmiyet’in şerefi, Türklüğün asaleti ile birleşerek târihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu devletlerin ordularının ortak gayesi; İslâmiyet’i insanlara duyurmak, dünyâ ve âhırette rahat ettirecek yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040 yılındaki Dandanakan savaşından sonra Oğuz Türklerinin kurduğu büyük Selçuklu Devleti de, Allahü teâlânın dînini yaymak için büyük gayret göstermiştir. Büyük kuvvetlere sâhib olan Bizans hükümdarı Diyojen’i 1071’de Malazgird’de yenen Alb Arslan da, aynı inancın yayıcısı idi. Büyük Selçukluları, diğer Türk devlet ve beylikleri ile Osmanlılar tâkib etti. Bu devletlerin devamlı ülkeler fethetmeleri, orduları sayesinde olmuştur, İ’lâ-yı kelimetullah için savaşan müslüman Türk orduları, târih boyunca, Asya, Afrika ve Avupa’da sancaklarını dalgalandırmışlar, İslâm inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu gayenin Allahü teâlânın kendilerine bir ihsanı olduğuna inanan Türkler, târih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan hiç bir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı kafîsurette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıt’adân kıt’aya dolaştıran hep bu ideâl olmuştur. Bu ideâli kaybeden devletler, kısa zamanda ortadan silinmişler, yerlerini islâmiyet’i daha iyi yayanlara bırakmışlardır.

Müslümanlar; bulundukları her yerde ızdırap çeken, hor görülen, milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır, islâm ordusu, sömürü, soygun, katliâm ve ahlâksızlıklara devamlı karşı çıkmış; aksine, insanlık, hamiyyet, şefkat, hakka saygı ve adaleti dâima muhafaza ve müdâfaa etmiştir. Zâlimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdafii olan İslâm ordusu, İstanbul fethinde görüldüğü gibi, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır.

Selçuklular, eski onlu Türk sistemi üzerine kurdukları ordularını, Peygamber efendimizden beri devam eden ıktâ sistemine bağlı ücretli askerlerle kuvvetlendirdiler (Bkz. Iktâ). Türkiye Selçuklularının askerî teşkilâtı da Büyük Selçuklu askerî teşkilâtı gibiydi. Yaya ve atlı olan maaşlı askerler, hükümdarın maiyetinde bulunurdu. Tımarı olan asker ile ümerânın beslemeye mecbur olduğu asker de ordunun esâsım teşkil ederdi.

Ateşli silâhların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhâl askerî sahada uygulamaya koyuldular. Selçuklu ordusunda top kutlanıldı. Osmanlılar, önceki Türk ordularının teşkilâtlarından istifâde ederek, kendilerine has bir ordu mâydana getirdiler.

İslâm ordularını meydana getiren askerler; İslâmiyet’in emirlerini yaptıkları, yasaklarından kaçındıkları, komutanlarına itaat ettikleri oranda başarılı olmuşlar ve düşmana galip gelmişlerdir. Hazret-i Ömer, bir kaleyi muhasara etmiş, fakat fethi bir türlü gerçekleşmâmişti. Halîfe askerini toplayıp; içlerinde günâh işleyen birinin bulunduğunu, yoksa kalenin feth edilmesi lâzım geldiğini bildirmişti. Askerlerin arasından biri; “Ey Emîr-ül-mü’minîn! O kimse benim! Zîrâ, dün gece namaz kılmak için kalktığımda, misvâğımı bulamadım ve misvâksız abdest aldım” dedi. Hazret-i Ömer; “Tövbe ediniz” buyurduktan sonra, herkes bu emri yerine getirmiş ve kale, bundan sonra fethedilebilmişti.

İslâm devletinde ordular; halka zulmeden zorbaları yola getirmek, kânunlara karşı gelenleri cezalandırmak ve islâm topraklarına göz diken dış güçlere karşı vatanı müdâfaa etmek için kurulur. Ayrıca, askerî güçlerine göre gayr-i müslim devletlerde yaşayan insanların da islâm’ı duyup, müslüman olma şerefine kavuşmalarına vâsıta olurlar. İslâmiyet’te ordunun asıl gayesi; fitne ve fesadı temizlemek, insanların dünyâ ve âhirette kurtulmalarını sağlamaktır. İnsanları boş yere öldürmek, toprak zabtetmek, kuru kavga ve cihangirlik dâvası gütmek; islâm ordusunun asıl gayesi değildir.

ORDUNA İYİ DAVRAN!

Halîfe hazret-i Ömer’in, başkumandan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r. anh) yazdığı şu mektubda, müslümanların ordu tertibi ve kumandanın hareket tarzı gayet güzel îzâh edilmektedir:

“Ey Sa’d! Askerine, her zaman olduğu, gibi, yürüyüş esnasında da iyi davran. Onları yorgun düşürecek bir yolu tercih etme. Düşman ile zinde bir hâlde karşılaşmak için zaman zaman uygun güzergâhlarda mola ver. Cum’a günü ve gecesi dinlensinler ki, istirahat onlara yeni bir canlılık ve dinçlik versin. Ordugâhını, sulh hâlindeki köy ve kasabalardan uzakta kur ve zımmilerin bulundukları mahallere yaklaştırma. Askerlerin musibete uğramamaları ve bir şeylerini kaybetmemeleri için iyice güvenmediğin kimselerin ordu içine girmesine izin verme. Emirlerine uyan, sabırla hareket eden askerine iyi muamele et ve vefalı bir baba ol.

Savaştıklarınıza karşı zafer kazanmak için de olsa, andlaşma yaptığınız insanlara zulüm etme. Düşman memleketini fethedince aralarına casuslar gönder. Durumlarını öğrenmeye çalış ki herhangi bir şey sana gizli kalmasın. Etrafında, doğruluğuna ve isabetli görüşüne güvendiğin kimseleri bulundur. Zira, yalancının. haberi, doğru söylese bile, fayda vermez. Sahtekâr olan, lehine değil aleyhine casusluk yapar.

Düşman topraklarına yaklaştığında çok sayıda öncü birlikleri ve keşif kolları gönder, öncüler, düşmanın gizli hâllerini öğrenir, keşif kolları da etrafı gözetleyip onların imdat kuvvetlerinin yolunu keser, öncüleri, kuvvetli ve askerlikte maharet sahibi olanlardan seç. Altlarına hızlı koşan güçlü atlar ver. Keşif koluna seçtiklerin; güçlüklere sabırla karşı koyan, sıkıntılara en çok katlanabilen, kahraman, cengâverlerden olsun. Zira düşmana ilk gösterilecek şey kuvvettir.

Kimseyi diğerlerinden ayırarak aşırı sevgi gösterme. Böyle yaparsan yakınların ve işlerin sebebiyle kendilerini sevdiğin kimselerin çoğu emrini dinlemez olur.

Mağlûb olmaktan, zayiat vermekten korktuğun tarafa öncü ve keşif birlikleri gönderme. Düşmanla karşılaşmadan önce, onların bütün gücünü teferruatıyla öğren. Düşman askeri kadar rahat hareket edebilmek için, araziyi en az oranın halkı kadar tanı. Bu bilgileri toplamadan önce mecbur kalmadıkça ölüm-kalım savaşma girişme. Düşmanla karşılaşınca da bütün gücünle uygun göreceğin savaş, taktiğine göre çarpışmaya başla…”