Peygamber efendimizin güzel ahlakına sahip olmanın önemi - kainatingunesi.com
Yazar: Prof. Dr. Ramazan Ayvallı, M. Ü. İlâhiyat Fak. Em. Öğr. Üyesi

İslâm Ahlâkı, ahlâkların en güzeli, en üstünü, en iyisi ve en idealidir.  Bunun müşahhas ve mücessem (yani somut) timsâli/temsilcisi/en güzel örneği ise, Sevgili Peygamberimizdir.

– Cenâb-ı Hak, Ahzâb sûre-i celîlesinde: “Muhakkak ki, Allah’ın Resûlünde sizin için üsve-i hasene = nümûne-i imtisâl = en güzel örnek vardır…..” buyurmuştur.

– Allahü teâlâ, yine Kur’ân-ı kerîminde, Sevgili Peygamberimiz hakkında “Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyurmuştur.

– Peygamber Efendimiz, kendileri de, “Ben ancak, mekârim-i ahlâkı/mehâsini ahlâkı/iyi ahlâkı/güzel huyları tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.

Hulefâ-i Râşidînin, Ehl-i Beyt’in ve bütün Sahâbe-i kirâmın yüksek ahlâkları, Peygamber Efendimizin ahlâkından neş’et etmiştir.

– Dört Mezhep İmâmımızın, iki Akâid İmâmımızın, 12 İmâm hazerâtının güzel ahlâkları onlardan alınmıştır.

– Büyük İslâm Âlimlerinin, Evliyâ-yı kirâmın, Silsile-i Aliyye ve Turuk-ı Aliyye büyüklerinin güzel ahlâkları da bunlardan alınmıştır..

Tek cümle ile söylemek gerekirse, sayılan bütün bu büyüklerin ahlâkları, Resûlullah Efendimizin ahlâkıdır. Binâen aleyh, Peygamber Efendimizin güzel ahlâkına sâhip olmanın önemi çok açıktır.

Onun ahlâkı ise, Kur’ân-ı kerîmin ahlâkıdır. Nitekim Hazret-i Ayşe annemize, O’nun ahlâkı sorulduğunda, “Onun ahlâkı, Kur’ân-ı kerîm ahlâkından ibâretti” buyurmuştur.

Allahü teâlâ, diğer bir sûrede şöyle buyurmaktadır:

 “(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden [kendinizden] öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü’minlere karşı Raûf (çok şefkatli) ve Rahîm (gâyet merhametli)dir.

(Ey Habîbim Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse [aldırmazlarsa], onlara de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben, sâdece O’na güvenip dayanırım. O, yüce Arş’ın sâhibidir, [O, büyük arşın Rabbi’dir.] (Tevbe, 128-129)

İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O’na îmân etmek, Onun ahlâkına sâhip olmak, O’na tâbi’ ve teslîm olmaktır. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaya bağlıdır. Ona tâbi’ olmak demek, onun ta’rîf ettiği şekilde îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir. [Şüphe yok ki, onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyenin başında mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîm gelmektedir. Kur’ân-ı kerîm, ona verilen mu’cizelerin en büyüğüdür.]

Değerli Kardeşlerim!

Burada, hemen şunu belirtelim ki, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca kâinâtı yaratan Allahü teâlâ, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezeğenimizin ya’nî dünyânın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, nice hikmetlere mebnî Hazret-i Âdem babamızla Hazret-i Havvâ annemizi, Cennet’ten dünyâya göndermiştir.

Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [ya’nî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu/beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, muhtelif kavimlere, zaman zaman Peygamberler göndermiştir.

Şurası bir hakîkattir ki, insanlar, Allah’ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.

Ma’lûmdur ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği ni’metlere şükretmelerini, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir.

Bildiğimiz gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, tüm müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün müesseselerinin ve vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.

İnsan, “madde” ve “ma’nâ” (yani “beden” ve “rûh”) olmak üzere iki unsurdan meydâna gelen, “Allah’ın yeryüzündeki halîfesi” kılınan (Bakara, 30), “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkmaya namzed yapılan (Âl-i İmrân, 139; Mutaffifîn, 18-19), “eşref-i mahlûkât” olarak (İsrâ, 70), “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan (Tîn, 4), “mükerrem” (İsrâ, 70) bir varlıktır.

Fakat nefsinin esîri olduğu zaman, “esfel-i sâfilîn”e (Tîn, 5) yuvarlanmaya, hayvânlardan aşağı bir derekeye düşmeye mahkûm (A’râf, 179;  Furkân, 44) bir yaratıktır.

Demek ki insanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır. İnsan, meleklerden üstün seviyeye çıkabilen, kendisine, muhtaç olduğu bütün ni’metler ihsân edilen (Lokman, 20; Nahil, 18), âhirette bunlardan hesâba çekilecek olan (Tekâsür, 8), belli bir yaratılış gâyesiyle bu dünyâya gönderilen, yanî “Allahü teâlâyı tanımak ve ibâdet etmekle mükellef  (Zâriyât, 56)  bir kuldur.

Bütün insanlığa rehber olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin ve onların yollarında olan vârislerinin târihlerini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi ferdler, âileler ve cemiyetler, ya’nî iyi insanlar meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde de, biraz önce de temâs ettiğimiz vechile eğitimden maksat “iyi insan“, orijinal ismiyle söylemek gerekirse “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.

Aslında Hazret-i Âdem’den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü’l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 bin civârındaki “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100’ü suhuf 4’ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.

Azîz Hemşehrilerim!

Şurası bilinmesi gereken bir gerçektir ki, İslâmiyet; medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.

Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi, aslında bunların içinde vardır. O hâlde, insanlığın kurtuluşu için bunlardan istifâde etmeye çalışmak lâzımdır.

Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mâddî ve ma’nevî değerlerimizi, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, şanlı târihimizi, târihî ve ilmî sahsiyetlerimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdının yolunda olması, hattâ onlara saygı duyması çok zordur.

İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için, i’lân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.

Devlet-i Âl-i Osmân zamanında, kıymetli âlimler yetiştirilip, muhteşem ilim ve san’at eserleri inşâ edilmiştir. Osmânlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tutmuşlar; kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet göstermişlerdir.

Osmânlı Devleti, kavimler, ırklar, dînler ve mezhebler arasında sağlam bir âhenk kurmuştu. Osmânlı sultânları, fethettikleri yerleri câmi/mescid, medrese, dârül-kurrâ, zâviye, imâret=aşevi, şifâhâne [dâru’ş-şifâ=hastahâne] ve türbelerle âdetâ kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle bütün dünyâya İslâmiyeti, insanlığı, güzel ahlâkı, adâleti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.

Sevgili Kardeşlerim!

Bunları da belirttikten sonra ifâde edelim ki, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, dünyâ ve âhiretin Efendisi, insanların ve cinnîlerin Peygamberi olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir.

Bu, kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her müslümânın işi olmalıdır.  [Bu konuda biz kitap ta yazdık. 30 dile de tercüme edildi.]

Her mü’minin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Yüce Rabbimiz: “Peygamber, mü’minlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, mü’minler nazarında kendi nefislerinden, canlarından daha önce gelir; Mü’minlerin, Peygamber’i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O’nun hanımları da onların anneleridir…..”  [Ahzâb, 6] buyuruyor.

Onu çok seven, çok anar ve çok över. Bir hadîs-i şerîfte de, “Birşeyi çok seven, onu çok anar” buyuruldu. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır. Çünkü, başta “Sahîh-i Buhârî” olmak üzere, birçok hadîs kitâbında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya’nî o kişinin îmânı olgun olmaz. Hadîs-i şerîfin diğer bir rivâyeti de şöyledir:

Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz.” [Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) sözü]

Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi vâciptir, farzdır. Ayrıca onun yolunda olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.

“Âlemlere rahmet” olarak gönderilen, kâinâtın baştâcı, ebedî rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz Resûlullah Hazret-i Muhammed (aleyhis-selâm) hakkında bir şâir diyor ki:

“Her vasfı ki, imtiyâzı hâiz,

Târih onu vasfederken âciz.”

Peygamber Efendimizin şâirlerinden Hassân b. Sâbit(radıyallahü anh)’in şu sözü ne kadar mânidârdır:

“Ben, Muhammed Mustafâ(sallallahü aleyhi ve sellem)’den bahs ederken, O’nu medhediyor değilim; bilakis O’ndan bahsetmek sûretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.”

Gönüller Sultânı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî‘nin (kuddise sirruh) kelâmı da çok manâlıdır:

“Ben, felekler/âlemler genişliğinde bir ağız isterim, tâ ki, meleklerin bile gıpta ettiği O (büyük) zâttan söz edebileyim.”

Burada, Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manâsı şöyledir: “O, beşerden bir beşerdir; fakat taşlar arasındaki yâkût taşı gibidir.”

Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden “Le Point”, 1980 yılını “Hazret-i Muhammed Yılı” olarak i’lân etmişti. Dergi, bu seçimine sebeb olarak, “Hazret-i Muhammed’in (s.a.s.), yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyâdaki te’sîrini, her geçen gün büyüyerek sürdürmesini” göstermiştir.

O hem bir Nebî, bir Resûl, bir Ülül-azm Peygamber, Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül, hem Devlet Başkanı ve Baş Komutan, hem de Baş Muallim ve Baş Kâdîdır.

Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.

Ne var ki, müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.

Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.

Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah Efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gibi olamamıştır. Onun için hadîs-i şerîfte: “Ebû Bekr’in îmânı, bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa ağır gelir” buyurulmuştur.

Kesin bir husûstur ki, O’nu [Resûlullah Efendimizi], ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte; câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedir. Bu, bir nasîp işidir. O, bütün insanlar için bir mi’yârdır, bir terâzîdir, insanlar onun  terâzîsinde ölçülüp tartılır. [Bazı ölçü birimleri var.]

Kıymetli Kardeşlerim!

Bu tesbitlerden sonra ifâde edelim ki, bilindiği üzere, bazı mekânlar ve zamanlar emsâline göre, benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübârek kılınmış olduğu gibi, bazı insanlar da akrânına nisbetle daha muhterem kılınmıştır.

Nitekim altın madeni demir, bakır ve kömür gibi madenlerden çok kıymetlidir. Kezâ yâkût taşı diğer normal taşlardan çok üstündür. Bunun gibi, dünyânın en nâdîde mahsûllerini yetiştiren, güzel Ispartamızın güzel gül çiçeği de, öbür çiçeklere göre çok daha değerlidir.

Bilindiği gibi, muhterem insanların başında, önce “Ülü’l-azm Peygamberler, sonra “Resûl”ler, onlardan sonra da “Nebî”ler gelmektedir. Bunlardan sonra, üstünlük sırasında Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn başta olmak üzere diğer âlim ve velîler bulunmaktadır.

Bunların ve gelmiş-geçmiş bütün mahlûkâtın (insanların, cinnîlerin ve meleklerin) en üstünü ise, şüphe yok ki Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül olan Sevgili Peygamberimizdir.

İnsanlara merhamet buyuran Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [ya’nî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzî olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, daha ilk insandan itibâren beşeriyet Peygambersiz, mürşidsiz, muallimsiz, rehbersiz, kılavuzsuz bırakılmamıştır. [Her kavmin rehberi bulunduğuna dâir âyet-i kerîmeler var.]

Peygamberler hakkında, Kur’ân-ı kerîm’de bir âyet-i kerîmede de meâlen şöyle buyurulmuştur:

 “(Îmân edenleri Cennet’le) müjdeleyici, (küfredenleri de Cehennem’le) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyâmette: (Bizi îmâna çağıran olmadı) diye Allah’a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah azîzdir, hükmünde hikmet sâhibidir.” (Nisâ, 165) [6 Ülül-azm + 313 Resul + 124.000 Nebî gönderilmiştir.]

Demek ki Peygamberler, insanlara müjde vermek ve aynı zamanda onları korkutmak için gönderilmişlerdir. Böylece, insanların Cenâb-ı Hakk’a özür, bahâne ileri sürmeleri önlenmiştir. Nitekim Allahü teâlâ, diğer bir âyet-i kerîmede meâlen buyurmuştur ki: “…Biz, Peygamberler göndermedikçe azap yapmayız.” (İsrâ, 15)

Başka bir âyet-i kerîmede de meâlen şöyle buyurulmuştur: “Peygamberin, üzerinizdeki (vazîfesi), ancak İlâhî emirleri teblîğdir. Allah, açıkladığınız ve gizlediğiniz (sözler ile hareketlerinizin) hepsini bilir.” (Mâide, 99)

ÎMÂNIN DÖRDÜNCÜ ŞARTI

Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden dördüncüsü, “Peygamberlere îmân”dır. [Ya’nî Âmentü esâslarından, îmânın altı şartından dördüncüsü, Allahü teâlânın “Peygamber”lerine inanmaktır.] Peygamberlere îmân etmek demek, aralarında Peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberlerin hepsi de, insanları, Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir.

Aslında bütün Peygamberler, Yüce Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Ümmetlerini Cenâb-ı Hakk’a çağırmak; sapık, yanlış yoldan, doğru yola, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Da’vetlerini kabûl edenlere, Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır.

Yüce Allah, kullarını Cennet’ine da’vet ediyor ve bu Cennet da’vetiyesinin adı da “İslâmiyet”tir. Bütün Peygamberlerin ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur.

Değerli Kardeşlerim!

Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinin her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en faziletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan O’ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O’nu öyle yaratmıştır.

Yüce Allah, insanlara, kendileri için en doğru olan yaşayış tarzını bildirmiştir.  İnsanların dünyâ ve âhirette işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onların yanlış, zararlı işlerden korunup selâmete, hidâyete, râhata ve saâdete kavuşmaları için, bu Peygamberlerle, “dîn” gönderilmiştir.

Hadd-i zâtında, Allahü teâlânın, Peygamberler ve kitaplar göndermesi, bu sûretle, bütün insanlara, dünyâ ve âhirette huzûr ve saâdet içerisinde yaşamanın yollarını göstermesi, O’nun ni’metlerinin en büyüğüdür. [Onun nimetleri sayılamıyacak kadar çoktur.]

Bilindiği gibi, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların ahkâm-ı şer’iyyelerinin (dînlerinin) geçerlilik müddetleri belli zamanlarda dolmuş, bitmiş; getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek  Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.

“Peygamberlerin sonuncusu” olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dîni bütün dînleri nesh etmiş, ya’nî yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitâbı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun getirdiği dîn olan “İslâm” da kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemiyecektir.

[İrtidâd hareketleri, Ekber Şâh’ın ortaya attığı bozuk dîn, Kâdıyânîlik, Behâîlik, Moon Tarîkati, Reşâd Halîfenin sapık yolu….. gibi bozuk faâliyet ve gayretler varsa da, bunlar dîn-i İslâmı gölgeleyememişler, yok edememişlerdir.]

Kıymetli Dinleyiciler!

Mübârek ismi “pek çok medhedilmiş, tekrâr-tekrâr övülmüş” manâsına gelen “Muhammed” aleyhisselâm, Allahü teâlânın Habîbi (sevgilisi), yaratılmış bütün insanların ve diğer mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, Allahü teâlânın medhettiği ve bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün Peygamberdir.

Târih boyunca, mükemmel hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât olan Peygamber Efendimize, insânlığın ne kadar muhtâç olduğunu, bugün daha iyi anlıyoruz.

Bilindiği üzere Allahü teâlâ, muhtelif asırlarda ve çeşitli coğrafî bölgelerde yaşayan insanlara birçok Peygamber gönderdiği gibi, son nebî ve Resûl olan Hazret-i Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) de bütün âlemlere Peygamber olarak vazîfelendirmiştir.

O, bu vazîfeyi alınca, insanları küfür, dalâlet, cehâlet, ahlâksızlık, vahşet ve zulmetten kurtarıp îmân-hidâyet, ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, nûr-aydınlık, adâlet-hakkâniyet, medeniyet, insanlık ve insan haklarına kavuşturmak için canla-başla çalışmıştır.

Bunun için gece-gündüz hiç durmadan, Allah’ın gönderdiği en son ve en mükemmel dîn olan “İslâm Dîni”ni beşeriyete teblîğ etmiştir.

Nasipli olan kimseler, önceleri birer-ikişer, üçer-beşer, sonraları ise grup-grup İslâmiyete yönelmişler, ona dört elle sarılmışlar, bu husûsta mâllarını, cânlarını, âilelerini ve çoluk-çocuklarını dahî fedâ edecek hâle gelmişlerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla, Sevgili Peygamberimizin de çalışmalarıyla, “Câhiliye dönemi” gitmiş, bir “asr-ı saâdet” meydâna gelmiştir. [Bu mübârek asır, dünyâ hayâtı boyunca bir defa vâkı olmuştur.]

Sevgili Peygamberimiz, takrîben 23 sene zarfında, barışta ve savaşta, sıkıntı ve mutluluk anlarında, dînî, ictimâî, ahlâkî ve siyâsî hayâta dâir, içinde bulunduğu toplum ve çevresindekilere çok önemli mesajlar vermiş ve onlara fiilî olarak “üsve-i hasene = nümûne-i imtisâl = yani en güzel örnek” olmuştur. [Âyet-i kerîme de var.]

İSLÂMIN İLK ŞARTI

Bu vesîle ile belirtelim ki, İslâmın beş şartından birincisi [ya’nî İslâmın birinci şartı], “Kelime-i şehâdet”tir. Ya’nî Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaya bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için de, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhisselâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.

Kur’ân-ı kerîm, baştan sona kadar, Muhammed aleyhisselâma îmân edilip ona uyulmasını emrediyor, ona uymayanların müslümân olamayacaklarını, kâfir olacaklarını ifâde  buyuruyor.

[Maalesef  O’nu saf dışı bırakmak isteyen dînsiz kişiler, cemâatler türedi. “Kelime-i Tevhîdin 2. kısmını söylemeye lüzûm yok” diyen nasipsizler çıktı; Belçika’daki bir kilisede verdikleri bir iftârda okuttukları Ezânda, Kelime-i Şehâdetin 2. kısmını okumadılar.

“O bir postacıdan ibâretti; Kur’ân-ı kerîmi getirdi, işi bitti” diyen dînsizler çıktı.

Tevbe sûresinin son 2 âyet-i kerîmesini Mushaf-ı şerîflerden karalayan kâfirler türedi.]

Hâlbuki, bakın âyet-i kerîmelerde ne buyuruluyor? [Meâlen]:

“Allaha ve Resûlüne itâat edin!” [Enfâl, 20]

“Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulasınız!” [Nûr, 54]

“Allah ve Resûlüne itâat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.” [Ahzâb, 71]

“Resûle itâat eden, Allaha itâat etmiş olur.” [Nisâ, 80]

“De ki, “Allaha ve Peygambere itâat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar.] Allah elbette kâfirleri sevmez.” [Al-i İmrân, 32]

“Allah ile Resûllerinin arasında farklı bir yol tutmak isteyenler kâfirdir.” [Nisâ, 150-151]

“Biz, her Peygamberi, kendisine itâat edilsin diye gönderdik.” [Nisâ, 64]

“Allah ve Resûlüne itâat eden Cennete, isyân eden Cehenneme gider.” [Nisâ, 13-14]

“Allaha ve Resûlüne inanmayan [kâfir olur]; kâfirler için de çılgın bir ateş hâzırladık.” [Feth, 13]

“Allaha ve Resûlüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.” [Ahzâb, 36]

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allaha ve Peygambere çağırıldıkları vakit: Mü’minler, “İşittik, itâat ettik” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.” [Nûr, 51]

“Allaha ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki, Allahın azâbı çok şiddetlidir.” [Enfâl, 13]

“Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercîh, seçme hakkı kalmaz.” [Ahzâb, 36]

“O Peygamber, güzel, temiz şeyleri helâl; çirkin, pis şeyleri harâm kılar.” [A’râf, 157]

“Resûlümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” [Haşr, 7]

“O [Resûlüm], vahyden başkasını söylemez.” [Necm, 3-4]

Resûlullaha uymakla ilgili hadîs-i şerîflerden birkaçı da şöyledir:

“Cennete sadece müslümân olan girer.” [Buhârî, Müslim]

“Allah’ın Rab, benim de Peygamber olduğuma kesin olarak inanana, Cehennem harâm olur.” [Hâkim]

“Beni duyup da îmân etmeyen yahûdî ve hıristiyân [ve diğer kâfirler] elbette Cehenneme gireceklerdir.” [Hâkim]

“Allahtan başka ilâh olmadığına ve benim de, O’nun kulu ve Resûlü olduğuma şehâdet eden, Cennete girer.” [Deylemî]

Denilebilir ki, târih boyunca, hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Sevgili Peygamberimizdir.

“Delâilü’n-Nübüvve” ve “Şevâhidü’n-Nübüvve” kitapları Hazret-i Peygamberin Peygamberliğinin delîllerinden; “Sîret-i Nebeviye” ve “Meğâzî” kitapları O’nun hayâtından ve harplerinden; “el-Hasâis” kitapları, O’nun fazîletlerinden ve mu’cizelerinden, “Şemâil-i Şerîfe” kitapları da fizikî yapısından, “İslâm Târihi” ve “Ansiklopediler” ise, umûmî hayâtından bahsetmektedirler.

Onun mübârek ismi “Pek çok, tekrar-tekrar övülmüş, medhedilmiş” manâsına gelen “Muhammed”tir. Ahmed, Mahmûd, Mustafâ gibi başka mübârek isimleri de vardır. Hicretten 53 sene önce Rebî’ül-evvel ayının onikisinde Pazartesi gecesi, sabâha karşı Mekke-i Mükerreme’de doğdu. Târihçiler, bu günün, mîlâdi sene ile 571 senesinin 20 Nisan’ına rastladığını bildirmişlerdir.

Doğmadan bir kaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber Efendimize Dürr-i Yetîm” (Kâinât sedefinde bulunan tek, büyük ve en kıymetli inci) lakabı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in, onun ölümü üzerine ise amcası Ebû Talib’in yanında kaldı.

Yirmi beş yaşında Hadîcetü’l-Kübrâ vâlidemiz ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Arablarda künye ile anılmak âdet olduğundan, Peygamberimize de “Ebü’l-Kâsım” yâni “Kâsım’ın Babası” denildi.

Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinnîlere, Peygamber olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra, herkesi îmâna dâvet etmeye başladı.

Elli iki yaşında iken mi’râc vukû buldu.

Mîlâdî 622 yılında 53 yaşında Mekke’den Medîne’ye hicret etti.

Bizzât kendisi iştirâk ederek ve Başkumandân olarak yirmiyedi kerre muhârebe yaptı. Ayrıca birçok yere pekçok seriyye gönderdi.

632 (H.11) senesinde yine Rebî’ül-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden evvel, Medîne’deki Mescid-i Nebî’nin bitişiğindeki, zevcelerinden Hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ) odasında 63 yaşında vefât etti. Vefât ettiği yere defnedildi.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN TEBLÎĞÂTINA NASIL BAŞLADIĞI VE NASIL DEVÂM ETTİĞİ

İlk vahyin gelmesiyle, Peygamberlik vazifesini îfâya başlayan Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, İslâm’ı tebliğe yirmi üç sene devâm etti. Bunun on üç senesi Mekke’de, on yılı da Medine’de geçmiştir.

Kur’ân-ı kerîm, 22 sene 2 ay 22 gün gibi bir zamanda vahyedilip tamâmlanmıştır.

Muhammed aleyhisselâm Ümmî” olup, herhangi bir kitap okumamış, yazı yazmamış ve kimseden ders görmemişti. Mekke’de doğup büyümüş, belli kimseler arasında yetişmişti.

Peygamber Efendimize, ilk vahyin gelmesinden sonra, ilk îmân eden Hazret-i Hadîce vâlidemizdir. [Bu, hanımlara iftihâr vesîlesi olarak yeter.]  Hiç tereddüt etmeden İslâmiyet’i hemen kabul edip, ilk müslüman olmakla şereflenmiş ve en fazîletli kadınlardan olmuştur. Hazret-i Hadîce annemizden sonra, yetişkinlerden ilk müslümân olan, Resûlullah Efendimizin yakın arkadaşlarından Hazret-i Ebu Bekir’dir (radıyallahü anh).

Peygamber Efendimiz, bir gün Hazret-i Hadîce vâlidemizle namaz kılarlarken, Hazret-i Ali onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra Resûlullah’ın huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah! Bana İslâm’ı öğret” dedi ve o da müslümân oldu. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), müslümân olanların üçüncüsüdür.

Resûlullah Efendimiz, “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları, İslâm dînine da’vete başlamıştı. Bu da’veti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da: “Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şuarâ sûresi, 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabâsını dîne da’vet etmek için Hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı.

Söze başlayıp:

“Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dînden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye da’vet ediyorum. O da: “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.

Allahü teâlâ, bana, sizi buna da’vet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu da’vetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?”buyurdu.

Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde, Hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında: “Ya Resûlallah! Her ne kadar ben, bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.

Bi’setin dördüncü yılında Hıcr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.  Meâlen: “(Ey Habibim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüç çevir! (Onların sözlerine iltifât etme)” İlâhî emri gelince, Sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a da’vet etmeye başladı.

Bir gün Safâ tepesine çıkıp: “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu.

Kabîleler toplandıktan sonra  da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden “Hayır işitmedik” dediler.

Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bana Peygamberlik ihsân etti ve beni size Peygamber olarak gönderdi.”

Sonra da: “(Ey Habîbim!) Onlara de ki. Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O’ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur…” meâlindeki A’râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu.

Dinleyenlerden, amcası Ebû Lehep kızarak: “Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı.

Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber Efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, kibir ve inâtları sebebiyle, yüz çevirdiler ve düşmân kesildiler.

Sevgili Peygamberimiz, bu da’vetlerden sonra nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm’ı anlatırdı. Böylece hakîkî kurtuluşun, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirirdi.

Tabîî ki, nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler. O’na ve inananlara düşman oldular.

MEYDÂNA GELEN NETÎCE:

Sevgili Peygamberimizin, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı bir ümmet” meydâna getirmesi, onların da 30-40 sene içerisinde, nihâyet 50 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında gâyet mahdûd imkânlarla Endülüs’ten Çin’e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip  oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, medeniyet, adâlet, nûr ve hidâyet götürmeleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur. Amerikalı yazar Stüdart “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:

“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek o kadar hayranlığımız artıyor…”

Yukarıda söylediğimiz gibi, her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinin her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en faziletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan O’ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O’nu öyle yaratmıştır.

Sevgili Peygamberimizin hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.

Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisi Muhammed Aleyhisselâm’da  toplamıştır.

Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine onların kendi isimleriyle hitâp ettiği hâlde, Muhammed aleyhisselâma; “Habîbim (sevgilim)” diye iltifât etmiştir. Âyet-i kerîmede meâlen: “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 107) buyuruldu.

Hindistân’da yetişmiş bulunan büyük âlim ve velîlerden Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:

“En büyük saadet, iki cihanın en üstün insanı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaktır. Cehennem azabından kurtulmak için, Allahü teâlânın seçtiği sevdiği insanların reisine uymak gerekir. Cennet nimetlerine kavuşmak, Ona tâbi olanlara mahsustur. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ona tâbi olmak şarttır. Ona uymayanların tövbeleri, zühdleri, tevekkülleri ve duaları kabul olmaz. Onun yolunda olmayanların zikirleri, fikirleri, şevkleri ve zevkleri kıymetsizdir…..”