Râbiatü’l-Adeviye Hazretleri - kainatingunesi.com

Râbiatü’l-Adeviye Hazretleri

Doğduğu gece babasının evinde hiç nesne bulunmadı!.. Babası, Derviş İsmail idi. Evde birşey bulunmamasına; anacığı pek üzülüp, mahzun oldu. Bu üzüntü içinde, efendisine dedi ki: “Komşuya vanp azıcık kandil yağı isteyiver. Hiç olmazsa, ışık yakalım!..”

Derviş babacığı ise; Allahü teâlâdan başka kimseden, bir­şey istememeyi ahdetmişti!.. Buna rağmen hanımım üzmemek için, komşuya kadar vardı, kapsına elini sürüp geri döndü ve: “Kapı açılmadı!..” cevabını verdi. Hanımı ağladı. Kocası hü­zünlendi. Bu hâlde, uyuyakaldılar.

Babası düşünde; sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimizi gördü!.. “İki Cihan Sultanı” buyur­dular ki: “Üzülme!.. Bugün dünyaya gelen kızın; öyle sâliha bir hanım olacak ki; ümmetimden 70.000 kişiye şefâat edecek!.. Yarın sabah, Basra Valisi İsa Zadan katına var!.. Bir kağıda, şunları yazıp ver: ‘Ey Vali!.. Sen her gece, Peygamber Efendi­mize 100 salevât-ı şerife getirirdin. Cuma geceleri de 400 ey­lerdin. Fakat bu Cuma gecesi, unuttun!.. İşte bunun keffareti olarak, yazıyı getiren kimseye; helalinden 400 altın ver.’” Haz- reti Rabi’a’nın babacığı, düşünden heyecanla uyandı. Sevinç­ten ağlayarak rü’yâda, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi gördüğünü ve buyurduklarını; hanımına nakletti. O da çok sevindi, Sonra, emredilen mektubu yazıp; Basra Valisine götürdü.

Vali mektubu okuyunca, Hazreti Râbi’a’nın babası yanına indi ve: “Benim, senin yanına gelmem daha münasiptir!.. Sev­gili peygamberimiz hürmetine, sana 10.000 altın helâl ediyo­rum.. Başka ne hâcetin olursa, bana bildiresin” dedi ayrıca mektubun şükrânesi olarak, birçok fakire de binlerce altın ba­ğışladı.

Derviş İsmail hânesine dönüp bütün ihtiyaçlarım giderdi. Hanımı ve kızlarının yüzleri güldü. Üç kızı daha vardı!.. Bu se­beple yeni doğana Râbi’a (Dördüncü) adım vermişlerdi.

Onun bereket ve feyzi, doğumundan itibaren başladı. Kü­çük Rabia (rh.aleyha) biraz büyüyünce; anası da, babası da ve­fat ettiler. Hem yetim, hem öksüz kalmıştı. Üstelik o yıllarda Basra şehrinde, büyük bir kıtlık başgösterdi! Fevkalade pahalı­lık, ortalığı kasıp kavuruyordu.

O hengâmede; Hazreti Rabia’nın ablaları dağılıp, kaybolduları!.. Zâten herkes, kendi başının derdine düşmüştü.

Dünyada hiç kimsesi kalmayan Râbiatü’l-Adeviye hazret­lerini; zalim biri yakaladı! Ve Onu hizmetçi olarak, çalıştırmaya başladı!.. Bu kadarla da kalmadı ve kendisini; köle olarak (6 gümüş lira karşılığı) bir ihtiyara sattı!..

Köle olunca, çok sıkıntılar çekti. Fakat asla isyan etmedi: Allah ü tealamm kaderine razı oldu. Derecesiz edebli ve çalış­kan idi.

Bir gün karşısına, nâmahrem (yabancı) birisi çıktı. Ondan kaçayım derken, hızla yere düştü. Kolu kırıldı!.. O sıkıntılı ânında: “Yâ Rabbî!.. Yetim ve öksüzüm. Garib ve kimsesizim. Üstelik, köle olarak satıldım. Şimdi de, kolum kırıldı. Fakat bunlann hiçbirine üzülmüyorum! Çünkü yalnız, senin rızanı anyonun. Ama acaba Sen; şu garip kulundan razı mısın?” niya­zında bulunuyordu. O anda, bir nida (ses) duyuldu ki: “Üzülme, ey Râbi’a. Seni öyle bir mertebeye erdireyim ki; Cennette meleklerin bile imreneceği makamda bulunasın!..” buyurdu. Hazreti Râbi’a’nın gönlü mesrûr oldu. Kölelik günleri efendisi¬ne hizmetle geçiyordu. Bununla birlikte gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdet ederdi.
Bir gece, ihtiyar efendisi uyandı. Hazreti Râbi’a’nın odasın¬dan sesler duydu. Merakla oraya baktığında Râbi’a (rh.aleyha); secde halinde şöyle dua etmekteydi: “Ey Allahım!.. Biliyorsun ki ben gönlümü, sadece Sana bağlamışım. Bir an bile, senin kulluğundan fariğ (ayrı) olmak istemem. Fakat neyleyim ki efendime hizmet etmek gerekmekte.”
İhtiyar efendisi gördü ki!.. Hazreti Rabiâ’nın başı üzerinde bir kandil yanar ve odayı aydınlatırdı!.. Ve kandil, herhangi bir yere asılı olmadan; havada duruyordu! İhtiyar, korktu ve kendi yerine döndü. Sabaha kadar uyuyamadı! Ertesi gün erkenden, Onu yanına çağırıp: “Ey Râbi’a, artık sen, köle olarak kalamaz¬sın. Şu andan itibaren hürsün; dilediğini yapabilirsin. Hatta bu¬rada kalırsan, ben bile sana hizmet edebilirim!..’.’ diye, gönlünü aldı. Helâllik diledi. Hazreti Rabia ise: “Gideyim” buyurdu. Ve oradan ayrılıp, bir savmaya (küçük kulübeye) yerleşti.
Kefenini yanından ayırmadı
Bütün vakitlerini, ibadet ve tâatle geçiriyordu. Ekseriya her gün ve gecede, bin rek’at namaz kılardı.
Hazreti Rabia’mn ihmâl etmediği bir şey de; kefenini ya¬nından ayırmamasıydı!.. Namaz kılacağı zaman kefeni yere serer; üzerine secde ederdi. Onu kefensiz olarak hiç kimse görmemiştir!..
Süfyân-t Sevri ve Hasan-ı Basrî hazretleri ondan feyz alırlardı!
Bir gece evinde namaz kılarken, geç vakit hasır üzerinde uyuyakaldı!.. Bu sırada eve, hırsız girdi! Her tarafı aramasına rağmen, alınacak, çalınacak birşey bulamadı. Çıkacağı zaman gözüne, Râbi’a hazretlerinin cârı (dışarda giydiği örtüsü) takıl­dı. “Bâri, şunu alayım!..” dedi ve dediğini yaptı. Fakat dışan çıkmak isterken kapıyı bir türlü bulamıyordu!..

Geri dönüp örtüyü yerine astı. O zaman kapıyı kolayca buldu; kapıyı bulunca tekrar örtüyü almak istedi. Fakat dışan, gene çıkamadı!

Bu hal, tam yedi kere tekrarlandı!.. Son defa can eline alın­ca şöyle bir ses işitti: “Ey adam, kendini yorma!.. Râbi’a (rh. aleyha) yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytan bile ona yaklaş­ma gücü bulamazken; hırsız, eşyasına dokunabilir mi? O uyu­şa da, Dostu uyanık ve onu korumaktadır.”

Hırsız bu olay üzerine, çok korktu ve tevbe eyledi. Hazreti Râbi’a da buyurdu ki: “İşlediğiniz günahları gizle­diğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyiniz.”

Ona, yemek pişirmek istediler/Çünkü uzun zamandır, sı­cak aş görmemişti. İç yağım erittiler. Soğan lazım oldu. Evde yoktu! “Komşudan isteyelim,” dediler. Hazreti Râbi’a ise: “Ben de merhum babam gibi; Allahü teâlâdan başka kimseden bir­şey istememeye ahdettim,” buyurdu. O sırada gökten, bir kuş indi. Ayaklarında tuttuğu, bir deste soğanı bıraktı! Fakat o “sâliha” Râbi’a (rh.aleyha): “Bu ilâhı bir imtihandır. Rabbimin azabından emin değilim!..” diyerçk soğanı, yağı bıraktı! Kum ekmeği, tuzla yedi.

Oradan çıkıp, dağlara gitti. Ağlâyarak gezerken etrafında geyikler, canavarlar dolaşıp duruyorlardı!.. Aniden, Hasan-ı Basrî (rh.a.) çıkageldi. Onu gören hayvanlar ürküp kaçtılar!.. Hazreti Haşan, melûl oldu ve: “Ya Râbi’a… Bunlar benden, ni­çin kaçtılar?” diye sordu. O da, şu cevabı verdi: “O geyiklerin kardeşlerinin iç yağından yemişsin; nice kaçmasınlar!”

Bir kişiyi başına tülbent bağlamış gördü ve sordu: “Niçin bağladın?”

“Başım ağrır da, ondan.”

“Kaç yaşındasın?”

“Otuz!..”

“Otuz yıldır sağlıklı iken, başına hiç ‘şükür tülbendi’ bağla­dın mı? Birkaç gün hasta olunca; ‘şikayet tülbendi’ bağlıyor­sun!  .

Yine sordular: “Yâ Râbi’a. Bir kulun, Allahü teâlânın takdi­rine razı olup omadığı, nasıl anlaşılır?”

“Gelen nimetlerden zevk aldığı derecede; gelen musibet­lerden de zevk aldığı aldığı zaman,” buyurdu.

Çok günlerini, oruçlu geçirirdi. Bir kere bütün hafta, hiç yi­yecek bulamadı! Suyla iftar etti. Nihayet sekizinci gece, nefsine eziyet ettiğini düşünürken; kapıya birisi geldi. Elinde bir tabak vardı! Tabağı yere koydu. Karanlıkta, ışık yakmaya gitti. Dön­düğü zaman, kedinin yemeği döktüğünü gördü!.. Hiç olmaz­sa, su getireyim diye, tekrar içeri girdi. O sırada rüzgardan, ışık sönüverdi!.. Su içeyim derken, bardak kırıldı!..

Bunun üzerine, ellerini açarak: “Yâ RabbiL Şu zavallı kulu­nu, imtihan ediyorsun. Fakat acizliğim sebebiyle, artık sabre­demiyorum,” diyerek can ü gönülden bir “Ah!..” çekti. Onun * ahi sebebiyle, neredeyse ev yanacaktı. Derhal bir nida işitti ki: “Ey Râbi’a. Âh edip, feryâd eyleme!. İstersen bütün dünya ni­metlerini,-üstüne saçalım, seni dert ve sıkıntılardan kurtaralım. Yalnız unutma ki, dünya nimetleriyle bçnim sevgim, bir kalbte olamaz!..*’’

Rabia (rh.âleyha) bu hitab-ı izzet karşısında, titremeye başladı. Dünyadan büsbütün yüz çevirdi. Her namaza başlan ken: “Bu benim, son namazımdır!” diyerek, inlerdi. İnlemesi, aralıksız devam ederdi; Sordular ki: “Ey âhıret hâtunu!.. Zahir­de (görünürde) hiçbir hastalığın yok! Niçin böyle inlersin?”

“Evet, zahirde hastalığım yoktur. Amma bâtınımda (içimde) bir dert var ki tabipler; hiç ilaç bulamazlar!..”

“Peki derdinin dermanı nedir?”

“Derdimin dermanı; dost visalidir (Allahü teâlâya kavuş- maktır)!..” buyurdu.

Hazreti Sufyân-ı Setrî anlatır: “Bir gün, Râbi’a (rh.aleyha) katına vardım. Gördüm ki, namazla meşgul. Ben de dışarda, bir köşede namaza durdum. Sabaha karşı dedim ki: Yâ Râbi’a Gel birlikte şükredelim ki; Rabbimiz bize , bu tevfiki nasibey- ledi!’ O da cevaben: ‘Öyleyse! Bu gün oruç tutalım!.. Şükrümüz, bu olsun!..’ buyurdu.”

Başka bir günde, Hasan-ı Basrî (rh.a.) ziyâretine vardı. Gördü ki kapısında, heybetli bir adam ağlamakta!.. Sebebini sordu, adamcağız: “Yâ Şeyh!.. Zühd ve kerem sâhibi şu hâtûn  olmasa, cümle halk mahvolabilirdi!.. Allah ü teâlâ bizleri, sayısız sıkıntı ve belalardan; onun yüzüsuyu hürmetine korumaktadır. Zamanın bereketi, şüphesiz odur. Birazcık faidem olsun diye, şu altın dolu keseyi getirdim. Lâkin, kabûl etmeyeceğini bildiğim için ağlıyorum. Belki sizi kırmaz; hatırınız için kabûl eder!.. Kendisine şu emâneti verebilir inisiniz?” diyerek, derdi­ni arzetti.

Hasan-ı Basrî hazretleri kapıyı çaldı. Hazreti Râbi’a kapıya çıkmadan: “Ey, “Ümm-i Seleme validemizin, sütüyle beslenen müslümân!.. Allahü teâlâ, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını verip dururken, kalbi O’nun muhabbetiyle yanan bir garibin, rızkım vermez mi sanıyorsun? Ben bu dünyalığı herşeyin ger- çek sahibi Rabbü’l-Âleminden istemeye utanır iken; başka bi­rinden nasıl kabul edebilirim!.. Dışardaki o zâta selamımı söy­le; mahzun olmasın. Allahü teâlâdan başka hiç kimseden, bir- şey almamaya ahdettik. Hiçbirşey beklemiyoruz. Geleni de, kabûl etmiyoruz!.. Bir keresinde, Beytülmâle (Devlete) âit kandil ışığından faydalanarak; gömleğimi yamamıştım. Kal­bim öyle dağıldı ki; diktiğim yamayı sökünceye kadar, yüre­ğim düzelmedi!” buyurdu.

Bir defa, ısrarla sordular: “Ey Râbi’a. Niçin evlenmezsin?”

Cevaben buyurdu ki: “Size, üç sıkıntımı bildireceğim! Eğer beni, bu sıkıntılardan kurtarabilirseniz; dediğinizi yaparım.

(1) Son nefesimde, imânımı kurtarabilecek miyim?”

“Bilemeyiz!..”

“(2) Kıyamette, amel defterimi; sağ tarafımdan mı, sol tara­fımdan mı verecekler?”

“Bilemeyiz!..”

“(3) Âhirette hesablar görüldükten sonra; bir bölük Cen­nete giderken, bir bölük Cehenneme gidecek. Ben, hangi bö­lükte olacağım?”

“Bilemeyiz!..”

Bu cevaplar üzerine Hazreti Râbi’a da: “O halde önümde böyle dehşetli günler varken, evlenmeyi nasıl düşüneyim!..” cevabını verdi.

İki müslüman Hazreti Râbi’ayı ziyârete geldiler. Karınlan çok açtı ve içlerinden: “Bu sâliha hanımın, yemeği helâldir!..” diye düşünüyorlardı. Zâten o da, misâfirlere yemek hazıriama- ya kalkmıştı!..

Tam bu sırada kapı çalındı. Dışardaki: “Allah nzâsı için, bir­kaç lokma!..” diye seslendi. Râbi’a (rh.aleyha) evdeki iki ek­meği de, ona verdi. Fakir, sevine sevine gitti.

Evde hiç ekmek kalmadı. Abdest, namaz ve sohbetle vakit geçiriliyordu!..

Bir saat kadar sonra, tekrar kapı çalındı. Kapıda bulunan kimse bir sürü ekmek taşıyordu. Hepsini, Hazreti Râbia’ya teslim etti. O da, hiç âdeti olmadığı hâlde ekmekleri saydı ve: “Bunların, iki tânesi eksik!.. Yirmi olması gerekti!..” diye konuştu. Getiren kimse sıkılarak, koynundan iki ekmeği çıkarıp şöyle söyledi: “Herhâlde yanlışlıkla, buraya koymuşum!”

Evde bulunan misafirler, şaşkınlıkla: “Yâ Râbi’a. Kamımız çok açtı. Senin lokman helaldir diye, yemeğe niyetlendik. Lâ­kin kapına gelen fakire, herşeyini verince; ne yapacağımızı şa­şırdık!.. Beklerken, yiyeceğimizden fazla ekmek getirdiler. Ama bu sefer de: ‘İki tâne eksik!..’ diye almak istemedin!.. Bu işin sırrını, anlıyamadık!..” dediler.

O da şu cevabı verdi: “Siz gelir gelmez, aç olduğunuzu ren- ginizden anladım!.. Kapıdaki fakire evdeki ekmekleri verir­ken; ‘Bu kadarı zâten, misâfirleri doyuramazdı. Ey Allahım!.. Sen, Kur’ân-ı Kerîm’in En’âm sûresi 160. âyet-i kerîmesinde ‘Bire on vereceğim ’ buyuruyorsun. Ben de bire on istiyorum, Yâ Rabbî!..’ niyâzında bulunmuştum. O yüzden ekmekleri L saydım. 18 çıkınca, iki tâne eksik olduğunu söyledim. Çünkü Allahü teâlânın va’dinin hak olduğuna îmânım tamdır” buyururdu.

Gerçekten “tevekkülü” o dereceye ulaşmış idi ki: “Yer de­mir, gök bakır kesilse!.. Gökten bir damla yağmur düşmese, yerden tek bitki yeşermese ve dünyadaki bütün insanlar, be­nim çocuğum olsa; Allahü teâlâya yemin ederim ki, o çocukla­ra nasıl bakacağımı düşünmezdim. Çünkü ‘Rahmân ve Rahim’ olan Rabbi teâlâ hepsinin rızkım vereceğini bildirmiş ve üzeri­ne almıştır” müjdesini sık sık, söylerdi.

Hazreti Mâlik b. Dînâr da bir defa ziyaretine vardı.

Râbi’a (rh.aleyha) hazretleri, yaşlı hâliyle, her zamanki gibi abdest aldı. Kırık destisinden, birkaç yudum da su içti. Mâlik (rh.a.) dikkat edince gördü ki; yerde bulunan hasırı çok eski; yastığı ise kerpiçten idi!.. İçi yandı, sızladı ve: “Yâ Râbi’a. Be­nim zengin tanıdıklarım var! Kabûl buyurursan onlardan sana birşeyler alıvereyim!..” teklifinde bulundu.

O sâlihâ müslüman, bütün ihlâsiyle: “Yâ Mâlik!.. Onlara da, bana da rızkımızı veren; Allahü teâlâ değil midir?.. Allah (Azze ve Celle) zenginleri, zengin olduğy için hatırlayıp; fakirleri, fa­kir oldukları için unutur mu sanıyorsun? diye sordu. Hazreti Mâlik üzülerek: “Aslâ!.. Hiç öyle olur mu?” dedi. Râbi’a (rh.aleyha) da: “Mâdem ki Rabbim, hâlimi görüyor ve biliyor!. O hâlde benim hatırlatmama, ne lüzum var!.. O, böyle olmamı­zı istiyor; biz de, O’nun istediğini istiyoruz” buyurdu. Ve şöyle duâ eyledi: “Yâ Rabbî! Eğer sana Cehennem korkusu ile ibâdet ediyorsam; beni Cehenneme at!.. Eğer sana, cennete girmek ümidiyle kulluk ediyorsam; bana Cenneti gösterme! Eğer sana, yalnız rızânı kazanmak için ibâdet ediyorsam; şu aciz kulunu da, Bâki olan Cemâlinle müşerref eyle, Allahım!”

Hava üzerine bırakılan seccâde

Hasan-ı Basrî (rh.a,), her hafta vaaz ederdi. Lâkin Hazreti Râbi’a olmadıkça, derse başlamazdı!..

Bir defa birçok beyler, vaazına geldiler. Ama hazreti Şeyh, bir türlü derse başlamadı! O zaman,, beyler sordular: “Yâ Şeyh!.. Kilim giyen yaşlı bir kadıncağız, gelmez ise ne olur!” Hasan-ı Basrî Hazretleri cevâben buyurdu ki: “Bir lokma ki, fil için hazırlanmıştır; karınca ağzına sığar mı!..”

Bazı müslümanlar da kendisine, şöyle sordular: “Yâ Râbi’a, ölümü arzû eder misin?”

Cevap olarak: “İnsanlara bile kabahat işlesek; onlarla kar­şılaşmak istemeyiz. Cenâb-ı Hakk’a karşı o derece suç ve ka­bahatimiz mevcut ki; O’nun huzuruna varmaya (ölmeye) nasıl cür’et edebiliriz!..” karşılığını verdi.

Birgün, Haşan-ı Basrî hazretlerinin evi önünden geçiyor­du. Yüzüne değen, gözyaşları hissetti!.. O sırada damda bulu­nan ve “Allahü teâlâ muhabbetiyle” ağlamakta olan; Hazreti Hasan’ın gözyaşlarını, rüzgâr aşağıya uçurmuştu!.,

Damlaların nereden geldiğini farkeden Hazret! Râbı’a: “Ey, Şeyhü’l—Meşayıh!.. Gözyaşını halktan sakla ki, riyâdan emin olasın. İçinde bir ‘derya’ meydana gelsin ve Allahti teâlâ- nın muhabbetiyle kaynasın,” dedi. Bu sözü unutmayan Hazre- ti Haşan; bir gün onu su kenarında görünce: “Yâ Râbi’a, gel na­maz kılalım” teklifinde bulundu. Ve seccâdesini, su üzerine bı­raktı! Sonra da, iki rek’at namaz kıldı. Râbi’a (rh.aleyha) ise; seccâdesini hava üzerine bıraktı. Ve namazı bitirdikten sonra: “Yâ Haşan! Senin ettiğini balıklar; benim yaptığımı ise sinekler bile yapar!” buyurdu.

Kendisine sordular: “Bu dünyada neylersin?”

“Pişman yürürüm! Çünkü fânidir, bâkî değildir.”

“Şeytânı, düşman tutar mısın?”

“Yok.”

“Niçin?”

“Rahmân sevgisi içimde öyle dolup taşar ki; şeytan düş­manlığı sığmaz!..” cevabını verdi.

İkindi vakti, bir misâfiri geldi. Oruçlu idiler. Çömlekte, bir parça et vardı. Lâkin sohbet sebebiyle, misâfirin yanından ayn- lamadı!.. Çok derin mânâlara daldılar. Akşam erişti. Namazı kıldılar. Yemek akıllarına geldi. Hazreti Râbi’a bir şeyler hazır­lamaya yeltendi. Gördü ki; çömlekte bulunan et (mintarafıl- lah), kaynamakta! Halbuki altında, ateş yok idi!.. Birlikte iftar ettiler. Kamı doyduktan sonra misâfiri: “Hayâtımda hiç bu ka­dar lezzetli yemek yememiştim” dedi.

Ev sâhibesi de: “Sıdk ile, Allahü teâlânın rızâsını dileyenle­re; işte böyle aş pişirirler!” buyurdu.

Râbi’a hazretleri iyice ihtiyarlamıştı. Bir gün gene, Hasan-ı Basrî hazretleri sordu ki: “Yâ Râbi’a Yokluğu nasıl buldun?” “Kendimi, Cenâb-ı Hakka teslîm ve işlerimi O’na havâle eylemekle” cevabını verdi. O zaman Hazreti Haşan ricâ etti:

“Ey Adviyye!.. Mahlûkun değil de, Halikının gönlüne ihsan ey­lediği o ilimden; bana da bir harf öğret.”

Râbi’a (rh.aleyha) gâyet ciddî: “Yâ Hasan!. Câriyelikten (kölelikten) kurtulalıberi, iplik eğirir satarım. Zahirde, geçi­mim böyledir. Velâkin iki akçayı hiçbir zaman, bir elime alma­dım. İllâ birini sağ elime, öbürünü sol elime koydum! Çünkü korktum ki!.. İkisini üst üste koyarsam; Hak teâlâ yolundan ve ma’rifetullahtan mahrûm kalırım. Akçaları üstüste yığan; bu ilimden nebze öğrenemez!..” buyurdu. Ve Hasan-ı Basrî haz­retlerine, şu üç nesneyi verdi: Bir mum, bir iğne, bir kıl.. De­mek istiyordu ki: “Mum gibi, etrafı aydınlat!.. İğne gibi, çalış­kan ol!.. Kıl gibi incelinceye kadar; riyazet çek, ibâdet eyle!..” Umûmîyetle evinde bulunur; tâ’at ve ibâdetle meşgûl olur­du. Bir ziyâretçisi: “Biraz dışarı çıksanız da Cenâb-ı Allahın; mahlûkâtı yaratmaktaki fevkalâde san’atını, temâşa etseniz (seyretmeniz)!..” diyecek Oldu. O da: “Biz dışarıdaki san’atı temâşa edeceğimize; içerde ibâdetle meşgûl oluyor ve Sa- na’tkârı, Yaratam müşâhede ediyoruz!..” karşılığım verdi.

Başka birinin ise: “Yâ Rabbî! Benden râzı ol,” dediğini işitti. Bunun üzerine: “Ey gâfil!.. Senin râzı olmadığın (kazâ ve kade­rine nza göstermediğin) bir zatın; senden râzı olmasını isteme­ye, utanmıyor musun?” ikâzında bulundu.

Daha başka birisi de, şöyle duâ ediyordu: “Yâ Rabbi! Bana, Rahmet kapısı aç!..” Bu sözleri duyan Râbi’a hazretleri: “Ey câhil!.. Allahü teâlânın, Rahmet kapılan kapalı mı idi ki; şimdi açılmasını istiyorsun!.. Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapıları (olan kalbler) herkeste açık değildir!.. Bu­nun (kalblerin) açılması için, duâ edilmelidir” buyurdu.

Bir âlim de, onu sınamak gâyesiyle dedi ki: “Yâ Râbi’a. Ne de olsa, kadınsın!.. Bilirsin ki peygamberlik; hâtûnlara gelme­di. Peygamberlik tâcı; erler, erenler başına konmuştur.” Hazreti Adviyye ise: “Bu söylediklerin gerçektir. Ama benlik davası da; hiçbir kadından duyulmadı. Fir’avnlar, Hâmanlar hep erkekten çıkmıştır. Ayrıca ‘muhanneslik’ adım da; erkek­ler takınmıştır. Yani muhanneslik (kadınlığa özenme ve ben­lik) erkeklerdedir, buyurdu. Ve şunlan ilâve etti: “Allahü teâlâ sevgisini tadan kuluna Cenâb-ı Hak da; onun kendi kusurları­nı gösterir!.. Böylece o kimse; başkalarının kusurunu göremez hale gelir!”

Bir gün kendisine haber verdiler ki: “Haşan—ı Basrî hazret­leri: ‘Cennette, Rabbimi görmekten bir ân bile mahrûm kalır­sam; öyle feryâd edeceğim ki, cümle Cennet ehli bana acıya­cak!’ buyuruyor. Siz ne dersiniz?”

Hazreti Râbi’a şu karşılığı verdi: “Bu niyet, çok güzeldir. Ama eğer dünyâda, Allah ü teâlâdan bir ân bile gâfil olduysa ve bu gafleti sebebiyle; kendisinin bildirdiği üzüntü ve feryâd ay­nen meydana geldiyse; âhirette de olacaktır. Aksi halde, ola­maz!..”

TurDağı’ndan defnolundu

Bir defa, Râbi’a hazretleri ağlıyordu!.. Sordular: “Ey, Rabbinin sevgili kulu!.. Niçin ağlıyorsun? Üstelik Rabbinle yakınlığın varken!..”

Cevaben buyurdu ki: “Sizier ne söylüyorsunuz!.. Ben ise, ayrılıktan korkmaktayım. Çünkü ölüm ânında, Allahü teâlâ: ‘Bana gerekmezsin, ey Râbi’a’ buyursa, hâlim nice olur!.. Eyvâh, EyvâhL” diyerek, ağlamaya devam eyledi. Yaşı 80’i bulmuştu.

Yollarda, kendi kendine yürüyebiliyordu. Fakat yaşlılık sebebiyle, güçlük çekmekteydi. O kadar ki görenler; ha düştü, ha düşecek zannediyorlardı!.. Buna rağmen, hiç kimseden yardım istemezdi.

Son günlerin yaklaştığım hissedince; sevdiği Abede binti

Şevvali çağırttı ve: “Vefât ettiğim zaman beni; şu beze sar ve defn ettir!..” diyerek, her zaman yanında taşıdığı; kefenini ona verdi. Vasiyette bulundu. Vefât ânı geldiğinde, başucunda bekleyen ziyaretçilere; “Burayı boşaltınız ki; Allahü teâlânın melekleriyle yalnız kalabileyim!” buyurdu. Oradakilerin hep­si, dışarı çıktılar.

İçeriden, Kur’ân-ı Kerîmin (Fecr sûresi) 27, 28, 29, 30. Âyet-i kerîmeleri duyuluyordu.Ey mutmainne nefs!.. Râzı olmuş ve râzı olunmuş şekilde, Rabbine dön!.. Has kullarımın arasırîa katıl ve Cennetime gir!.. ” buyuruluyordu!

Bir müddet sonra, sesler kesildi. İçeri girdiklerinde, gördü­ler ki; Hazreti Râbi’atü’l-Ade viyye temiz cânını, Hakka ısmar­lamış!..

732 (135h) yıllarında, Kûdüs’te vefât eyledi. Musâ aleyhis- selâmın üzerinde, Rabbiyle konuştuğu; Tur Dağına defnolun- du.

‘ Vefâtından sonra bazı büyükler, kabri başına gelip; “Yâ Râbi’a. Hâlin nasıldır!” diye sordular. Hak teâlânın izniyle, şu cevap duyuldu: “Elhamdülillah, ni’metler içindeyim. Rabbim bana, çok ihsanlarda bulundu.”

Bir yıl kadar sonra; Abede binti Şevval, onu rüyada gör­dü!.. Yeşil libaslar içinde idi. Başında da, yeşil başörtüsü var­dı!.. Abede sordu: “Seni bizzat sardığım, kefenin ne oldu?” Hazreti Râbi’a, tebessüm ederek: “Alahü teâlâ o kefeni çı­kardı ve bu Cennet elbiselerini ihsân eyledi” buyurdu.

Bessâr b. Gâlib en-Neccâr (rh.a.) ise; hergün Hazreti Râbi’a için duâ eder, rûhuna hediye eylerdi. Bir gece onu rü’yâda gördü. Buyurdu ki: “Ey Bessâr!.. Gönderdiğin hediy- yeler; nûrdan tabaklar ve nûrdan mendiller içinde, bize sunu­luyor!.. Teşekkürler.”

O hayretle sordu: “Bu nasıl oluyor?”

“Hayattaki mü’minler, vefât eden müslümanlara düâ edince; nurdan tabaklara konup ‘Bu sana, şu mü’minin hediyesidir’ denerek, takdim olunuyor!..” buyurdu.

Rahmetullahi aleyhâ…