RIZK - kainatingunesi.com

RIZK

Ahmed Amiş Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, rızk ile ilgili olarak soru soran birine; “En âlâ rızık mânevî rızıktır. Dünyâda eşini bulamaz, işini bilemezsen rahat edemezsin.” demişti.

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebin­den biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Her gün sa­bahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır?” diye soruldu­ğunda; “Bu kimse câhildir. İslâmi- yetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu- yurdu ki: “Allahü teâlâ benim rızkımı sün­gümün ucuna koymuş­tur.” Yâni rızkım cihâd ile gelmektedir.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) rızık hakkında sık sık şöyle derdi: “Rızkını Allah’tan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıp, halka muhtâc eder.” Sonra da; “Kim gönlünü mahlûkâta bağlayıp Hakk’a ulaşmak isterse, O’na kavuşamaz. Kim gönlünü Hakk’a bağlar, O’na u- laşmayı dilerse, arzusuna kavuşur.” buyurdular.

Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında İbn-i Uleyk ez-Zeyyât bir ara büyük bir maddî sıkıntıya düşmüştü. Odasında gamlı ve düşünceli bir hâlde otu­ruyordu. Tam bu esnâda Ali ibn-i Beşşâr; “Ey Ab­dullah!” diye seslendi. Hal­buki onun bulunduğu oda ile İbn-i Uleyk’in ara­sından bir yol geçiyordu. Arala­rındaki mesâfe de oldukça uzak idi. Ona, buyurun bir emriniz mi vardı? de­yince;

“Buraya gel!” dedi. Yanına gitti.

“Niçin dünyâ için bu kadar çok üzülüyorsun? Maddî sıkıntın var, ya­nında da hiç bir şeyin yok herhâlde!” dedi. O da;

“Evet yok!” dedi.

“Hiçbir şeyim yok diye, bu kadar üzülmeye ne gerek var. Rızkın seni bu­luncaya kadar falanca nehrin kıyısında yürü. Rızkınla karşılaşınca onu al ve Allahü teâlâyı zikret, O’nu an ve hatırla.” O anda, İbn-i Beşşâr’ın sözü üzerinde düşünmeye başladı. Fakat ona karşı çıkması mümkün değildi. Sonra yanından ayrıldı. Kendisine târif edilen nehre kadar, Alla- hü teâlâyı zikrederek gitti. Köp­rünün üst tarafına varınca, bir zât ona;

“Ey Abdullah!” diye seslendi. O da;

“Buyrun, bir emriniz mi vardı?” dedi. Yanına gittiğinde ona kırk dir­hem verdi ve;

“Benim için bir kitap yaz!” dedi. Bir müddet sonra oradan ayrılarak evine gitti. İbn-i Beşşâr tekrar;

“Ey Abdullah!” diye seslendi. O da;

“Buyrun efendim!” dedi.

“Karşılaştığın zât sana kırk dirhem verip, kendisi için bir kitap yazmanı söyledi mi?” dedi.

“Evet” cevâbını verince;

“Eğer sen sabredip acele etmeseydin, rızkın kapına gelecekti. Acele ettin, rızkını almak için tâ oralara kadar gittin.” buyurdu.

Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) duâsı makbul bir zâttı. Aşağıdaki şiir onundur:

 

Hırsı bırak da, yorulma;

Geçimde tamaha kapılma…

 

Niçin malı cem edersin

Kime topladın bilemezsin

 

Rızık vaktiyle ayrıldı;

Sû-i zan faydasız kaldı…

 

Her hırs sâhibi fakirdir;

Her kanaatkârsa zengin.

 

Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Mısır’dan Mekke’ye giderken yanına bir mikdâr azık aldı. Bu sı­rada bir kadın karşısına çıkarak; “Ey Bennân! Allahü teâlâ senin rızkını vermeyeceğini sanarak rızkını hamal gibi taşıyorsun.” dedi. Bunun üze­rine azığını bir fakire verdi. Sonra üç gün aç kaldı. Yolda bir bilezik bul- du. Kendi kendine; “Bunu alıp sâhi­bine vereyim. O da bana belki yi­yecek bir şeyler verir.” dedi. Tam bu sırada o kadın karşısına çıkarak; “Ne o, ticâret mi yapıyorsun?” dedi ve bir mikdâr para verdi. Bennân-ı Hammâl, Mekke’ye kadar bu para ile idâre etti.

Mekke’ye vardığında İbrâhim Havvâs da orada idi. Fakat onunla daha ta­nışmamıştı. Mekke’de bir berber vardı. Bu berber kendine hacâ­mat (kan aldır­mak) için gelen fakirlere et satın alır ve onu pişirerek fakir­lere yedirirdi. Bennân-ı Hammâl da kan aldırmak için bu zâta gitti. “Kan aldırmak istiyorum.” deyince, o zât hemen birisini, pişirmek için et aldır­maya gönderdi. Bu sırada aklından, ben kan aldırıncaya kadar yemek de pişer, diye geçirdi. Sonra bu dü­şüncenin kötü olduğunu düşündü ve eti yemeyeceğine yemîn etti. Kan aldırdık­tan sonra çıkıp gitti. O gün ak­şama kadar bir şey yiyemedi. Ertesi gün ikindi namazına kadar da yiye­cek bir şey bulamadı. İkindi namazını kılmak için ayağa kalktı. Fakat tâkatsızlıktan yüz üstü düştü. Oradakiler bunu delirmiş sandılar. İbrâhim Havvâs da orada idi. Yanına gelerek oturdu. Onunla konuşmaya baş­ladı. Ona; “Bir şey yer misin?” diye sorunca; “Akşam yakındır.” dedi. Daha sonra gitti. Yatsı namazından sonra İbrâhim Havvâs, bir tas mercimek çorbası ile iki börek getirdi. Onları yedi. Sonra ona; “Daha yer misin?” diye sorunca; “Evet!” dedi. Yine bir tas mercimek çorbası ve iki börek getirdi. Bunları da ye­dikten sonra; “Daha yer misin?” diye sordu. “Evet!” deyince, yine aynı şekilde bir tas mercimek çorbası ve iki börek getirdi. Onları da yedi. “Daha yer misin?” diye sorunca, bu sefer; “Hayır!” dedi. Daha sonra yatıp uyudu. Sabah namazına kalkamadı. Bir ara Peygam­ber efendimizi rüyâda gördü. “Bennân!” diye çağırdı. “Efendim! Yâ Resû- lallah!” dedi. “Kim doyduktan sonra yemek yerse, Allahü teâlâ onun gönül gözünü kör eder.” buyurdular. Hemen uyandı. Bir daha doy­duktan sonra yemek yemeyeceğine yemîn etti.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Mansûr es-Sayyâd isimli bir zât, bir bayram günü bayram namazını kıl­dıktan sonra geldi. Bişr-i Hâfî ona; “Bu erken vakitte niçin geldin?” bu­yurdular. Mansur; “Evde un ve ekmek yok onun için geldim.” dedi. Bişr-i Hâfî; “Allahü teâlâ dü­şenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve dereye git. Abdest alıp iki rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at!” buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun dediklerini yaptı. “Bismillah” diyerek oltayı de­reye attı. Büyük bir balık çıktı. Bişr-i Hâfî’ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı satmasını ve ihtiyaçlarını almasını istedi. O kimse ba­lığı satıp ihtiyâcı olan yiyecekleri aldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapı­sını çaldı. Bişr-i Hâfî ona; “Kapıyı kapat. Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel.” buyurdu. Mansûr es-Sayyâd içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; “Eğer bu isteği nefsimiz bize bildirseydi bu balık çıkmazdı.” dedi.

Osmanlı âlimi ve büyük devlet adamı Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlâ kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler, rehberler, sadaka verenler, insanlara fay­dalı kimseler koymuştur. Bunların hepsi rızıktır. İlme muhtâc olanlara âlimler yeter. İrşâda doğru yolu öğrenmeye muhtac olanlara mürşid-i kâmiller yol gösterir. Yiyecek ve içeceği olmayanların ihtiyâcını sadaka verenler giderir. Adâlete muhtâc olan mazlumlara âdil sultanlar fayda ve­rir. Diğer dilek sâhiplerine de muhakkak bir yardım eden vardır.

Yine buyurdular ki: Allahü teâlâ kullarına pekçok rızık vericidir. Rızık, mahlukların faydalandığı şeydir. Rızıklar zâhirî ve mânevî olur. Zâhirî rızıklar; yiyecekler, içecekler ve giyecekler v.b.dir. Mânevî rızıklar sayı­sızdır. Allahü teâlâ bunları kullarına ihsân eder. Kullar bunlardan fayda­lanırlar. Bütün faydalı rızıklar arasında iki rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sâdî, bunu Gülistan’ın başında şöyle bildir­mektedir: “İnsanın içine çektiği her nefes hayâtın devâmına, dışarı veri­len nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve rahatlama­sına vesîledir. Her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmetin şükrü ise vâciptir.

Evlîyanın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerine “Rızkımızı arıyoruz.” dediklerinde; “Nerede olduğunu biliyorsanız, orada arayınız?” buyurdu. “Allahü teâlâdan istiyoruz.” de­diklerinde, “Eğer sizi unutmuş sanıyorsanız, hatırlatınız!” buyurdu. “Te­vekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek?” dediklerinde; “İmtihan ede­rek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şüphe bulunmasını gösterir.” buyurdu. “O hâlde ne yapalım?” dediklerinde; “Emrettiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbirlerin arkasında koşmama­lıdır. Rızk için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalı­şanı, rızkına ulaş­tırır.” buyurdu.

Hindistan’da yetişen çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin talebele­rinden biri de Hâce Kıvâmüddîn idi. Sultânın hizmetinde bulunuyordu. Bir müddet sonra sebepsiz yere saraydaki vazîfesinden atıldı. İşsiz kalınca, arkadaşları, ak­rabâları ve yakınları ondan yüz çevirdiler. Pazara eşyâ­sını satmaya çıktığında, kimse alıcı olmadı. Sonunda çâresiz kalıp, yar­dım istemek için hocasına gitti. Daha sıkıntısını dile getirmeden, Nasîruddîn Mahmûd cevap olarak şu kıt’ayı okudu:

 

“Dünyâ fânidir, ondan vazgeçmek iyidir.

Az veya çok, rızkın ne ise, yaradandan gelir.

Malını almıyorlarsa, satmamak daha iyidir.

Eğer seni dinlemezlerse susmak daha iyidir.”

 

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri buyurdular ki: “Rızkını Allah’a havâle edip, yalnız O’ndan bek­leyenin ahlâkı güzelleşir, harcarken cömert olmak ona zor gelmez, na­mazda dünyâ malı için vesveseye düşmez.”

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri anlatır: “Hocam bir kimseye bir şey verince kendisine teşekkür ederlerdi ve ona; “Allahü teâlâya şükret! Bu, Allahü teâlânın sana gön­derdiği rızkıdır” derdi. “Sizlerden daha cömert kimse görmedim.” dediğim zaman, bana; “Keşke hocam Hammâd’ı görseydin, güzel huyları, iyi hasletleri kendisinde toplamıştı.” buyu­rurdu.

Evliyânın büyüklerinden Ebü’l-Abbâs Seyyârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hikmet ehli bir zâta sordular: “Rızkın nereden gel­mektedir, ne­reden temin ediyorsun?” Dedi ki: “Dilediğinin rızkını geniş­leten ve dilediğini daraltan Allahü teâlâdan.” diye cevap verdi.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ a- leyh) haz­retleri “İnsanlar, doğruluk ve helâl rızıktan daha fazîletli bir şey ile süslen­memiştir.” buyurdu. Bunun üzerine oğlu; “Babacığım, helâl kıymetlidir.” de­yince; “Ey oğlum! Helâlin azı da Allahü teâlânın katında çoktur.” buyurdular.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kulla­rına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yâni O’nun dînine hizmete koşmalıdır­lar.”

Hindistan’da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.

Büyük velîlerden Mansûr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) rız­kından endişe eden kimsenin hâlini şöyle anlatmıştır: “Dîni ile Allah yo­lundadır. Fakat rızkı husûsunda Allah’a tevekkül etmemektedir. Böyle kimse bu hâlde Allah’a yönelmemiş, O’ndan kaçıyor demek­tir.” Buyurdu- lar.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dediler ki, “Biz evimizde otururuz, rız­kımız bize gelir, diyen kimseler hakkında ne buyurursunuz?”. Buyurdular ki: “Onlar ahmaktır. İbrâhim aleyhisselâm gibi bir yakîn (tam îmân) sâhibi olsa­lardı, sebeplere yapışırlar, onun gibi çalışıp kazanarak geçimlerini sağlarlardı.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma’sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Rızık mukadderdir. Zi­yâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.”

Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aley- ha) hazretleri,

KARTAL VE BOHÇA

 

Seyyidet Nefîse ki, bir evliyâ hâtundur,
Aliyyül Mürtezâ’nın, dördüncü torunudur.

 

Hak teâlâ indinde, çok makbûldü duâsı,
Meşhûrdu zühdü ile, ibâdeti, takvâsı.

 

Ümmî idi ve lâkin, İslâm ilimlerinde,
Âlim olup, bilgisi, pek çoktu her birinde.

 

O devirde bir kadın, vardı fakir, ihtiyar,
Dört kızıyla, bir evde, otururlardı bunlar.

 

Bu kızlar hafta boyu, iplik eğirirlerdi,
Anneleri pazarda, satıp geçinirlerdi.

 

Yine bir gün bu hâtun, ipleri aldı evden,
Satmak için çarşıya, giderken sabah erken,

 

Bohçası da başında, gidiyorken pazara,
Bir kartal onu kapıp, kaçırdı uzaklara.

 

Bütün sermâyeleri, o bohçadaydı zâten.
Bayılıp düştü yere, kadın üzüntüsünden.

 

Kendine geldiğinde, gördü ki çok insanlar,
Etrafına toplanmış, soruyor: “N’oldu, ne var?”

Anlattı hâdiseyi, dediler ki: “Ey hâtun,
Ne için üzülürsün, ne kıymeti var bunun?”

 

Dedi: “Onu satarak, geçinirdik hepimiz,
Onu da kuş kaçırdı, ne yaparız şimdi biz?”

 

Dediler ki: “Ey hâtun, bak Seyyidet Nefîse,
Vardır ki, git derdini, ona söyle ne ise.

 

Ricâ et, duâ etsin, o sana bu iş için,
Onun duâsı ile, hâllolur elbet işin.”

 

O hâtun geldi hemen, Seyyidet Nefîse’ye,
Yalvarıp ricâ etti: “Bana duâ et” diye.

 

Buyurdu ki: “Ey hâtun, edeyim pekâlâ,
Elbette ki her şeye, kâdirdir Hak teâlâ

 

Her mahlûkun rızkına, kefildir cenâb-ı Hak,
Sen rızkı hiç düşünme, O gönderir muhakkak.

 

Sen şimdi müsterih ol, râhatça evine git,
O, rezzâk-ı âlemdir, O’ndan hiç kesme ümit.”

 

Az sonra birileri, gelerek Seyyide’ye,
Dediler: “Üç gün önce, binmiştik bir gemiye.

 

Ve lâkin su almağa, başlayınca gemimiz,
Batma tehlikesiyle, karşılaştık hepimiz.

 

Sizi vesîle edip, duâ ettik Allah’a,
Çok şükür bu duâmız, bitmemişti ki daha,

 

Bir kartal, hızla indi, geminin üzerine,
Ağzındaki bohçayı bırakıp gitti yine.

 

Onu açıp gördük ki, iplik dolu hep içi,
O iplerle bağlayıp, hâllettik hemen işi.

 

Duânızla kurtulduk, hamd olsun Rabbimize,
Şu beş yüz dirhem dahî, hîbedir bizden size.

 

Gerçi Hak teâlâdır, bunları yaptıran hep,
Ve lâkin bu iş için, O sizi kıldı sebep.”

Gözleri yaşararak, aldı onu eline,
O ihtiyar hâtunu, dâvet etti evine.

 

Gelince kendisine, buyurdu ki: “Ey hâtun,
O ipleri pazarda, sen kaça satıyordun?”

 

Yirmi dirhem deyince, buyurdu ki: “Pekâlâ,
Bak sana daha fazla, gönderdi Hak teâlâ.

 

O Allah ki kefildir, rızkına mahlûkatın,
Rızık için boş yere, kendini üzme sakın.”

 

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâlık ele geçirmek için devlet adamlarına hizmet eden birine bu halden uzak­laşmasını, Allahü teâlâya ibâdet etmesini tavsiye etti. O zât; “Âilemin ge­çimi ne olacak?” diye sorunca, hazret-i Süfyân; “Sübhânallah! Kendisine âsî olduğun hâllerde bile rızkını kesmeyen Allahü teâlâ, kendisine itâat­kâr olduğun zaman rızkını vermez mi?” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdu ki:

AKILLI KİMMİŞ

 

Bir gün zengin birisi, Şakîk hazretlerine,

Gelip şöyle söyledi, o gün kendilerine:

 

Dedi ki: “Ey efendim, ben zengin bir kimseyim,

Her ihtiyacınızı, karşılamak isterim.”

 

Bu teklîfi dinleyip, buyurdu ki: “Kardeşim!

Olabilir ve lâkin, şartlarım vardır benim.

 

Bana verdiğin için, malın noksanlaşırsa,

Veya hırsız gelip de, malların çalınırsa,

 

Yâhut da vaz geçersen, ilerde bu fikrinden,

Bir kabâhatim ile, dönersen niyetinden.

 

Yâhut vefât edersen, bir gün âni olarak,

Nafakasız kalırsam, o zaman ne olacak?

 

Bütün bu hususlarda, temin edersen beni,

Derhâl kabûl ederim, senin bu teklifini,

.

 

Zîrâ şu ân rızkımı, verir ki öyle bir zât,

Bütün bu hususlara, kefildir kendi bizzat.

 

Saçar ihsânlarını, mahlûkatın hepsine,

Yine bir zarar gelmez, O’nun hazînesine.

 

Her canlının rızkını, verir de fazla fazla,

Yine hazînesinde, azalma olmaz asla.

 

Hem o kadar çoktur ki, şefkât ve merhameti,

Kulları yapsalar da, her türlü kabâhati.

 

Buna rağmen, bakmayıp isyankâr hâllerine,

Kesmez rızıklarını, devamlı verir yine.

 

Ayrıca, O’nun için, ölüm yok, etmez vefât,

Bütün bu hususlardan, berîdir her ân o zât.

 

Böyle kudretli biri, kefilken şimdi bana,

Niçin O’nu bırakıp, gideyim başkasına?

 

Her ayıp ve kusurdan, uzak olan Rabbimi,

Bırakıp, bir âcize, gitmem akıl işi mi?”

 

O zengin bu sözleri, dinleyince Şakîk’ten,

Mahcup ve pişman oldu, yaptığı bu tekliften.

 

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine biri gelip, geçim derdinden bahsetti ve şöyle söyledi: “Efendim! Na­fakası üze­rime düşen evlâdım çoktur. Onların ihtiyaçlarını göremiyorum. Ne olur bana bir çâre gösterin.” Bunun üzerine Şiblî hazretleri; “Hemen evine git, kimin rızkını sana bağlı görürsen kapı dışarı at. Kimin rızkını cenâb-ı Hakk’a bağlı görürsen, o da evde kalsın.” dedi. Bunun üzerine o zât; “Ben kitaplarda okudum, Allahü teâlâ her kulun rızkına kefîldir.” de- di. İmâm-ı Şiblî; “Öyleyse üzülmeye gerek yok. Allahü teâlâ her mah­lû- kun rızkına tek tek kefildir.” buyurdu.

“Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın ku­lundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.

Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defasında üç gün üç gece yemek yeme­mişti. Dör­düncü gün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düş­müştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile ge­lip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.

Veysel Karânî hazretleri buyurdu ki:

 

RABBİNİ BİLİR MİSİN?

 

Üç gün üstü üstüne, hiç yemek yememişti,

Dördüncü gün evinden, bir çıkayım demişti.

 

Yolda altın bir para, ilişti gözlerine,

(Birinden düşmüş) diye, almadı onu yine.

 

Sonra baktı bir koyun, geliyordu ilerden,

Ağzında altın para, gelip durdu âniden.

 

“Başkasınındır” diye, ona ilişmemişti,

Koyun dile gelerek, ona şöyle demişti:

 

“Senin kulu olduğun, Allahın kuluyum ben,

Rabbinin gönderdiği, bu rızkını al hemen.”

 

Aldı Veysel Karânî, o altını mecbûren,

Sonra baktı o koyun, kayboldu göz önünden.

 

Buyurdu ki: “Allah’ı, tanırsa biri şâyet,

Gizli kalmaz dünyâda, hiçbir şey ona elbet.

 

Yüksekliği aradım, baktım tevâzûdadır,

Başkanlığı aradım, gördüm nasîhattedir.

 

Kim ki şeref ararsa, sarılsın ibâdete,

Kim zenginlik ararsa, tutunsun kanâate.”

 

Geldi Veysel Karânî, Medîne beldesine,

Girdi Resûlullah’ın, mübârek türbesine.

 

Görünce o türbeyi, bayılıp düştü yere,

Kendine geldiğinde, dedi ordakilere;

 

“Götürün burdan beni, bu yerde yaşıyamam,

Ben bu yerde olursam, hayattan tad alamam.

 

Allah’ın Resûlünün, medfun olduğu yerde,

Benim hayatta olmam, yakışır mı edebe?”

 

Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Yerin kalay olduğunu ve gökle­rin bakır olduğunu görsem rızkımdan endişe etmem. Eğer endişeye kapı­lacak olsam kendimi, Allahü teâlânın, bütün mahlûkların rızkını ver­meye kefil olduğuna inanmamış kabûl ederim.”

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yer- de dur­dular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. O- raya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. De­ğir- mene gittiler. İsmi Ha­san Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hep­sini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasî­bini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yu­murta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola de­vâm ettiler.

Yahyâ Efendi hazretlerinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “De­demin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Ye­men’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan kimdir bir bak?” bu­yurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu ka­pıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi si­zinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâ­vet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dede­min elini öptü. Koy­nundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindis­tan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdi­ler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir et­tiler ve sonra geri gönderdiler.”