SABIR – ŞÜKÜR - kainatingunesi.com

SABIR – ŞÜKÜR

Şam’da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “En zor, ama en makbûl şey sa­bırdır. Sa- bır, iki kısımdır. Birincisi, Allahü teâlânın yapmamızı emrettiği, fakat nefsimizin istemediği ibâ­detleri yapmaya devâm etmekte sabret­mek, ikincisi ise, Allahü teâlânın yap­mamızı yasak ettiği, fakat nefsimizin hoşuna giden şeyleri yapmamaya devâm etmekteki sabırdır.”

Büyük velîlerden Ebü’l-Hayr el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman talebelerine şöyle anlattı: “Sakın Allahü teâlâdan sabır istemeyin. Lütfunu iste­yin. Lütuf, sabır acılığını tatmaktan iyidir. Çünkü sabır, bizim gibilere güç ge­lir.” Bundan sonra hazret-i Zekeriyyâ’nın kıssasını anlattı: “Zekeriyyâ aleyhisselâm yahûdîlerden kaçarken, bir ağacın yanından geçti. Ağaç dile gelip, gel yâ Zekeriyyâ dedi. Zekeriyyâ aleyhisselâm a- ğaca yaklaştı. Ağaç açıldı, içine saklandı. Sonra ağaç, onu arayan düş- manlar geçerken dile gelerek, hazret-i Zekeriyyâ’nın kendi içinde saklı olduğunu söyledi. Birisi gelip ağaca bakınca; “İşte Zekeriyyâ bura­dadır.” dedi. Testereyi çıkarıp ağaçla birlikte onu da biçti­ler. Testere, hazret-i Zekeriyyâ’nın başına geldiği zaman bir defâ; “Ah!” dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ ona; “Bir defâ ah dedin. Eğer ikinci defâ ah deseydin, izzetim ve celâlim hakkı için seni Peygamberlik dîvânından silerdim.” diye vahy gönderdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm hâline sabretti. Testereyle vücûdunu ikiye böldüler.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahme- tulahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabil­mesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs.”

Evliyânın büyüklerinden Abdullah Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizle­mektir.”

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece, sohbetinde talebe­lerine dedi ki: “Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?”

Orada bulunanlar değişik şeyler söylediler. Fakat bu cevapları yeterli bul­mayan Abdülazîz Bekkine şöyle söyledi: “O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamıyacağı, anlaşılabilir tek vasıf sabır­dır. Sabır musîbet geldiği an (ilk anda) hiç şikâyet edilmeden sîneye çe­kebilme hâlidir. Şâyet o kimse ilk anda feverân eder de sonra sîneye çe­kerse, ona sabırlı değil taham­müllü insan denir.”

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızma­dan ce­vaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, göster­diği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; “Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim.” buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri, sabır ve tahammüllerin karşılıksız kal- maya­cağına dâir buyurdular ki: “Halinizden şikâyette bulunmayın. Sab- redin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.

Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ kar­şılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâ­fâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meş­hûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allahü te- alâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâ­ber- dir.” buyuruyor (Bekara sûresi: 153)

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Sabır, fakru zarûrette kalanların azığı, rızâ ise âriflerin mertebesidir.”

Ahmed Sârbân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, rivâyete göre çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı. Efendisini görmeye gelen- lere içeriden; “Siz bu heriften ne meded umuyor ve ne hayır bekliyor­sunuz. Sizin işiniz yok mu?” diyerek bağırırdı.

Birgün Şeyhin talebeleri hem bu durumu düşünüyor hem de birbirle­riyle şöyle konuşuyorlardı. “Acaba nasıl oluyor da Şeyhimiz böyle bir ha­nımla yaşa­yabiliyor, bir arada geçinebiliyor?” Onların bu düşüncelerini anlıyan Şeyh haz­retleri şu cevâbı verdi: “Dostlarım! Mesele sizin zannet­tiğiniz gibi değildir. Be­nim böyle bir kadına tahammül etmem, nefsânî bir hevesten değildir. Bu bizim talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat, çirkin huylu insanlarla da iyi ge­çinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içi­nizden atın bana öyle gelin. İşte bu ka­dar.”

Ahmed Sârbân hazretleri ömrünün sonuna kadar o kadının yaptığı eziyet­lere katlandı. H.952 yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabo­lu’da adına yaptırılan türbenin hazîresine defnedildi.

Ahmed Sârbân hazretlerinin hanımı, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı. Şeyh hazretlerinin mezar taşına bir yastık gibi başını koya­rak gece-gün­düz; “Ah ah! Yazık çok yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim.” diye­rek ağlardı.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Yekdest Cüryânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) ticâret için Cüryân’dan Hindistan’a gidiyordu. Yolda çoluk-çocu- ğunun tâûn hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberin etkisinde iken ker­van eşkıyâ baskınına uğradı. Şakîler kervandakilerin bütün mallarını aldılar. Ahmed Cüryânî’nin mallarını aldıktan sonra sol elini bileğinden kestiler. Kendi­sine bu sebeple Yekdest, tek elli denildi.

Ahmed Cüryânî bütün bu sıkıntılara rağmen Rabbini zikrediyor ve sabredi­yordu. Kervandakiler ondaki bu hâllere şaşıp; “Çocukların öldü. Malın mülkün gitti. Kolun kesildi. Buna rağmen sesin çıkmıyor!” dedikle­rinde, cevâben; “Ey kardeşlerim! Bize gelen bu belâ ve sıkıntıların Allahü teâlânın takdîri ile oldu­ğunu bilelim. Nitekim Allahü teâlâ Hadîd sûresi yirmi ikinci âyetinde meâlen bunu bildirmekte ve; “Ne yerde ve ne de ne­fislerinizde bir musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitapta (levh-il mahfûz) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre ko­laydır.” buyurmaktadır.

Bu îtibârla dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntı­nın ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır.” buyurdu.

Ahmed Yekdest’e bu sabrı sebebiyle o gece rüyâsında Serhend’e gitmesi tavsiye olundu. Bu mânevî işâret üzerine Hindistan’ın Serhend şehrine geldi. Orada ikinci bin yılın yenileyicisi büyük âlim İmâm-ı Rab­bânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma’sûm hazretlerini tanıyıp ona ta­lebe oldu. On bir sene hoca­sının yanından ayrılmayıp ona hizmetle şe­reflendi. Hocasının sevgi ve iltifâtla­rına kavuştu. Sohbetlerinin bereketi ile tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğ­rendi. Bundan sonra insanlara doğru yolu göstermek üzere Mekke’ye gönderildi. Mekke’de otuz dokuz sene bu vazîfeyi gördükten sonra orada vefât etti.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir söze sabretmeyen çok söz işitir.”

İstanbul’un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki: “Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sab­retmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabır­daki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sa­bır, tevekkül, kanâat ve hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece ol­gunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi te­mizlenir. Belâ günlerinde, belâ geldiğinde Eyyûb aleyhisselâmın kulluğu iyi bir kulluk­tur.

Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sabır, Allahü teâlâya dayanıp sebât et- mek ve belâyı gönül hoşluğu ve rahatlığı ile karşılamaktır.”

Büyük velîlerden ve fıkıh âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir talebesine şöyle nasîhat etti: müşkil bir me­sele olur- sa, ehlini buluncaya kadar sabret. Nefsine uyarak sabrı elden bırakma! Zîrâ nefsin senin en büyük düşmanın olup, sabretmene mâni olmaya çalışır. Sen her hâlükârda sabrı terketme!

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde bu­yurdular ki: “Sabır susmaktır. Susmak sabırdandır. Konuşan, susan­dan daha fazla verâ sâhibi olamaz. Şu var ki, âlim kişi bir yerde konuşur bir yerde susar.”

“Makâmların en yükseği, ölünceye kadar fakirliğe sabretmektir.”

“Sabır güzeldir. Bu ise, insanlara şikâyette bulunmamaktır.”

Bağdât’ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Dünyâ ve âhirette iyilik, sabır ile ele geçer.”

Evliyânın büyüklerinden Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sâbit el-Benânî’den naklederek buyurdular ki: “Bize ulaştı ki, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma; “Filan kulumun ağzının tatlılığını al.” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm o kulun ağzının tadını aldı. O kimse şaş­kın, mahzûn ve üzüntülü bir hâlde sabretti. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhis- selâma buyurdu ki: “Ey Cebrâil! O kulumu imtihân ettim. Onu sa­bırlı ve sâdık buldum. Ona fazlasıyla karşılık vereceğim.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri buyurdular ki: “Sabır, yüzü ekşitmeden, acıyı yudum yu- dum içine sindirmektir.”

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rine, “Sabır nedir?” denildi. “Sabır, ismi gibidir. (sabır, ilaç olarak kulla­nılan tadı acı bir ağacın adıdır.) Sabırlılar dünyâ ve âhiret izzetine kona­rak necât ve kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan O’nunla olma şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için; “Şüphe yok ki Allah sabredenlerle berâberdir.” (Tûr sû­resi: 4) buyurmuştur.

Sabrın târifi ve sınırı takdire îtirâz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksı­zın başa gelen musîbetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm kıssasında; “Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur.” bu­yurmuştur. Halbuki O, Eyyûb aleyhisselâmın; “Başıma bu dert geldi.” (Enbiyâ sûresi: 83) dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları (ruhsatla, izin verilen şeylerle amel ederek sıkışık kalmasınlar ve) nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın; “Başıma bu dert geldi.” dediğini bildirmiş ve böyle şey­ler söylemeyi haram kılmamıştır.” buyur­dular.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, “Sabır nedir?” dediler. O; “Kalbin nîmet ve mihneti, sükû­netle bir görmesidir. Zorlanarak sabretmektense, mihnet yükünün ağırlığını kal­binde hissetmekle berâber musîbetleri sükûnetle karşıla­maktır.” diye cevap verdi.

Nişâbur’da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “Sabrın alâmeti, şikâyeti terk edip, musîbeti ve sıkıntıları gizlemektir.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri buyurdular ki: “Sabırlı kimseler, sıkıntılara katlanmayı huy edinenler­dir.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yur­dular ki: “Sabır Allahü teâlânın emirlerini yerine getirirken sebâtlı ol­mak. O’ndan gelen musîbetleri sükûnet içinde ve gönül hoşluğu ile kar­şılamaktır.”

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hızır aleyhisselâmla görüşürdü. Lâkin uzun bir zaman Hızır aley- hisselâmı görememişti. Bir gün, temiz yeni elbiseler giymiş, sarığını sar- mış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızan bir kadının evinin önün­den geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî’yi evinin önünden geçerken görünce, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı necâset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üze­rine Hakîm-i Tirmizî hazretleri hiçbir şey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır aleyhis- selâm geldi ve; “Sen bu hakâret ve kö­tülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün.” buyurdu.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Sabır nedir?” diye sorduklarında; “Sabır o- dur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez.” buyur- dular.

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) haz­retlerine sabrı suâl ettiler. O da: “Sabır, Allahü teâlâdan gelen her şeyi hoş ve iyi bir şekilde karşılayıp, heyecan ve ümidsizliğe düş­memek, sıkıntılı ve meşakkatli zamanlarda dayanıklı ve tahammüllü ol­maktır.” şeklinde cevap verdiler.

Evliyânın büyüklerinden Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Belâlara sabır, yiğit kişilerin; Allah’tan gelen her şeye rızâ göster­mek ise, kerem sâhiplerinin (evliyânın) ahlâkıdır.”

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Sabır, musîbetler içindeyken bile edebe riâyet etmektir.”

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hanımının eziyet ve sıkıntı ver- mesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâma verilen sevaptan verir.”

“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmeyen, onlara karşılık vermeyi terk et­meyen kimse sabırlı sayılmaz.”

Büyük velîlerden Seyyid Mîr Muhibbullah-ı Mankpûrî hazretleri, i- mâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından vazifelendirilerek Mankpûr’a gi­dince, orada bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm’a mektup yazarak durumu arzetti. İ- mâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektup yazdılar:

“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun sevgili Peygamberine salât ol­sun. Size ve bütün müslümanlara duâ ederim. Kardeşim Seyyid Mîr Mu- hibbullah’ın şe­refli mektubu geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üz­mele- rine dayanmak lâ­zımdır. Akrabânın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, aleyhisselâm emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Peygamberlerden Ülül’azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azab vermesi için duâ etmekte acele ey­leme!” orada bulunanlara en faydalı şey; yanlarında bulunanların eziyet etme­leri, sı­kıntı vermele- ridir. Siz bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yeme- ğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne di­yeceğimi bilemi- yorum. Fârisî beyt tercümesi:

Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,

Naz çekmeğe alışması lâzım elbette!

 

İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izin istiyorsunuz. Yâhut bir yer göste­riniz de, oraya gidip, halkın ifrât derecesindeki cefâsından kurtula­yım diyorsu­nuz. Buna ruhsat, izin verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkın­tılara sabır ve tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyo­rum. Bunun için kısa yazdım. Selâm ederim.” (Üçüncü cild, 7’nci mektup)

Hindistan’ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) sabırlı olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: “Sabır, şikâ­yet etmeksizin üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara gö­ğüs germektir.” buyururdu.

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, ka­dere râzı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli gö­rünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bâzıları buna hayret et­tiler. Bu hareketlerinin sebebini sordu­lar. Cevâbında; “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyor­sunuz? Rabbime yemin ol­sun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yu- dum suyu (Kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşün­meden hemen verirdim. O bir yudum suyu, bu dünyâ ve içindekilerin hepsine tercih ederdim.” buyurdular.

Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sabrı ve af­fetmesi çoktu. Bir gün dergâhına bir fakir geldi. Hiçbir sebep yok iken, küstahca onu kötülemeye başladı. O büyük velî, bütün bu saçma sözleri sadece sabırla din­ledi. Ayrıca, o fakir ne istiyorsa, hepsini verdi. Fakir dergâhtan ayrıldıktan sonra, Nizâmeddîn Evliyâ orada bulunanlara; “Bizi sevenlerin çoğu, hediye ile geliyor. Bizi kötülemek üzere gelecek olan birkaç kişi de bulunmalı. Birisi gelip bizi kötülerse, biz ona, dünyâda ol­duğumuz sürece yanlış işler yapabileceğimizi ve kötülemeye mârûz ka­labileceğimizi söyleriz” buyurdular.

Bir gün meclisine gelenlerden bâzıları Nizâmeddîn Evliyâ’ya; “Halk­tan bâzı kimseler, sizin hakkınızda o kadar kötü konuşuyorlar ki, bunları dinlemeye ta­hammül edemiyoruz.” dediler. Nizâmeddîn Evliyâ onlara; “Bizim hakkımızda konuşanları affediyoruz. Sizin onlarla münâkaşa et­menize gerek yok.” dedi.

Nizâmeddîn Evliyâ, kendisine düşmanlık besleyenlere karşı da çok sabır­lıydı. İnsanlara, düşmanlarına karşı sevgi ve sabırla muâmele et­meyi öğreti­yordu. Kıyaspur’da yaşıyan ve sebepsiz yere Nizâmeddîn Evliyâ’ya karşı kin besleyen ve dâimâ ona bir zarar vermeye çalışan, Şaşu isminde birisi vardı. Nizâmeddîn Evliyâ, Şaşu’nun ölümünü işitince, defninden sonra bir kenarda iki rekat namaz kıldı ve onun eski hâlini af­federek, kurtuluşu için duâ etti.

Sultân Celâleddîn, Nizâmeddîn Evliyâ’nın Dehli’deki ilk zamanla­rın- da, aşırı derecede fakru zarûret içinde olduğunu öğrenince, ona bâzı he- diyeler gönderdi ve bir köyün gelirinin ona bağışlanmasına izin verip ver- meyeceğini araştırdı. Fakat o, sultânın teklifini kabûl etmeyerek; “Be­nim köye ihtiyâcım yok. Ben ve benimle olanlar, Allahü teâlâya güveniriz. O, bizim ihtiyâçlarımızı gözetir.” bu­yurdu. Talebelerinden bâzıları bunu işitince; “Efendim! Siz günlerce açlığa ve susuzluğa katlanabilirsiniz. Fa­kat, yiyeceksiz bizim hâlimiz korkunçtur. Eğer sultânın teklifi kabûl edil­seydi, vücut ve rûhumuzu birlikte muhâfaza etmemize faydası olacaktı.” dediler. Fakat o, talebelerinin sözlerini dikkate almadı ve hepsi onu ter- ketseler bile, kendisi yalnız olarak bu yola devâm etmeğe karar verdi. Sultânın bu teklifi hakkında diğer sûfîler ile istişâre ettiği zaman, onlar hep bir ağızdan; “Eğer sultânın teklifini kabûl etseydin, senin dergâhında su bile içmezdik.” dediler. Nizâmeddîn Evliyâ, onların bu konudaki has­sâsiyetlerini tebrik ederek; “Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun. Sizin gibi, prensiplerimize bağ­lılıkta bana yardımcı olan arkadaşların olduğunu gör- mek, beni mesûd ediyor.” dedi.

Bağdât velîlerinden Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: “Sabır; şikâyeti terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ gös­termektir.”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: Bir gün Sırrî-yi Sekatî’ye, sabrın ne olduğu soruldu. O da sabır konusunu anlatmaya başladı. Bu esnâda bir akrep dolaşmaya başladı. İğnesini defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi Sekatî hiçbir şey yokmuş gibi, sâkin sâkin konuşmasına devâm etti. Neden akrebi fırlatıp atmı­yorsunuz? diye soranlara, Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: “Sabır konusunda konuşurken, sabretmemek husû­sunda Hak teâlâdan hayâ ederim.”

Büyük velîlerden Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdu­lar ki: “Sabrın alâmeti üçtür: Samîmî bir rızâ, şikâyeti terk, kaderin tecellîsini gönül hoşluğuyla kabûllenme.”

Büyük velîlerden Şeyh İsmâil Enarânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin iki çocuğu vardı. Kendisi Süleymâniye’de bulunduğu bir sı­rada eski Bağdât vâlisi Muhammed Necib Paşa, bir gece hükûmet kona­ğında büyük bir toplantı tertib etti. Kapıcıların kapıyı kapattığı sırada bir izdiham meydana geldi. İsmâil Enarânî’nin iki çocuğu ayaklar altında ka- larak öldü. Bu elîm va­kayı duyan vâli kapıcıları hapsettirdi. On gün sonra İsmâil Enarânî Bağdât’a döndü. Bütün talebeleri ve sevenleri on­ları zi- yârete gitti. Hüzün ve keder sebe­biyle kimse konuşmuyordu. İsmâil Ena- rânî onlara; “Niçin konuşmuyorsunuz? Yanınızda bir olay mı mey­dana geldi? Biliyorum ki, benim iki evlâdım birden vefât eyledi. Ama on­lar ba- na hocam Mevlânâ Hâlid’den daha kıymetli değildi­ler. Ben, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini kaybettim. Onun dışındakilerin kaybı beni onunkinden daha fazla üzmez.” buyurdu. Oradakiler ağla­maya baş­ladı. İsmâil Enarânî onlara sabretmelerini işâret etti.

İsmâil Enarânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin vefâtından kısa zaman sonra tâûn hastalığına yakalandı ve vefât etti. Hasta yatağında yerine Abdullah Hirevî’yi halîfe bıraktı. Malının dörtte birinin fakirlere dağıtılma­sını vefâtından önce vasiyet etti.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sabırlı olmak iste­yen kimse; öfkesini yenmeli, kalbinde Allahü teâlâdan başka bir şeye ya­kınlığın olmaması için çalışmalı. Bir musîbet veya sıkıntı geldiği zaman, inleyip sızlamamalı. İbâ­detleri “Güzel yapabiliyorum” düşüncesinden uzak olup, amellerini kusurlu bilmeye devâm etmeli, farzları ve vâcibleri yapmakta tembellik yapmayıp, en güzel şekilde yapmaya çalışmalı, ya­pılan bütün işlerin dîne uygun olmasına gayret etmeli ve önceden yapı­lan hatâ ve zararları telâfi etmek için uğraşmalı­dır.”

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüse­yin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri’nin buyur­duğunu, Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî şöyle nakletmiştir: “Kıyâmet günü, sa­bır ehli kalksın diye nidâ olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, hadi Cen­net’e giriniz, denilir. Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz dediklerinde, sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zor­luklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hu­suslarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennet’e girin, sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: “Sabır, Allahü teâlânın emirlerine mu­hâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükû­netle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) da­yısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Ha­râmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında konu­şuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz buldu. Haz­ret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî’ye; “Mâdem ki bu­radasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O’na isyân etmemek, O’na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullan­mamaktır.” buyurdu­lar. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; “Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebi­lirdi.” dediler. Sırrî-yi Sekatî; “Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geli­yor?” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; “Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim.” dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “Şükretmek, kendini bu nîmete ehil ve lâyık görmemektir.” Buyurdular.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şü­kürle ilgili olarak buyurdular ki: “Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimse­nin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işit­tiği zaman onu ezberle­mek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.”

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üze­rine Mevlânâ hazretleri o kimseye; “Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?” diye sordu. O da; “Hayır, râzı ol­mam.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Ey kardeşim! Mâ­dem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısın­dan şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmi­yorsun? Allahü teâlâ; meâlen “Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım.” (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâsından Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani “Ebû Hâzım hazretlerine birisi gözlerin şükrü nedir?” di- ye sordu. Şöyle cevap verdiler: “Onlarla hayır (iyilik) gördüğün zaman bakar, şerri (kö­tülük) gördüğün zaman, bakmazsın. “İki kulağın şükrü nedir?” diye sordu. Ce­vâbında; “İyilik işitirsen dinlersin, kötülük duydu­ğun zaman dinlemezsin “İki elin şükrü nedir?” diye sorunca; “Onunla se­nin olmayan şeyi alma. Haram iş­leme” buyurdular. “Karnın şükrü nedir?” diye sorunca; “Altı yemek, üstü ilim olsun”, “Ayakların şükrü nedir” diye sorunca, “İyi kimseyi görünce ayaklarını, onun yaptığı işlerde kullanırsın. Beğenmediğin birisini görünce, ayaklarını onun yaptığı kötü işlerde, kul­lanmaz ve onun gittiği kötü yerlere ayaklarınla gitmez­sin. Diliyle şükre­dip, diğer âzâlarıyla (vücûdunun diğer kısımlarıyla) şükr vazi­fesini yap- mıyana gelince: Onun durumu, elbisesi olup, onu giymeyen, sâdece e- liyle bir kenarına dokunan kimse gibidir. Elbette, o elbise o kimseyi sı­caktan ve soğuktan korumayacaktır.” buyurdular.

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretlerine talebelerinden biri, “Şükredici ve sabredici kimlerdir?” diye sorduğunda, Enes bin Mâlik’den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “Dünyâ husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendi­sinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabre­dici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara ba­kıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar.”

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sabır husûsunda buyurdular ki: “Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmet­lere şükretmeyen kimsede kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârif­ler, Allahü teâlâya muhabbet, O’nun takdirine rızâ ve O’nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr bin Sa’dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hâlinde şükreder, Allahü teâlâdan gelen derd ve belâlar da, nîmetleri gibi tatlı gelirdi. O bu hâliyle de Resûlullah efendimize tâbi olur, herkese bunu tav­siye ederdi. Buyurdu ki: “Şükür; Allahü teâlâdan nî­metler ve ihsânlar geldiği zaman şükrettiğin gibi, dert ve belâ hâlinde de öylece şükretmektir.”

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bu­yurdular ki: “İyiliği görüp, kıymetini takdir ederek ona karşı say­gılı olmak, nî­metin şükrüdür.”

Kûfe ve Şam taraflarında yaşamış olan İslâm âlimlerinin büyüklerin- den ve evliyâdan Ebû İshâk el-Fezârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- leri, Allahü teâlânın kullarının kendilerine verilen nîmetlere şükretmesi ge­rekti­ğini söyler ve buyururdu ki: “Bir nîmete kavuşan kimse Elhamdü- lillahi alâ küllî hâl duâsını okursa, o nîmete şükretmiş olur. Bir musî­betle karşılaşınca bu duâyı okursa, o musîbete sabretmiş olur.”

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şü­kür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan do­layı, Kur’ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi verilmiştir.”

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir.”

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) kendisinden nasihat isteyenlere buyurdular ki: En faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip (gizleyip) hiçbir kuluna bildirmediğini, bil­mektir.

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: Şükür edenlerin hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şe­rîfle cevap verdi: “Her hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet’e girecek ve en evvel haşr olacak kâfiledirler.”

Horasan’da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fı­kıh ve ta­savvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Şükür, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını, rahmetini görmektir. Bütün nîmet­lerin, O’ndan geldiğini anlamaktır.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyu­ruyor ki: “Allahü teâlânın nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O’na şükretmek lâzımdır.”

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahme-tullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
NİÇİN HAMDETMİYEYİM?

 

Kerâmetler sâhibi, bir velîsidir Hakkın,

Kulların hizmetine, çalışmıştır bihakkın.

 

Dîne hizmet aşkıyle, kalbi hep çarpıyordu,

Bir şeyler yapmak için, fırsatlar arıyordu.

 

Zengin idi, malını, verdi İslâm yolunda,

Çünkü mal ve paranın, sevgisi yoktu onda.

 

Ne kadar çok idiyse, onun malı, serveti,

Çok idi o kadar da, o mallara nefreti.

 

Bir gün bir talebeye, buyurdu: “Odaya gir,

Beş bin dînar olacak, onları bana getir.”

 

Talebe o odaya, girdi ve döndü geri,

Dedi ki: “Göremedim, içerde akçeleri.”

 

“Elhamdülillah” deyip, dersine etti devam,

Olmadı bu hususta, onda hiç üzüntü gam.

 

Az sonra o talebe, içeri girdi yine,

Onları bulduğunu, arz etti kendisine.

 

Hazret-i Behâeddîn, aldı “Peki” diyerek,

Devâm etti dersine, bir daha hamd ederek.

 

Merak etti talebe, dedi ki: “Efendim siz,

Her iki halde dahi, yine hamd eylediniz.”

 

Buyurdu ki: “Evlâdım, niçin hamd etmiyeyim?

Rabbimiz imân vermiş, dünyâlığı nideyim?

.

Paranın varlığıyla, yokluğu bu dünyâda,

Müsâvîdir, değişmez, dervişlerin yanında.

 

Dünyâ elden çıkınca, üzüntü duymazlar hiç,

Ele geçirince de, bulmazlar aslâ sevinç.

 

Ben dahi birincide, nazar ettim kalbime,

Gördüm ki üzüntü yok, hamd eyledim Rabbime,

 

İkinci seferde de, kalbime ettim nazar,

Gördüm ki bir sevinç yok, şükr eyledim, o kadar.

 

Bir kul ki Allah’ını, seviyorsa eğer çok,

Fark etmez ona göre, dünyâlık var veyâ yok.”

 

Bu cevap, talebenin, sürûr verdi gönlüne,

Daha arttı yakîni, onun büyüklüğüne.

 

Hazret-i Behâeddîn, tevâzu sâhibiydi,

Kendini üzenlere, sabır küpü gibiydi.

 

Hattâ o, kendisine, kötülük edenlere,

İhsân ve ikrâmlarda, bulunurdu çok kere.

 

Derdi ki: “Hak yolunda, yürüyen kimseleri,

Rabbimiz imtihana, tâbi tutar ekseri.

 

Kulların cefâsından, olunca mutazarrır,

Hiç karşılık vermeyip, göstermeli hep sabır.

 

Sırf sabır kâfi değil, hattâ o insanlara,

Ayrıca gül demeti, sunmalıdır onlara.”

 

Bu Allah adamı da, zengindi, malı çoktu,

Bu yüzden bâzıları, yapardı dedi-kodu.

 

Meselâ derlerdi ki; “Bu nasıl evliyâdır?

Hepimizden daha çok, malı ve mülkü vardır.”

 

O, bunları duyunca, buyurdu: “Ey insanlar,

Hak teâlâ dünyâyı, sevmiyor zerre kadar.

 

Dünyânın tamâmının, olmayınca kıymeti,

Olur mu bir kısmının, hiç bir ehemmiyeti?

Evet, o dünyâlıktan, çok var ise de bizde,

Lâkin muhabbetleri, hiç yoktur kalbimizde.”

 

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mihnete şükretmeyen, nîmete şükret- mez.”

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine bir kimse; “Efendim dilimle Allahü teâlâyı zikrediyorum ve kalbimle yapamıyo­rum. Ne yapayım!?” diye sorunca; “Şükret, hiç olmazsa bir or­ganın, dilin itâat­kâr oluyor. Senden bir uzva bu iş için yol açılmış inşâ- allah bir gün kalp de ona uyar.” buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yur­dular ki: “Şükür, nîmete hakkıyla şükretmekten âciz olduğunu bilmek­tir.”

Yine buyurdular ki: “Avam, yiyecek ve giyecek şeyler nevinden nî­metlere şükreder. Havâs, seçilmişler ise, kalplerine gelen feyze şükre­derler.”

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Şükür nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nîmetlere şükretmeyen, elden çıkmalarına çalış­mış olur. Nîmetlere şükreden, onları en kuvvetli bağlarla bağlamış olur.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Şükrün neticesi; Allahü teâlâyı sevmek ve O’ndan korkmaktır.”

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyudular ki: ”Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim.”

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü îfâ edebilmek ve ömür sermâyesini kullanarak âhiret için dün­yâdan azık topla­mak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanı­yıp ona kavuşmaya çalı­şırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü’minûn sûre­sinin “Ey Rabbim! Beni dünyâya gönder de, iyi amelde bulunayım” meâlindeki 99. âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine; “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemeyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bu­yurdular ki: “Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O’nun kuluna verdiği nîmetlerle, O’na isyân etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları, Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve nîmetleridir.”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Bir kimse bir nîmete kavuşur da bunun şükrünü yap­maz- sa, o nîmet elinden gider de, o kimsenin haberi bile olmaz.”

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke’ye gitti. Orada pekçok kimse etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl temin ediyorsun. Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse dedi ki: “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum.” Şakîk-i Belhî; “Belh şehrinin köpekleri de böyle­dir. Buldukları zaman, sevinirler. Bula­mazlarsa bekleyip sabrederler.” buyurdu. O kimse dedi ki: “Peki bu hu­susta sizin yaptığınız nedir.” Cevâbında; “Elimize bir şey geçerse, baş­kalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geç­mezse şükrede­riz.” Bunun üzerine o kimse Şakîk-i Belhî’ye sarıldı ve; “Vallahi sen bü­yük bir zâtsın.” dedi.