Şakîk-i Belhî Hazretleri
Künyesi Ebû Ali olan, Hazreti Şakîk bin İbrahim; Türkistan’ın Belh şehrinde doğdu.
Bir ara Belh’te, müthiş bir kıtlık baş gösterdi. Herkes bir lokma yiyeceğe muhtaç olmuştu!. Bu yüzden, kimsenin yüzü gülmüyordu. İşte o kıtlık günlerinde, Şaldk-i Belhî, çarşıda dolaşıyordu. Zâten kendisi, ticâretle meşgûl idi. Dalgın dalgın çarşıda gezinirken, pek neş’eli bir köleye rastlamaz mı!. Çok şaşırdı ve: “Ey Köle!. Kimsenin yüzü gülmez, bir lokmaya muhtaç dolaşırken; senin bu neş’ene sebep nedir?” diye sormaktan, kendini alamadı.
Köle de: “Ey efendi!. Niçin üzüleyim!. Beni satın alan efendim; zengin bir kimsedir. Hiçbir zaman beni aç ve açık bırakmaz” dedi.
Bu sözler karşısında, düşünceye dalan Hazreti Şakîk: “Aman, yâ Rabbî! Senin verdiğin az bir servete sâhib olan, şu zengin kulunun kölesi bile; neş’e içinde dolaşıyor!. Biz ise, bir lokma ekmek peşinde üzülüyoruz. Hâlbuki Rabbü’l-Âlemîn olan sen, bütün canlıların rızkına kefilsin. Buna bildiğimiz hâlde, gene de gam ve keder içindeyiz!” diye söylendi. Bu düşüncelerden sonra Allahü teâlâya tevekkülü son haddine ulaştı. Samîmi bir tevbe ile; dünyâ meşgalesinden, âhiret ibâdetine yöneldi. Gene gençlik günlerinde, arkadaşlarıyla birlikte; bir tapmağa girdiler. Mecûsîlerin ibâdetlerini, merak ediyorlardı!. İçerde gerçekten, ateşe tapınmakta idiler. Mecûsîler arasında, çok temiz yüzlü bir genç de bulunuyordu!. Hazreti Şalak, gericin yanına yaklaştı ve: “Tapındığınız bu ateşi de yaratan; Rabbü’l-Âlemîn’dir. Ancak ona, ibâdet etmelisiniz. Yoksa ateş, sâdece yakar!. Sen gel, müslümân ol” teklifinde bulundu.
Bu sözleri işiten temiz yüzlü genç; yaklaştı ve bütün kuvvetiyle, hazretin yüzüne bir tokat vurdu!. Şakîk-i Belhî hazretleri ve arkadaşları, çok şaşırdılar!. Bu harekete, bir mânâ veremediler! Ancak puthâneden çıktıkları zaman, Hazret elini alnına vurarak: “Ah! Şimdi anladım!. O temiz yüzlü gence, sözlerim te’sîr etmedi! Çünkü kendi günâh ve kusurlarım, daha fazladır.
Ben henüz, kendi kusûrlanmı düzeltemedim ki; başkasına söz söyleyebileyim” şeklinde konuştu. Sonra; daha büyük bir aşkla tevbe ve istiğfar eyledi. Günâhlar için gözyaşı döktü. Uzun yıllar, ilim ve edeb öğrenmeye devam etti. Önce İbrahim Ed- hem hazretlerinin sohbet ve derslerine devam eyledi. Tasavvuf ehlinin tam gözbebeğinden feyz ve bereket aldı.
Birgün, ona şöyle sordu: “Hocam! Hızır aleyhisselâmı hiç gördünüz mı?”
İbrahim Edhem hazretleri cevap olarak: “Hızır (a.s.) ile bir defa görüştüm!. Yeşil bir kab içinde bana; sekbaç denilen ekşili bir yemek verdi ve: ‘Ey İbrâhim!. Bu yemeği ye!..’ dedi… Fakat nedense, o yemeği yemedim!. Bunun üzerine Hazreti Hızır buyurdu ki: ‘Meleklerden işittiğime göre, bir kimse ikrâm edilen şeyi almazsa; kendisi de bir şey istediği yerden, eli-boş döner!…’”
Şakîk-î belhî hazretleri daha birçok âlimden ders aldı. Zamanla kendisi de, büyük âlimler arasına katıldı. Bir gün hocalarından, Ebû Hâşirn er-Rumânî hazretlerini ziyârete gitti. Gömleğinin ceblerini kabarık gören hocası; bu şişliğin ne olduğunu sordu… O da: “Hocam!. Dostlarımdan biri, sevdiği yiyeceklerden verdi de*. ‘Lütfen orucunu akşam; bu yiyeceklerle aç. Bu yemeği, ben çok seviyorum. Sen de seveceksin!..’ dedi… Kalbi kırılmasın diye aldım. Cebimdeki şişlik, bu yüzdendir” cevabını verdi.
Başını iki yana sallayan, Ebû Hâşim (rh.a.): “Ey Şakîk!. Demek sen akşam; iftar vaktine kadar yaşıyabileceğine eminsin!” diye, ta’rîzde bulundu.
Hocaları arasında bilhassa, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerini çok medheder, çok zikreder ve şöyle söylerdi: “Haz- reti İmâm bu devirde; insanların en çok vera’ sahibi (şüpheli şeylerden sakınanı), en âlimi, en cömerdi, en çok ibadet edeni, dînin emirlerine uyarken en ihtiyatlı davrananı, dîn üzerinde kendi fikrini söylemekten en çok sakınanı idi.” Böylesine kıymetli âlimlerden ilim ve feyz alan Hazreti Şakîk; uzun yıllar sonra memleketine sıla yaptı. Talebeleriyle birlikte dolaşırken; mecûsüerin tapınağı önüne geldiler.
Eski günleri hatırlayarak: “Geliniz!. Mecûsîleri görelim! Ve Allahü teâlâya şükredelim ki; bizlere ‘Sırât—ı Müştekim’ üzere, hidâyet eyledi” dediler. İçeri girdiklerinde, ak saçlı bir Mecûsî; ateşe tapınmakta idi.
Hazreti Şakîk, ona acıdığı için: “Ey, son günlerini yaşıyan ihtiyar!. Niçin müslümanlık şerefine erişmek istemiyorsun?. Çok da temiz yüzlü bir insansın!” buyurdu.
Onun dikkatle dinleyen ihtiyar: “Öyle ise, ey Şeyh!. Sen de bana, İslâm’ı anlat” demez mi? Hazreti Şakîk derecesiz sevinerek, bildiklerini ve hislerini kısaca bildirdi. İhtiyar Mecûsî hiç tereddüt etmeden; kelime-i şehâdet getirip, İslâm ile şereflendi. Hep birlikte, dışan çıktılar. Yolda ona sordu: “Ey dîn kardeşim!. Yıllar önce buraya girdiğimizde; temiz yüzlü genç bir mecûsî görmüştük. Acaba şimdi o nerelerdedir, biliyor musun?”
İhtiyar müslüman, tebessüm ederek: “İşte o genç benim!” cevabım verdi.
Hazreti Şeyh çok taaccüb (hayret) etti ve: “Ama ben sana o zaman da, aynı şekilde İslâm’ı anlattım!. Müslüman olmanı teklif ettim de; sen kabule yanaşmadın!. Şimdi ise hiç tereddütsüz, müslüman oldun.Acaba bunun, hikmeti nedir?” dedi.
Yeni müslüman, şöyle karşılık verdk “Yâ Şakîk!. o zaman sözlerin nedense, bana te’sîr etmemişti!. Lâkin şimdi konuşurken, o kadar temiz ve nûrhı idin ki; bütün zulmet (karanlık) ve pisliğimi temizledin. Bir anda şüphelerim, yok oluverdi. Allahü teâlâ senin nurunu, daha ela arttırsın” dedi.
Oradakilerin hepsi: “Âmin” dediler.
Şakîk-i Belhî tezretleri, Mekke’ye gittiği zaman bile; müs- lümanlar etrafına toplanır va’z ve nasihat isterlerdi. Bir defa Mekkelilerin: “Geçiminizi, nasıl te’mîn ediyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Bulduğumuz zaman, şükr’ediyoruz. Bulamayınca, sabrediyoruz” çevabını verdiler.
O zaman, Hazreti “Bizim Belh şehrinin, kelpleri (köpekleri) bile böyedir!, Bulunca sevinirler. Bulamayınca bekleyip, sabrederler!” buyurdu.
Orda bulunanlar; “Vallahi üstadımız (büyüğümüz) sensin” dediler…
Başka bir gün de, kendilerine nasihat kâr etmeyen kimselere: “Ey insanlar!… Ölü iseniz,. Kabire!.. deli iseniz, tımarhaneye!. Çocuk iseniz okula gidiniz!..Yok müslüman iseniz Rabbi tealaya, kulluk vazifenizi yerine getirmeye, çalışınız… buyurdu.
“Dünyayı sevmeyen kişi akıllıdır”
Bir yıl hacca niyet ederek, yola koyuldu. Bağdat’tan geçerken, halîfe Hârunü’r-Reşîd haber aldı. Yanına da’vet eyledi. Onu karşısında görünce, biraz da sevinerek sordu: “Meşhûr zâhid, Şakik sen misin?”
Hazret şöyle cevap verdi: “Şakîk benim ama , zahidim diyemem.”
Onun kıymetini çok iyi bilen zekî halîfe, kendisine nasî- hatta bulunmasını ricâ etti… Hazreti Şakîk, şöyle konuştu: “Ey Hânini.. Dikkatli ol ve aklını başına topla!.. Çünkü Allahü teâlâ sana; HazretiEbû Bekr-i Sıddîk’ın makamını ihsân eyledi… Ve onun gibi, ‘doğruluk’ istiyor… Hazreti ömerü–l-Fârûk makamını verdi! Senden de, ‘hak ile bâtılı’ ayırmanı diliyor… Hazreti Osmân-ı Zinnûreyrı makamını lütûf buyurdu ki; senden de, ‘hayâ ve kerem’ bekliyor… Ali’yyü’l-Murtezâ hazretlerinin makamını nasîbeyledi! Senden de, ‘ilim ve yiğitlik’ umuyor” dedi.
Pek heyecanlanan Hârun: “Biraz daha nasîhat” isteğinde bulundu..
Hazreti Şakîk devamla: “Ey halîfe! Bilirsin ki Allah ü teâlâlnın, Cehennem adlı bir yeri vardır. Ve seni oraya; bekçi ta’yîri etmiştir!.. Bu görevi iyi yapman için de sana; üç kuvvet bahşedilmiştir ki, bunlar: mal, kılıç ve kırbaçtır!.. İnsanları bu üç şeyle, Cehennemden uzaklaştırabilirsin!… (%)Muhtâc biri gelirse; ona elindeki maldan ver de, isyâna kalkışmasın!.. (2) Allah ü tealânın emirlerine karşı gelenleri ise; kırbaçla yola getirip, edeblendirebilirsin!.. (3) Haksız yere adam öldüren, cana kıyan ve haksızlık edenlerin karşısında; kılıcı kullan!.. Ama, şunu da unutma! Bu kuvvetleri iyi kullanmazsan; Cehenneme gidecek ilk kimse, sen olursun!..” buyurdu..
Gözleri ıslanan Halîfe; “Lütfen, biraz daha!” diyerek ricâsinı tekrarladı… Şakîk—i Belhî hazretleri de buyurdu ki: “Yâ Hârun!.. Sen; suyun menbâı (kaynağı)sın… Ta’yin ettiğin vali ve kumandanlar ise: o suyun kollan gibidirler!.. Şâyet suyun kaynağı temiz, berrak ve saf olursa; kollan da öyle olur. Suyun kollan bazı yerlerde bulanık aksa bile, pek zararı olmaz! Fakat menbâı kirli olursa; artık suyun kollarının temiz olmasını beklemek, mümkün değildir…” dedi.
Sonra Hârunü’r—Reşîd ile Hazreti Şakîk, karşılıklı konuşmağa koyuldular. Bir ara hazret sordu: “Ey Halîfe!.. Farzet ki, büyük bir çölde kaybolmuşsun!.. Susuzluktan ölmek üzeresin!.. İşte o sırada birisi gelip, elindeki su dolu kırbayı sana satmak istese; kaç para verirsin?” Halîfe gülerek; “Ne kadar istese, veririm” itirâfında bulundu…
“Peki!., o suya karşı; servetinin yansım istese, verir misin?” “Tabiî!”
Hazreti Şakîk devamla: “Doğru söyledin, ey halîfe.. Diyelim ki, servetinin yarısıyla aldığın suyu içtin… Bir müddet yaşamayı hakkettin!.. Fakat az zaman sonra; içtiğin o suyu çıkarman gerekir! Ama buna muvaffak olamıyorsun!.. Bütün uğraşmana rağmen, bir türlü idrar yapamıyorsun!.. Öyle ki, sıkıntıdan ölecek hâle geldin!.. İşte o ânında; karşına birisi çıkıyor ve: ‘Sıkıntını, tedâvi edebilirim!.. Ancak servetinin öbür yarısını da, ben isterim!…’ dese, ne cevap verirsin?”
Halîfe başım sallıyarak: “Elbette râzı olurum!..” dedi… Bunun üzerine, Şakîk—i Belhî (rh.a.): “Öyleyse, ey Emî- rü’l-Mü’minîri!.. Önce içtiğin, sonra da idrar yoluyla dışan attığın; bir yudum su kıymetinde bile olmayan servetine, sakın güvenme!.. Hiç kimseye karşı mal, mülk ve servetinle öğün- me!;.” buyurdu… Hârunü’r—Reşîd çok ağladı ve Hazreti Şeyhe, büyük saygı ve sevgi hissetti.
“Tevekkül ne güzel azıktır”
Başka zamanlardan, birçok müsl(imanlar da, kendisine sordu: «Akıllı kimdir?”
“Dünyâyı sevmeyen kişi; akıllıdır…”
“Derviş kimdir?”
“Allah ü teâlânın rızâsına dileyen kimse derviştir. Onların arzûlari; dünyâya değil, âhirete âittir…”
“Zengin kimdir?”
“Rabbi teâlânın takdir edip verdiğine kanâat eden; zengindir!..”
“Cimri kimdir?”
“Rabbü’l-Âlemî’nin ihsân buyurduğu ni’metleri, onun mahlûkundan esirgeyen; cimrilerdir…”
“Zekî kimdir?”
“Şu fâni dünyânın, aldatıcı ve yalan zevklerine aldanmayan insan; zekîdir.”
“İnsanlardan en fazla, kimleri seversiniz?”
“Misâfırleri çok severim!… Çünkü, rızkını, Allah ü teâlâ veriyor… Ben hiçbir şey yapmadığım hâlde; Rabbi teâlâ bana da sevâb yazıyor!..”
“Sevgili Peygamberimizin hadîs-i şerifleri arasından seçtiklerinizi, bize de bildirir misiniz?”
Hazreti Şakîk biraz düşündükten sonra, şöyle konuştu: “Dörtbin hadîs-i şerîf arasından, dörtyüz tânesini; onlar arasından kırk tânesini; ve onlar arasından da, şu dört hadîs-i şerifi seçtim: “(1) Kalbini, kadına bağlama!.. Çünkü bugün senin ise, yârın başkasımndır!Eğer (dâima) kadına itâ’at edersen, Cehenneme atılırsın. (2) Kâlbini, mala bağlama!.. Çünkü mal, sana emânettir. Ve bugün senin, yârın başkasının elindedir. Başkasının malı için ise, kendini yorma!.. Elde edenin hoşuna gider ama; günâhı sanadır!.. Şâyet kalbini mala
bağlarsan; Allah ü teâlânm haklarım gözetemezsin. Yüreğu ne, fakirlik korkusu girer ve şeytâna uyarsın!.. (3) Herhangi bir husûsta, kalbinde sıkıntı duyarsan; o şeyi terketf.. Zîrâ mü’mînin kalbi, şâhittir. Şüpheli şeylerden sıkılır. Helâlde ise, sükûnet bulur… (4) Bir iş, makbul (kabûl olunacak) hükmüne varmadan; (sakın) o işi yapma!.. buyurulmuştur.
Bir defa talebeleriyle, yolda gidiyorlardı… Tanıdığı bir, gayr-ı müslimle karşılaştı… Gayr-ı müslim, saygıyla selâm verdi ve sordu: “Yâ şeyh!.. Bir insan, Allah ü teâlâya sırf kendisine nzık verdiği için îmân ve” ibâdet ederse; o kimsenin yaptığı yalancılık değil midir?”
Hazreti Şakîk-i Belhî, talebelerine dönerek: “Bu doğru sözü; bir yere yazınız!.. Olabilir ki, unuturuz…” buyurdu…
Gayr-ı müslim utanarak: “Aman efendim!… Sizin kadar yüksek bir zât; benim gibi basit bir kimsenin sözüne, nasıl önem verebilir?..” diye konuştu…
Ona karşı, Belhî hazretleri ise: “Evet, bizler!.. Kim olursa olsun; doğru söyleyenin sözünü alır, kabûl ederiz… Çünkü sevgili Peygamberimiz buyurmuşlar ki: Hikmet; mü’mînin yitiğidir (kaybettiği malıdır)!.. Nerede bulursa, alsın cevabını verdi…
Hayret ve hayranlık hisleri içinde kalan, gayr-ı müslim: “Yâ Şakîk!.. Şüphesiz senin dînin; hak dîndir… Çünkü Hazreti Peygamber; tevâzu ile ‘hakkı’ kabûl etmeyi emrediyor… Artık bana da İslâm’ı iyice anlat ki; o şerefe ben de nâil olayım” dedi ve oracıkta şehâdet kelimesini tekrarlayıp, müslümân oldu…
Hazreti Şeyh: “Mübârek bir zâtın, güzel hâlleri anlatıldığı zaman; herhangi bir kimsenin kalbinde, o zâta karşı muhabbet belirmezse; iyi biliniz ki o insan kötüdür!..” buyurdu.
Zengin müslümanlardan biri, Şakîk-i Belhî’ye müracaatla: “Yâ, Ebû Ali!.. Dilersen senin bütün ihtiyâçlarını, ben kendi malımdan karşılayayım…” teklifinde bulundu…
O da ciddiyetle: “Kabûl ediyorum ama; (a) Bana verdiklerinden dolayı, hazînende eksilme olmaması; (b) Hırsızlar tarafından, malının çalınması, (c) Birgün pişmân olup; bana nafaka vermekten vazgeçmemen, (d) Bende bir kabahat görüp; nafakamı kesmemen, (e) Ölümünden sonra da; benim ihtiyaçlarımı görmem… mümkün ise; teklifini kabûl ederim?./ ce vabnı verdi…
Adamcağızın bir şey söylemesini beklemeden: “Hâlbuki benim rızkımı; öyle bir Zât ihsân ediyor ki, (a) Bütün mahlûkatın yiyecek ve ihtiyaçlarım verdiği hâlde; hazînesinde hiç eksilme olmuyor., (b) Bütün günâh ve kusûrlarımı gördüğü ve bildiği hâlde; ihsân ve merhameti hiç kesilmiyor… (c) Kendisi için ölüm; aslâ mevzu-u bahs değildir… Böyle büyük bir Zât, rızkıma kefil iken; kendim gibi ölümlü bir kimseye el açmam akılsızlık değil midir?.. Benim rızkım ve şükrüm, ancak Rabbime’dir” buyurdu. O zaman zengin kimse de, sükût edip başım eğdi…
Başka bir müslüman gelerek; hacca niyetlendiğini, vedâ ve helâlleşmek üzere, ziyâret ettiğini bildirdi… Hazreti Şakîk sordu: “Yol azığın nedir?”
O müslüman da, şöyle cevap verdi: “Allah ü teâlânın takdir buyurduğu nzkımın, mutlaka bana ulaşacağını… Benim rızkımı, başka kimsenin alamayacağım… Rabbi teâlânın heryerde ve her zaman benimle olduğunu… Bütün hâllerimi, benden daha iyi bildiğini… biliyorum!” dedi…
Hazreti Şeyh tebessüm ederek: “Ne kadar güzel, yol azığın, var!.. Güle güle git, kardeşim… Tevekkül, işte böyle olmalı!..” buyurdu.
Daha sonra da: “Ey müslümanlar!.. Rızkı hakkında Allaha (c.c.) tevekkül eden kimsenin; güzel huylan artar, cömert olur ve ibâdetine, vesvese karışmaz!..” müjdesini verdi…
Sözlerine devamla: “Her kim de; müslümanlar arasını açmak üzere gıybet ve dedikodu yaparsa; onlara iftira edip, söz götürüp getirirse; müslümanlarm kalblerini kırıp, incitirse; on- I lan kendinden aşağı görürse!., o kimse ancak, Şeytânın oyun- I cağı olur! Dünyâda fakir, âhirette hor ve zelil kalır” buyurdu.
Hazreti Şakîk’in yanına, bir ihtiyar yaklaşarak: “Yâ Ebû Ali! I Allah ü teâlâya artık, tevbe etmek istiyorum. Bana yol gösterir I misin?” dedi… Hazreti Şakîk, onun bembeyaz saç ve sakallarını süzdü de: “Keşke, bu kadar gecikmeseydin!” deyiverdi.. O za- I man ihtiyar: “Ölmeden önce geldiğim için; erken sayılmaz I mı?” diye sordu… Hazreti Şakîk: “Doğru söylüyorsun! Hoş geldin ve iyi ki geldin…” buyurdu…
Geç de olsa, ihtiyar müslüman; tevbe-i nasûh ile, sözünde sebât eyledi… Şakîk-i Belhî hazretleri ise; “Ölüme şimdiden hazırlanmalı. Çünkü geldi mi; bir daha geri gönderemezsiniz!., j Ve ilerde, tevbe ederim diye; günâha devam edenler! Daha ya- I şımız küçük, nasıl olsa yaşarız ümidiyle; tevbeyi geciktirenler! Allah ü teâlânın affı ve rahmeti boldur diyerek; tevbe etmeyenler!… Çok büyük gaflet ve felâket içindedirler…” buyurdu…
* * *
Dostları sordular: “Yâ Şakîk!.. Dostlara sevgimizin; ‘Allah rızâsı’ için olduğunu, nasıl anlayabiliriz?”
“Sana ikamda bulunan kimse ile; senin ikramda bulundu- | ğun kimsenin; kalbindeki kıymetlerini ölç!.. Senin ikrâmda bulunduğun dostunun sevgisi fazla ise; ‘Allah rızâsı için’ olduğu anlaşılır. Yok sana ikrâm eden kimsenin sevgisi ağır bası- yorsa; bu dostluk, menfaat içindir…”
“Allah ü teâlânın rahmet ve azâbının alâmetleri nelerdir?” “Allah ü teâlânın rahmetinin alâmeti; ihlâsla ve çok ibâdet etmektir… Azâbından korkmanın alâmeti ise; haramları terketmektir… ” buyurdu…