ŞEYTANIN DÜŞMANLARI VE DOSTLARI - kainatingunesi.com

ŞEYTANIN HİLELERİ

Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh), “Şeceret-ül-Kevn” isimli risalesinde buyuruyor ki: İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfi, Mu’âz bin Cebel şöyle rivâyet etti: “Birgün Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) ile birlikte, Ensârdan birinin evinde toplanmıştık. Cemâat hâlinde otururken kapı vurularak; “Ey ev sahibi! İçeridekiler! İçeri girmem için bana izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim ve görülecek bir işim var” dedi. Bunun üzerine herkes, Resûlullahın (aleyhisselâm ) mübârek yüzüne bakmaya başladı. Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm ) duruma vâkıf oldu ve buyurdu ki: “Bu seslenen kimdir, bilir misiniz?” Biz hep birden; “Allahü teâlânın Resûlü daha iyi bilir” dedik. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (aleyhisselâm); “O, la’in İblîs’tir. Allahın la’neti onun üzerine olsun” buyurdu. Bunun üzerine hemen Hazreti Ömer, “Yâ Resûlallah! izin veriniz onu öldüreyim” dedi. Peygamber efendimiz, bu izni vermeyip buyurdular ki; “Dur, yâ Ömer! Bilmiyor musun ki, ona belli bir zamana kadar mühlet verilmiştir, öldürmeyi bırak.” Sonra şöyle buyurdu: “Kapıyı ona açın gelsin. O buraya gelmek için izin almıştır. Diyeceklerini anlamaya çalışınız. Size anlatacaklarını iyi dinleyiniz!”

Kapıyı ona açtılar, içeri ihtiyâr bir kimse girdi. Gözü şaşı idi. Köse olan çenesinde, altı veya yedi kadar kıl sallanıyordu. At kılı gibiydi. Gözleri yukarı doğru açılmıştı. Dudakları, bir manda dudağına benziyordu. Sonra şöyle selâm verdi: “Selâm sana Yâ Muhammed! Selâm size ey cemâat-ı müslimîn!” Onun bu selâmına Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) şöyle mukâbele buyurdular: “Selâm Allahındır yâ la’in! Bir iş için geldiğini duydum. Nedir o iş?” Şeytan şöyle anlattı: “Benim buraya gelişim, kendi arzumla değildir. Mecbûr kaldığım için geldim.”Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm ); “Nedir o mecbûriyet?” diye sordular. Şeytan; “İzzet sahibi olan Allahın katından bana bir melek gelip dedi ki: “Allahü teâlâ sana emrediyor. Zelîl bir hâlde, tevâzu ile habîbim Muhammedin huzûruna gideceksin. Âdemoğullarını nasıl aldattığını, O’na bir bir anlatacaksın. Sonra O, sana ne sorarsa, doğrusunu söyleyeceksin. Söylediklerine bir yalan katarak doğruyu söylemezsen, seni kül ederim. Rüzgâr savurur. Düşmanlarının önünde seni rüsvâ ederim” buyurdu. “Yâ Muhammed! işte sana bunun için geldim, istediğini bana sor. Şayet bana sorduklarına doğru cevap vermezsem, düşmanlarım benimle eğlenecek. Muhakkak olan şudur ki, düşmanlarımın eğlencesi olmaktan bana daha ağır ve zor gelen birşey yoktur” dedi! Bundan sonra Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Madem ki sözlerinde doğru olacaksın, o halde bana anlat: Halk arasında en çok sevmediğin kimdir?” İblîs la’ininin cevâbı biraz gecikti. Zira Resûlullahın şahsı ile alâkalı idi. Bu konuşmaları hepimiz merakla ve sabırla dinliyorduk. Çünkü bu konuşma, ümmet-i Muhammedin geleceği ile alâkalı idi. Belki de böyle bir hâdiseye bir daha rastlıyamayacak, düşmanımızın tavrını tesbitte güçlük çekecektik. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm ) sorusunu tekrarladılar “Madem ki yalan söylemeyeceksin, o hâlde bana anlat. En çok sevmediğin kimdir?” Şeytan, “Sensin Yâ Muhammed! Allahın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Sonra, senin gibi kim olabilir ki?” diye cevap verdi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) tekrar sordular

“Benden sonra ençok kimlere buğz edip sevmezsin?” Şeytan; “Allahın emir ve yasaklarına uyan, haramlardan kaçınan, varlığını Allah yoluna veren bir gence buğz edip, onu sevmem” dedi. Bundan sonraki konuşmalar soru-cevap şeklinde şöyle devam etti: Peygamberimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Sonra kimi sevmezsin?” “Din-i İslama hizmette sabırlı olup, şüpheli işlerden sakınan âlimi” “Sonra” “İhtiyâcını hiç kimseye söylemiyen ve hâlinden şikâyet etmiyen sabırlı fakiri.” “Peki, bu fakirin sabırlı olduğunu nereden bilirsin?” “Ey Muhammed! ihtiyâcını kendi gibi birisine açmaz! Her kim ihtiyâcını kendi gibi birine üç gün üst üste anlatırsa, Allah onu sabredenlerden saymaz. Sabreden kimse böyle olmaz. Dolayısıyla onun sabrını, hâlinden, tavrından ve şikâyet etmeyişinden anlarım.” “Sonra kim?” “Şükreden zengin.” “Peki o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın?” “Aldığını helâl yoldan kazanıyor ve hayırlı olan yere harcediyorsa, bilirim ki o şükreden bir zengindir.” Peygamber efendimiz mevzûu değiştirerek buyurdu ki: “Peki ümmetim namaza kalkınca senin hâlin nice olur?” “Yâ Muhammed! Beni bir sıtma tutar, titrerim.” “Neden böyle oluyorsun ey la’in?” “Çünkü, bir kul Allah için secde ederse, bir derece yükselir.” “Peki ya oruç tuttukları zaman nasıl olursun?” “Onlar iftar edinceye kadar bağlanırım.” “Ya hac yaptıkları zaman nasıl olursun?” “O zaman çıldırırım.” “Ya Kur’ân-ı kerîm okudukları zaman nasıl olursun?” “O zaman da tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi eririm.” “Ya sadaka verdikleri zaman hâlin nasıl olur?” “İşte o zaman hâlim pek yaman olur. Sanki sadaka veren, testereyi eline alıp beni ikiye böler.” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) “Neden böyle testere ile ikiye biçilirsin yâ Ebâ Mürre?” diye sebebini sordular. Bunun üzerine şeytan, “Anlatayım. Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Bunlar: 1. Allah sadaka verenin malına bereket ihsân eder. 2. O sadaka, vereni, insanlara sevdirir. 3. Allahü teâlâ, onun verdiği sadakayı Cehennemle arasında bir perde yapar. 4. Allahü teâlâ, belâyı, sıkıntıyı ve günahları ondan def eder.”

Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) Eshâb-ı Kirâm hakkında da ba’zı sorular sordu: “Ebû Bekr için ne dersin?” Şeytan dedi ki: “O, bana câhiliyet devrinde dahî itaat etmedi, İslâma girdikten sonra bana nasıl itaat eder?” “Peki ya Ömer bin Hattâb için ne dersin?” İblîs dedi ki: “Allaha yemîn

ederim ki, onu her gördüğüm yerden kaçtım.” “Peki, Osman bin Affân için ne dersin?” İblîs dedi ki: “Ondan çok utanırım. Allahü teâlânın melekleri ondan nasıl utanırlarsa, ben de öyle utanırım.”

“Peki, Ali bin Ebî Talib için ne dersin?” “Onun elinden bir kurtulabilsem, benim yakamı bırakıp kendi başıma bir kalabilsem. Fakat o beni hiç bırakmaz.”

Bundan sonra Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Ümmetime saadet ihsân eden, seni de tâ belli bir zamana kadar şaki kılan Allaha hamdolsun.” Bu sözleri işiten la’in şeytan şöyle dedi: “Heyhat! Ümmetinin saadeti nerede? Ben, o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmetin için kendini nasıl rahat hissedersin. Ben, onların damarlarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu hâlimi göremez ve bilemezler. Beni yaratan ve kıyâmet kopuncaya kadar bana hayat veren Allaha yemîn ederim ki, onların hepsini azdırırım. Câhillerini ve âlimlerini, ümmîlerini ve okumuşlarını, fâcirlerini ve âbidlerini, hâsılı bunların hiçbiri elimden kurtulamaz. Ancak Allahın ihlâslı olan hâlis kullarını azdıramam.” Peygamberimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Sana göre ihlâs sahibi olan muhlis kullar kimlerdir?” İblîs dedi ki: “Yâ Muhammed! Bir kimse parasının, malının ve mülkünün sevgisini kalbine koymuşsa, o ihlâs sahibi değildir. Para ve mal sevgisini kalbine koymamışsa, övülmekten ve medhedilmekten hoşlanmıyorsa, bilirim ki o ihlâs sahibidir. Hemen onu bırakıp kaçarım. Bir kimse, malı ve övülmeyi sevdiği, kalbi de dünyâ arzularına bağlı kaldığı müddetçe, bana ençok itaat edenler arasına girmiştir. Bildiğiniz gibi mal sevgisi, büyük günahların en büyüğüdür. Ayrıca baş olma sevgisi de büyük günahların arasındadır.

Yâ Muhammed! Bilmez misin ki, benim yetmişbin çocuğum var. Bunların herbirinin vazîfesi başkadır. Ayrıca herbirine yetmişbin şeytan yardımcıdır. Bunların bir kısmını, âlimlerin yoldan çıkması için vazîfelendirdim. Bir kısmını gençlere yolladım. Ba’zılarını ihtiyâr kadınlara musallat ettim. Gençlerle aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla çok iyi geçiniriz. Çocuklar ise bizimkilerle istedikleri gibi oynarlar. Çocuklarımın bir kısmını âbidlerin, bir kısmını da zâhidlerin peşine gönderdim. Onlar, bunların yanına girer, hâlden hâle sokarlar. Bir tepeden diğerine dolaştırıp dururlar. O hâle gelirler ki, sebeblerden herhangi birine sövmeye başlarlar, işte böylece onları ihlâssız hâle getiririm. Artık yaptıkları ibâdeti ihlâssız yaparlar da farkında bile olmazlar. Bilmezmisin yâ Muhammed? Râhib Bersisa, Allaha tam yetmiş yıl ihlâs ile ibâdet etti. Ona öyle ihsânlarda bulunuldu ki, her duâ ettiği hasta, onun duâsı bereketiyle şifâ buluyordu. Onun peşine takıldım, hiç bırakmadım. Zinâ etti, katil oldu. Sonunda da küfre girip kâfir oldu.”

İblîs, bundan sonra kötü huylar üzerinde durarak, bunların herbirinden nasıl istifâde ettiğini anlattı.

“Yâ Muhammed! Bilirsin ki, yalan bendendir ve ilk yalan söyleyen de

benim. Kim yalan söylerse, o benim dostumdur. Kim yalan yere yemîn ederse,

o da benim sevgilimdir. Âdem’e ve Havva’ya yalan yere Allah adına yemîn

ettim, dedim ki: “Muhakkak, ben size nasihat ediyorum.” Bunu yaparım,

çünkü yalan yere yemîn gönlümün eğlencesidir. Gıybet ve koğuculuk, benim meyvelerim ve şenliğimdir.

Yâ Muhammed! Şimdi de namazını kılmayıp da tehir edenleri anlatayım. O, her ne zaman namaza kalkmak isterse tutar, ona vesvese veririm. Derim ki, henüz vakit var. Sen ise meşgûlsün. Şimdilik işine bak, sonra kılarsın. Böylece o, vakti çıktıktan sonra namazını kılar. Bu sebepten, onun kıldığı namazı yüzüne atılır. Şayet o kimse beni mağlup ederse, ona insan şeytanlarından birini gönderirim. Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkoyarım. O, bunda da beni mağlup ederse, bu defa onun hesabını namazda görmeye bakarım. O namazda iken, “Sağa bak, sola bak” derim. O da bakar. Bakınca, onun yüzünü okşar, alnından öperim. Sonra ona; “Sen yaramaz bir iş yaptın” diyerek huzûrunu bozarım. Şayet yine ona mağlup olursam, tek başına namaz kıldığı zaman yanına giderim. Ve, çabuk çabuk kılmasını emrederim. O da, namazını çabuk kılmaya başlar. Tıpkı horozun, gagasıyla yerden birşeyler topladığı gibi. Bu işi ona yaptıramazsam, bu defa cemâatle namaz kılarken onun yanına varırım. Başına bir gem takar, başını İmâmdan evvel secdeden ve rükû’dan kaldırırım. Yine İmâmdan evvel de secde ve rükû’ yaptırırım. O böyle yaptığı için, kıyâmet günü Allah onun başını merkep başına çevirir. O kimse beni burada da mağlup ederse, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrederim. Böylece o kimse, beni tesbih edenlerden olur. Şayet bu işi ona namaz içinde yaptıramazsam, ona esneme veririm. Bu esneme esnasında elini ağzına kapamazsa, onun içine küçük bir şeytan girer. Onun dünyâ hırsını ve dünyâya olan bağlarını çoğaltır, işte bundan sonra o kimse, bize hep itaat edenlerden olur. Sözümü dinler, dediklerimi yapar.”

Şeytan konuşmasına devam ederek dedi ki: “Sen, ümmetinin saadeti için nasıl ferah duyabilirsin ki? Ben onlara ne tuzaklar kurarım, ne tuzaklar… Onların miskinlerine çaresizlerine ve zavallılarına giderim. Namazı bırakmalarını emreder, namaz size göre değildir. O Allahın afiyet ihsân ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir derim. Sonra hastalara gider, namaz kılmayı bırakın, derim. Çünkü Allahü teâlâ; “Hastalara zorluk yok” buyurdu. İyi olduğun zaman çokça kılarsın derim. O da böylece namazını bırakır. Hattâ küfre bile girebilir. Şayet hastalığında namazı terkederek ölüp giderse, Allahü teâlâyı gadaplı bulur.”

İblîs konuşmasına şöyle devam etti: “Yâ Muhammed! Eğer sözlerime yalan kattımsa beni akrep soksun. Eğer yalan söyledimse, Allahtan dile, beni kül eylesin. Yâ Muhammed! Sen ümmetin için nasıl ferah duyarsın? Ben onların altıdabirini dinden çıkardım.” Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Ey la’in! Senin oturma arkadaşın kimdir?” İblîs dedi ki: “Faiz yiyen.” “Dostun kim?” “Zinâ eden.” “Yatak arkadaşın kim?” “Sarhoş.” “Misâfirin kim?” “Hırsız.” “Elçin kim?” “Sihirbazlar.” “Gözünün nûru nedir?” “Hanım boşamak.” “Sevgilin kimdir?” “Cum’a namazını bırakanlar.”

Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) bu sefer başka bir mevzûya geçti.Buyurdu ki: “Ey la’in! Senin kalbini ne kırar? İblîs: “Allah yolunda cihâda giden atların kişnemesi” dedi. “Peki, senin cismini ne eritir?” “Tövbe edenlerin tövbesi.” “Ciğerini ne parçalar ve ne çürütür?” “Gece ve gündüz yapılan istiğfar.” “Yüzünü ne buruşdurur?” “Gizli verilen sadaka.” “Gözlerini kör eden nedir?” “Gece kılınan namaz.” “Başını eğdiren nedir?” “Cemâatle kılınan namaz.”

Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm), başka bir mevzûya geçerek buyurdular ki: “Ey İblîs! Seni işinden alıkoyan nedir?” “Ulemâ meclisleri” “Yemeğini nasıl yersin?” “Sol elimle ve parmağımın ucuyla.” “Peki, sam yeli esip, ortalığı sıcaklık bastığı zaman çocuklarını nerede gölgelendirirsin?” “İnsanların uzamış tırnakları arasında.”

Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) başka bir mevzûda tekrar buyurdular ki: “Ey İblîs! Rabbinden neler taleb ettin?” “On şey taleb ettim:

1. Allahtan, beni insanların malına ve evlâdına ortak etmesini istedim. Kabûl etti. Her Besmelesiz kesilen hayvan etinden, faiz ve haram karışan yemekten de yerim. Şeytandan, Allaha sığınılmayan malın da ortağıyım. Hanımı ile cinsî yakınlık ânında, şeytandan Allaha sığınmayan kimse ile beraber olurum. Bu yakınlıktan meydana gelen çocuk, bize itaat eder, sözümüzü dinler. Her kim hayvana binerken helâl olan yere gitmeyi değil de, aksini isteyerek binerse, ben de onunla beraber binerim. Yol ve binek arkadaşı olurum.

2. Allahü teâlâdan bir ev vermesini istedim. Bana hamamları ev olarak verdi.

3. Bir mescid vermesini istedim. Pazar yerlerini bana mescid olarak verdi.

4. Okuyacağım bir kitap istedim. Bana (müstehcen) şiirleri okuma kitabı olarak verdi.

5. Benim için bir ezan vermesini istedim. Çalgı âletlerini verdi.

6. Bir yatak arkadaşı istedim. Sarhoşları verdi.

7. Bana yardımcılar vermesini istedim. Kaderiye bozuk fırkasına mensûp olanları verdi.

8. Bana kardeşler vermesini istedim. Mallarını boş yere isrâf edenleri ve parasını günah olan yerlere harcayanları verdi. Bu durum, Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle anlatılmaktadır “Çünkü isrâf yapanlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankör bulunuyor.” Bir ara sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm); “Eğer söylediklerini Allahü teâlânın kitabındaki âyetlerle isbât etmeseydin seni tasdik etmezdim.” buyurdular.

9. “Yâ Muhammed! Allahtan, Âdemoğulları beni görmesin, fakat ben onları göreyim istedim. Bu dileğimi de kabûl etti.

10. Âdemoğullarının damarlarını bana yol yapmasını istedim. Bu da oldu. Böylece ben, onlar arasında akıp giderim. İstediğim gibi gezerim. Bütün bu isteklerimin hepsinin bana ihsân edildiği bildirildi. İşte ben bu hâllerimle iftihar ederim. Şunu da söyleyeyim ki, benimle beraber olanlar, seninle beraber olanlardan daha çoktur. Bu şekilde, kıyâmete kadar Âdemoğullarının çoğu benimle beraberdirler. Benim bir oğlum vardır ki, ismi Ateme’dir. Bir kimse yatsı namazını kılmadan uyursa, onun kulağına gidip bevleder. Eğer insanlar böyle olduğunu bilselerdi, imkânı yok namazını kılmadan  uyumazlardı. Benim bir oğlum daha vardır ki, onun adı da Mütekazi’dir. Bunun da vazîfesi, yapılan gizli amelleri yaymağa çalışmaktır. Bir kimse gizli bir tâat işlerse, Mütekazi onu dürter. Nihâyet o gizli amelin yayılmasına ve açığa çıkarılmasına muvaffak Olur. Böylece, Allahü teâlâ o amel sahibinin yüz sevâbından doksandokuzunu imha eder, biri kalır. Çünkü bir kulun yaptığı gizli bir amel için yüz sevâb verilir. Benim Kühayl isminde bir oğlum daha vardır. Bunun da vazîfesi, insanların gözlerine sürme çekmektir. Bilhassa âlimlerin meclislerinde ve hutbe okurken bu sürme gözlere çekildi mi, uyuklamaya başlarlar. Konuşan âlimin sözlerini işitmez ve hiç sevâb alamamış olurlar.”

İblîs sözüne şöyle devam etti: “Hangi kadın olursa olsun, onun kucağına bir şeytan oturur. Kadın kalktığı zaman da, oturduğu yere bir şeytan oturur. Kadını, bakanlara güzel gösterir. Sonra kadına ba’zı emirler verir. Meselâ; elini, kolunu dışarı çıkarıp göster, der. O da bu emri yerine getirir, elini kolunu açar gösterir. Böylece o kadının haya perdesini tırnakları ile yırtar.”

İblîs, bundan sonra Peygamberimize (aleyhisselâm) kendi durumunu anlatmaya başladı. “Yâ Muhammed! Bir kimseyi ben kendi elimle dalâlete sürükleyemem. Ben ancak, vesvese veririm ve o şeyi güzel gösteririm. Hepsi o kadar. Eğer dalâlete sürüklemek elimde olsaydı, yeryüzünde “Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allahın Resûlüdür” diyen herkesi, oruç tutanı ve namaz kılanı dahî hiç bırakmaz, hepsini dalâlete düşürürdüm. Nasıl ki, senin elinde hidâyet cinsinden birşey yoksa, benim de o kimseyi doğru yoldan çıkaracağıma dâir birşey yoktur. Sen, ancak Allahın Resûlüsün ve tebliğ etmeye me’mursun. Eğer hidâyet elinde olsaydı, yeryüzünde bir tek kâfir bırakmazdın. Sen, Allahın yarattığı insanlar üzerine bir huccetsin. Ben de, kendisi için ezelde şaki yazılan kimselere bir sebebim. Saîd olanlar tâ ana karnında iken sa’îddir. Şaki olan da, ana karnında iken şakidir. Se’âdet ehlinden yapan da, şekavet ehlinden yapan da Allahtır.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ): “Ey Ebâ Mürre! Acaba senin bir tövbe etmen ve Allahü teâlâya dönmen mümkün değil mi? Cennete girmene kefil olurum. Söz veririm” buyurdu. Bunun üzerine şeytan; “Yâ Muhammed! iş, verilen hükme göre oldu. Kıyâmete kadar takdîr edilen işler olacaktır. Seni Peygamberlerin efendisi kılan, Cennet ehlinin hatîbi eyleyen ve seni halkı içinden seçen ve onların arasında gözde yapan, beni de şakilerin efendisi kılan ve Cehennem ehlinin odunu eyleyen Allahü teâlâ, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Son sözümü söylüyorum ki, bu anlattıklarımın hepsi de doğrudur.”                                

Kaynak: (İslam Alimleri Ansiklopedisi, 9. Cild, s160-165)