
Seyyid Abdülhakim Arvasi
Abdülkadir Binbaşıoğlu anlattı: “Bir yaz günü idi. Efendi Hazretleri ile beraber hamama gittik. Efendi Baba’nın sırtını keseledim. Çok memnun oldu, rahatladı. Sonra Eyyûb Sultan Câmi-i şerîfinde öğle namazını kıldık. Bana ‘Sen Hazret-i Hâlid‘i gördün mü?’ diye sordu. Beraberce türbeye girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayakucunda, yanyana diz üstünde oturduk. ‘Yanıma sokul, gözlerini kapa!’ buyurdu. Gözlerimi kapa!” buyurdu. Gözlerimi kapayınca, Hazret-i Hâlid radıyallahü anh ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeble seyr ediyordum. “Gözünü aç!’ buyurdu. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa indik. İkindi okunuyordu. ‘Ne gördün?’ diye sordu. Anlattım Ben hayatta iken kimseye söyleme!’ buyurdu. Efendi Hazretleri’nin sağlığında, o kadar tasarrufları altında idik. O’nun sohbetinde o derece yakin sahibi olmuş, o derece feyz ve nur iktibâs ediyorduk ki; bazan namazda, Kur’an-ı kerimin bütün manasını huzûrî bir ilimle biliyordum düşüncesinde olurdum.”
NE GÖRDÜN?
Şâkir Efendi anlattı: “Birgün Efendi Hazretleri ile beraber, Üsküdar’da, Zeyneb Kâmil’de medfun Şeyh Abdülfettah Akrî hazretlerini ziyarete gittik. Kendisi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halifelerinden idi. Efendi Hazretleri edeben, ayakkabılarını çıkarıp, kabre yaklaştı. Bana dönerek: ‘Râbıta et ve gördüğünü söyle! buyurdu. Râbıta ettim ve “Uzun boylu, esmer bir zât gördüm” dedim. ‘Evet, öyle. Tıpkı dediğin gibi” buyurdular. Efendi Hazretleri, zaman zaman bu büyük zât ile mâna al konuşurlardı”.
BU HANIM KİMDİ?
Hasan Hâfız anlattı: “Efendi Hazretleri ile dergâhta oturuyorduk içeriye bir hanım girdi. Ben edeben gözlerimi kapattım. Efendi Hazretleri’nin bu hanıma vâlide diye hitab ettiğini işittim. Hanım, çıkarken benim omuzumu sıvazladı. Efendi Hazretleri, ‘Bu hanım kimdi biliyor musun?’ diye sordu ve ‘Vâlidem Hazret-i Fâtıma idi’ diyerek cevabını da kendisi verdi.” [Torunu Seyyid Taha Üçışık’tan]
HAYDİ GİDİNİZ!
Hilmi Işık Efendi anlattı: “Dârüşşafaka Türkçe muallimi Rıfkı Beyle birlikte Efendi Hazretleri’ne gitmiştik. Yatsı namazından sonra hiç konuşmuyor, ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmiş, yere bakarak düşünceli, dalgın oturuyordu. Sıkıntılı olduğu anlaşılıyordu. Birden: ‘Haydi, kalkınız, gidiniz!’ dedi. Halbuki böyle demek hiç âdeti değildi. Gitmek için izin istenirdi. Her zaman olduğu gibi, el öpmek istediğimizde: ‘Haydi durmayın çabuk gidin!’ dedi. Rıfkı Bey, hemen bahçeye ve sonra da sokağa çıktı. Ben eğilip ayakkabılarımın iplerini bağlarken yanıma biri gelip, “Ne duruyorsun? Haydi git!’ dedi. Bu zât, Abdülhakîm Efendi idi. Ayakkabılarımı bağlıyorum efendim’ dedim. Askerî botların iplerinin bağlanması uzun sürüyordu. “Git, sokakta bağla, burada durma!’ dedi. Koşarak gittim. Yokuştan aşağı doğru inerken, Rıfkı Bey, tekkede eski olduğu için, ‘Yarın bunun sebebi ortaya çıkar. Biz de anlarız’ dedi. Ertesi gün işitildi ki, biz ön kapıdan çıktıktan birkaç dakika sonra, arka kapıdan bahçeye yirmi kadar polis girmiş, evi aramışlar. Abdülhakim Efendi’yi emniyet müdürlüğüne, oradan da Menemen’e götürmüşler. Eğer bizi yollamasaydı, tevkif edilecektik”.
RÜYADAKİ GİBİ
Ziva Akışık Bey anlattı: “Rüyada Abdülhakim Efendi’nin elinin ayasını öpmüştüm. Ertesi gün Eyyüb Sultan’daki evine giderek, rüyamı anlatmak istedim. Gittim. Her zaman olduğu gibi, elini öpmek için eğildidimde, mübarek elini, ayası yukarı doğru olarak uzattı ve: ‘Gece, rüyada öptüğün gibi öp!’ buyurdu ve iltifat ederek çok şeyler anlattı”
GÖTÜRÜN
Şâkir Efendi anlattı: “Aktar Abidin Bey vefat etmişti. Tabutu, dik yokuştan yukarı çıkarılıp, setin önünden geçirilerek biraz ilerideki kabrine götürülürken, dergâhın önüne geldiğinde, Abdülhakîm Efendi setin üstüne çıkıp cenazeye bakmaya başladı. Cenaze o anda durdu. Taşıyamadılar. Tabut birden Efendi Hazretleri’ne doğru dönmeğe başladı. Taşıyanlar ise, hayretle oldukları yerde durakaldılar. Efendi Baba, kısa ve kimsenin duymadığı bir duadan sonra, elleri ile ‘Götürün!’ diye işaret buyurdu ve tabut yoluna devam etti”
HARBE GİRİLMEZ
Necib Fâzıl Bey anlattı: “Sene 1941. Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da, üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin, bir an meselesi olduğuna kâni idim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyordum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarında birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât vardı. Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyâzî bir vâkı’a hâlinde gösteriyor ve anlatıyordum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular: Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbi’nde olduğu gibi, pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa!. Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. [Yani ekmek, şeker, gaz, bez ve sair zaruri maddeler vesikavla verilmeye baslandı.] Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve ‘Müdhiş, müdhiş! Herkes harbi beklerken, ‘Harbe girilmez!’ ve kimse vesika usulünü beklemezken olacak’ buyurmaları büyük keramet derdi.
Kaynak: Hayatı ve Hâtıralarıyla Seyyid Abdülhakîm Arvâsî s.231 – 233