TASAVVUF - kainatingunesi.com

Ahlâk ve ihlâs ilmi. İstilanda tasavvuf; kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri, kalbin ve ruhun kötülüklerden temizlenme yollarını öğreten bir ilimdir. Tasavvuf büyükleri bu ilmi, esasta aynı olmakla beraber, değişik şartlara ve durumlara göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlardan bâzıları şöyledir.

İbrahim bin Muhammed Nasrâbâdî (rahmetullahi aleyh): “Tasavvuf, Kitâb ve Sünnet’e tam bağlanmak, bid’atleri, nefsin arzu ve isteklerini terketmek, güzel ahlâk ile süslenmek, dostlarla iyi geçinip, onlara hizmette bulunmaktır.”

İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh): “Kalbi yalnız Allahü teâlâya bağlayıp, mâsivâya (Allahü teâlâdan başkasına) gönül bağlamamaktır.”

İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): “Tasavvuf, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmekte yardımcı olarak, dindeki ihlâs mertebesini elde etmeye yarar.”

Ebû Sa’d ibnü’l-Arabî: “Tasavvuf, fuzûlî, boş işleri terketmektir.”

Yine tasavvuf büyüklerinden biri; “Tasavvuf, vaktin kıymetini bilmektir.” bir diğeri de; “Tasavvuf, edeb demektir. Edebleri gözetmeyen Rabbi’nin rızâsına kavuşamaz” buyurmuşlardır.

Çeşitli tarifleri yapılan tasavvuf ve sûfî kelimelerinin hangi kökden geldiği hakkında söylenenler farklıdır. Bunlardan bâzıları: Eshâb-ı Suffa, saff-ı evvel, saf (yün), safa ve safvet (duru ve temiz) kelimeleridir. “Dünyânın safâsı gitti, kederi kaldı” hadîs-i şerîfinde safvet kökünden geldiğine işaret vardır. Ayrıca bu lafızların tasavvuf kelimesi ile mânâ yönünden münâsebetleri de zikredilmiştir. Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin bu köklerden geldiği mânâ bakımından doğru ise de, sûf müstesna, diğerlerinden sûfî şeklinde bir nisbetin yapılması Arabî’de nisbet kaidesine uymamaktadır. Bunlardan başka Yunanca’daki sophia (sofia/hikmet) kelimesinden geldiği iddia ediliyorsa da, Tasavvufun bu kelime ile hiç alâkası yoktur. Böyle olduğu hem Arabî lisânı ve hem de târih ilmi bakımından isbat edilmiştir.

Netîce olarak, hangi asldan geldiği aranmadan; kalblerini gafletten ve mâzivâya bağlanmakdan koruyan, nefslerini Allahü teâlâya itaate kavuşturan, pak ve temiz bir kalbe sâhib olanların bu hâline özel bir isim olarak tasavvuf, kendilerine de sûfî ve mutasavvıf denmişdir.

Esasen, tasavvuf ve sûfî kelimelerinin nereden geldiği, tasavvufun temel mes’elelerinden değildir. Ancak sonradan tasavvufun İslâm’a başka milletlerden geldiğini iddia eden müsteşrikler, tasavvuf ve sûfî kelimelerinin aslı mes’elesini kurcaladıklarından kelimenin aslını bilmekte fayda vardır.

İslâmî ilimlerden olan tasavvuf su iki gayeyi gerçekleştirmeye çalışır: Birincisi; Ehl-i sünnet îtikâdının yakînî ve vicdanî olmasını, yâni sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren te’sirlerle sarsılmamasını te’min içindir. Akıl ve delîl ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz, îmânın yakînî ve vicdanî olması da Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak şeklinde, zikr ile olur. Ra’d sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur.” buyrulmuştur. Zikr, kendini gafletten kurtarmak demektir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmaktır. Zikr, yalnız, Kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar “Allah” demek değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikr olur. Buna göre, dînin emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak hep zikrdir. Dînin emrettiği şekilde alışveriş yapmak zikrdir. Dîne uygun olarak yapılan her iş zikrdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve yasakların sahibi hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatları ile yapılan zikr çabuk te’sirini gösterir ve Allahü teâlânın sevgisini hâsıl eder. Bu sebeble tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîd ile zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir: Hadîs-i şerîfde; “Bir şeyi çok anan, onu çok sever” buyruldu. Dolayısıyle seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever; Allahü teâlâyı sevince kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur.

Tasavvufun ikinci gayesi de; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakda kolaylık, lezzet almanın, işleri sırf Allah için yapmanın (İhlasın), Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefsden) doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Yâni, İslâmiyet’in emirlerinin zor ve ağır gelmeden yapılmasına yardımcı olmasıdır. Yoksa tasavvuf herkesin görmediğini görmek, bilmediğini bilmek, gaybden haber vermek, nurları, ruhları ve kıymetli rüyaları görmek, havada uçmak, su üzerinde yürümek, herkesin yapamadığını yapmak için değildir. Çünkü bu hâller, fâsık veya müslüman olmayanlarda da görülebilir. Bunlara istidrâc denir. Bu hâller onların derece derece azaba ve helakine sebeb olurlar. Bunlar sâlih müslümandan görülürse keramet olur. Velî olmak için keramet sahibi olmak şart değildir. En büyük keramet ise, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır.

Tasavvuf büyükleri, tasavvufun gayelerini gerçekleştirebilmek için makâmât-ı aşere denen on şeyi esas almışlardır. Bunlar; Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamağa azm edip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mubahların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşru sebeblere yapışarak bütün işleri Hakk’a ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme, içme, giyinme ve barınacak yerde zaruret mikdârından çok istememektir. Uzlet; halkdan ayrılıp bütün ülfet ve alışkanlıklardan feragat etmektir. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâyı anmak, hatırlamakdır. Teveccüh;bütün arzu ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp, nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murakabe; kendini hesaba çekmek ve Rızâ ise Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğmektir. Bu, tasavvufda son makamdır.

Tasavvuf ilmi bu hasletlerle bezenmeyi te’min eder. Tıb ilmi, nasıl bedeni hastalıklardan korur, hastayı tedâvî eder, yâni bedenin sıhhati ile uğraşır ise; tasavvuf ilmi de, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar, ferdleri ruhen olgunlaştırır. Ruhen olgunlaşan ferdlerden meydana gelen cemiyetler huzurlu ve problemsiz olur. Tasavvuf büyükleri asırlardan beri, insanlara Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerini ve yasaklarını öğreterek, onları manevî yönden terbiye ettiler. Cemiyete; ruh, îmân, Allah ve Resûlullah sevgisi, güzel ahlâk, yardımlaşma, hareket ve canlılık verdiler. Her türlü sınıf ve imtiyaz farkını reddederek, sultanla çobanı islâm kardeşliği şuuru içinde erittiler. Bütün mü’minleri sevgili Peygamberimizin emirlerine uyarak; bir tarağın dişleri gibi yanyana getirdiler, insanları, nefsânî istekleri istikâmetinde hareket etmekten men ettiler. Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasihatlerinden nasiblerini aldıklarında, en huzurlu zamanlarını yaşadı. İnsanlar kötülüklerden ve bunalımlardan uzak durup; insanlığı ve medenîliği öğrendiler. Bundan mahrum kaldıkları vakitlerde, huzursuzluklar baş gösterdi; öldürme, intihar, geçimsizlik, boşanma, ahlâksızlık ve daha nice kötü hâller cemiyetleri içinden kemirdi.

İnsanların dünyâ ve âhirette huzur ve saadete kavuşmalarında ilk mürşidleri (yol göstericileri) ve rehberleri peygamberlerdir (aleyhimüsselâm). Bu itibârla tasavvuf ilmi, peygamberlikle başlar. Her peygamber ümmeti arasında Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tatbik ettiği gibi, sâhib oldukları yüksek vasıflarından ve hâllerinden ümmetlerinin seçkinlerini de faydalandırmışlar, feyzlerini onların kalblerine akıtmışlardır. Böylece îmânın kalblere iyice yerleşip sinmesine, zahirlerinin, bedenlerinin ise, Allahü teâlânın emirlerine uymakla süslenmesine vesîle olmuşlardır.

Görülüyor ki, ne Yunan’dan, ne Hind’den, ne muharref olan yahûdîlikten, ne budizmden gelmediği aşikar olan tasavvufî hakikatlerin, beşer aklına dayanan başka bir yabancı kaynakdan gelmediği de bir hakîkattir. Bu yöndeki kanâat ve yorumların çürüklüğü ise gayet açıktır. Tasavvufun bir parçası olan Vahdet-i vücûd marifetleri ile filozofların, budistlerin ve yahûdîlerin akıl ve riyazet ile anladıkları (vahdet) birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Yoksa Vahdet-i vücûd bu bozuk yollardan alınmış değildir. Bilâkis filozofların, ahlâka, tıbba ve hukuka dâir söyledikleri doğru bilgileri peygamberlerden çaldıklarını İslâm âlimleri bildirmişlerdir. Bu bilgileri insanlara ilk olarak, peygamberler aleyhimüsselâm öğretmişler, üstün ahlâk ve yaşayışları ile örnek olmuşlar, sözleri ve halleri ile ümmetlerine mürşîd ve rehber olmuşlardır.

“Rabbim beni en güzel edeb ile edeblendirdi” ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerinden birisi de, mürşid olarak insanları terbiye edip, kemâle erdirmekti. Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) kalbleri Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem sohbetindeki mübarek kalbinden saçılan nübüvvet (peygamberlik) nurları ile tertemiz oldu. Peygamberlerden aleyhimüsselâm sonra insanların en üstünleri oldular. Bu üstünlüğe, Peygamber efendimizin mübarek sohbetlerinde bulunmakla kavuştular. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem sohbetinde bulunmaktan daha şerefli ve daha kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara Sahabe denildi. Bunun içindir ki, hiç bir velî bir Sahâbînin derecesine ulaşamaz. Veysel Karânî, Tabiînin en üstünü olduğu hâlde, Resûlullah efendimizin sohbetine kavuşamadığı için, Eshâb-ı kiramdan en aşağı mertebede olanın derecesine erişemedi. Yüzbinlerce sahâbî ve onların ardından bu günlere kadar gelen milyarlarca mü’min, Peygamber efendimizin sevgisi ile kurtuluşun yolunu bulup hidâyetin lezzetini tattı. Bir an için bu sevgi yok farzedilirse islâm, îmân, aşk ve vecd adına hiç bir şeyin kalmadığı görülür.

Resûlullah’ın cemâline hasret duyulmadan, onun sevgisini kalbe doldurmadan, cemâl-i ilâhîye, Allah sevgisine ulaşılamaz. Eshâb-ı kiram; “Beni kendinizden daha çok sevmedikçe, tam îmân etmiş olmazsınız.” hadîs-i şerîfinin sırrına Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem sohbetinde kavuştular. Bu sevgi ile bütün işlerinde ve sözlerinde Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin emir ve tavsiyelerine sımsıkı sarıldılar, onun izinden kıl ucu kadar ayrılmadılar. Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh); “Biz harama düşmek korkusundan, yetmiş helâli terk ederdik” buyurmuştur. Büyüklerden birisi de; “Kişi günâhlardan sakındığı kadar Rabbini tanır” demiştir.

Eshâb-ı kiramın hepsi kendi kabiliyeti ve derecesi kadar Resûlullah’dan feyz aldı. Peygamber efendimiz marifetleri ve gizli bilgileri Esbabına başka başka sunardı. Nitekim bir hadîs-i şerîfinde; “Herkese anlıyabileceği kadar söyleyiniz” buyurmuştur. Ebû Hüreyre’nin (r. anh); “Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam beni öldürürsünüz” buyurduğu Buhârî’de yazılıdır. Yine Buhârî’de bildiriyor ki: Ömer (radıyallahü anh) vefat edince, oğlu Abdullah; “İlmin onda dokuzu öldü” dedi. Yanında bulunan Eshâb-ı kiramın bu söze şaşdıklarını görünce; “Allah’ı tanımak ilmini söyledim. Fıkıh bilgilerini söylemek istemedim” dedi. Peygamber efendimiz bir gün hazret-i Ebû Bekr ile ince bilgileri konuşuyordu. Hazret-i Ömer yanlarına gelince sözü’değiştirdi. Hazret-i Ömer’in yanında daha başka konuştu. Çünkü daha önce hazret-i Ebû Bekr’in (r. anh) derecesine göre konuşuyordu. Hazret-i Ebû Bekr’in kavuştuğu dereceye hiç bir Sahâbî kavuşamadı.

Eshâb-ı kiramın hepsi Resûlullah’dan sallallahü aleyhi ve sellem kavuştukları feyz ve marifetleri kendilerinden sonrakilere, Tabiînin büyüklerine ulaştırıp, onların kalblerini temizlediler. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali müstesna, diğer sahâbîlerden gelen feyz ve marifetler, bir kaç asırdan sonraya ulaşmadı. Bin dört yüz seneden beri hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den alınan feyzler ve marifetler, iki silsile hâlinde geldi.

Sevr mağarasında, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden gizli zikri öğrenen hazret-i Ebû Bekr vasıtasıyla gelen feyz ve marifetlere kavuşturan yola, nübüvvet yolu denildi.

Resûlullah’dan sonra Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh), hazret-i Ebû Bekr’in sohbetinde ve hizmetinde bulunarak, onun, Peygamber efendimizden almış olduğu kemâlâtdan bâzılarına kavuştu. Resûlullah’a kendi kalbi ile bağlanmış olduğu gibi, hazret-i Ebû Bekr ile de bağlanarak, daha çok feyzlere ve marifetlere kavuştu.

Hazret-i Ebû Bekr vâsıtasiyle gelen feyz ve marifetler, torunu ve Tabiînin büyüklerinden olan Kasım bin Muhammed’e; Selmân-ı Fârisî vâsıtası ile ulaştı. Kasım bin Muhammed, Medîne-i münevverenin yedi büyük fıkıh âliminden biri idi. Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde kemâle geldi. Verâ ve takvada eşsiz idi. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık on iki imâmdan olan babası Muhammed Bâkır’dan, hazret-i Ali yolu ile gelen feyzi aldığı gibi Kasım bin Muhammed’den de feyz aldı.

Resûlullah’dan sallallahü aleyhi ve sellem sesli zikri öğrenen hazret-i Ali vâsıtasiyle gelen feyz ve marifetlere kavuşturan diğer yola, vilâyet yolu denildi. Bütün evliya bu yoldan kemâle gelmiştir. Vilâyet yolu hazret-i Ali’den (radıyallahü anh) iki şekilde geldi. Birisi, hazret-i Ali’nin sohbetinde bulunan Tâbiîn’den Hasen-i Basrî vâsıtasiyle geldi. Onun vâsıtasiyle feyz alan İbrahim bin Edhem’e (v. 161/171. 777) nisbetle Edhemiyye, ondan gelen silsileden Mu’inüddîn-i Çeştîye (v. 634/m. 1236) nisbetle Ceştiyye yolu meydâna geldi. Diğer silsile, hazret-i Ali’den sonra hazret-i Hasen ve Hüseyn ve Tabiîn devrinde on iki imâmdan olan hazret-i Hüseyn’in oğlu Zeynel-âbidîn, onun oğlu Muhammed Bakır ve Ca’fer-i Sâdık ile devam etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den gelen silsileler, Ca’fer-i Sâdık’da birleşti. Fakat bu iki feyz ve marifet yolu, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’da birbirine karışmış değildi.

Tabiînin büyüklerinden olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, iki sene İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın sohbetinde bulunup kemâle geldi. Mürşid-i kâmil oldu. “O iki sene olmasaydı, Nûman helak olurdu” buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed ve diğer mezheb imamları da mânâ ilminde pek derin idiler. Fakat meşgul oldukları fıkıh ilmiyle meşhûr oldular. Diğer taraftan Hasen-i Basrî, İbrahim Edhem, Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi aleyhim) gibi büyükler de, fıkıh ilminde derin olmakla beraber, ince bilgiler ve marifetlerde yâni mânâ ilminde meşhûr oldular.

Tabiîn ve onların sohbetlerinde yetişen Tebe-i tabiînden sonra insanlar arasında dînin emirlerine uymakta gevşeklik meydana geldi, dünyâya düşkünlük arttı. Bu sırada Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın emirlerine sımsıkı sarılmakla beraber, zikrullaha devamla müslümanları irşâd etmekteki üstün himmet ve gayretleri ile meşhûr ve bu bakımlardan başkalarından ayrılan büyüklere Ubbâd (âbidler) ve Zühhâd (zâhidler) denildi.

Bid’atler çoğalıp zamanla nefsin arzu ve isteklerine kapılıp, bid’at ve dalâlet fırkaları ortaya çıktı (Bkz. Kelâm). Her fırka kendi önderlerine zâhid ve âbid dedi. Bunun üzerine Ehl-i sünnet ve cemâatten olup, kalblerini gafletten koruyan, nefslerini Allahü teâlâya itaate kavuşturanları, bunlardan ayırmak için onların bu hâllerine tasavvuf, kendilerine mutasavvıf, sûfi denildi. Sofu tâbiri ise, bugün Türkçede sonradan haksız olarak tasavvuf ehlini tahkîr etmek, aşağılamak için kullanılan sûfî kelimesinin değiştirilmiş şeklidir.

İlk defa kendisine sûfî denilen Ebû Hâşim Sûfî’dir (v. 115/733) (Bkz. Tekke ve Zaviye). “Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır” sözü onundur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” sözünü çok söylerdi. Süfyân-ı Sevrî’nin hocası idi. Süfyân-ı Sevrî; “Ebû Hâşim Sûfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum” demiştir.

Ebû Hâşim-i Safînin yaşadığı sırada bu isim henüz meşhûr olmamıştı. Yaygın bir surette hicrî ikinci (milâdî sekizinci) asrın sonlarından îtibâren işitilmeye başlanmıştır.

Tasavvuf ve sûfî isimleri gibi tasavvufî hâllere ait fena, beka, cezbe, sülük, seyr-i ilallâh gibi isimler de tasavvuf büyükleri tarafından sonradan konmuştur. Meselâ; fena ve beka kelimelerini ilk söyleyen Ebû Sa’îd el-Harrâz’dır (rahmetullahi aleyh) (v. 277/890).

Fakat tasavvuf bilgilerinin hepsi Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden gelmiştir. Bu isimler Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında işitilmedi ise de, mânâ ve mâhiyetleri âyet-i kerîmelerde, Peygamber efendimizin, Sehâbe-i kiramın, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin yaşayışlarında mevcûd idi. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde A’râf sûresi elli dördüncü âyet-i kerîmesinde meâleri; “Rabbinizi, yalvararak, gizli ve sessiz çağırınız” ve aynı sûrenin iki yüz dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbini, içinden zikret”; Tevbe sûresinin yirminci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hep sâdıklarla beraber bulunun” ve En’âm sûresinin elli ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbini istiyenlerle beraber olmaya çalış” buyrulmaktadır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de; “Allahü teâlânın sevdiklerini hatırlamak, rahmet etmesine sebeb olur”ve “Biraz tefekkür, bin sene ibâdetden daha hayırlıdır” buyurmuştur. Tefekkür, bâtıl ve boş düşünceleri bırakıp, kâinata bakıp hakkı düşünmektir. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem peygamberliği bildirilmeden önce kalb ile zikr ettiği ve murakabede bulunduğunu kaynaklar haber vermektedir.

Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin büyükleri de Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem yolunda gittiler.

Hicrî ikinci asrın sonuna kadar tasavvufî hâllere ve ince bilgilere ve marifetlere hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den gelen silsiledeki büyükler vâsıtasiyle kavuşuldu.

Hazret-i Ebû Bekr’den gelen silsile, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’tan sonra, hicrî ikinci asrın sonu, üçüncü asrın başında Bâyezîd-i Bistâmî (r. aleyh) ile devam etti. Bâyezîd-i Bistâmî, Ca’fer’i Sâdık’ın vefatından kırk yıl sonra doğdu. On iki imâmdan Ali Rızâ’nın sohbetinde bulundu. Bu sohbetin bereketi ile İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etti. Ondan feyz almakla meşhûr oldu. Vefat etmiş olan bir büyüğün rûhâniyetinden feyz aldığı için üveysî oldu. Hicrî 231 veya 261’de vefat etti. Talebeleri hocalarının yoluna, ismi Tayfur olduğu için, Tayfûriyye dediler. Silsile içerisinde zaman zaman talebeler hocalarının yollarına böyle isimler vermişlerdir. Bâyezîd-i Bistâmî’den sonra silsile, Ebü’l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî ile gelmiş, Yûsuf-ı Hemedânî’nin üçüncü halîfesi Ahmed Yesevî ile Yeseviyye hâsıl olmuştur (H. 6. asır). Hicrî yedinci asırda Ahmed Yesevî’nin talebelerinden Şeyh Lokmânî Horasânî’nin halîfesi Hacı Bektâs-ı Velî’den (v. 680/1281) Bektâşiyye yolu ortaya çıktı. Hacı Bektâş-ı Velî Nişâbûr’da doğdu. Anadolu’da Kırşehir’de vefat etti. Ondan feyz alanlara Bektaşî denildi. Bu temiz Bektâşîler zamanla azalıp, hurûfî denilen bozuk kimseler bu kıymetli ismi kendilerine mâl ettiler.

Hicrî sekizinci asırda hazret-i Ebû Bekr’den gelen silsilenin on beşinci sırasında Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi aleyh) bulunuyordu. (v. 791/1388). Ondan Nakşibendiyye doğdu. Behâeddîn-i Buhârîden iki halka sonra Ubeydullah-i Ahrâr (v. 895/1489) ile dokuzuncu asırda Ahrâriyye yolu meydana geldi. Bu yolun büyükleri ile devam eden silsile onuncu ve on birinci asırda İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ulaştı. Ondan Müceddidiyye yolu hâsıl oldu. On ikinci asırda gelenlerle on üçüncü asra geçen silsile Abdullah-ı Oehlevî’nin talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî ile Hâlidiyye yolunu ortaya çıkardı.

Hazret-i Ali’ye ait silsileye gelince; İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’dan sonra on iki imâmdan olan büyüklerle devam etmiş, bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan (v. 203/818) Ma’rûf-i Kerhî, ondan Sırrî-i Sekâtî (v. 200/815), ondan da Cüneyd-i Bağdadî (v. 298/911) almış olup, halîfelerinin silsilelerinde bulunan mürşidlerin adı verilerek kollara ayrıldı.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebelerinden Ebû Bekr-i Şiblî (v. 334/945) yolundan Abdülkâdir-i Geylânî’ye (v. 561/1165) nisbetle Kadiri, Ebü’l-Hasen Şâzürye (v. 654/1256) nisbetle Şâzilî, Ahmed Rıfâî’ye (v. 578/1183) nisbetle Rıfâî yolu meydâna geldi.

Ebû Ali Rodbârî (v. 312/933) yolundan Ahmed Gazâlî(v. 520/1126) ve Ziyâuddîn Ebû Necîb Sühreverdî (v. 563/1168) vâsıtasiyle Necmeddîn-i Kübrâ’ya (v. 618/1247) nisbetle Kübreviyyemeydana geldi. Ebû Necîb Sühreverdî, Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin (v. 632/1234) mürşidi ve amcası idi. (563 m. 1167’de Bağdâd’da vefat etti.) Şihâbüddîn-i Sühreverdî’den, Sühreverdiyye yolu meydana geldi. Ebû Necîb Sühreverdî’den iki kol ayrıldı:

Birincisi Rukneddîn Muhammed Sencârî’ye geldi. Bundan Şems-i Tebrîzî (v. 645/1247) ile Rukneddîn İbrahim Zâhid feyz almışlardır. Şems-i Tebrîzî yoluyla feyz alan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den (v. 672/1273) sonra Sultan Veled’den Mevleviyye meydana geldi. Rukneddîn İbrahim Zâhid’den iki kol ortaya çıktı. Safiyyeddîn Erdebîlî yolu ile feyz alan Hacı Bayram-ı Velî’den (v. 833/1429) nisbetle Bayrâmiyye meydana geldi. Hacı Bayram-ı Velî’nin bir halîfesi de Ömer Sekînî, onun da halîfesi Hızır Dede Üftâde Efendi’ye hilâfet verdi. Bunun da halîfesi Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir (v. 1038/m. 1628). Bunlardan meydana gelen kol da Celvetiyye’dir. İkincisinden Muhammed bin Nûr Halvetî yolu ile Halvetiyye ve Zeyniyye meydana geldi. Halvetîlerden olan Seyyid Yahya Şirvânî’nin (v. 868/1464) bir halîfesinden Gülşeniyye meydana geldi. Şirvânî’nin diğer bir halîfesi Pîr Muhammed Erzincanî 876/1471’de vefat etmiştir. Bundan ayrılan bir koldan Mısriyye, Sinâniyye ve Cerrahî yolları hâsıl oldu. Cerrahî pîri olan Nûreddîn Cerrahî, Karagümrük’de Kethüda Camii yanındaki tekke yanında on sekiz sene vazife yaptı. Pîr Muhammed’in diğer halîfesi Çelebi Halîfe Muhammed Efendi’nin bir halîfesinden Şa’bâniyyehâsıl oldu. İkinci halîfesi Sünbül Sinan Yûsuf Efendi’dir. Halvetiyye yolunun Sinâniyye kolunun kurucusu hocası Ümm-i Sinan olup, (958/m. 1551’de vefat etti.) Eyüb’deki halîfesi Nâsûh Dede’nin Düğmeciler’deki tekkesine defnedilmiştir. Yerine Kazzaz Muhammed Harîrî geçmiştir. Eyüb’deki Ümm-i Sinan tekkesinin son şeyhi Yahya Gâlib olup, dedelerinin yolundan ayrılmıştır.

Bunlar, tasavvuf yollarından meşhûr olanlar olup, bunlardan başka da vardır.

Halvetiyye’nin bir kolu da Tîcâniyye olup mürşidi Ahmed Tîcânî Cezayir’de doğdu (1230/m. 1815)’de Fas’da vefat etti.

Tasavvuf yollarının hepsi Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden geldiği hâlde kollara ayrılmaları, insanların istidâd ve kabiliyetlerinin ve bulundukları şartların başka olmasındandır. Bu, aynı ilâcı, hastanın ve hastalığın durumuna göre çeşitli kimselere değişik usûllerle tatbik etmek gibidir. Hastalığın ilâcı bellidir fakat hastalara göre hastalığın seyri ve tedavisi değişmektedir. İşte Tasavvuf bilgileri de tasavvuf büyükleri tarafından herkesin hâline uygun olarak, farklı şekillerde sunulmuştur. Bunlardan farklı terbiye yolları (tarikatlar) meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerini sunan ve bu yolda rehber olan büyüklere mürşid-i kâmil; talebelerine de mürîd adı verildi. Aynı mürşidin talebeleri birbirlerini tanımak için bulundukları yola mürşidlerinin ismini verdiler. Hocalarının ayrı olması, yetişme metodlarının farklı olması kusur değildir. Çünkü, tasavvuf yollarının herbirine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek kalbinden saçılan feyzler ve marifetler gelmiştir.

Bütün tasavvuf yollarında dînin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uymak esastır. Tasavvuf büyükleri fıkıh ilmi ile tasavvufun birbirinden ayrılmaz bir bütün olduklarını sözleri ve yaşayışları ile ifâde etmişlerdir. Nitekim İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh); “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, tasavvufdan haberi olmayan bid’at sahibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakikate varır” buyurmuştur. Bunun içindir ki, şeriat ile tasavvuf birbirinden başka değildir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri böyle bir ayırım yapmamışlardır. Bu ayırımı Ehl-i sünnet çizgisinden ayrılanlar yapmışlardır. Ebû Mansûr Hallâc’ın “Enel-Hak” ile Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” ve bunlara benzer uygun değil gibi görünen sözleri tasavvuf büyükleri tarafından dîne uygun olarak îzâh edilmiştir. Bâyezîd-i Bistâmîve Ebû Mansûr-ı Hallaç (rahmetullahi aleyhimâ), bulundukları hâl içerisinde Allahü teâlâdan başka hiç bir şey göremeyince, “Allah’dan başka bir şey yok” demek istemişlerdir. “Enel-Hak; ben yokum Allahü teâlâ vardır” demektir. Kendini göremeyince, var olduğunu bilememiştir. Yoksa kendini görüp, “Hak teâlâyım” dememiştir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” sözüne gelince, yalnız zahirî bilgileri olup, tasavvufdan haberi olmayanlar, bu sözü; “Mahlûklardaki kusur bende yoktur. Benim sânım çok büyüktür” demek sanmışlardır. Hâlbuki bu söz, Allahü teâlâyı tenzihdir. Yoksa, Bâyezîd-i Bistâmî bu sözü ile kendisini tenzih etmemektedir. Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh); “Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” sözü, Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir” buyurdu. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) de; “Esrarı ortaya dökmek olan böyle sözler herkesin anladığı mânâ ile söylenmiş değildirler” buyurmaktadır.

Müslümanlar asırlarca hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbetlerindeki ve meclislerindeki manevî havayı teneffüs ede gelmişlerdir. Fakat zamanla böyle büyüklerin azalıp ehliyetsiz kimselerin ortaya çıktığı, uygun olmayan tavır ve hareketlerinin tasavvuf sanıldığı, bu sebeble tasavvufun yanlış anlaşıldığı da olmuştur. Böyle kimselerin uygunsuz hareketlerini hakîkî tasavvuf ehli de tasvib etmemiş ve insanları onlardan sakındırmışlardır.

Görülüyor ki, tasavvuf, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde yürümektir. Yâni, her işde ve sözde Peygamber efendimize uymaktır. Bu sebeble tasavyufda sünnet-i seniyyeye uymayan yollar muteber değildir.

Tasavvuf, vicdanî ve zevkî olduğundan, yâni tatmakla anlaşıldığından, lâyık olduğu şekilde yazılıp anlatılamaz. Tasavvufu anlatmakla onu hâl olarak yaşamak arasındaki fark, şekeri anlatmakla, bizzat onu tatmak arasındaki fark gibidir. Tasavvuf büyükleri, tasavvufun maksadlarını ve mes’elelerinin çoğunu sohbetlerinde îzâh etmekle beraber, imkân dâhilinde pek çok eser de yazmışlardır. Tasavvuf büyüklerinin bu kitaplarında hiç bir felsefî fikir yoktur. Kendi akıllarını esas alarak bir şey söylememişlerdir. Sâdece Peygamber efendimizden gelen ince bilgileri ve marifetleri insanlara anlayabilecekleri ifâdelerle anlatmışlardır. Bunlar felsefe yapmak değildir. İslâm, âlimleri olan tasavvuf büyüklerinin felsefesi diye bir şey olmadığı gibi, onlar filozof da değildir. Zâten bu büyükler, felsefecilere bozuk sözlerinden dolayı reddiyeler yazmışlardır (Bkz. Kelâm). Tasavvuf büyüklerinin yazdıkları eserlerden bâzıları şunlardır:

1-Kitâb-üz-Zühd; Abdullah bin Mübarek (v. 181/m. 797)

2-Er-Riâye li hukûkillâh; Ebû Abdullah Haris bin Eşedl el-Muhâsibî (v. 243/m. 857)

3-Et-Tearrüf; Muharnmed bin İshak Buhârî Gûlâbâdî (v. 380/m. 990)

4) Kût’ul-Kulûb; Ebu Tâlib-i Mekkî fv. 386/m. 996)

5-Tabakât-üs-Sûfiyye; Ebû Abdurrahmân Muhammed bin Hüseyn es-Sülemî (v. 421/m. 1021)

6) Hilyet-ül-Evliyâ; Ebû Nuaym İsfehânî (v. 430/m. 1039).

7-Risâle-i Kuşeyriyye; Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm bin Hevâzin el-Küseyrî (v. 465/m. 1072)

8) Keşf-ül-mahcûb; Ali bin Osman el-Hucvîrî (v. 465/m. 1072)

9) Tabakât-us-Sûfiyye; Abdullah-ı Ensârî (v. 481/m. 1087)

10-İhyâu Ulûmiddîn; İmâm-ı Gazâlî (v. 505/m. 1111)

11) Miftâhünnecât; Unüs-üttâibîn; Ahmed Nâmık-ı, Câmî (v. 536/m. 1142)

12) Usûl-i Aşere; Necmeddîn-i Kübrâ (v. 618/m. 1221)

13) Avârif-ül-meârif; Şihâbüddîn Sühreverdî (v. 632/m. 1234)

14) Mesnevi; Celâleddîn-i Rûmî (v. 672/m. 1273)

15) Mektûbât; İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûk-i Serhendî (v. 1034/m. 1624)

16) Minhâc-ül-Fukarâ; Ankaravî İsmâîl Rusûhî (v. 1041/m. 1631)

17) Er-Riyâd-ut-tasavvufîyye; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (v. 1363/ m. 1943)