FATİH SULTAN MEHMET ve İSTANBUL'UN FETHİ - kainatingunesi.com

Fatih Sultan Mehmed’in Şahsiyeti

Sultan ikinci Murâd Han, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat şehzade Mehmed, zekî ve celâlli olduğundan giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramarnıştı. Bu sebeble pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürâni’nin heybetli ve vakur bir âlim olduğunu görerek onu bu işe tâyin etti. Oğlunun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işaret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakur ve sert tutumuyla, şehzâdenin hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” (terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahalîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzade Mehmed derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok mikdarda hediye gönderdi.

Dini Yaymaktaki Gayreti

Fatih Sultan Mehmed Han, kış-yaz demeden ve hiç dinlenmeden ordusunun başında Anadolu’dan Rumeli’ye, Rumeli’den Anadolu’ya defalarca geçmiştir. Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıktığı zaman, Doğu karadeniz dağlarında bir nefer gibi kayadan kayaya atlayarak, tırmanarak kale önüne varmıştı. Bu sırada yanında elçi bulunan Uzun Hasan’ın annesi iyice yorulduğundan, pâdişâha; “Hey oğul!.. Bir Trabzon için, bunca zahmet çekmek niye?” diye sorunca; “Ey koca analık! Bu zahmetler, İslâm dini yolunadır ki, yarın âhiret gününde Allahü teâlânın huzurunda utanmıyalım diyedir… Çünki bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer bu zahmete katlanmaz isek, bize gâzi demek yalan olmaz mı?” cevabını verdi.

 

İmtisâl-i cihâd-ı Fillah olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâmın mücerred gayretidür gayretüm.

 

Fazl-ı hakk u himmet-i cünd-i ricalullah ile

Ehl-i küfr-i serteser kahreylemektür niyyetüm.

 

Enbiyâ vü evliyaya istinâdum var benüm

Lütf-i Hakdandur hemân ümmîd-i fethü-nusretüm

 

Nefsü mal ile n’ola kılsam cihânda ictihâd?

Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm

 

Ey Muhammed, mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile

Umaramgâlib ola a’dâ-yı dîne devletü

 

AÇIKLAMASI:

(Niyetim, Allah yolunda cihad etmektir. Bütün gayretim sadece islâm (ın muzafferiyeti) içindir.

Niyetim, Allah’ın inayeti, mâneviyat erlerinin (evliyanın) himmeti ile, dinsizleri baştan başa kahr eylemeketir.

Ben, Peygamberlere ve evliyaya dayanırım. Fetih ve başarı ümidim, sadece Allah’ın lütfüna bağlıdır.

Dünyada nefsim için çalışsam ve mal çokluğu ile güç kazansam ne önemi var. Allah’a hamdolsun, benim rağbetim gazayadır.

Ey Muhammed (s.a.v.), umarım ki, senin mucizelerinle, devletim din düşmanlarına galip gelecektir.)

Fatih ve Ebü’I Vefâ Hazretleri

Fatih, Allahü teâlânın veli kullarını ziyaret edip, onların duâsını almayı, feyz ve bereketlerine kavuşmayı çok sever, hizmetlerine koşmayı zevk sayardı. Bir defasında, zamanın evliyasından Vefâ-i Konevî’yi ziyarete gitti. Bu meşhur zâtı hiç görmemişti. Vefâ-i Konevî’nin kapısına kadar bizzat gitti. İçeri girmek için müsâade istedi. Şeyh Vefâ-i Konevî, Pâdişah’ın kendisini ziyaretine müsâde etmedi. Bizans surlarını topla yıkan o yüce pâdişâh, garib bir dervişin kapısını açamaması üzerine dönüp gitti. Âdetâ ağlar bir hâli vardı. Şeyh Vefânın talebeleri; “Efendim neden pâdişâhı kabul etmediniz? diye, gözlerinden yaşlar akan hocalarına sordular; “Hem siz üzüldünüz, hem de o” dediler. Vefa hazretleri, gözlerinden akan yaşları eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz ve sohbetimiz, bir çok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacaktı. Şimdi anladınız mı. Sultanı niçin kabul etmiyorum?” cevabını verdi.

Fatih ve İlim

Fatih Sultan Mehmed ele geçirdiği beldeleri kendi hâline bırakmıyarak, imârına çalıştı. İstanbul’un fethinden sonra, Edirne’ye geri dönerken oğlu Bâyezid’e bir saray yapılmasını emretti. Daha sonra 1456’da Eyyûp Sultan Câmii, türbesi, medrese, imâret ve hamam yapıldı. Sekiz kilise medrese hâline getirildi. 1470 senesinde kendi ismine yaptırdığı câminin etrafında meşhur Sahn-i semân medreselerini kurdu. Medreselerin açıldığı sıralarda koca Fâtih, külliyede kendisine de bir oda ayrılmasını istedi. Fakat müderrisler bu isteğe karşı; “siz külliyenin kurucususunuz, ama önce imtihana girin, dânişmend (asistan) olun, tercih ettiğiniz ilim şubesinde tez yapın, eser verin, sonra müderrisliğe erişin; ancak ilim ocağında bu şekilde makamınız olur” dediler. Bunun üzerine müderrislerin koştukları şartı gerçekleştirdikten sonra Sahn-ı semânda oda sahibi olabildi.

Fatih ve Osmanlı Adaleti

Bizanslılar, Osmanlıların iyi muamelesine İstanbul fethinde bizzat şâhid oldular. Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldıktan sonra, yerlere kapanan ahâlî, râhip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahâliye söylüyorum: bugünden sonra, hayatınız ve hürriyetiniz hususunda benden korkmayınız” diye hitapta bulundu.

Fatih Sultan Mehmed bu serbestlikleri verirken, sinsî dehâsıyla Ortodoksları kazanmayı düşünüyordu. Bu sebeple, patrikhâneye muhtâriyetin yanında pek çok imtiyazlar da verdi. Bizans tarihinde imparatorların elinde siyasî vâsıta hâline gelen patrikhâne ilk defa Osmanlı idaresinde muhtariyete kavuştu. Bu suretle papalığa ve Avrupa’ya karşı Osmanlıları tercih eden Ortodoksları ve bilhassa Rumları kazandı ve daha önce ikiye parçalanmış olan fakat fetihden önce istemeyerek de olsa birleşen katolik ve ortodoks hıristiyanlığını birbirinden ayırmış oldu. Fatih, kiliselerin birleştirilmesine karşı faaliyetleri ile tanınan Gennadios’u patrik tâyin ederek, kiliseyi kendisiyle uyum hâlinde çalışacak şekilde teşkilatlandırdı ve onu kendi işlerinde serbest bıraktı.

Fatih’in Namaz Kılmayanlar İçin Fermanı!

Fatih Sultan Mehmed Han’ın, namaz kılınmasına dikkat edilmesi hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği ferman şöyledir: “Allahü teâlâ, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasib ve müyesser eylesin. Bu hükümde bildirmek istediğim husus şudur: “Rum diyârındaki şehir ve kasabalarda ve buraların köylerinde yaşayan müslüman ahâlî, İslâm dîninin emir buyurduğu farzları yapıp, sünnetlerine riâyet etmekte, Kelâm-ı kadîme ve Furkân-ı mecide yâni Kur’ân-ı kerîme, hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterip muhalefet ederler imiş. Allahü teâlânın “Namazı ikâme ediniz” emrini çiğneyip; “Namaz dînin direğidir. Onu dosdoğru kılan dînini ikâme etmiş olur. Terkeden dinini yıkmış olur” hadis-i şerifine uymayıp, tuğyan yoluna sapanlar ve böylece mescid ve câmileri virâneye ve harâbeye döndürüp, fisk ve fücür, yâni günah işlenen yerleri mâmur ederler imiş. Bu ve buna benzer haberler bize ulaşıyor. Eğer bunlar doğru ise, emr-i bil mâ’rûf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vâcib olduğundan, ileri gelen bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. O inceleyip tâkib edecek. Şöyle emr eyledim ki: “Her kim namazı terkederse, dövülmek ve mâli cezaya çarptırılarak ta’zir eylemek meşrû olduğundan, İslâm dininin emri gereği artık Rum diyârında namazını geçirenler tesbit edilip, tamam haklarından gelinsin. Halka namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar hakârete uğratılıp teşhir edilsin, hiç kimse ne olursa olsun bu icraâta mânî olmaya!.. Rum sancağı beyleri ve kâdıları ve sübaşıları ve bunların emrindeki diğer me’murlar gönderdiğim vazifeliyle bu hususda elbirlik edip yardımcı olalâr. Böylece İslâmiyet’in yüce ahkâmı, emri ve yasaklarını yerine getirmekte gevşeklik ve tenbelliğe asla meydan verilmeye. Öyle ki, mescidler dolacak, medreseler mâmur edilecek ve din-i İslâm kuvvetlendirilmiş olacaktır. Bunu böyle bilesiniz. Alâmet-i şerîfeme ‘tuğrama) itimâd kılasınız.”

İstanbul’un Fethi ve Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinin Yardımı

Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, bir perşembe günü öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup tâkip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “siz burada durunuz” buyurdu. Sonra atını Abbâ Sahrâsı denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Ubeydullah-ı Ahrar daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk sultanı Muhammed Hân (Fatih), kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kasım, babası Hâce Abdülhâdi’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân’ın oğlu Sultan Bayezîd Hân, bana babam Ubeydullah-ı Ahrar’ın şeklini ve şemâlini tarif etti ve; “O zâtın beyaz bir atı var mı idi?” diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubyedullah-ı Ahrar olduğunu ve beyaz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezid Hân, bana şöyle dedi: Babam Sultan Muhammed Fâtih Han bana şöyle anlattı: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, şeyh Ubeydullah-ı Ahrar Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de; “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vurdur ve orduna hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul’un fethi gerçekleşti.”

İstanbul’un Fethinin Manevî Mimarları

Fatih Sultan Mehmed, devrin en büyük âlimlerinden dersler alarak, kudretinin şuurunu taşıyan, ne istediğini bilen hakiki bir devlet adamı olarak yetişti. Onun, “İstanbul’un fethine değil, zamanında Akşemseddin gibi bir âlimin bulunduğuna sevinirim” sözü, mâna erlerine verdiği değeri ve dayandığı güç kaynaklarını ifade eder.

21 yaşında iken İstanbul’u zaptederek, “Fatih unvanını alan II. Mehmed, çağ değiştiren bu başarısını, çok değerli âlimlerin elinde mükemmel bir eğitim görmesine borçluydu.

Şüphesiz İstanbul fethinin en büyük manevi mimarı, “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” diye buyuran Resulullah efendimizdir.

Gerçekten hazreti Peygamber’in bu hadîs-i şerifinde vuku bulacağı müjdelenen, hükümdar ve askeri övülen fethi mü’bin için, daha İslâmı’ın ilk asrından itibaren çeşitli teşebbüslerde bulunulmuş. Hadis-i şerifteki “Ni’mel emir” (ne güzel hükümdar) ve “ni’mel-ceys” (ne güzel asker) olmak için âdeta yarışılmıştır.

İlkini II. Emevî halifesi Yezid bin Muaviye’nin başlattığı, 669 baharındaki muhasaraya, Peygamber efendimizin bayraktarı Ebâ Eyyubü’l-‘Ensarî‘de katılmış ve İstanbul surları önünde şehid düşmüştür. Bu büyük sahabi, vefat etmeden önce nâşının mümkün olduğu kadar ileri götürülmesini ve hıristiyan toprağında gömülmesini vasiyet etmiştir. Böylece hadislerle kutsiyet kazanan İstanbul’un dini ehemmiyeti, Ebâ Eyyub’un mezarından sonra daha da artmıştır.

Nitekim bu seferle başlayan kuşatmalar, asırlarca pek çok İslâm devleti tarafından devam ettirilmiş ve İstanbul Müslümanların kızılelması olmuştur.

İstanbul’un fethi nasıl gerçekleşti denildiğinde, şüphesiz güçlü surları sarsan ve yıkan şahî toplar, dehşet verici yürüyen kuleler, günümüzde dahi akıllara durgunluk verecek bir şekilde karadan yürütülen gemiler, nihayet Fatih’in dehâsı ve Osmanlı askerinin sınır tanımaz cesareti hatırlanır ve ifade edilir. Ancak bir de ortada görülmeyen ve çok uzun zaman alan hazırlıklar devresi vardır ki, bu dönemin de iyi idrak edilmesi gerekmektedir. Çünkü hiç bir başarı zahmetsiz ve kolay kazanılmaz, bu itibarla, şehzade Mehmed’i 21 yaşında İstanbul’un fatihi sıfatını kazanmaya hazırlayan babası ve hocaları olan manevi kuvvetler üzerinde önemle durmak gerekir.