Îsâ aleyhisselâmın mucizelerinden bâzıları - kainatingunesi.com

Îsâ aleyhisselâmın mucizelerinden bâzıları

l-Ölüleri diriltmesi; Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile mucize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hâl pek çok vâki olmuştur.

Bir kız çocuğunun diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, bir gün bir yerden geçiyordu. Bir kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın gördü. Kadının hâline acıyıp; “Ey Allah’ın kulu, sana ne oldu?” buyurdu. Kadın; “Bir tek kızım vardı, o da öldü. Ya burada öleceğim, yâhud onu benim için diriltinceye, kadar buradan ayrılmayacağım diye, Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Onu görsen, buradan ayrılır mısın?” buyurdu. Kadın; “Evet” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhis­selâm; iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kab­rin yanına oturdu ve; “Ey kızcağız! Rahman olan Allahü teâlânın izni ile kalk ve kabrinden çık!” dedi. Kabir sallandı. İkinci defa seslendi. Kabir, Allah’ın izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak çıktı. Îsâ aleyhisselâm ona; “Niçin geciktin” buyurunca; “İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teâlâ bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi duyunca, Allahü teâlâ ruhumu bedenime iade eyledi. Üçüncü ses gelince, kıyametin sayhası (öd koparan sesi) dir diye korktum. Basımdaki saçlar, kaşlarım ve gözlerimin kirpikleri, kıya­metin dehşetinden bir anda beyazlaştı” Sonra annesine dönüp; “Ey anneciğim! Ne olursun, ölümün şiddetini bana iki defa yükleme, Anne­ciğim, sabret ve sevabını Allah’dan bekle! Benim dünyâya hiç ihtiyâcım yok.” Bundan sonra Hz. Îsâ’ya dönerek; “Ey Rûhullah ve Kelimetullah! Hak teâlâya dua et de, beni âhırete döndürsün ve ölüm şiddetini bana hafif eylesin” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm dua eyledi ve kızın ruhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı hafifledi. Verdiği söze sadâkat gösterip, ora­dan ayrıldı.

Bu büyük mucize, yahudilere ulaşınca Îsâ aleyhisselâma düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı. Çünkü onlar inanmıyorlar, muhalefet ediyorlardı.

Âzir isminde bir zâtın diriltilmesi:

“Arâis-ül-mecâlis” kitabında anlatıldığına göre, Hz. Îsâ’nın Azir isminde bir dostu vardı. Bu zât hastalandı. Can çekişirken, kız kardeşi Îsâ aleyhisselâma haber gönderip, onun duru­munu bildirdi.

Hz. Îsâ haber alır almaz yola çıkıp oraya geldi. Yol epeyce uzun olduğundan, geldi­ğinde Azir vefat etmiş ve defnedilmişti. Îsâ aleyhisselâm, Azir’in kabri başına varıp dua etti.

“Ey Allah’ım! Ey yedi kat göklerin ve yerin sahibi! Sen beni, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdin. Onları senin dînine davet ederim ve onlara, senin izninle ölüleri diriltti­ğimi söylerim. Azir’i dirilt” diye yalvardı. Allahü teâlânın izni ile Âzir kalktı. Nice zaman yaşadı. Hattâ evlendi ve bir de oğlu oldu.

“Arâis” de şöyle yazar: Îsâ aleyhisselâm, Havarilerle seyahat ederken bir şehre uğra­mıştı. “Burada bir hazîne vardır. Onu bizim için gidip kim çıkarır?” buyurdu. Havariler; “Ey Rûhullah! Bu şehrin halkı, oraya giden her garibi, yolcuyu öldürürler” dediler, Îsâ aleyhis­selâm; “Siz durun, ben varıp geleyim” buyu­rup, şehre girdi. Bir kapıda durup, selâm verdi; “Ey ev sahipleri! Garibim, yemek verin” dedi. Bir kadın kapıya gelip; “Seni tutup zabtiyeye vermediğimiz yetmez mi? Başka ne istersin?” diye çıkıştı. O sırada, kadının oğlu da geldi. O da aynı şekilde söyledi, Îsâ aleyhisselâm, gence; “Beni mÎsâfir etseniz, hükümdarın kızını sana nikâh ederdim” buyurdu. O yiğit; “Sen ya delisin, ya da Îsâ’sın” dedi. Hz. Îsâ sesini çıkarmadı. Genç onu mÎsâfir etti. Sabahleyin Îsâ aleyhisselâm; “Ey yiğit! Hükümdara varıp, kızını kendime istemeye geldim de!” buyurdu. O da öyle yaptı. Sarayda dövülüp, kovuldu, hakarete uğradı. Üzüntüiü hâlde geri geldi. Hz. Îsâ; “Yârın tekrar git, iste” buyurdu. Genç, ertesi gün gitti. Yine doğulup, söğülüp geri geldi. “Yarın yine git. O sana, kızımı bir saray dolusu alim, gümüş ve çeşitli mücevherat vermek şartıyla veririm diyecek. “Sen de kabul et. Adam gönder, istediklerini teslim edeyim de!” buyurdu. Genç, gidip söy­ledi. Hükümdar aynı şeyleri isteyip, yiğit de öyle deyince, hükümdar gencin yanına adam­lar katıp gönderdi, Îsâ aleyhisselâmın yanına geldiklerinde, Hak teâlanın kudretiyle altın ve mücevheratın hepsini hazır bulup, hükümdara görtürdüler. Hükümdar çok hayrette kaldı, Fakat sözünden dönmedi. Kızını gence verdi. Dâmad da şaşırıp kaldı. Hz. Îsâ’yı tanıyıp; “Ey Rûhullah! Sen bu mertebelere yükselmiş iken, ne kadar fakirlik üzeresin. Dilesen her şey senin için altın olur” dedi. O da; “Ben, Allah sevgisini kalbimde yerleştirmişim ve bu fânî dünyâyı, bakî olan âhıret için terk etmişimdir” deyince, o yiğit, annesini ve hanımını bırakıp, Îsâ aleyhisselâmın ardına düştü. Beraberce havarilerin yanlarına geldiklerinde, Îsâ aleyhisselâm; “Size söylediğim hazîne işte bu idi. Alıp getirdim” buyurdu.

Bir zaman sonra bu yiğit vefat etti. Tabut içinde götürülürken, Îsâ aleyhisselâm görüp dua etti. Hak teâlanın izni ile genç dirilip, elbise­sini giydi. Tabutunu omuzlayıp evine gitti. Uzun bir ömür sürdükten sonra öldü.

Bir kızın diriltilmesi: “Lübâb”da yâni “Tefsîr-i Hâzin” de bildirildiğine göre, Îsâ aley­hisselâm zamanında bir kimsenin kızı vefat etmişti. Bir gece sonra Îsâ aleyhisselâm dua etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu.

Ibn-i Abbâs’dan (r.anh) rivâyet edildi ki: İsrâiloğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. Îsâ aleyhisse­lâm gelip, dua eyleyince, Allahu teâlâ onu diriltti, insanlar bu müthiş manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar.

Nuh aleyhisselâmın oğlu Hâm’ın diriltilmesi: Bir gün havariler, n’olaydı Nuh aleyhisselâmın gemisinde bulunanlardan birini diriltseydiniz de, geminin durumunu bize haber verseydi dediler. Îsâ aleyhisselâm onlarla birlikte gidip, bir evin yanına vardı. Oradan bir avuç toprak alıp; “İşte bu, Nuh aley­hisselâmın oğlu Hâm’ın toprağıdır” buyurdu. Asa ile o toprağa vurdu ve; “Allah’ın izni ile kalk!” dedi. Ham, hemen canlanıp, başından toprak saçarak yerden çıktı. İhtiyar görünü­yordu. Hz. Îsâ ona; “Vefat ettiğinde böyle mi idin?” dedi. O; “Hayır, yiğit idim, lâkin şimdi kıyamet koptu sanıp, korkumdan kocadım, birden ihtiyarladım” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Nuh aleyhisselâmın gemisinden bize haber ver” dedi. Ham; “Geminin boyu bin iki yüz, eni altı yüz arşın; yâni boyu altı yüz, eni üçyüz metre olup, üç kat idi. Birinde vahşî ve ehli hayvanlar, birinde insanlar, birinde de kuşlar vardı” dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona “Eski hâline dön” dedi. Ham tekrar ölüp, hemen toprağa döndü. “Arâis” de, İbn-i Abbâs’dan nakledilerek, Îsâ aleyhisselâmın gemiyi sor­mak için dirilttiği kimsenin, Nuh aleyhisselâ­mın oğlu Sam olduğu rivayet olunmuştur.

Ad oğlu Şeddâd’ın diriltilmesi:  Îsâ aleyhisselâm, Yemenli bir kısım kimselere Allahü teâlanın dînini anlatıyor, onları îmâna davet ediyordu. Onlar, bulundukları bölgede, Hûd aleyhisselâmın kavminden Ad oğlu Şeddâd ismindeki zâlim hükümdarın kabrinin bulunduğunu, mucize olarak onu diriltmesini söylediler.

Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm, Hak teâlâya dua etti. Duanın hemen akabinde kabri bir dağın başında bulunan Şeddad, dirilip kalktı ve insanlara şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Biliniz ki, ben tam bin sene hükümdarlık yaptım. Bin tane bakire kız ile evlendim. Çok büyük mülk ve saltanata mâlik oldum. Yalnız kendi askerî gücüm ile, hasmım olan orduları mağlûb ve perişan eyledim. Bin ayrı kasabanın mâliki, hâkimi oldum.

Bütün bunların hepsi bir hiç imiş. Mal ve servetim, ordu ve adamlarım bu kadar çok olduğu hâlde, bunların hiç biri benden ölümü def edemedi.

Aklınızı başınıza toplayınız. Dünyâyı, ömrünüzü benim gibi faydasız boş şeylerle geçirmeyiniz. Ölüm mutlaka var ve herkese gelecek. Ondan sonra sonsuz âhıret hayâtı başlayacak. Hak teâlâya ibâdet ve tâate sarılı­nız, sebat ediniz…”

Uzeyr aleyhisselâmın diriltil­mesi: “Mir’ât-ı kâinat” kitabında “Tefsîr-i Hâzin” ve “Arâis-ül-mecâlis”den alarak şöyle anlatılmaktadır: Yahudiler, Îsâ aleyhisselâma gelerek; “Hz. Uzeyr’i dirilt, yoksa seni ateşte yakarız” deyip, odun topladılar. O da; “Gidin, cesedini getirin” buyurdu. Hz. Uzeyr’in kabri­nin taştan olan kapağını kaldıramadılar. Gelip haber verdiler, Îsâ aleyhisselâm bir kâse su verdi ve; “Bu suyun bir kısmını tabuta saçın” buyurdu. Öyle yaptılar; kapak açıldı. Peygamberlerin cesedleri çürümediğinden bedenin taptaze olduğunu gördüler. Çıkarıp, getirdiler. Hz. Îsâ kefenini açıp, tabaktaki sudan üzerine serpti. “Ey Uzeyr! Allahü teâlânm izniyle diril” dedi. Hz Uzeyr, hemen dirilip kalktı, oturdu. İnsanlar onu gördüklerinde; “Ey Uzeyr! Bu kişinin (Hz. Îsâ’nın) hakkında ne dersin?” dedi­ler. O da; “Şehâdet ederim ki, o Allah’ın kulu ve resulüdür” dedi. Bunun üzerine halk; “Ey Îsâ! Dua et de, Uzeyr aleyhisselâm bizim aramızda kalsın ve yaşasın” dediler, Îsâ aleyhisselâm; “Hayır, bunu hemen kabrine iletin!” deyince, hemen vefat etti. Kabrine ilettiler. Bu mucizeyi görenlerin pekçoğu hazret-i Îsâ’ya îmân etti.

2- Hastaları iyi etmesi: (Körlerin gözünü açması, abraşı iyi etmesi): Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile, mucize olarak, hastaları iyi ederdi. Mübarek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin göz­leri hemen açılıverirdi. Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücûdunda baras yâni alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hasta­lıklarından hiç bir eser kalmazdı. Bütün bu mucizeler sâdece elini sürmesi ile olduğun­dan, elini dokunan mânâsına Mesîh dendiği ve Mesîh isminin buradan geldiği bildirilmiştir.

“Arâis-ül-mecâlis” isimli eserde zikredildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın hastalığı iyi etmede ve ölüyü diriltmede ettiği dua şu idi: “Yâ Rabbî! Göklerdekilerin ve yerdekilerin mabudu yalnız sensin. Senden başka ilâh, mâbud yoktur. Gökte ve yerde olanların meliki, sahibi sensin. İkisinde senden başka melik yoktur…

Gökte ve yerde olanların hâkimi sensin, bu ikisinde senden başka hâkim yoktur. Yerdeki kudretin, gökteki kudretin gibidir. Yerdeki sal­tanatın, gökteki sultanlığın gibidir. Yâni sâdece yerlerin veya sâdece göklerin hâkimi, sahibi, meliki değil, bütün âlemlerin, herşeyin sahibi, mâliki, yaratıcısısın. Kudretinin ve saltanatının dışında hiç bir şey yoktur. Kerîm olan isminle istiyorum. Muhakkak ki, sen her şeye ka­dirsin!”

3- Yenilenleri ve evlerde saklanılanları bilmesi: Îsâ aleyhisselâm yine mucize olarak, kavminin ne yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi.

4- Çamurdan kus yapıp uçurması: Îsâ aleyhisselâm, çamurdan bir kuş şekli yapıp, ona üfleyince, Hak teâlânın izni ile, mucize ola­rak o kuş canlanır, uçup giderdi.

Bir defasında İsrâiloğulları, bir parça çamuru kuş şeklinde yapıp Îsâ aleyhisselâma getirdiler ve; “Gerçekten hak peygamber isen, bu çamuru canlı kuş hâline getir” dediler. Hz. Îsâ dua etti. Kuş o anda canlandı ve uçup gitti.

5- Mâide (Gökten sofra inmesi) hâdi­sesi: İmâm-ı Begavî hazretlerinin “Me’âlim-üt-tenzîl” isimli tefsirinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivayet edilerek bildiriliyor ki: Havariler, gökten bir sofra indirilmesi için dua etmesini rica ettiler. Hz. Îsâ, ağlayarak, Hak teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ duasını kabul edip, bir sofra indirdi. Bu da Hz. Îsâ’nın bir mucizesi idi. İndirilen bu sofrada çeşit çeşit nimetler vardı ve bir çok insan yeyip karnını doyurdu. Hastalar şifâ buldu. Fakirler zengin oldu.

6- Uyku hâlinde iken, etrafta söyle­neni ve yapılanı duyması ve bilmesi: Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile, mucize olarak, kendisi uyurken neler konuşulduğunu bilir anlardı.

7- Semâdan yemek ve meyve gel­mesi: Îsâ aleyhisselam ne zaman acıksa veya yemek ihtiyâcı duysa, ellerini kaldırıp dua ederdi ve mucize olarak gökten yemek ve meyve gelirdi. Bu, yukarıda zikrolunan mâide (sofra) mucizesinden ayrı, başka bir mucizesi idi.

8- Uzakta ve gizli olarak konuşulan şeyleri duyması: Îsâ aleyhisselâm, uzakta bulunan insanların neler konuştuklarını, arala­rında gizli gizli neler fısıldaştıklarını, mesafe­nin uzak olmasına rağmen, mucize olarak, duyar ve bilirdi.

Kur’ân-ı kerimde Îsâ aleyhisselâmın bâzı mucizeleri haber verilmekte ve Mâide sûresi­nin 110-115. âyet-i kerimelerinde meâlen şöyle buyrulrnaktadır:

“Allahü teâlâ o kıyamet gününde şöyle buyuracak: “Ey Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûh-ul-kuds (Cebrail aîeyhisselâm) ile kuvvetlen­dirmiş, desteklemiştim. Hem beşikte hem de kemâl yaşında insanlarla konu­şuyordun. Hani sana kitabı (yazı yaz­mayı), hikmeti, Tevrat’ı İncil’i öğretmiştim. Hani benim iznimle, çamurdan kuş suretinde bir kuş şekli yapıyordun. Sonra ona üfleyince, benim iznimle o, canlı bir kuş oluveri­yordu. Hani anadan doğma körü ve abraşı da yine benim iznimle iyi ediyor­dun. Hani, ölüleri yine benim iznimle (kabrinden diri olarak) çıkarıyordun.

Hani, İsrâiloğulları seni öldürmeye kasdettiklerinde onların şerrini sen­den men ve def etmiştim (de seni öldürememişlerdi).

Sen, İsrâiloğullarına apaçık deliller ve mucizeler getirdiğin zaman da, içle­rinden kâfir olanlar; “Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi.

Hani havarilere; “Bana ve resulüm Îsâ’ya (aleyhisselâm) imân edin” diye ilham etmiştim de onlar; “imân ettik. Hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol” demişlerdi.

Hani bir vakit de havariler: “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya dua etsen, duana icabet edip,) Rabbin bize gökten (içinde yemek, taam bulunan) sofra gönderir mi?” demişlerdi de, o; “Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlântn kudre­tine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının” demişti. Havari­ler de şöyle söylemişlerdi: “(Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildir­diğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemek­lerden bereketlenmek için) yiyelim. (O’nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain olsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne ister­sen onu vereceğini bilmiş olalım). Böylece, bu mucizeleri yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.”

Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisseîâm) şöyle yalvardı; “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenleri­miz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna,) bir âyet (bir mucize) olsun. Bizi hayırlı nzıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyı de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen, rızık verenlerin en hayırlıyısın (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden, karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”

(Hz. Îsâ’nın bu duası üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: Şüphesiz ki, ben o sof­rayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse (küfre dönerse), muhakkak ki ben ona, öyle bir azabla azab ederim ki, zaman­larında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”

Âl-i İmrân sûresinin 49. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Allahü teâlâ Îsâ’yı (aleyhisselâm), İsrâiloğullarına peygam­ber gönderdi. Îsâ (aleyhisselâm) resul (peygamber) olunca, şöyle dedi: Muhak­kak ki ben, Rabbiniz tarafından âyetle (mucize ile) size geldim.

Muhakkak ki ben, sizin için çamur­dan bir kuş sureti yapar, sonra ona üfürürüm. Allahü teâlânın izni ile, o canlı bir kuş oluverir. Yine Allahü teâlânın izni ile, anadan doğma körü ve abraş illetini de iyi ederim. Ve yine Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltirim. Evle­rinizde ne yediğinizi ve ilerisi için ne biriktirdiğinizi bilirim ve size haber veririm.

Eğer îmân ederseniz, muhakkak ki, bu mucizelerde sizin için alâmetler ve iddialarımın doğru olduğuna delâlet eden işaretler, deliller ve ibretler vardır.”

Îsâ   aleyhisselâmın   faziletleri:

Hazret-i Îsâ’nın faziletleri pek çoktur. Daha doğumundan önce onun üstünlükleri, fevka­lâde hâllerine işaret olan hâdiseler görülmeye başlamıştır.

“Tefsîri Hâzin”de bildirildiğine göre, Mer­yem (r.anhâ) Hz. Îsâ’ya hâmile iken, Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımı Elîsâ’ da Yahya aleyhisselâma hâmile idi. Bu hamilelik günlerinden birinde Elîsâ’ (r.anhâ), Hz. Meryem’e; “Ben hamileyim biliyor musun?” dedi. O da; “Ben de hamileyim” dedi. Bunun üzerine Elîsâ’; “Benim karnımdakinin (Yahya aieyhisselâmın) senin karnındakine (Îsâ aleyhisselâma) hürmet ve tazimde bulunduğunu hissedi­yorum” dedi.

İmâm-ı Kurtubî (r.aleyh); “Elîsâ’, karnın­daki oğlunun, başını Meryem’in karnı tarafına döndürdüğünü hissederdi” buyurdu. Hz. Meryem demiştir ki: “Îsâ (a.s.) karnımda iken, yalnız olduğum zaman birbirimizle konu­şurduk. Yanıma bir kimse gelse, konuşmayı keserdik. Ben zikir ve teşbihle meşgul olsam, o da karnımda tesbîhle meşgul olurdu ve ben onun tesbîh ettiğini devamlı olarak işitirdim.”

Hz. Îsâ bir günlük iken, iki aylık kadar görü­nürdü. Bu şekilde çok güzel olarak büyüdü. Bir mikdar büyüyüp yetişince, Hz. Meryem onu hocaya vermek istedi. Hz. Îsâ; “Anneci­ğim! Allahü teâlâ bana hocaya lüzum ve ihti­yaç göstermedi. Senin karnında iken bana, Tevrat’ı ve İncîl’i öğretti” dedi. Hz. Meryem; “Evet doğrudur. Ama, yine de hocanın yanında bulunman iyidir” dedi.

Mektebe ilk vardığında hoca, hemen ona yakın gel deyip derse başlamak istedi, Îsâ (a.s.); “Ey hoca! Sen câhil imişsin. Zîrâ sana bir çocuk getirildiği zaman önce ismini sorup, sonra öğretmeye başlaman lâzım değil mi?” dedi. Hoca; “Doğru söylüyorsun, ismin ne­dir?” dedi. O da; “Îsâ’dır” dedi.

Bundan sonra Hoca; “Besmeleyi oku” dedi. O da okudu. Sonra; “Ebced’i oku” dedi. Hz. Îsâ başını kaldırıp; “Ebced’in ne olduğunu bilir misin?” dedi. Hoca; “Bilmiyorum” dedi. O; “Bilmediğin şeyi bana nasıl öğreteceksin?” buyurdu. Hoca; “Öyleyse sen bana öğret” dedi. Hz. Îsâ ona; “Kürsîden in!” dedi. O da İndi. Hz. Îsâ kürsîye çıkıp oturdu ve; “Şimdi sor” dedi. Hoca; “Ebced yâni elif, bâ, cim, dal nedir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki:

“Ebced’in elifi, Allah’a ve âlâullah’a yâni Allahü teâlânın nimetlerine; bâ’sı behcetullah’a (Allahü teâlânın güzelliğine) ve behâullah’a yâni Allahü teâlânın kadrine, yüceliğine; cîm’i cemâlullah’a (Allahü teâlânın güzelliğine); dâf’ı, dînullaha; hevvez’in hâ’sı, hâviyyeye yâni Cehennem’e; vav’ı “Veyl, nâr ehli içindir” demeye; zâ’sı, zefîr-i Cehennem’e yâni Cehennem’in feryadına; huttî’nin hâ’sı, istiğfar edenlerin hatâlarının düşmesine; kelemen, “Kelâmullah mahlûk değildir” demeye; sa’fes, “Gayrete gayret, cezaya ceza” demeye; karaşet, “Kıyamette Allahü teâlâ halkı bir yere toplar” demeye işarettir.” O böyle söyleyince, hoca efendi şaşıp kaldı ve Hz. Meryem’e haber gönderip; “Hâtûn, oğlunu al git. Onun üstada ihtiyâcı yoktur. Kendisi üstâddır” dedi. Böy­lece Ebced’in mânâsını ilk veren Îsâ aleyhisse­lâm oldu.

Sa’lebî’nin “Arâis-ül-Mecâlis” isimli kitabında şöyle yazar: “Îsâ aleyhisselâm mektebde çocukların herbirine evlerindekilerin yaptıklarını haber verir, ey filân, evine git, evindekiler filân yemeği yeyip, senin hisseni ayır­dılar der, çocuklar eve gidince, bize Îsâ haber verdi, hani hissemiz deyip, alırlardı. Yahudiler çocuklarına, o sihirbazdır. Onunla oynamayın derlerdi. Sonra çocuklarını onunla görüştür­memek için bir odaya kapatırlardı.

Bir defa Îsâ aleyhisselâm çocukları aramıştı. Anne-babaları yalan söyleyip, burada yoklar dediler. Bu odada ne var dedi. Maymunlar ve domuzlar vardır dediler, Îsâ aleyhisselâm, öyle olsunlar dedi. O gittikten sonra yahudiler kapıyı açıp baktıklarında, çocuklarının may­mun ve domuz şekline dönüşmüş olduğunu gördüler. Yahudilerin arasında bu haber yayı­lınca, hepsi çok korktular. Hazret-i Meryem oğluna bir zarar gelmesinden korkup, bu hâdise üzerine bir merkebe binerek oğlu Îsâ (a.s.) ile Mısıra gitti.

İshak bin Bişr, Cüveybir’den ve Mukâtil’den, onlar, Dahhâk’tan, o da Ibn-i Abbâs haz­retlerinden bildirdi: “Îsâ aleyhisselâm çocukluğunda, Allahü teâlâ tarafından ilhamla, acîb, garîb, yâni insanların görmedik­leri şeyleri görür ve bilirdi. Bunlar yahudiler arasında yayıldı, Îsâ aleyhisselâm büyüdükçe İsrail oğullarının düşmanlığı arttı. Ona kasd et­tiler, yâni öldürmek istediler. Annesi korktu. Allahü teâlâ, annesine ilham edip, onu Mısır’a götürmesini bildirdi.”

Bütün âlimler bildirmişlerdir ki, peygamber­lerin hepsi diğer insanların hepsinden elbette daha üstün, şerefli ve faziletlidir. Peygamber­ler içinde resuller, yâni şeriat sahibi, kendisine yeni bir din verilen peygamberler diğerlerin­den daha faziletli, üstün ve şereflidir. Bunlar arasında da, kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamber, diğerlerinden üstün ve kıymetli­dir. Bu altı peygamber; Adem, Nuh, İbrahim, Musa, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Bu ülü’l-azm peygamberlerin de en üstünü, bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır.

İşte hazret-i Îsâ da ülü’l-azm peygamber­lerden olmakla, makam ve derecesi pek üstün, fazilet ve kemâlâtı pek yüksektir. Hz. Ebû Hüreyre de; “Peygamberlerin efendisi; Adem, Nuh, İbrahim, Musa, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır” buyurmuştur.

Hazret-i Îsâ, Allahü teâlânın emri ve kudreti ile babasız olarak doğduğundan, ona Kelimetullah denir. Nitekim, daha evvel yukarıda geçen Al-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîme­sinde bu hususa işaret vardır. Yine bu hususta NÎsâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, (Allahü teâlânın kulu) Mer­yem oğlu Îsâ Mesih, Allahü teâlânın (İnsanları, Allahü teâlânın dînine davet için gönderdiği) resulü ve Allahü teâlânın kelimesidir (ki, Hak teâlânın “Ol” emri ile, babasız olarak, Allahü teâlânın kudretiyle meydana geldi)…”

“Tefsîr-i kebîr” ve “Rûh-ul-beyân” da yukarda meali verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Îsâ aleyhisselâmın kelîmetullah olması îzâh edilirken buyruluyor ki:

Allahü teâtâ Îsâ aleyhisselâmı; “Kün-OI” emri (kelimesi) ile yarattı. Gerçi her şey Allahü teâlânın “Kün” emri ile var olmaktadır. Hakîkî sebep budur. Fakat, zahirî (insanlar arasında bilinen, meşhur olan) sebepler de vardır ki, Hak teâlânın âdet-i ilâhiyyesi, işlerin bu zahirî sebeblerle meydana gelmesidir. Hak teâlâ, hiç bir sebep olmadan da yaratmaya elbette kadir­dir. Fakat, kendi bildiği nice hikmetler ve kullar için nice faydalardan dolayı sebepler araya koymakta, sebepler ile yaratmaktadır.

Bilindiği gibi, bir çocuğun meydana gel­mesi, diğer her şey gibi, zahirî bir sebebe bağ­lıdır. O da ana ve babanın bir araya gelmesidir. Allahü teâlâ, belki herkesin anlayamayacağı nice hikmetlerinden dolayı, Hz. Îsâ’yı işte bu zahirî sebep olmadan sâdece “Kün” emriyle yarattı. Bu bakımdan Hz. Îsâ’yı, Hak teâlânın “Kün” kelimesine nisbet etmek daha muvafık olmaktadır. Bu sebeple, Hz. Îsâ, sanki Allahü teâlânın “Kün” kelimesinin bizzat kendisidir. Bunun için ona, Kelimetullah denilmiştir.

Hazret-i Îsâ’nın bir lakabı da Rûhullah’dır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında buna işaret olunmuş ve Hz. Îsâ’nın diğer ruhlar gibi, Allahü teâlânın halk ettiği, yarattığı, O’nun tarafından gelen bir ruh olduğu bildirilmiştir. Hak teâlânın izni ile ölüleri dirilttiği, kalbleri ihya ettiği için ona Rûhullah denildi diyen­ler de olmuştur.

Yine yukarıda meali verilen Al-i İmrân sûre­sinin 45. âyet-i kerîmesinde, Hz. Îsâ’nın dünyâ ve âhırette vecih (şerefi yüksek, kadri yüce) olduğu bildirildi. Alimler bu vecîh olmayı iki şekilde îzâh etmişlerdir:

1- Îsâ aleyhisselâmın dünyâda vecîh olması; duasının kabul olması, Allahü teâfânın izni ile ölüleri diriltmesi, dua ile körleri ve baras hastalığı olanları iyileştirmesidir. Âhırette vecîh olması ise; yolundan ayrılmayan, göster­diği yolda bulunmuş olan ümmetine şefaatçi kılınmasıdır.

2- Dünyâda vecîh olması; yahudilerin, hak­kında söyledikleri ayıplardan berî (uzak) olma­sıdır. Âhırette vecîh olması ise; sevabının çok ve Allahü teâlâ indinde derecesinin yüksek olmasıdır.

Bu âyet-i kerîmede, Hz. Îsâ’nın dünyâ ve âhırette vecîh olduğu zikredildikten sonra, onun mukarrebînden olduğu bildirildi. Alimler bunun, Hz. Îsâ’nın semâya yükseltileceğine, meleklerin onunla birlikte bulunacaklarına işaret olduğunu bildirmişlerdir.

İshak bin Bişr’in senedleri ile Ebû Hüreyre’ den (r.anh) verdiği haberde şöyle bildirildi: Îsâ aleyhisselâm bebekken olan ilk konuşma­sından sonra, Allahü teâlâya, kulakların duy­madığı bir ta’zîm münâcâtında bulunup şöyle dedi:

“Ey Allah’ım! Yüceliğinde yakınsın; yakınlı­ğında yücesin. Yarattıklarının hepsinden üstünsün. Sözlerinle havada yedi kat gök yarattın. Hepsi emrine hazır, el pençe divân durmaktadır, içinde meleklerin vardır; seni tesbîh ve takdîs ederler. Karanlıklar içinde, onlarda, yâni gökte ışık kaynakları yarattın. Geceyi ay ve yıldızla aydınlık, gündüzü güneşle ışıklı eyledin. Havada hamd ile tesbîh eden gök gürültüsü yarattın. Gökte yıldızlar yarattın ki, yolunu kaybetmiş olanlar, onlarla yollarını bulur.

Ey yüce Allah’ım Denizleri, dağları yarat­tın. O yücelikleri, yükseklikleri ile dağlar, huzurunda başları eğik ve itaatkâr, emrine hazır; denizin dalgaları, izzetin karşısında dökük ve dağınıktır. Nehirler, dereler, kaynak­lar akıttın. Ağaçlar, meyveler yarattın. Hepsi senin emrindedirler.

Ey Allah’ım! Sen ne yücesin! Seni hakkıyla kim medhedebilir? Vasfı ile senin vasfına, sıfatları ile senin sıfatlarına kim ulaşabilir? Bulutları yayar, esirleri darda kalanları kurta­rırsın. Hükmün haktır, hak olan hükmü verir­sin. Hüküm verenlerin en hayırlısı sensin. Senden başka ilâh yoktur. Sen her ayıb ve noksandan münezzehsin! Bize her günâhımız­dan sonra istiğfar etmemizi emrettin. Senden başka ilâh yoktur. Akıllı kulların senden muhakkak korkar. Şehâdet ederiz ki, sen ihdas edilen, meydana çıkarılıp, uydurulan bir ilâh değilsin. Zikri bitecek bir Rab değilsin! Bizi yaratmada sana yardım eden bir başkası yok­tur ki, senin kudretinden şüphe edelim. Şehâ­det ederiz ki, sen, bir teksin, samedsin, doğurmamış ve doyurulmamışsın ve senin eşin, benzerin yoktur.”

İshâk bin Bişr, Cüveybir ve Mukâtil’den, onlar Danhâk’tan, o da, Ibn-i Abbâs’dan (r. anhüm) alarak dedi ki: Îsâ aleyhisselâm bebekken yaptığı mucizevî konuşmadan sonra bir daha konuşmadı; çocukların konuş­ma çağına gelince konuşmaya başladı. Bu yaşa gelince, Allahü teâlâ, onu hikmet ve beyânla konuşturdu. Yahudiler onun ve annesinin hak­kındaki iftiralarını arttırdılar ve ona âsî oğlu diye isim verdiler. Nitekim Allahü teâlâ bunu bildi­rip, Nîsâ sûresi 156. âyet-i kerîmesinde; yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı inkâr etmekle küfre düştüklerini ve Hz. Meryem’e zina isnadı ile büyük bir iftirada bulunup, aleyhinde konuştuk­larını haber vermektedir.

Imâm-ı Buhârî ve Müslim (r. aleyhimâ) râvîleri ile birlikte Ebû Hüreyre’den (r.anh), o da, Resülullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmektedirler: “Îsâ (aleyhisselâm) çalan (hırsızlık eden) bir adamı görüp ona; “Çaldın mı?” dedi. O da, “Hayır kendisinden başka ilâh olmayan (Allahü teâlânın) hakkı için söylüyorum ki, çal­madım” dedi. Bunun üzerine Îsâ (aley­hisselâm); “Allah’a inandım ve gözümü yalanladım” (yâni gözümle gördüğüme inanmadım) dedi.”

Yâni, yemin ettiğin için gözümü yalanla­dım buyurmakla, kendisinin çok temiz yaratılış ve seciye üzere olduğunu gösterdi.

Yine Buhârî ve Müslim’de, Ubâde’nin (r. anh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, O’nun bir olup, ortağı, eşi, benzeri bulunmadı­ğına ve Muhammed (aleyhisselâmın) Allahü teâlânın kulu ve resulü oldu­ğuna, Îsâ‘nın (aleyhisselâm) Allah’ın kulu, resulü, Meryem’e ilkâ’ eylediği kelimesi ve ruhu olduğuna, Cennet ve Cehennem’in hak olduğuna şehâdet edeni, ameli ne olursa olsun Allahü teâlâ Cennet’e koyar” buyruldu.

Yine Buhârî’de Ebû Hüreyre (r.anh) isnadı ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Beşikte iken konuşan sâdece üç kişi olmuştur. Birisi (hazret-i) Îsâ‘dır. Biri şudur ki, İsrâiloğullarından Cüreye adında biri vardı. Namazda idi. Birden annesi gelip, onu çağırdı. (Kendi ken­dine) ona mı cevap vereyim yoksa namaza mı devam edeyim dedi. Annesi (onun kasıtlı olarak cevap vermediğini zanne­dip); “Yâ Rabbî! Ona fahişe kadınların yüzlerini göstermeden canını alma” dedi. Cüreyc bir kulübede kalırdı. Bir taraftan bir kadın gelip, onunla konuş­mak istedi. Cüreyc konuşmaktan kaçındı. Kadın bir çobana yaklaşıp, nefsini ona teslim etti. (Çobanla zînâ etti.) Ondan bir oğlu oldu. Kadına, bu çocuk kimdendir dediler. Cüreyc’dendir dedi. Adamlar oraya koşup, kulübesini yıktı­lar, sövdüler, hakaret eylediler. (Cüreyc) abdest alıp namaz kıldı. Sonra o çocuğun yanına gitti ve; “Ey oğlan! Baban kimdir?” dedi. Çocuk; “Filân çobandır” dedi. insanlar (hakikati anla­yınca, Cüreyc’e); “Senin kulübeni altın­dan yapalım mı?” dediler. “Hayır, topraktan yapın” dedi.

Yine Isrâiloğullarında bir kadın vardı. Bir de emzikli oğlu vardı. Bir gün, hayvan üstünde heybetli, güzel elbiseli bir adam oradan geçti. Kadın; “Yâ Rabbî! Oğlumu onun gibi yap” dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bıra­kıp, gelen atlıya döndü ve; “Yâ Rabbî! Beni onun gibi yapma” dedi. Sonra annesinin göğsünü emmeye başladı. Daha sonra kadın, çocuğuyla birlikte bir cariyeye uğradı. Kadın; “Yâ Rabbî! Oğlumu bunun gibi yapma” dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp; “Yâ Rabbî! Beni onun gibi eyle” dedi. Annesi; “Niçin böyle dedin?” deyince, çocuk; “O hayvan üstündeki heybetli adam, cebbarlardan, zâlimlerdendir. Bu kadın ise, zina ve hırsızlıkla itham edildi, ama, ikisini de yapmamıştır, temizlerdendir” dedi.”

Ebû Osman’dan gelen haberde buyruldu ki: Îsâ aleyhisselâm bir dağın başında namaz kılardı. İblîs, yanına gelip; “Sen her şeyin kaza ve kader ile olduğunu mu söylersin?” dedi. O da; “Evet” buyurdu, “öyleyse kendini bu dağdan aşağı at ve kaderim böyle idi de!” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey mel’ûn! Allah, kul­larını tecrübe, imtihan eder, kulların O’nu imtihan etmeğe hakkı yoktur” buyurdu.

Îsâ aleyhisselâm ile alâkalı olarak bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

“Meryem oğlu Mesih (Îsâ aleyhisselâm) muhakkak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamberler geçti. Annesi (Hz. Meryem) ise sıddîka (çok doğru, dürüst ve iffetli) bir kadın idi…” (Mâide sûresi: 75)

“Sonra (Nuh ve İbrahim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ’yı (aleyhisselâm) gön­derdik ve ona İncîli verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalblerine de ince bir duygu ve merhamet ih­san ettik…” (Hadîd sûresi: 27)

“…Meryem oğlu Îsâ‘ya (ölüleri dirilt­mek, anadan doğma kör olanları ve baras illeti bulunanları tedavi etmek ve gaybden haber vermek gibi) apaçık mucizeler verdik ve onu Rûh-ul-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik…” (Bekara sûresi: 87, 253)

Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmelerde geçen Rûh-ul-kuds’ü çeşitli şekillerde tefsîr edip, açıklamışlardır.

1- Bâzı âlimler; Rûh-ul-Kuds’ün, Cebrail aleyhisselâm olduğunu bildirmişler ve bunu bir kaç şekilde îzâh etmişlerdir.

  1. a) EI-Kuds, tâhir yâni temiz demektir ve bu kelime ile burada Allahü teâlâ zikredilmekte­dir. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds, Rûhullah demektir. Rûh’la murâd, Cebrail ateyhisselâmdır. Cebrail aleyhisselâmın, Allahü teâlâya nisbet edilmesi, yâni Rûh-ul-Kuds (Allahü teâlânın ruhu) buyrulması, Cebrail’in (a.s,) şerefini bil­dirmek, onun Hak teâlâ katındaki derecesinin yüksekliğini beyân etmek içindir.

Nitekim, Allahü teâlâya nisbet etmek sure­tiyle şerefini ve kıymetini bildirmek için Kâbe-i muazzamaya Beytullah (Allahü teâlânın evi), Salih aleyhisselâmın devesine de Nâkat-üllah (Allahü teâlânın devesi) buyrulması da böyledir.

  1. b) Beden, ruh ile canlı kalabildiği gibi, din de Cebrail aleyhisselâm ile canlı kalır. Çünkü Cebrail aleyhisselâm, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmekle me’mur olup, mükellef olan insanlar; ancak Hz. Cebrail’in Hak teâlâdan peygamberlere getirdiği vahiyle, dîni hayatlarında sabit kalabilmektedir.
  2. c) Cebrail aleyhisselâm ve diğer melekler ruhanî mahlûklardır. Ancak rûhânîlik, Cebrail aleyhisselâmda daha tam ve kâmildir.

Alimlerden Rûh-ul-Kuds ile alâkalı olarak başka rivayetler de gelmiş ise de, bu husustaki en kuvvetli rivayet, Rûh-ul-Kuds’ün, Cebrail aleyhisselâm olduğu şeklindedir.

2- Bâzı âlimler Rûh-ul-Kuds, İncîl’dir demişlerdir. Nitekim Şûra sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde; “Sana emrimizden bir ruh vahyettik…” buyruldu. “Mazharî”, “Celâleyn” ve “Medârik” gibi birçok muteber tefsir­lerde, bu âyet-i kerîmede geçen “Rûh”un, Kur’ân-ı kerîm olduğu bildirilmiştir.

İncil’e ruh buyrulması, o asırda din işlerinin onunla canlı kalması, dünyâya ait faydaların onunla muntazam olması sebebiyledir. Çün­kü, Allahü teâlânın kitabı, kalbleri canlı tut­maktadır.

3- Bâzı âlimler; “Burada geçen Rûh-ul-Kuds’le murâd, İsm-i a’zamdır. Îsâ aleyhisse­lâm ölüleri bunu okuyarak diriltir, bir çok mu­cizeleri bunu söyleyerek gösterirdi” demiş­lerdir.

4- Bâzı âlimlerde; “Ruh, Îsâ aleyhisselâmın ruhudur. Kuds ise Atlahü teâlâdır. Hz. Îsâ’nın ruhunun Hak teâlâya nisbet edilmesi, onun şerefine, yüksekliğine işarettir” demişlerdir.

Ruh kelimesinin; Cebrail aleyhisselâma, İncil’e ve İsm-i a’zama söylenmesi, isnâd edil­mesi mecazdır. Çünkü ruh, insanın bedeninin canlılığına sebep olduğu gibi, Cebrail’in (a.s.) bildirdikleri (Allahü teâlâdan vahiy yoluyla getirdikleri) de kalblerin canlılığına sebep olmaktadır.

İncîl, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının öğrenilmesine sebepdir. İsm-i a’zam ise, maksadların ve dileklerin hâsıl olmasına vesîledir.

Ruh ile Cebrail aleyhisselâm arasındaki yakınlık ve beraberlik daha tamdır. Şöyle ki:

1- Cebrail (a.s.), nûrânî, latif bir mahlûktur. Bu sebeple ikisi arasındaki benzerlik daha tamdır. Dolayısiyle Rûhl-ul-Kuds’e, Cebrail demek daha lâyık olmaktadır.

2- Âyet-i kerîmede; “…Biz onu Rûh-ul-Kuds ile takviye ettik” buyurulmasından murâd; yardım etmektir. Yardım etmenin, Cebrail afeyhisselâma isnâd edilmesi hakîkî mânâ ile; İncîl ve İsm-i a’zama isnâd edilmesi ise mecazî mânâ iledir. Bu sebeple de Rûh-ul-Kuds’ün, Cebrail (a.s.) olması daha lâyıktır.”

Îsâ aleyhisselâm zühd sahibi olmakta pek ileri idi. Dünyâ malına hiç meyletmezdi. Hasen-i Basrî (r.aleyh); “Îsâ aleyhisselâm, kıyamette zâhidlerin reisidir” buyurmuştur.

Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mubah­ların fazlasından sakınmak, ihtiyatlı davran­mak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Ahıret yolcularının şerefli makamlarından biri­dir, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. Zühd; dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise seâdet ve nimetlere kavuşmanın sebebidir.

Yahya bin Mu’âz (r.aleyh) buyurdu ki: “Zühd, dünyâ zinetini terk etmektir. Zîrâ Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfde; “Dünyâya düşkün olmak bütün hatâla­rın başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zâhid olanlardır” buyurmuş­tur.

İbrahim bin Edhem (r.aleyh), zühdün; farz, selâmet ve fazilet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, bu dereceleri şöyle îzâh etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazilet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek mikdarı atıp, bir çoğunu terketmektir.”

Cömertlik göstermek veya âhıreti istemek­ten başka bir sebeple dünyâyı terk eden kim­seye zâhid denemez. Zühd, ancak haramlar ve şüphelilerde olur. Helâl, Allahü teâlânın emriyle mubah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde varmak yâni helâlden yüz çevir­mek caiz değildir. Ancak, zühd sahibi, helâl­ler, mubahlar dâiresini daraltabilir ve hareketlerini farz ve sünnetlerle sınırlandırabilir. Yoksa zühd, malı, kazancı ve mubah olan şey­leri büsbütün terketmek demek değildir. Asıl zühd, bütün bu mâlî ve mubah şeylere sahip olduğu hâlde, kalbinde onlara karşı muhabbet beslememek, bunlara düşkün olmamak demektir. Nitekim Hz. Ömer, yeryüzündeki malları elinde tuttuğu hâlde, kalbinde bu mal­larla ilgili hiç bir düşünceye, yer vermezdi. Onlardan tamamen yüz çevirmişti.

Zühd, Hâk teâlâdan başka her şeyden tamamen yüz çevirmek olduğuna göre, bu, ancak bunlardan daha sevgili olana yönel­mekle mümkün olur. Yoksa daha kuvvetli bir sevgi bulmadan, kimse evvelki meyl ve muhabbetini terkedemez. İmâm-ı Şiblî’ye (r.aleyh) zühdden sorduklarında; “Allahu teâlâ hâriç, her şeye sırt çevirmektir” buyurmuştur. Ebû Süleymân-ı Dârânî de (r.aleyh) buyurdu ki: “Zühd bir çok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahu teâlâdan alıkoyan her şeyi terketmektir.”

Allahu teâlâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz her ışeyden daha sevgili olduğu için, Allahu teâlâ­dan başka her şeyi bir tarafa bırakıp, yalnız Allahu teâlâyı seven kimse, mutlak surette zâhiddir. Kişinin Allahu teâlâya karşı olan sev­gisi de, O’nun emirlerine uyup, uymadığından anlaşılır. Her ne kadar müslümana amelleri karşılığında Cennet nîmetleri verilecekse de, asıl olan, bütün amelleri Allahü teâlâ için yapmaktır.

Yalnız dünyâ zevklerini terkedip, âhıret zevklerinden vazgeçmeyen de zâhiddir. Fakat yukarıdaki durum elbette daha kıymetlidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: “Haramı terk, herkesin zühdüdür. Seçkin kul­ların zühdü, mubahların fazlalarından kaçın­maktır, irfan ehlinin yâni ariflerin zühdü de, kalbi, Allahu teâlâdan başkasıyla meşgul olmaktan sakındırmaktır.”

Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyoruz ve ondan hoşlanmıyoruz. Hâlbuki o bize mutlaka gelecektir” dedikle­rinde, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlan­madınız. Dünyânızı mâmur etmeye baktınız. Dolayısıyla, âhıretinizi harâb ettiniz. Elbetteki mâmur olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm bir gün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız.” Hakikat bu kadar açık bir şekilde ortada iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.

Dünyâ sevgisi İnsanı iki cihanda helake, ondan yüz çevirmek ise saadete götürür.

Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kendisine sus­mak ve zühd verilen bir kimseyi gördü­ğünüz vakit, ona yaklaşın. Zîrâ o, hikmet telkin eder” buyurmuştur. Allahü teâlâ da Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir” buyurmuştur. (Bekara sûresi: 269) İslâm âlimleri bu hadîs-i şerif ve âyet-i kerîmeyi; “Kırk gün dünyâdan yüz çeviren zahidin kalbine, Allahü teâlâ nehirler gibi hik­met akıtır ve diline hikmetli sözler söyletir” şeklinde tefsîr etmişlerdir.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâiânın seni sevmesini istiyorsan, dünyâda zâhid ol” buyurdu. Harise (r.anh), Resûlullah efendimize (s.a.v.); “Ben hak mü’minim” dediği zaman; “Bunun alâmeti nedir?” buyurdu. Harise (r.anh), cevâbında; “Nefsim öyle zâhiddir ki, altın ve taş bana göre aynıdır. Sanki Cennet’e ve Cehennem’e bakıyorum” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.); İyi muhafaza et, lâzım olanı bulmuşsun” deyip, sonra; “Bu, kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı bir kuldur” buyurdu.

Eshâb-ı kiramdan (r.anhüm) biri şöyle anlatır: Resûl-i ekreme (s.a.v.); “insanların hayırlısı kimdir?” diye suâl ettik. “Kalbi mahmûm, dili doğru olan kimsedir” buyurdu. Biz; “Kalbi mahmûm ne demektir?” dedik. “Takva sahibi olan, gıll ü gışşı, kin ve çekememezliği bulunmayan temiz kalbdir” buyurdu. Bunun üzerine biz tekrar; “Bundan daha hayırlı olan kimdir?” diye sorduk. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Dünyâyı kötüleyip, âhıreti sevendir” buyurdular ki, bu da ancak zühd sahibinde bulunur.

Sahabeden bâzısı, Tabiînden olanlara; “Sizin ibâdetiniz sahabenin ibâdetinden çok­tur. Fakat onlar, sizden daha üstündür. Çünkü dünyâda sizden daha zâhid idiler” dediler. Ömer (r.anh) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, hem kalb, hem beden rahatlığıdır.” İbn-i Mes’ ûd (r.anh); “Zahidin iki rekat namazı, zâhid olmayanların ömrünün sonuna kadar olan ibâdetlerinden faziletlidir” ve Sehl-i Tüsterî de; “Amelin ihlâsla olması, dört şeyden korkmadığın zaman mümkündür: Açlıktan, susuzluk­tan, fakirlikten ve hakîrlikten” buyurmuştur.

Rivayete göre, İslâm fütuhatı genişleyip İslâmiyet etrafa yayıldığı ve hazîne, ganimet malları ile dolup taştığı vakit, Hz. Ömer’in kızı Hafsa (r.anhâ) babasına; “Etraftan ziyaretçile­rin geldiğinde, kıymetli ve ince kumaşlar giy, emret de güzel yemekler yaptır. Sen de ye, mÎsâfirlerine de yedir” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle buyurdu: “Ey Hafsa! Hiç kimse kocanın hâlini hanımından daha iyi bilemez. Sen, Resûlullah’ın (s.a.v.) zevcesi olduğun için, O’nun hâlini herkesten iyi bilirsin. Bu kadar yıl kavmi arasında bulundu. Hiç bir vakit hem akşam, hem sabah karnı doydu mu? Akşam buldu ise sabah, sabah buldu ise akşam bula­madı. Öyle değil mi? Yine Allah aşkına soruyo­rum: Hayber fethedilinceye kadar Resûl-i ekrem ve O’nun Ehl-i beyti hurma yiyip doydu­lar mı? Yine Allahü teâlâ adına sana sorarım, hatırlar mısın ki, Resûl-i ekreme yüksek bir sofra getirdiğimiz vakit, üzülmüş, rengi değiş­mişti. Sonra da o sofranın kaldırılıp, yemeğin daha alçak bir şey üzerine veya yere konulma­sını emretmemiş miydi? Yine sana yemin verdi­ririm. Resûl-i ekrem, geceleri bir aba üzerinde yatarken, bir gece bu aba dört kat yapıldığı vakit sabaha kadar uyanamayıp; “Beni gece ibâdetimden alıkoydunuz, bunları ikiye indirin” demedi mi? Yine sana yeminle sorarım. Resûl-i ekrem sırtındaki elbi­seyi yıkamak için çıkardığı sırada, Bilâl (r.anh) gelip de “Namaz” diye seslendiği vakit, giye­cek başka elbisesi olmadığı için kuruyuncaya kadar o elbiseyi beklediğini bilmez misin? Yine yeminle sorarım, Zafer kabilesinden bir kadın, Resûl-i ekreme, iki parça olan bir elbise hazırlamıştı. Bunlardan birinin dikilmesi henüz tamamlanmadığı için elbisenin yalnız bir kısmını önce gönderince, Resûl-i ekremin sâde ona bürünerek namaz kıldırdığını ve başka giyeceği olmadığı için onu omuzlarına bağladığını bilmiyor musun?” Hz. Ömer’in bu sözlerinden sonra, Hafsa (r.anhâ) onu tasdik etti ve her ikisi de kendilerinden geçinceye kadar ağladılar.

Îsâ aleyhisselâm zühd sahibi olmakla pek ileri idi. Bir gün Îsâ aleyhisselâm, başının altına yastık yerine bir taş koyup yatarken, canı uyu­mak istedi. O anda iblis yanına gelerek; “Ey Îsâ! Sen dünyâ malından bir şey istemediğini söylemez miydin? Şimdi başının altındaki taş dünyâ malı değil midir?” dedi. Îsâ aleyhisse­lâm, bunu işitince, kalktı ve o taşı tuttuğu gibi iblisin üzerine fırlattı, sonra; “Ey mel’ûn! Dünyâ ile birlikte bu da senin olsun, al!” buyurdu.

Mu’temir bir Süleyman şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm, bir gün eshâbının yanına geldi. Üzerinde yünden cübbe, elbise ve iç çamaşırı vardı. Yalın ayak idi. Ağlıyordu. Saçı taranma­mış, açlıktan yüzünün rengi sararmış, hararet­ten dudakları kurumuş bir hâlde idi. Eshâbına şöyle dedi: “Esselâmü aleyküm ey İsrâiloğulları! Ben, Allahü teâlânın izni ile dünyânın değerini düşürür, ona lâyık muamele edilme­sini söylerim. Bunu kendimi beğenmek ve öğünmek için söylemiyorum. Benim evim nerededir bilir misiniz?” Onlar da; “Evin nerededir?” diye sorduklarında, o; “Evim, mescidlerdir. Esansım, sudur. Katığım, açlıktır. Kandilim, geceleyin parlayan aydır. Kışın, ateşim güneştir. Çiçek bahçem, sebzelikler, yeşilliklerdir. Elbisem yün, şiarım izzet sahibi olan Rabbimden korkmak, sohbet arkadaşla­rım sakatlar ve fakirlerdir. Sabahleyin kalktı­ğımda bir şeyim yoktur. Akşam olduğunda yine bir şeyim olmaz. Gönlüm rahat, kaygusuzum. O hâlde benden zengin ve mes’ûd kim vardır” buyurdu.”

İbn-i Ömer (r.anh) şöyle rivayet etmiştir: “Îsâ aleyhisselâm, havarilerine buyurdu ki: “Arpa ekmeği yiyin. Saf su için ve dünyâdan salim ve emin olarak çıkın. Size kendisinden bahsettiğim Allahü teâlâ hakkı için şöyle derim: Muhakkak ki dünyânın tatlısı, âhıret için acıdır. Dünyâ acılığı da âhıret için iyidir. Allahü teâlâ kullarını dünyâya sırf dünyâ nimetlerine kavuşmak, nimetlerle rahatlamak için gönder­medi. Sizin en kötünüz, nefsinin arzu ve istek­lerini ilmine tercih eden âlimlerdir. Onlar bütün insanların kendileri gibi olmasını severler.” Şöyle anlatılır: Merv şehrinin kadısının bir kızı vardı. Merv şehrinin eşraf ve ileri gelenleri, bu kızı istediler. Kadı, meşveret edilecek kişi­lerle meşveret etti. Kadının bir hıristiyan kom­şusu vardı. Bir de onunla meşveret edeyim. Başka dindendir ama, görünüşte komşumuz­dur deyip, onu çağırdı. Onunla meşveret etti. Hıristiyan komşu, kadıya; “Ey kadı! Bu işte, bizim, bizden öncekilerimizin sünneti, yâni yolları, âdetleri vardır. Sizin yâni sizden önceki­lerin de âdeti, sünneti vardır. Zamanımızın insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen ser­bestsin. Hangisini istersen seç” dedi. Kadı ona; “Üç yolu da açıkla” dedi. Bunun üzerine şöyle anlattı: “Bizden öncekilerin yolu; asil, soylu birisini bulup kızını ona verirlerdi. Siz­den öncekilerin sünneti, adeti; takva sahibine vermekti. Zamânımızdakİlerin âdeti ise, zen­ginleri tercih etmektir. İyi soya, asalete ve kuv­vetli dîne İtibâr etmezler. Sen hangisini seçiyorsun?” Kadı; “Ben bizden öncekilerin sünneti ile amel eder ve takva sahibini tercih ederim” dedi. Sonra düşündü. Merv şehrinde kendi kölesinden daha münâsibini bulamadı. Kölesi, Mübarek isminde, müttekî ve dindar bir kimse idi. Kızını ona verdi.

Kölesi, kırk gün kızın yanına gitmedi. Bu durumdan kızın annesinin haberi olunca, efen­disine yâni kadıya şikâyet edip; “Böyle sâliha bir kızı, kölene verdin de, henüz yüzüne bile bakmadı. Senin bu yaptığın nedir?” dedi. Kadı, kölesi Mübârek’e; “Ey Mübarek! Sen benim çocuğuma nâz mı ediyorsun da, yanına gitmiyorsun” dedi. Mübarek cevâb olarak; “Ey müslümanların kadısı! Ben sizin kerîmenize nasıl nâz ederim de yaklaşmam. Ama siz kadı olduğunuz için, korktum ki, bu kız sizin evi­nizde iken şüpheli bir şey yemiştir. Ben ise, lokmalarda çok dikkat ediyorum ve ona helâl yemek yediriyorum. Vücûdunun kanının tamamen temiz olmasını istiyorum” dedi. Kırk gün tamam olunca, hanımının yanına yaklaştı. O, lokmalarında bu kadar ihtiyatlı olunca, Allahü teâlâ ona, Abdullah isminde bir evlâd ihsan etti. İşte bu çocuk, büyüyünce pek büyük bir âlim olan Abdullah bin Mübarek hazretleri idi.

Yine şöyle anlatılır: Şah Şücâ’ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman valileri ona tâlib idi. Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip; “Ey genç! Evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır” deyince ona; “Kur’ân-ı kerim okuyan, takva sahibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dir­hemden başka hiç bir şeyim yok” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al” dedi. Şah Şücâ’ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek par­çası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım?” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben, Şah’ın kızının benim yanımda durmayacağını bilmiştim” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığından dolayı gidiyorum. Sen, akşam­dan sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama çok şaşıyorum. Çünkü o, bunca sene­dir bana; “Seni takva ve zühd sahibi birine vereceğim” derdi. Bu gün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor. Bu evde ya ben kalı­rım, ya bu ekmek. Sen karar ver” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mes’ûd olarak yaşadı, işte Allahü teâlânın velî kulları bu derece zühd sahibi idiler.