İMÂM-I MÂLİK - kainatingunesi.com

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin imâmı. Adı Mâlik bin Enes, künyesi Abdullah’dır. 711 (H. 93 veya 95) senesinde Medine’de doğdu. 795 (H. 179)’da yetmiş altı yaşında iken Medîne’de vefat etti. Soyu, Yemenli arap kabilelerinden Benî Eshab’a ve Himyerîlerden bir hükümdar hanedanına dayanır. Dedelerinden biri Medine’ye yerleşmişti. Eshâb-ı kiramdan olan dedesi Ebû Amr’dı.

Tebe-i tabiînden olan İmâm-ı Mâlik, ilim ve hadîs rivâyetiyle meşgul olan bir aile ve çevrede yetişmiştir. Dedesi Mâlik, babası Enes ve amcası Süheyl, hadîs rivayet etmişlerdir. Yaşadığı muhit, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem yaşamış olduğu ve İslâm’ın hükümlerinin vâz edildiği, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman zamanlarında islâm’ın merkezi olan ve pek çok ilim ehlinin bulunduğu Medîne-i münevvere idi. Önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Kendi isteği veâilesininbilhassaannesininyardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Annesine, ilim tahsîline gitmek istediğini söyleyince, ona en güzel elbiselerini giydirerek sarığını sarmış; “Şimdi git! Oku, yaz!” demiştir. Ayrıca oğluna zamanın en meşhûr âlimi Râbi’at-ur-Rey’in yanına gitmesini, ondan ilim ve edeb öğrenmesini söylemiştir. Bu teşvik üzerine Râbi’a bin Abdurrahmân’ın derslerine devam edip, genç yaşta re’ye dayanan fıkıh ilmini öğrendi. Başka âlimlerin derslerine devam etti ve bilhassa yanından hiç ayrılmadığı hocası Abdurrahmân bin Hürmüz’den çok istifâde etti. Genç bir talebe olan Mâlik’in, hocasına büyük bir hayranlık ve muhabbeti vardı. Üstün bir edeb gösterir, hizmette kusur etmezdi.

Bu hocası hakkında; “İbn-i Hürmüz’ün derslerine on üç sene devam etttim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O, bid’at ehlini red bakımından ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda en bilgilisi idi” demektedir.

İmâm-ı Mâlik, muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük fedâkârlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve her şeyini harcamış, hattâ tahsil uğruna evini dahî satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: “Öğle vakti hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’ın âzâdlısı Nâfi’ye giderdim ve kapısında beklerdim. Nâfi’, hazret-i Ömer’den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah’ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiç bir gölge bulamazdım. Nâfi’, dışarı çıkınca, edeble selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip, “Abdullah bin Ömer şu mes’elelerde ne buyurmuştur?” diye sorardım. O da suâllerimi cevaplandırırdı.”

Ayrıca Tabiînden olan İbn-i Şihâb ez-Zührî ve Sa’îd bin el-Müseyyib gibi zâtlardan ilim öğrenmiştir. Bu hocalarından da ders almak için üstün bir gayret ve edep göstermiştir.

İmâm-ı Mâlik, Ehl-i beytden Ca’fer-i Sâdık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususda kendisi şöyle anlatır: “Ca’fer bin Muhammed’e giderdim, o çok yumuşak ve güler yüzdü idi. Yanında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anılınca yüzü sararırdı. Meclisine uzun zaman devam ettim. Her görüşümde, ya namaz kılar, ya oruçlu olur veya Kur’ân-ı kerîm okurau. Abdestsiz hadîs-i şerîf rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Takva sahibi, zâhid, âbid âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yaslandığı yastığını alır, mutlaka bana ikram ederdi.”

Bir gün hocası Ebu’z-Zinâd’a hadîs rivayet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştı. Daha sonra hocası, “Bizim halkamıza niçin oturmadın?” diye sorunca, şu cevâbı vermiştir: “Yer dardı, oturamadım. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellemin hadîsini ayakta dinlemek istemedim.” Netice itibariyle İmâm-ı Mâlik, ilmini; İmâm-ı Zührî’den, Yahya bin Sa’îd’den, Muhammed ibni Münkedir’den, Hisâm bin Amr’dan, Zeyd ibni Eslem’den, Râbi’a bin Abdurrahmân ve daha bir çok büyük âlimden öğrenmiştir. Üç yüzü Tabiînden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuz yüz hocadan hadîs-i şerîf öğrendi. Ayrıca; Eshâb-ı kiramın büyüklerinden hazret-i Ömer’in, Abdurrahmân bin Avf’ın, Zeyd bin Sâbit’in fetvalarını ve vahyin gelişine şâhid olan, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görüp, O’nun hidâyet nurundan aydınlanarak, O’ndan öğrendiklerini nakleden diğer Eshâbın fetvalarını ve kendisinin yetişemediği Tabiînin fetvalarını da öğrenmiştir. Akaide dâir bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamanının en büyük âlimlerinden olarak; ictihâd derecesine yükselmiştir.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medine’deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar” buyurmuşlardır. Sufyân ve Abdullah ibni Ömer’in âzâdlısı olan Nâfi’, Zührî, Medine’deki âlimden maksad, İmâm-ı Mâlik’dir demişlerdir. Bu hadîs-i şerîfte, onun geleceği ve üstünlüğü bildirilmiştir.

İmâm-ı Mâlik, tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders vermeye, hadîs rivayet etmeye ve fetva vermeye başlamıştır. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve faziletli kimselerle istişare yapıp, onların da muvafakatini aldı. Bu hususta kendisi şöyle demiştir: “Her isteyen kimse hadîs rivayet etmek ve fetva vermek için mescide oturamaz, ilim erbabı ve mescidde itibârı olan kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse, o zaman oturup ders ve fetva verebilir, ilim sahiplerinden yetmiş kişi, benim bu işe ehil olduğuma şahitlik etmedikçe, mescide oturup ders ve fetva vermedim.” Kendisinin ehil olduğuna dâir yetmiş âlimin şehâdetinden sonra ilk önce Peygamber efendimiz sallaiahü aleyhi ve sellemin mescidinde ders vermeğe başladı. Mescidde hazret-i Ömer’in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mes’ûd’un oturduğu evde ikâmet ederdi. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede bulunurdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı a’zam gibi derslerini mescidde verirdi. Vâkıdî der ki: “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenaze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyaret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.” İmâm-ı Mâlik’in hadîs-i şerîf dersleri ve vuku bulmuş mes’elerle ilgili dersleri yâni fetva işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmek, bir kısmını da sorulan mes’elelere fetva vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evine ders için gelenlere sordururdu. Eğer fetva için gelmişlerse dışarı çıkıp fetva verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gayet güzel bir kıyafetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşu’ içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hâriç, diğer zamanda, Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadîs rivayeti ve fetva verme işi bitince, sonra sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasen bin Rebî’der ki: “Bir defasında İmâm-ı Mâlik’in kapısında idim, onun çağırıcısı; “önce Hicazlılar içeri girsinler” diye çağırdı. Onlar çıkınca; “Şamlılar girsin” diye çağırdı. Daha sonra, “Iraklılar girsin” diye çağırdı. Yanına giren en son ben oldum. Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd da aramızdı idi.” İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl edenler için de şart koşardı. Bir talebesi, şöyle dediğini nakleder: “İlim tahsîl edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları lâzımdır. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdâbdandır.”

Yine bir talebesi şöyle der: “İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sâde bir şekilde katılırdı. Hadîs-î şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca, sözleri bize heybet verirdi, sanki o bizi, biz de onu tanımıyorduk.”

İmâm-ı Mâlik, elli seni müddetle ders ve fetva vermek suretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Talebelerinin her biri memleketlerinin müracaat edilen âlimleri ve rehberleri olmuştur.

İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh), tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde büyük bir âlim idi. Tefsîr ilminde, âyet-i kerîmelerden binlerce dînî hükümler çıkaran büyük bir müfessîr ve müctehid idi. Tefsîr ilminde Garîb-ül-Kur’ân adlı bir eseri vardır. Bu eseri kendisinden Hâlid bin Abdurrahmân el-Mahzûmî rivayet etmiştir.

İmâm-ı Mâlik’in rivayet ettiği hadîs-i şerîfler ayrıca Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır.

Emevî Devleti’nin parlak ve çöküş devrinde Abbasî Devleti’nin geliştiği ve hâkimiyeti elde ettiği bir zamanda yaşayan İmâm-ı Mâlik, pek çok hâdiseye şâhid olmuş, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını savunmuş, insanların doğru yola kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Hicaz’da hadîs öğrenme, dînî suâlleri sorma ve fetva hususunda büyük bir müracaat mercü olan İmâm-ı Mâlik, pek çok âlim yetiştirmiştir.

Allah’ın kullarına, insanlara Allahü teâlânın dînini öğretti ve yaydı. Dokuz yüz âlimle sohbet ve istifâde etti. Yüz bin hadîs-i şerîf yazdı. On yedi yaşında ders vermeye başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadîs ve fıkıh öğrenmek için kapısına toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı, önce talebesine, sonra halktan herkese izin verir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi, “Halâda çok bulunmaktan haya ediyorum” derdi. Muvattâ’ kitabını yazınca kendi itilâsından şüphe etti. Kitabı suya koydu. “Eğer ıslanırsa, bu kitab bana lâzım değildir” dedi. Hiç bir yeri ıslanmadı. Abdurrahmân bin Enes; “Hadîs ilminde, şimdi yeryüzünde Mâlik’den daha emîn kimse yoktur. Ondan daha akıllı bir zât görmedim. Süfyân-ı Sevrî hadîste imamdır. Fakat, sünnette imâm değildir. Evzâ’î, sünnette imamdır, Fakat hadîste imâm değildir. İmâm-ı Mâlik, hadîste de, sünnette de imamdır” derdi. Yahya bin Sa’îd; “İmâm-ı Mâlik, Allahü telâlânın kullarına yeryüzünde hüccetidir” derdi. İmâm-ı Şafiî de onu çok medhetmiş, ilimde yüksek derecede olduğunu söylemiştir.

İmâm-ı Şafiî ile Ahmed bin Hanbel, İmâm-ı Mâlik’in sohbetinde bulunup ilminden çok istifâde etmişlerdir. Bunların, İmâm-ı Mâlik’in talebesinden olması, onun şeref ve üstünlüğüne en büyük vesikadır. Kendisinden daha bir çok kimse ilim öğrenip, herbiri memleketlerinin imâmı (âlimi) ve insanların rehberi olmuştur. Mühammed bin İbrahim bin Dînâr, Ebû Hâşim ve Abdülazîz bin Ebî Hazım onun; talebelerindendir. Bunların herbirisi dinde ictihâd sahibi idiler. Osman biri Hakem, Abdurrahmân ibni Hâlid, Muîn bin Îsâ, Yahya bin Yahya, Abdullah bin Meslemei Ka’bunî, Abdullah bin Vehb… gibi daha nice talebesi bunlardan bâzılarıdır. Bunların hepsi, hadîs ilminde üstün ve seçilmiş âlim olan İmâm-ı Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed bin Hanbel, Yahya ibni Maîn gibi hadîs âlimlerinin üstâdlarıdır. Celâleddîn Süyûtî, İmâm-ı Mâlik’den hadîs rivayet eden 993 zâtın isimlerini elifba sırasıyla Kitâbü tezyîn-il memâlik bi menâkıbı Seyyidin İmâm-ı Mâlik adlı kitabında yazmıştır.

İmâm-ı Mâlik, herhangi bir dînî mes’elenin hükmünü tâyin için, Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere, ümmetin icmâ’ına ve lüzum olduğunda kıyâsa müracaat ederdi. Ayrıca Medîne ehlinin ittifaklarını da, icmâdan başka, müstakil bir delîl kabul ederdi.

İmâm-ı Mâlik’in bu usûllere göre ictihâd ederek çıkardığı hükümlere, rivayet yolu veya Hicaz âlimlerinin yolu denir ki, bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik’dir. O, ictihâdlarıyla müslümanların işlerinde, amellerinde uyacakları bir yol gösterdi, bu yola Mâliki mezhebi denilmiştir. Ehl-i sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini, yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâliki denir.

Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir îmân istemektedir. İslâmiyet’te, îmânda, îtikâdda tefrikaya, ayrılığa izin verilmemiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı kiramın naklettiği gibi îmân eden müslümanlara Ehl-i sünnet ve’l-cemâat veya kısaca Sünnî denir. Sünnî müslümanlara, mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimleri tarafından, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmemiş bâzı ibâdetlerin ve günlük muamelelerin tarifinde ve yapılışında gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara amelî veya fıkhî mezhepler denilmiştir. Mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimlerinin aralarındaki böyle ictihâd ayrılıklarına dînin sahibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde müslümanların İslâmiyet’e dosdoğru uymalarını te’min ederek, müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Âlimlerin mezheblere ayrılması rahmettir”buyruldu. Talebelerinin ve diğer insanların, dînî mes’elelerdeki müşküllerini hâllederken, İmâm-ı Mâlik’in ortaya koyduğu ve tâkib ettiği usûller, Mâlikî mezhebinin temel kaideleri olmuştur. Mezhebin hükümlerini ortaya koyarken tâkib ettiği usûl; diğer bütün müctehidlerin usûlüne benzemekle beraber, bâzı farklılıkları da vardı.

Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar, bunlarda da bulamazlarsa, bu iş için icmâ var ise, öyle yapılmasını bildirirlerdi. İcma, Eshâb-ı kiramın ve onlardan sonra gelen Tabiîn denilen âlimlerin bir mes’eledeki sözbirliğine denir. Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu icmâ ile de bilinmezse, müctehidler kendileri kıyâsta bulunarak ictihâd ederler, mes’elenin dînî hükmünü bildirirler. Kıyâs, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir işi, hakkında açık hüküm bulunan diğer bir işe benzeterek hükme bağlamaktır.

İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh), bu dört delîlden başka, Medîne-i münevverenin o zamanki halkının sözbirliğini de senet kabul ederdi. “Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihayet Resûlullah’tan sallallahü aleyhi ve sellem görenek olarak gelmiştir” derdi. Bu senedin, kıyâstan daha üstün olduğunu söyledi. Fakat diğer üç mezhebin imamları, Medîne halkının âdetini, dînî hükümlere senet, vesika olarak almadı. İmâm-ı Mâlik’in ictihâd usûlüne Rivayet yolu denir. Onun mezhebi daha çok Afrika’nın kuzeyinde yayılmıştır. Eskiden Hicaz, Basra, Mısır ve Endülüs’de; Sicilya, Fas ve Sudan’da da yaygındı.

Mâlikî mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabı Et-Tefrî’ fi’l-fürû’ ve El-İhkâm-ül-füsûl kitablarıdır. Bunlar Arapça’dır.

İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh), onun hakkında buyurdu ki:

“Âlimler anıldığı zaman İmâm-ı Mâlik onlar arasında parlak bir yıldız gibidir. Üzerimde minneti ve ihsanı ondan çok olanı yoktur.”

İmâm-ı Mâlik, ilim bakımından ne kadar yüksek ise; ahlâk, zühd, takva ve kerem bakımından da öyle yüksek idi. İlimde ve dinde çok edebliydi. Din bilgisine hürmet ve tazimi şaşılacak derecede fazlaydı.

Ebû Abdullah Mevlâ’l-Leyseyn şöyle anlatmıştır: “Rüyamda, Resûlullah’ı gördüm. Mescid’de ayakta duruyordu. Etrafını insanlar sarmıştı. İmâm-ı Mâlik de önlerinde duruyordu. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem önünde misk dolu bir kap vardı. O miskten avuç avuç alıp, İmâm-ı Mâlik’e veriyordu. O da insanlara dağıtıyordu.” Bunu Ebû Abdullah’dan nakleden Matraf; “Bu rüyayı İmâm-ı Mâlik’in ilimdeki üstünlüğüne ve sünnet-i seniyyeye bağlılığına yordum” demiştir.

Mesnâ bin Sa’îd el-Kasir şöyle demiştir: İmâm-ı Mâlik’in şöyle buyurduğunu işittim: “Resûlullah’ı sallallahü aleyhi ve sellem rüyada görmediğim hiç bir gece geçmedi. Her gece rüyamda gördüm.”

Zehebî, Tabakât-ül-Huffâz kitabında, İmâm-ı Mâlik’i şöyle anlatır:

“Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivayet, diyanet, adalet, sünnet-i seniyyeye tâbi, fıkıhta, fetvada kaidelerin sıhhatinde önde gelen bir zât idi. Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere “Bilmiyorum” der ve; “İlmin kalkanı bilmiyorum demektir” buyururdu.

Bir gün Halîfe Harun Reşîd dedi ki:

“Yâ imâm! Senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emr edeceğim.”

İmâm-ı Mâlik hazretleri: “Yâ halîfe! Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir”buyruldu. Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz” deyince, halîfe, bu arzusundan vazgeçti. Harun Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden, her gün evine gelip, oğlu Emîn ile Me’mun’a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri halîfeye buyurdu ki: “Yâ halîfe! Uygun olanı, çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha azîz etsin! İlmi azîz ederseniz, azîz olursunuz; zelîl edersen iz zelîl olursunuz. İlim bir kimsenin yanına git-mez, ilme gelinir.”

Bunun üzerine halîfe, İmâm-ı Mâlik’ten özür diledi ve her gün çocuklarını ona göndererek ders aldırttı.

İmâm-ı Mâlik hazretlerinin Muvattâ adındaki hadîs kitabı çok kıymetlidir. Muvattâ’yı kırk senede meydana getirmiştir. Başlangıçta içinde dört bin hadîs-i şerîf varken, sonradan bine indirmiştir. Pek çok âlim bunu şerh etmiştir. Şerhlerinin en meşhûru el-Müdevvene adlı eserdir. Hadîs-i şerîfleri fıkıh konularına göre içine alan bu kitap, ilk hadîs kitabıdır. Bu kitapda ayrıca İmâm-ı Mâlik’in ictihâd ettiği fıkhî mevzular da, bulunmaktadır. Muvattâ kitabı çeşitli târihlerde basılmıştır. Biri, Yahya bin el-Leysî’nin rivayeti; diğeri de İmâm-ı a’zam’ın talebesi Muhammed Şeybânî (rahmetullahi aleyh) tarafından yapılan iki rivayeti vardır. Bu eserinden başka Abdullah bin Abdülhakîm Mısrî tarafından rivayet edilen Kitâb-üs-sünen adlı fıkha dâir bir eseri, kadere, kazâî hükümlere dâir ve fetvalarını bildiren Risale fîl-fetvâ gibi eserleri vardır.

İmâm-ı Mâlik’in (rahmetullahi aleyh) rivayet ettiği ve Muvattâ adlı meşhûr eserine yazdığı hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

“Bir kişi bir söz söyler de, o sözden dolayı Cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden dolayı Allah’ın kendisini Cennet’e koyacağı aklına gelmez.”

“Allah yolunda cihâda çıkan kimse, geri dönünceye kadar hiç usanmadan, yılmadan nafile oruç tutan ve nafile namaz kılan kimse gibidir.”

Kişinin mâlâya’nîyi (faydasız şeyleri) terketmesi müslümanlığının güzelliğindendir.”

“Her dînin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayadır.”

“Bir kişi Resûlullah’a sallallahü aleyhi ve sellem gelip; yâ Resûlallah! Bana, hayâtıma uygulayacağım bir kaç kelime öğret. Unutacağım çok şey olmasın deyince, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hiç bir şeye kızma!” buyurdu.

“Müsâfeha ediniz, aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, sevişirsiniz ve aranızdaki düşmanlık gider.”

İmâm-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki:

“İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz”

“İlim çok rivayet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nuru mü’min kullarının kalbine koyar.”

“Mescide giren münafıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar.”

“Bir kimse, kendini övmeye başlarsa değeri düşer.”

“İlim öğrenmek isteyen Kimsenin, vakarlı ve Allah’tan korkar hâlde olması lâzımdır.”

“Kendisine hayrı olmayan kimsenin, başkasına hayrı olmaz.”

“Eğer elimde imkân olsaydı, Kur’ân-ı kerîmi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsir edenin boynunu vururdum.”

YAZILAN KIRK HADÎS

İmâm-ı Mâlik şöyle anlatmıştır: “Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbn-i Şihâb’ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var bak dediğini duydum. O da kumral yüzlü talebeniz var deyince, onu derhâl içeri al dedi. Beni içeri aldılar. Biraz bekledim, İbn-i Şihâb yanıma gelip bana; “Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?” dedi. Daha ben hayır demeden yemek hazırlanmasını emredince; “Yemeğe ihtiyâcım yok” diye mukabelede bulundum. Bunun üzerine; “Öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun?” dedi. “Bana hadîs-i şerîf öğretmenizi istiyorum efendim” deyince; “Yazı yazacak sayfalarını çıkar” dedi ve kırk tane hadîs-i şerîf yazdırdı. Biraz daha rivayet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter, bunları ezberleyip nakledersen, sen de muhaddis olursun” buyurdu.