İbrâhim aleyhisselâmın fazîletleri ve husûsiyetleri - kainatingunesi.com

İbrâhim aleyhisselâmın fazîletleri ve husûsiyetleri

 İbrâhim aleyhisselâm ülü’l-azm peygamberlerin ikincisidir. Ülü’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmek, bildirmek husûsunda gayret ve azm sâhibi, bu hususda insanlardan gelen işkence ve sıkıntılara sebatla, yılmadan katlanan demektir. İbrâhim aleyhisselâm, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstü­nüdür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir. Bu bakımdan Ebü’l-enbiyâ yâni peygamberler babası diye isimlendirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde, şu sıfatlarla anılmıştır: Halîm (yumuşak huylu); Reşîd (doğru yolda giden, doğru yolu gösteren); Evvâh (çok duâ eden, merhametli, ince kalbli, îmânı kuvvetli); Münîh (Hakk’a bağlanan); Kânit (itâat eden, boyun eğen); Şâkir  (şükür ve hamd edici; Sıddîk (sıdkı, doğruluğu tam); Sâlih (iyilik ve salâh sâhibi); İctibâ ve İstıfâ (seçilmiş).

İbrâhim aleyhisselâm, peygamberlik vazife­sini yapması, sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da medhedilmiştir.

Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresi 124. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Bir vakit Rabbi İbrâhim’i bir takım kelimeler (emirler ve yasaklar) ile imtihân etti. İbrâhim onları tamâmen yerine getirdi. Allahü teâlâ; “Ben seni insanlara imâm (dinde önder, rehber) yapacağım” buyurdu. . .” Hz. İbrâhim’in imâmlığı umûma olup ve ebedîdir. Zîrâ sonra gelen peygamberler onun neslindendir. Ayrıca, ondan sonra gelen peygamberler, dinlerinin îmân edile­cek temel esaslarında ve insana âit bütün kemâllerde, ona uymakla, bereketli ve emîn olan yolundan gitmekle emr olunmuşlardır. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlâya, sonra gelecek ümmetler içinde hayırla yâd edilmesi için duâ etti. Bu duâsı kabûl olundu. Allahü teâlâ onu bütün insanlara imâm kıldı. Kıyâmete kadar bütün dinlerdeki insanlar, dağınık tâifeler din ve mezhebde bâzıları, hesab ve nesepte ise hepsi, İbrâhim aleyhisselâma mensub olduklarını söylediler. Bütün dünyâ milletleri İbrâhim aleyhisselâma karşı muhab­bet ve tâzime riâyet ettiler. Kıyâmete kadar insanlar arasında, kalblerin mahbûbu, azîzi ve mergûbudur. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti her namazda salevât okurken; “Yâ Rabbî! İbrâhime ve İbrâhim’in âline salât (rah­met) ettiğin gibi Muhammed’e (s.a.v.) ve âline de salât et” demektedir. Kur’ân-ı kerîmde meâ­len şöyle buyruldu: “Gerçekten İbrâhim, hak dîne yönelen, Allah’a itâat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir imâm idi (rehberdi).” (Nahl sûresi: 120) İmâm (rehber) buyrulması çok ümmetlerde toplu olarak bulunmayan üstünlük­leri, fazîletleri, kemâl dereceleri kendinde top­ladığı içindir. Veya zamânında bütün insanlar küfr üzere olup, ondan başka îmân eden olma­dığı içindir. “Fevâyîh-i Mıskiyye” de bildirilen bir hadîs-i şerîfde; “Kıyâmet günü bütün insanlar kabirlerinden kalkınca, melekler, İbrâhim aleyhisselâm elbisesiz olarak ateşe atıldığı için, Cennet’ten getirdik­leri hullelerden ilk önce ona giydirirler” buyruldu.

Kur’ân-ı kerîmde Ihrâbim aleyhisselâmın vasıflarını bildiren bâzı âyet-i kerîmeler meâ­len şöyledir:

“Hakîkaten İbrâhim bir ümmetti. Allah’a itâatkârdı. (Bâtıl dinlerden uzak ve) Hanîf idi. (muvahhid bir müslümandı.) O (hiçbir zaman) müşriklerden olmamıştır. O (Allah’ın) nîmetlerine şükredendi. Allahü teâlâ onu beğenip seçmiş, kendi­sini doğru yola iletmişti. Biz ona dün­yâda bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki o, âhırette de sâlihlerdendir. (Ey Muham­med!) Sonra biz sana bütün bâtıl dinler­den uzak olan İbrâhim’in dînine (tevhîd de, yumuşaklık ve mudâra ile hak dîne dâvette, müşriklere deliller getirmekte ona) tâbi ol. O, müşriklerden olmadı” diye vahyettik (O, tevhîd dîninde olanların başı idi).” (Nahl sûresi: 120-123)

Bu âyet-i kerîmenin tefsîrini müfessirler şöyle bildirmiştir:

1-Âyet-i kerîmede İbrâhim aleyhisselâmın tek başına bir ümmet olduğu bildirilmiştir. Bunun tefsîrinde birkaç husus vardır: 1- İbrâhim aleyhisselâm hayır yolu gösterir, bunu öğretirdi. Bir ümmette bulunan güzel hasletler yalnız onda toplanmıştı. Bu sebeple başlı ba­şına bir ümmet olmuştu. 2- Mücâhid (r.a.) şöyle buyurdu: “O zaman insanlar küfür üzere iken, sâdece İbrâhim aleyhisselâm mü’min idi. Bu sebeple yalnız başına bir ümmet olmuştur.” Resûlullah (s.a.v.), Zeyd bin Ömer bin Nüfeyr hakkında; “Allahü teâlâ onu tek başına bir ümmet olarak gönderir” buyurdu. 3-Tevhîd ve hak dîni üzere bir ümmetin mey­dana gelmesine vesile olduğu için, ona başlıbaşına bir ümmet buyrulmuştur.

2- “Allahü teâlâya itâatkâr idi.” Emirle­rini yerine getirirdi. Ebü’d-Derdâ (r.a.) buyurdu ki: “İbrâhim aleyhisselâm namaz kılarken kalbinin cızırtısı çok uzak mesâfeden duyulurdu.”

3- “Hanîf idi.” Hanîf, tam olarak İslâm’a meyleden, yönelen demektir, ibn-i Abbâs (r.a.) şöyle buyurdu: “İlk önce İbrâhim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar hanîfliğin husûsiyetlerindendir.”

4- “O müşriklerden değildi.” Yâni, İbrâhim aleyhisselâm küçüklüğünde de, büyü­düğü zaman da tevhîd îtikâdı üzere idi. Kureyş müşrikleri kendilerinin İbrâhim aieyhisselamın dîni üzere olduklarını söylüyorlardı. Onla­rın iddiâ ettikleri gibi, İbrâhim aleyhisselâm müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhîd (kelâm) ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamânın kra­lına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delil­lerle isbât etti. “Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir” dedi. Sonra; “Ben batan­ları (kaybolanları) sevmem” buyurarak put­lara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey olduğunu isbât etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları diriltmek sûretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi.

5- Az olsun, çok olsun Allahü teâlânın bütün nîmetlerine şükredici idi ve misâfirsiz yemek yemezdi.

6- Allahü teâlâ, onu peygamber olarak seçti.

7- Allahü teâlâ, onu doğru yola yâni tevhîd dîni olan İslâm’a hidâyet etti.

8- Allahü teâtâ, ona dünyâda hasene verdi. Bu hasene, Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi, kendisini halîl (dost) kılması, ihtiyârlı­ğında evlâd ihsân etmesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrâhim aleyhisselâma da salât okumasıdır. Yâni namazlarda; “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhim. . .” demeleridir.

Katâde (r.a.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı bütün mahlûkâta sev­dirdi. Bütün dinlerin mensupları ondan mem­nun idiler, onu çok severlerdi.”

Allahü teâlânın İbrâhim aleyhisselâmı, Halîl

(hâlis bir dost) edinmesi, onu ilâhî sırlara vâkıf kılarak ihsân buyurmasıdır.

İbrâhim aleyhisselâma “Halîl “ isminin veril­mesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivâyetler yapıl­mış olup, en mûteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyâde muhabbeti olması ve Allahü teâlânın rızâsını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve tâatları yapması sebebiyledir.

İbrâhim aleyhisselâm İbrânice konuşurdu. İbrânice Arabça’ya benzerdi. İbrâhim ismi, İbrânice olup, mânâsı; “Ebî rahîm” yâni mer­hametli baba demektir. İbrâhim aleyhisselâm peygamberler babası olup, bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrâhim aleyhisselâmın kumaş tüccarlığı ve zirâatle de meşgûl olduğu rivâyet edilmiştir. İnsanları doyurmak, misâfirlere ziyâfet vermek için zirâat yapardı. Sürüleri, koyunları ve sığır­ları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların menfeatine harcamıştır. Köy, kasaba ve şehirler îmâr etmiştir.

İbn-i Abbâs’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma çok mal ve zenginlik verdi. İbrâhim aleyhisselâm misâfir, yolcu ve garibler için iki kapılı bir misâfirhâne yap­mıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve dâimâ yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtaç kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misâfirhânede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı.” Onun bu işteki sadâkatinden dolayı mezârının bulunduğu Halîlurrahmân’da (bugün İsrâil işgalindeki Hebron) , onun vefâtından sonra da, oraya gelen misâfirlere kusursuz ikrâmda bulunulurdu. (Osmanlı Devleti zamânında ve daha önceki devirlerde buraya gelen misâfir­lere ikrâmı karşılamak için, gelir olarak köyler vakfedilmişti. )

İbrâhim aleyhisselâmın sünneti olan misâfirperverlik ve cömertlik, her dinde çok övülmüş, hadîs-i şerîfde; “Misâfirperver olmayanda hayır yoktur” buyrulmuştur. Ancak bu hususta da ölçüyü gözetmek lâzımdır.

Dînimizde esas olan, misâfir gelince; tekellüf etmemeli, kendisini sıkıntıya sokmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfde; “Misâfir için tekellüf etmeyiniz. Sonra ona düşman olur­sunuz. Misâfire düşman olan, Allahü teâlâya düşman olmuş olur. AIIahü teâ­lâya düşman olana da, Allahü teâlâ düş­man olur” buyrulmuştur. Garib bir misâfir gelirse, onun için borç yapmak ve tekellüf etmek câizdir. Fakat birbirlerini ziyârete gelen dostlar için sıkıntıya girmemelidir. Gidip gel­memeye sebep olur. Ebû Râfi’ anlatır: “Resûlullah (s.a.v.) bana şöyle buyurdu: “Filân yahudiye söyle, Receb ayına kadar borç un versin. Misâfirim gelmiştir.” Yahudi; “Te’mînât vermeyince vermem” dedi. Döndüm ve; “Yâ Resûlallah (s.a.v.) ! Te’mînât istiyor” dedim. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Vallahi ben gökte emînim, yerde emînim. Eğer verirse, geri veririm. Şimdi zırhımı te’mînât göster” buyurdu. Götür­düm ve te’mînât verdim.”

Bir dostunu, bir sevdiğini misâfir edip, yemek vermek; birçok sadakadan daha üstün­dür. Hadîs-i şerîfde; “Üç şeyden suâl yok­tur: Kulun sahurda yediğinden, iftar ettiğinden, misâfirlerle yediğinden” buyruldu. Ca’fer bin Muhammed buyurdu ki: “Din kardeşlerinle sofraya oturduğun zaman, acele etme ki uzun sürsün. Çünkü bu zaman ömürden sayılmaz.” Hasen-i Basrî hazretleri; “Kendine, babasına, annesine sarf ettiğinin hesâbı vardır. Ama misâfirlere ikrâm edilen yemekten suâl yoktur” buyurdu. Büyüklerden bâzıları misâfir gelince sofraya çok yemek koyarlar ve; “Hadîs-i şerîfde; “Misâfirler­den artan yemeği yiyene, bu yediğin­den suâl yoktur” buyruldu. Bunun için, sizin önünüzden kaldırıldıktan sonra, bunları yiyeceğim” derlerdi.

Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanların önüne çeşitli ve fazla fazla yemek koymayı, bir köle azâd etmekten daha çok severim.” Hadîs-i serîfde buyruldu ki: “Allahü teâlâ kıyâmet gününde; “Ey insanoğlu! Dünyâda acıktım, bana yemek vermedin” buyurur. “Bütün âlemlerin sâhibi iken sen nasıl acıkırsın?” derler. “Bir din kardeşin aç idi. Ona yedirseydin, bana yedirmiş olurdun” buyurur.” Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bir din kardeşine doyuncaya kadar yemek ve su vereni, Allahü teâlâ Cehennem’den yedi hendek uzaklaştı­rır. Her bir hendek arasında beş yüz senelik yol vardır” buyurdu. Ve yine buyurdu ki; “Sizin hayırlınız, yemeği çok vereninizdir”

Dînimize uygun olarak bir kardeşine misâfir gitmenin ve gelen misâfire ikrâm etmenin nasıl olacağını, islâm âlimlerinin büyüklerin­den İmâm-ı Gazâlî (r. aleyh) şöyle açıklamıştır: Birbirine ziyârete giden dostların şu dört edebe dikkat etmeleri lâzımdır:

1- Çağrılmadığı yere yemek vaktinde git­memelidir. Hadîs-i serîfde; “Çağrılmadan bir kimseye yemeğe giden, giderken günah işler, yemekte ise haram yemiş olur” buyruldu. Ama tesâdüfen giderse, izin­siz yememelidir. “Buyurun, yiyin” denirse, kalbden söylenmediğini bilirse, yine yememe­lidir. Bir sebep söyleyerek güzellikle el çekme­lidir. Fakat güvendiği bir dostunun evine giderse, kalbinden geçeni bilirse câizdir. Hattâ dostlar arasında bu sünnettir. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer acıktıkları zaman, Ebû Eyyûbe’l-Ensârî ve Ebü’l-Heysem-i Tehyân’ın evlerine giderler, yemek isterlerdi. Ev sâhibinin böyle bir şeyi çok sev­diği bilinince, böyle davranmakla onun iyilik yapmasına yardım edilmiş olur. Peygamber efendimiz (s.a.v) Berîre’nin (r.anh) evine gider, o evde olmasa da yemeğinden yerdi. Çünkü buna sevineceğini bilirdi. Muhammed ibni Vâsi’ (r.aleyh) verâ sâhiblerinin büyüklerindendi. Talebesi ile Hasen-i Basrî’nin (r.aleyh) evine gider ve bulduklarını yerlerdi. Hasen-i Basrî eve gelince, buna sevinirdi. Bâzı İnsan­lar, Süfyân-ı Sevrî’nin evinde böyle yaptılar. “Bizden öncekilerin âdetini bana hatırlattınız, çünkü onlar böyle yaparlardı” buyurdu.

2- Arkadaşı misâfirliğe gelince hazırda olanı getirmeli, tekellüf ve zahmet etmemeli­dir. Bir şeyi yoksa borç almamalıdır. Çoluk-çocuğuna yetecek kadardan fazla bir şeyi yoksa, onlara vermemelidir, yâni çoluk-çocuğun ihtiyâcına öncelik vermelidir. Hazret-i Ali’yi bir kimse yemeğe dâvet etti. Buyurdu ki: “Üç şartla gelirim: Pazardan bir şey getirmeyecek­sin, evinde olandan başka bir şey almayacak­sın, çoluk-çocuğunun nasîbini kısmadan vereceksin.” Fudayl bin lyâd (r. aleyh); “Birbi­rinden kesilen insanlar, tekellüf sebebiyle kesilmişlerdir. Tekellüf (zahmet) aradan kal­karsa, çekinmeden birbirlerine gidip gelebilirler” buyurdu. Büyüklerden birine, bir dostu tekellüfte bulundu. Buyurdu ki: “Yalnız yesen böyle yemezsin, ben de yalnız olsam böyle yemem. Bir araya gelince, niçin bu tekellüfe lüzum görülüyor? Ya tekellüfü ara­dan kaldır, yâhut bundan sonra bir daha gelmem.” Selmân-ı Fârisî (r.a.); “Bize, Peygam­ber efendimiz (s.a.v.) tekellüf etmememizi ve hazır olanı misâfire ikrâmdan kaçınmamamızı söylerdi” buyurdu. Enes bin Mâlik ve diğer Eshâb-ı kirâm (r. anhüm) birbirlerinin önüne ekmek ve kuru hurma getirirler; “Hazır olanı aşağı görüp misâfirin önüne koymamak mı; yoksa önüne geleni beğenmeyerek, aşağı görüp yememek mi, daha çok günahtır, bilmiyoruz” derlerdi. Yûnus aleyhisselâm, misâfirlerin önüne ekmek ve kendi ektiği tere otundan getirir ve; “Allahü teâlâ tekellüf edenlere (yâni misâfire hazır olandan başka şeyler ikrâm edenlere) lânet etmeseydi, tekellüf eder, size çok şey ikrâm ederdim” buyururdu. Buradan, işlerde tekellüf etmek­tense, doğruluk üzere ve olduğu gibi görünmenin daha iyi olduğu anlaşılmaktadır.

3- Ev sâhibini zorlamamalıdır. İki şey ara­sında onu serbest bırakırsa, kolayını seçmeli­dir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bütün işlerde böyle yapardı. Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) yanına birisi geldi. Önüne bir parça arpa ekmeği ve tuz getirdi. O kimse; “Eğer kekik olsaydı, bu tuzla iyi giderdi” dedi. Selmân’ın (r.a.) bir şeyi yoktu. Hemen gidip su kabını rehin bırakarak kekik satın alıp geldi. O kimse yemeği yiyince de; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, verdiği rızka bizi kanâat edici eyledi” dedi. Selmân (r.a.); “Sende kanâat olsa, su kabım rehinde olmazdı” buyurdu. Zor olmadı­ğını, hattâ ev sâhibinin memnûn olacağını bil­diği yerde, misâfirin ev sâhibinden istemesi câizdir. İmâm-ı Şâfiî (r. aleyh) Bağdat’ta Za’ferânî’nin evinde idi. Za’ferânî her gün, çeşit çeşit yemekler pişirirdi. Bir gün İmâm-ı Şâfiî (r. aleyh) kendi yazısıyla bir kâğıda istediği yemeği yazdı. Za’ferânî hizmetçisinin elinde bu yazıyı görünce çok sevindi ve bu nîmete şükür olarak hizmetçisini azâd eyledi.

4- Ev sâhibi gelenlere; “Canınız ne ister, ne seversiniz?” demelidir. Onların istediklerine kalben râzı olursa, bunun sevâbı daha çok olur. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bir müslüman kardeşinin arzusunu yerine getirene, milyon sevâb yazılır ve mil­yon günahı silinir, milyon derece kazanır. Firdevs, Adn ve Hûld cennetlerin­den nasîb alır” buyurdu. “Bir şey getireyim mi, getirmeyeyim mi?” diye sormak, mekruh ve çirkindir. Hazırda ne varsa getirilir, yemezse geri götürülür.