ŞEYH ŞÂMİL "rahmetullahi aleyh" - kainatingunesi.com

ŞEYH ŞÂMİL “rahmetullahi aleyh”

Meşhûr Kafkas kahramânı âlim ve velîdir. Rusların Kafkasya’da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan, Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücâhiddir. 1797 (H.1212) senesinde Dağıstan’ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır hastalığa yakalanan Ali’ye âdetlerine uyarak, Şâmil ismini de verdiler. Ve o isimle çağırmaya başladılar.

Küçük yaşdan itibaren zamanının ulemâsından ilim öğrendi. Şâmil otuz yaşına kadar; tefsir, hadîs, fikıh ilimlerini, edebiyat, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sahibi bir velî oldu. Rusların Kafkasaya’daki müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve İslâmiyeti yok etmek için maddî ve manevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce, gönlünde ki îmânın tezahürü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya’da yaşayan Türkler, onu başlarına îmâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil daha önce rusların esâretini kabul etmiş kabileleri de saflarına katarak, düzenli küçük ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek, müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice genarelIerini harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onlan âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayatını geçiren Şeyh Şamil, 1870 (H.1287) senesinde Medine-i Münevvere’de vefat etti.

Şeyh Şamil arkadaşları ile ilim öğrenmek üzere Bağdad’a gidip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden ders aldı. Ondan; tefsir, hadîs, fıkıh, edebiyat, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, ayrıca tasavvuf ilmini öğrenerek, hocasının eşsiz teveccühleri ile de büyük bir velî oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, bu kıymetli talebesine halifelik de vererek, Allah-ü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanan âşıkların kalblerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kafkasya’ya gönderdi. Bâ’zı kaynaklara göre de, zahiri ilimleri Saîd Herekâniden, kalb ilimlerini de Cemâleddîn Kumukı hazretlerinden aldı.

Şeyh Şamil, Kafkasya’ya döndükten sonra, on yedi sene önce Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldi. Mansûr’dan sonra. Gazi Muhammed, Kafkasyalıların başına geçerek îmâm oldu. O da gönül sahibi bir velî idi. Şeyh Şamil’in çocukluk arkadaşı olan Gazi Muhammed, Ruslarla yaptığı Gimri muharebesinde şehid olmadan önce; “Kardeşim Şâmil! bu savaşta şehid olsam gerektir. Benden sonra Hamzat imâm olacak. Onun kısa süren imamlığından sonra sen başa geçecek, senelerce Kafkasya’da hükmedeceksin. Nâmın cihanı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri’den gitsen bile yine kurtarıp, mezarımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşâallah demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an. Gazi Muhammed şehid düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şamil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Bir çok düşman öldürdü, bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şamil’in yaralandığını gören Gimri Câmînin müezzini Mehmed Ali, onu tâkib ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şamil pek çok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırılmıştı, asıl yara, göğsünde ve sırtında olup, her tarafını kan kaplamıştı.

Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?

Birkaç gün mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedavi gören. Şeyh Şamil, yirmibeş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini, baş ucunda görünce, güçlükle, ” Anacığım! Namazımın vakti geçti mi? diye sordu. Namazlarını imâ ile kılarak, aylarca yatakta yatan Şeyh Şamil sıhhatine kavuştu.

1832 (H,1248) senesinde şehid düşen Gazi Muhammedin yerine Hamzat imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faaliyet gösteren Hamzat Bey, 1835 (H.1251) senesinde Hunzah camiinde bir cuma günü şehîd edildi. Onun şehâdetinden sonra îmâmlık, ya’ni liderlik vazifesi Şeyh Şamil’e teklif edildi. Şeyh Şamil, tevazu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok’ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelenleri temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak. Şeyh Şamil’e imamlığı kâbul ettirdiler.

Namazım geçiyor

Çar birinci Nikola, yıllardır Kafkasya’da yapılan savaşlarda başarılı olamadığını ve Şeyh Şamil’in düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştırdığını görünce, bu memleketi bir de sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şâmil’i elde edebilirse, bu işin çabucak biteceğine inanıyordu.

Kafkasya’daki müslümanları, toplama sevdasından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verileceğini, başına krallık tacı giydirileceğini, Çarlık hâzinelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı Şeytani bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk von Klugenav’a verdi Şâmil’i sarayına davet etti. General, Şeyh Şamil’in huzuruna çıkmak için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şamil ile görüşmeye muvaffak oldu. Şeyh Şâmil 1837 senesinde Çar’ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle beraber, sulak nehri civarında kabul etti. Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman, bir bacağı müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şamili büyük bir hürmetle selâmladı ve İstemeyerek bu yamalı yaygıya oturdu. Çar’ın vâd ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubu okudu. General okumayı bitirip susar susmaz, Şeyh Şâmil hızla ayağa kalkdı ve : ” Namazım geçiyor.” diye heybetle çekildi. Namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şamil sapsarı kesilen Generale kesin cevâbını şöyle bildirdi. “General! O Nikola’ya git ve de ki: Senin yerinde kendisi olsaydı ve bu alçakça’, teklifleri bana bizzat yapmak cesaretinde bulunsaydı ona ilk ve son cevâbı su kırbacım verirdi”. İyice hiddetlenen Şeyh Şamil şöyle devam etti. ” Ona söyle! Kahraman tebâmın kalblerinde kök salan eşsiz zafer înancını kökünden kazımadıkça, bu mübarek vatan topraklarını en son- kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînîm ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve ailemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebâmı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola’yı tanımıyorum. Son cevabım budur.” Sonra ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeye cesaret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar’a durumu bildirdi.

Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas orduları başkumandanı General Feze’yi, İmâm Şâmil’e tekrar gönderdi. Onun da aldığı târihi cevap şudur:

Allahü teâlânın himayesini, Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden özü sözü doğru olan bir müslümânım.

“Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gazilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümânım. Daha önce, Çar Birinci Nikola’yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav’a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis’e davet ediyor. Bu davete icabet etmeyeceğimi bu mektubumla son defa size bilidiriyorum. Bu yüzden fâni vücudumun parça parça kıyılacağım ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibarettir. Nikola’ya ve onun kölelerine böylece malûm ola!”

Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, söylerdi

Şeyh Şâmil, teşkilâtlandırdığı yiğitleri hem din bilgilerinde yetiştirir, hem de askeri eğitimden geçirirdi. Köylerde bulunan bütün çocukların Kur’ân-ı kerim okumasını sağlar, büyüklerin; dini ilimlerin yanısıra, zamanın fen bilgilerinde de yetişmesi için uğraşırdı. Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, böylece hem dünyada esâret altında kalacağını, hem de âhîrette acı azâblara dûçâr olacağını söylerdi. Bu sebeple, emri altındaki her köy, kasaba ve şehirde medreseler açtırır, hem dîn, hem de fen ilimlerinin okutulması için uğraşırdı. Kendisi bizzat bu derslere katılır, talebelere ders verirdi. Başarılı olanlara mükâfatlar dağıtırdı. Medresede okutulan dersler yanında, silâh kullanmak, kılıç çekmek, ok atmak, ata binmek gibi konularda eğitimler yaptırır, onları savaş ânında her biri birer komutan olacak şekilde yetiştirirdi. Bundan dolayı Şeyh Şâmil, milletinin, hem devlet reîsi ve kumandanı, hem de hocası ve imâmı idî. Bu sebeple Kafkasyalı müslümanlar, onu canları gibi çok severler, her emrine şartsız itaat ederlerdi. Vatanlarını Ruslara karşı müdâfaa etmek ve bu uğurda şehid olup Allahü teâlânın rızâsını kazanmak, her Kafkasyalı mü’minin yegâne arzusu idi. Çocuklarını, Allahü teâlânın dostlarını sevecek, düşmanlarından da nefret, edecek şekilde yetiştirirlerdi. Onlar için Rusları sevmek, onlara boyun eğip emirlerine girmek kadar tehlikeli bîr şey olamazdı. Her çocuğa, İmâm Şâmil’in ve diğer âlimlerin muhabbeti, Ruslara olan düşmanlık anlatılırdı. “Hubb-i fillah ve buğd-i fillah’ın (Allahü teâlânın dostlarını sevmek,  düşmanlarından nefret etmek), imânın alâmeti olduğu öğretilirdi

Şeyh Şâmil, yeni bir gazâ için hazırlanmaya başlamıştı. Ordusuna, Rusların müslümanlara yaptıkları katliamları, ettikleri işkenceleri ve zulümleri anlatıyordu. Dînini yayabilmek için, vatanlarını korumanın en büyük ibâdetlerden olduğunu, bu uğurda şehid olmanın öneminden, Cennet’teki yüksek derecesinden bahsediyordu. Peygamber efendimizden ve Eshâb-ı kiramdan misâller getiriyor, onların hiç rahat yüzü görmediklerini, hayatlarının sonuna kadar İslâmı yaymak için diyar diyar dolaştıklarını, çok az bir kuvvetle kalabalık düşman ordularına galip geldiklerini anlatıyordu. Halk heyacanla dinliyor, o anlattıkça Allahü teâlânın düşmanı olan Ruslara karşı nefretleri artıyordu.

Ruslar harp meydanlarında devamlı yenilince ova köylerinde zulme başlamışlardı. Bu köylerden gelen iki kişi halkın çaresiz hâlini, Rusların kadın çocuk demeden yaptıkları mezâlimi Şeyh Şâmil’in annesine anlattılar. Annesi, Şeyh Şâmil’i yanına çağırdı. Annesinin en küçük arzusunu kendisine büyük bir emir telakki eden Şeyh Şâmil annesinin yanına gitti. Biraz önce dinlediği vahşetten gözleri yaşla dolan heybetli ana, oğluna; “Evlâdım! Uzak Çeçen köylerinden Rusların yaptığı anlatılamaz işkenceleri ve öldürülen yiğitlerin haberini aldım. Kendilerini müdâfaa edemeyen bu köylüleri boş yere kırdırmasan ve Ruslarla belli bir müddet için mütâreke yapsan olmaz mı?” deyiverdi. Bu sözleri anasından işiten Şeyh Şâmil beyninden vurulmuşa döndü. Şeyh Şâmil, bir tarafta vatanın selâmeti ve bu uğurda Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, diğer tarafta da incitilmesi büyük günâhlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında kaldı. Senelerdir, İslâm düşmanı olan Ruslarla mücâdele etmişti. Hattâ vücûdunda yara almadık yeri kalmamış gibiydi. Bu uğurda; eşi, hemşiresi, oğlu, amcası ve binlerce müslüman Türk şehid olmamış mıydı? Bu sebeple düşmanla anlaşmaya kalkanlar için kânunlar konulmuş, onlara şiddetli cezâlar verileceği bildirilmişti. Şeyh Şâmil’in bu istek karşısında bir anda sararıp gül gibi solduğunu gören ana, oğlunun kalbine fecî bir hançer sapladığını anlayarak yaptığına pişman oldu. ve; “Dilim tutulsaydı da oğluma böyle bir şefaatte bulunmasaydım. Müslümanların kâfirlere boyun eğmesi gibi büyük bir günahı işletmeye sebep olmak ne kötü. Elbette oğlum bunu kabul etmeyecektir. Yâ Rabbî! Bu işin halledilmesi için oğluma yardım eyle, beni de affettiklerinin arasına al!” dedi. Sonra kimsenin yüzüne bakamadan evine girdi. Şeyh Şâmil, güç durumlarda namaza durur, günlerce yemeden içmeden o işin halledilmesi için Allahü teâlâya yalvarırdı. Yine öyle yaparak mescidde halvete çekildi, Gözyaşları arasında namaza durdu. Kur’ân-ı kerim okudu. Allahü teâlânın sevgili kullarından, başta hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî ve diğer büyüklerden yardım diledi. Onları vesile ederek cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu.

Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılırsan, emzirdiğim sütü helâl etmem!

Şeyh Şâmil’in korktuğu tek şey, müslümanların kalblerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybolması, îmânlarının sarsılması idi. Halkın Ruslarla anlaşmaya meyletmesi demek, esareti kabul edip, İslâmın emirlerini yapamamak, yasaklarından kaçınamamak en mühimi itîkâdlarının bozulması demekti üstelik bu korkunç isteğe şefaatçı olan anasıydı, Din ve vatan için, bir değil binlerce ana, oğul feda olmalıydı. Şeyh Şâmil, günlerce mescidde Allahü teâlâya yalvardıkdan sonra kararını verdi Sabırla kendisini kapıda bekleyen halkın huzuruna çıktı, onlara; “Muhterem anam cezasını çekecektir!..” emrini bildirdi. Emir büyüktü. Şimdiye kadar imâmlarının bir istediğini iki etmeyen görevliler ananın huzuruna çıktılar ve durumu bildirdiler. Yaralı ana, adalet dîvânının önüne geldi. Halk toplanmış, nefes almadan bekliyordu. Mahkum mevkiinde, şimdiye kadar Kafkasya’da yetişen, âlimlerin, velilelerin en büyüklerinden olan Şeyh Şâmil’in anası vardı. Omuzları çökmüş, yaptığı hatanın üzüntüsü ile rengi solmuş bir hâlde oğluna baktı. Sonra yürekleri parçalayan bir sesle, “Oğlum’ Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılırsan, emzirdiğim sütü helâl etmem” Verilecek cezâyı şimdiden kabul ediyor, adâletten zerre kadar şaşmamanı istiyorum ” dedi. Orada bulunanlar., Şeyh Şâmil gibi mübârek bir zâtın anasından böyle bir cevabı bekledikleri için hiç şaşırmadılar.

Herkes pür dikkat, Şeyh Şâmil’in vereceği kararı heyecanla bekliyordu. Ana ise; “Yâ Rabbi! Oğlum, merhamet duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın” diye duâ ediyordu. Şehyh Şâmil mâiyeti ile istişare ederek neticeyi bildirdi. “Yüz sopa!. “Metanetle ortaya yürüyen ana, acaba bu cezâya dayanabilecek miydi?

Dînimizi yıkmak isteyen İslâm düşmanlarına verilecek cevâbımız budur

Herkes bunu düşünürken, senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kahraman Şeyh Şâmil’in, anasının yanına varıp diz çöktüğünü” sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler, ‘Anasıyla helallaşan Şeyh Şâmil orada bulunanlara dönerek; “Anamın bu meselede, merhametinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefaat etmesinden başka hiç bir hatası yoktur. Bu yaptığı hatanın cezasını da manevî olarak şu âna kadar çektiği izdırâplarla ödemiştir, Maddi cezayı da onun her şeyine vâris olan oğlu çekecektir.” buyurduğunda herkes yerinde dona kaldı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü, Şeyh Şâmil’in verdiği karardan döndüğü görülmemişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak kimselerin yanlarına varıp belden üst tarafını soyunduktan sonra; “Emri yerine getirmekte bir an bile tereddûd edip elleri titreyenlere yazıklar olsun! Bütün gücünüzle vurmanızı emrediyorum! diyerek sırtını döndü, Vazifeliler ilk sopaları vurdukları zaman herkesin gözleri yuvalarından fırlamış, bağırmamak için kendilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa indikçe Şeyh Şâmil’in mübarek vücudunda derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci üçüncü sopalar isabet ettiğinde de, oralardan kan fışkınyordu, Şeyh Şâmil vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya teşebbüs etmiyordu. Nefsin istemediği bu hareket ile pek güzel bir mücâhede hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple ruhu yükselip, vilâyet makamlarında üstün derecelere kavuşuyordu. Bu görülmemiş manzara karşısnda, bazı kimseler ileri atılarak sopanın kendilerine vurulmasını istemişlerse de, Şeyh Şâmil’in kararlı bakışlarından korkup geri çekilmişlerdir, Nihâyet yüz sopa vuruldu. Şeyh Şâmil vücudundan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus zulmünden müslümanların muhafazası için cenâb-ı Hakk’a dua etti. Hâdiseyi ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp gözyaşları döküyor, bir taraftan da Allahü teâlânın, böyle adaletli mübarek bir zâtı kendilerine baş yaptığına şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla anlaşma yapmanın ne büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mücâdele etmenin din ve vatan borcu olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezalanmasına sebeb olanların kim olduğunu sordu Herkes; “Kim?” dîye birbirine bakarken, iki kişi huzura geldi. Halk, onların üzerine yürümek istiyor, fakat edebe aykırı bir hareketten de çekiniyorlardı. Şeyh Şâmil onlara; “Köylerinize dönünüz. Sizi gönderenlere gördüklerinizi anlatınız. Dinimizi yıkmak isteyen islâm düşmanlarına verilecek cevâbımız budur” buyurdu.

Yeni Rus Çarı ikinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini halledip Kafkasya’yı baştanbaşa ele geçirmek için Prens Baryatinski kumandanlığında beş ordu hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil’in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar Denizi civarını, dördücü ve beşinci ordu da Çerkezistan’ı hedef aldı. Fakat asıl hedef Şeyh Şâmil idi.

Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil’i sağ olarak ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil’e beyaz bayraklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh Şâmil’in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede Şâmil’in de şehid olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir anlaşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkânlara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil’e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dini, vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçilerle anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; “Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idarecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâmil, aile efradı ve mevcut kırk kadar askeri ile silâhları dahi ellerinden alınmadan Türkiye’ye gidebilecekti..”.

1859 senesinde yapılan bu anlaşmadan sonra silahlar sustu. Yirmi beş senedir bir avuç fedaisi ile koskoca Rus ordularını perişan eden, akla havsalaya sığmayan menkıbeler sahibi kahraman Şeyh Şâmil, Başta Başkomutan Baryatinski, diğer generaller ve kendisine hayranlıkla bakan rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski’nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının geçersiz olduğunu, kendisinin ve aile efradının Çar ikinci Aleksandr’ın esiri olup, misafir muamelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yoktu.

Çar kendisine bir konak ve hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga’da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esaret hayatı onu iyice çökertmişti. Bir defasında, ziyarete gelen Rus Çar’ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar’ı bunu kabul etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabul eden Şeyh Şâmil, 1870 senesinde İstanbul’a hareket etti. Bu haberi işiten İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misafirperverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz’a gitmek istediğini pâdişâha bildirdi. Sultan Abdülaziz Han onun için en mükemmel vapurunu hazırlatıp teşyî eyledi, hicaza gönderdi.

Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil’i karşılıyor, onun duâsını almak yarışına giriyorlardı. Mısır’a geldiklerinde, Hidiv İsmail Paşa, onu şânına lâyık karşıladı. O sırada İsmail Paşa’nın yanında, Cezayir’i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gayret gösteren büyük âlim, mücâhid, gazi, Abdülkâdîr Efendi de misafir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmail Paşa, onları Kâhire’de bir ay kadar misafir etmek bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye’ye kadar giderek Cidde’ye uğurladı. Peygamberimizin ve Kabe’nin hasretiyle yanan Şeyh Şâmil’in heyecanı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emiri olan Şerif Abdullah da, Şeyh Şâmil’i çok seviyordu. Onu büyük bir itibarla karşıladı. Hicaz’da onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

Şeyh Şâmil, büyük bir itinâ ile bütün şartlarına azamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O’nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübarek Peygamberi, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şeriflerine gitmek için, nûrlu Medine yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen saniye daha da şiddetleniyordu. Medine-i münevvere görünmeye başladığında oldukça heyecanlanan Şeyh Şâmil, toprağa kapanarak, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin şu şiirini terennüm etmeye başladı:

 

Server-i âlem sana âşık olup da, yanarım!

Her nerede olsam o güzel cemâlin ararım.

 

Kabe kavseyin tahtının sultânı sen, ben hiçim.

Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.

 

Her şey cihanda senin şerefine yaratıldı.

Rahmetin bana da yağsa, o ân olur baharım.

 

Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,

Sonsuz merhametine, sığınıp, kapın çaldım.

 

İyilik kaynağısın dermanlar deryâsısın!

Bir damla lütfet bana, derde devasız kaldım.

 

Herkes gelir Mekke’ye, Kâbe, Safâ, Merve’ye

Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.

 

Saâdet tâcı giydirildi, rüyâda başıma.

Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.

 

Ey Câmi hazretleri, sevgilimin bülbülü!

Şiirlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:

 

“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,

Bir damlacık umarak, ihsan deryana vardım.”

 

Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmaya geldim

Çok kabahatler işledim, sana yalvarmaya geldim!

 

Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım.

Doğru yolu aydınlatan, ışık kayanağıma geldim.

 

Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların canı!

Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim.

 

Cömertlerin kapısına bir şey götürmek hatâdır,

Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.

 

Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,

Bu yükden ve siyâhlıkdan, tamâm kurtulmağa geldim.

 

Temizler elbet hepsini, ihsan deryandan bir damla,

Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.

 

Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan aziz cânân

Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan.”

 

Peygamber efendimize olan aşkının çokluğundan ve O’na kavuşmanın heyecanından dolayı gözünden sel gibi gözyaşı akıtan Şeyh Şâmil, sürünerek Resûlullah’ın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzûr-ı şeriflerine geldi. Başta Medine muhafızı Hâfîz Paşa, seyyidler, dünyanın dört bucağından gelmiş hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saadetin kıble tarafına geçip, mübarek ayak uçlarından Resülullah’a, gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile:

“Esalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resülallah!

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Habîballah!”

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Seyyidel evveline vel-âhirin!”

diyerek selâm verince, Resûlullah’ın “sallallâhü aleyhi ve sellem”, selamına mukabelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet dua edip gözyaşı dökerek hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi.

Şeyh Şâmil, Medine-i münevvereye geldiğinde hastalandı. Kısa süren bu hastalığında âile efradı ile beraberinde gelip kendisine hizmet edenlerle” ve ziyaretine gelenlerle vedâlaştı. Sultan Abdülazîz’e, Rus Çar’ında rehin bıraktığı çocuklarının kurtarılmasını, Devlet-i aliyye-i Osmaniyye’de vazife verilmesini bildiren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur’ân ı kerim tilâvetleri arasında, 1870 (H. 1287) senesi Zilka’de ayının yirmi beşinci gününde Kelime-i şehâdet söyleyerek vefat edip, sevdiklerine kavuştu. Cennet-ül-Bakî Kabristanlığına defnedildi. Allahü teâlâ rahmet eylesin.