TARÎKAT - kainatingunesi.com

Tasavvuf yolu. Tarikat, lügatde yol mânâsına gelir. Tarikatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkîl eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarikatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), bu bilgileri kendilerinden sonrakilere ulaştırdı. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali müstesna, diğer sahabeye ait silsileler bir kaç asır sonra kayboldu. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve marifetler, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’ye ait silsile ile gelmiştir (Bkz. Tasavvuf).

Asr-ı seâdetde ve sahabe devrinde tasavvuf; Peygamber efendimizin sallatlahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesine uymaktan başka bir şey değildi. Tabiîn ve Tebe-i tabiîn devrinde de böyle idi. Sonra dinde gevşeklik ve dünyâya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak yâni emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye, zühd; hâlleri böyle olanlara zühhâd (zâhidler) ve ubbâd (âbidler) denildi. Daha sonra bid’at fırkaları ortaya çıkıp, kendi rehberlerine zâhid ve âbid deyince, Ehl-i sünnetten olanlar, bid’at fırkalarından ayırd edilebilmeleri için sünnet-i seniyyeye sımsıkı yapışmak, dünyâya meyletmemek ve kalbi manevî kirlerden temizlemekten ibaret olan hâllere tasavvuf; böyle kimselere de sûfî ve mutasavvıfadı verildi. İlk önce kendisine sûfî denilen, Ebû Hâşim Sûfîdir (v. 115/m. 733). Sûfî kelimesinin yayılması, hicrî ikinci (milâdî sekizinci) asrın sonlarından itibaren olmuştur.

Bu târihe kadar, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’den silsile ile gelen feyz ve marifetler, kalbden kalbe akıp gelmekteydi. Her iki silsile ile gelen feyz ve marifetler insanların isti’dâd ve kabiliyetleri, tabiat ve mîzacları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Netîcede Ebû Bekr’e ait silsileden, dokuzuncu asırdan itibaren; hazret-i Ali’ye ait silsileden, on ikinci asırdan itibaren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla bu ana tarîkatlar içerisinde manevî hususiyetleri ile temayüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhalefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Bunlardan ana tarikatların şubeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata hususiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar. Tarikatlara feyz ve marifetlerin hepsi Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem gelmektedir. Yalnız aralarında usûl farkı vardır. Meselâ, bir memlekette yüzlerce lise vardır. Her lisede aynı ortak dersler okunur. Fakat hocaları başka başka olduğundan, yetişme şekilleri de değişiktir. Fakat her lise me’zunu ortak bilgilere ve ortak haklara mâliktir. Tarikatların durumu da böyledir.

Hicrî beşinci aşırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarikatların ferd ve cemiyet hayâtında büyük te’sirleri olmuştur. Çobandan devlet reisine kadar, herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleri ile gönülleri cezbetmişlerdir. Yaptığını Allah için yapma ruhunu aşıladılar. Ferdlerin, basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riya ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik dâvasından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret ettiler. Dünyâ sevgisi ile katılaşan kalbler, onların te’sirli sözleri ile yumuşadı. Böylece an’anevî bağlarla birbirine kenetlenmiş, birlik ve beraberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana geldi.

Bunlardan başka İslâmiyet’in yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarikat mensubu zâtlar, Hindistan ve Mâla adalarına kadar gidip, yerli halkın lisanlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslâm’ı yaydılar. İslâm’ın yayılmasında hizmet veren böyle binlerce zâttan biri de Ebû İshak Kâzerûnî’dir (v. 426/1034). Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında bütün gücü ile çalışan Kâzerûnî, kurduğu askerî birliklerle gazalar tertîb etti. Bu yüzden kendisine Şeyh-i Gâzî dendi. Yirmi dört bin yahûdî ve ateşperestin müslüman olmasına vesîle oldu. Ayrıca gazaya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemînhazırlayacak faaliyetlerde bulundular. Ordu ile beraber gittiklerinde konuşmalarıyla askerin moralini ve maneviyâtını yükselttiler. Yine fethden sonra o beldenin gayr-i müslim, halkını İslâmiyet’e ısındırmak için çalıştılar.

Bunun içindir ki, İslâm, devletlerinde halîfeler ve sultanlar, âlimlere ve evliyaya dâima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasîhatını ve dualarını almayı ganîmet bilirlerdi. Bir defasında Ebû Sa’îd (rahmetullahi aleyh), Çağrı Bey’e şunları yazmıştı: “Allahü teâlâ, muzaffer pâdişâh Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahlûklara bırakmasın. Hep razı olduğu, beğendiği şeyleri nasîb eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”

Tarikatların, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve sonraki dönemlerdeki hizmetleri aynen devam etmiştir. Cemiyetin manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından hüsnü kabul görmüşlerdir. Bu sebeble Necmeddîn-i Bağdadî (v. 607/m. 1210), Sultan İzzeddîn Selçukî’den (v. 617/1220); Şihâbüddîn Sühreverdî ve Behâeddîn Veled, Birinci Alâüddîn Keykubâd’dan çok hürmet görmüştür.

On üçüncü asrın ortalarına doğru Konya’da Evhadüddîn Kirmânî, Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî, Celâleddîn-i Rûmî, Mueyyedüddîn el-Cündî, Sa’deddîn Fergânî, Tokat’ta; Fahreddîn bin İbrahim Irakî (v. 689/1289), Kayseri ve Sivas’ta Necmeddîn Dâye (v. 654/ 1256), Anadolu’daki birlik ve beraberliğin mîmârlarındandır.

Selçukluların son zamanlarında Moğol istilâsı ile devlet otoritesinin kalmadığı, cemiyet hayâtının karışık olduğu sırada, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasîhatları; huzurunu kaybetmiş insanlara büyük bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zaviyeler, birer huzurevi durumunda idi. Bunun yanında devlet otoritesinin te’mininde büyük faydaları oldu. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırmak, yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücâdelesini veriyorlardı.

Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde memleketin her tarafında hizmet verdiler. Ancak son zamanlara doğru bu tarikatlar ehliyetsiz kimselerin murakabesine geçti. Böyle kimseler bu müessesenin yanlış anlaşılmasına vesile oldular.

Yaklaşık yüz seneden beri, büyük islâm âlimlerinin bildirdikleri bu hakîkî tarikat ve tasavvuf yolları unutuldu. Tarikat ve tasavvuf adı altında bir çok şeyler uyduruldu. Tekkelerde haramlar ve bid’atler işlendi. Dinde câhil olanlar kendilerini şeyh ve mürşid olarak tanıttı. Bâzıları da sihir olarak yaptıkları, ağızlarına ateş alıp yanaklarına şiş sokup çıkarmaya keramet dediler (Bkz. Tasavvuf). Böyle göz boyamaların haram olduğu, İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvây-ı hadîsiyye kitabının ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının iki yüz altmış altıncı mektubunda bildirilmiştir.

Nitekim, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyet’e uymayan bir iş yapsa, keramet sahibiyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz?”