Yûsuf aleyhisselamın daveti - kainatingunesi.com

Yûsuf aleyhisselamın daveti

 Yûsuf aleyhisselâm rüyayı tâbir etmeden önce, • Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyle­yip, mucize gösterdi. “Size gelen yemekler daha gelmeden, cinsini vetadını haber veririm” dedi. Peygamberler ailesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bil­dirdi. Babasının Ya’kûb, dedelerinin ibrahim ve İshak aleyhimüsselâm olduğundan bah­setti. Hz. İbrahim ve İshak aleyhisselâm, Mısır’ da da bilinir, peygamber oldukları kabul edilirdi. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, açıkla­dığı tevhîd îtikâdının onlar tarafından kabul görmesi ve sözüne îtibâr edilerek kendisine itaat edilmesi için, peygamber ailesinden gel­diğini söyledi. Onun bu İzahatı, âyet-i keri­mede meâlen şöyle beyân buyruldu:

“Ben, babalarım İbrahim, İshak ve Ya’kûb’un dînine tâbi oldum. Allahü teâlâya herhangi birşeyi ortak koşma­mız bize yakışmaz. (Çünkü Allahü teâlâ bizi tevhîd üzere yarattı. Bizi şirkten korudu.) Tev­hîd (ve nîmet), bize ve insanlara Allahü teâlânın lütfundandır. (Çünkü, Allahü teâlâ, tevhîd itikadını bize vahiyle bildirdi. Bizi de tevhîd îtikâdjna irşâd ve davet için insanlara gönderdi.) Lâkin insanların çoğu, ihsan ettiği nimetler için Allahü teâlâya şük­retmezler. (Çünkü onlar, Allahü teâlâya değil, başkasına ibâdet ediyorlar.)” (Yûsuf sûresi: 38)

“Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-pütî (r.aleyh), bu âyet-i kerîmeyi açıklar­ken buyurdu ki: “İnsanlar arasında tanınma­yan bir âlim. ilmini herkese yaymak isterse, insanların, ilminden istifâde etmelerini teşvik için kendisini güzel vasıflarla anlatabilir. Böyle yapmak; nefsi temize çıkarmak kendisini beğenmek değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Bilhassa peygamberler (aleyhimüs­selâm), böyle yapmakla vazifelidirler. Nitekim Duhâ sûresinin son âyetinde meâlen; “Rab-binin nimetini söyle” buyrulmuştur. Bu incelikten gafil olan bir kısım insanlar, evliyâ-ullahdan bâzısına; tasavvuf yolundaki terakki­lerinden (ilerlemelerinden) ve Allahü teâlâya yakınlık derecelerinden bahsettikleri için, dil uzatmışlardır. Onların bu hâle düşmelerine sebep de, hased ve cehaletleri olmuştur.

Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarına kendini tanıttıktan sonra, onları islâm’a davet edip, meâlen şöyle dedi:

“Ey zindan arkadaşlarım.’ Sizin (altın, gümüş, demir ve başka şeylerden yapıl­mış, kimseye zarar ve faydaya gücü yetmeyen irili ufaklı) çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı? Yoksa (zâtında ve sıfatlarında) bir ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” (Yûsuf sûresi: 39)

Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarını İslâm’a davet ederek, taptıkları putların ne kadar âciz ve mânâsız şeyler olduğunu anlattı. Onların ulûhiyete lâyık olmaktan çok uzak olduklarını ve hiç bir şeye güçlerinin yetmedi­ğini söyledi. Aksine, bir ve kahhâr olan Allahü teâlânın her şeye gücünün yettiğini, her hük­mün O’nun kudretinde bulunduğunu,ibâdet edilmeye lâyık olanın yalnız Allahü teâlâ olduğunu   ve   kendisine   ibâdeti   de   em-        l rettiğini   anlattı.   Sâdece  Allahü  teâlânın     dîninin doğru olduğunu söyledi. Yûsuf aleyhis-selâmın nasihatleri, âyet-i kerimede meâlen şöyle haber verildi:

“Sizin, O’nu bırakıp taptıklarınız,, atalarınızın ve kendinizin takmış oldu­ğunuz (kürü) adlardan başkası değildir.” (Yûsuf sûresi: 40) Bu âyet-i kerîmeyi Kadı Beydâvî (r.aleyh) şöyle tefsîr buyurdu: “Yâni ilâh ve rab diye isim verdiğiniz şeylerde, haki­katte ilâhlık vasfı olduğuna dâir aklî ve naklî hiç birdelil yoktur.Böyle iken bir takım şeylere ilâh dediniz. Siz, onlara sâdece ilâh dediğiniz için tapıyorsunuz. Demek ki, siz sâdece isim­lere tapınıyorsunuz.” Yûsuf aleyhisselâm, bu sözleri zindandaki bütün müşriklere söyledi. Onun için âyet-i kerîmede “Siz” buyruldu.

Müşriklerin, putlarına “ilâhlarımız” demelerinde herhangi bir delilleri yoktu. Onlara böyle söylemelerini Allahü teâlâ da emretmemişti. Kendi kafalarından uydurup yapmışlar, onlara tapar olmuşlardı. Müşrik­lere; “Niçin âciz putları ilâh bilip, taparsınız?” dive sorulduğunda; “Biz bu putların, âlemin yaratıcısı olduğu mânâsında tanrı­lar olduğunu söylemiyoruz. Onlara sâdece “İlâh” diyor, ibâdet ediyor ve tazimde bulunuyoruz. Onlara ibâdeti, bize Allahü teâ-lânın emrettiğine inanıyoruz” derlerdi. Bu yüz­den Allahü teâlâ, onların sözlerini reddedip, meâlen şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ (kendi varlığına ibâdetin lâzım olduğuna dâir deliller ve burhanlar gösterdiği gibi) bunlara (put­lara) ibâdet etmeniz hususunda hiç bir burhan indirmedi. Hüküm (kulların dünyâ ve âhıretteki bütün işlerinde) yalnız Allahü teâlâya mahsustur. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emreylemiştir… (Çünkü, ibâdete müstehâk olan yalnız O’dur. İlâh ismi verilen putlar değil.)” (Yûsuf sûresi: 40) İbâdet; tazim ve alçalmanın son noktasıdır. Bundan dolayı ibâ­dete lâyık olan; her türlü nimeti gönderen, her şeyi yaratan O’dur. O da yalnız Allahü teâlâdır. Zîrâ, yaratmak, diriltmek, akıl, rızk, hidâyet hep O’nun kudretiyle olup, O’na aittir. Her cömertlik ve ihsan da O’ndandır.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Yûsuf aleyhisselâm. zindan arkadaşlarını üç kademede İslâm’a davet etmiştir. Yûsuf (a.s.) ilk önce tevhîd itikadının lüzumunu, Allahü teâ­lâya İnanmanın gerekli olduğunu anlattı. Sonra Allahü teâlâdan başka şeylerin, putların ibâdete müstehâk olmadıklarına dâir deliller getirdi. Son olarak da hak dîni, aklın ve naklin kabul edeceği bir şekilde ortaya koydu. Nite­kim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Doğru olan bu dindir (Buna aklî ve nakli deliller delâlet etmektedir.) Lâkin insanla­rın çoğu bunu bilmezler” buyruldu (Yûsuf sûresi: 40)

Yûsuf aleyhisselâm, rüyalarının tâbirini isteyen zindan arkadaşlarına, tevhîd inancını anlatıp peygamber olduğunu açıkladıktan sonra, onların rüyalarını tâbir etmeye başladı. . Bu husus Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildi­rilmektedir; “Ey benim zindan arkadaşla­rım! İkinizden biriniz (önceki gibi) efendisine sâkîlik (şerbetçilik) edecek. Diğeriniz asılacak. Başından kuşlar yiyecek” dedi,” (Yûsuf sûresi; 41)

Rivayete göre, Yûsuf aleyhisselâm. rüyala­rın tâbirini bitirince, adamların İkisi de rüyala­rını inkâr edip, böyle bîr şey görmediklerini, Yûsuf aleyhisselâmın rüya tâbirine ne derece âşinâ olduğunu denemek için böyle bir şeye tevessül ettiklerini söylediler. Rüyanın tâbiri hoşlarına gitmediği için böyle söyledikleri de rivayet edilmiştir. Âyet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Yûsuf aleyhisselâm da meâlen onlara; “(Gerçekten rüya görmüş olsanız da olmasanız da) tâbirini sorduğunuz rüya­nın hükmü budur, vuku bulacaktır dedi.”

Kadı Beydâvî (r.aleyh), Allahü teâlâ bunla­rın akıbetlerini vahiy ile bildirdiği için, Yûsuf aleyhisselâm böyle kat’î bir sözle cevap verdi. Cevâbı rüya tâbir ilmine bağlı olarak verseydi, böyle kat’î söyleyemezdi. Çünkü rüya tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kurulmuştur. Bununla beraber, Yûsuf aleyhisselâmın cevâ­bım, tâbir ilmine bağlı olarak buyurmuş olması ihtimâli de uzak değildir. “Tâbirini sordu­ğunuz rüyanın hükmü budur, vuku bulacaktır” demekle, Yûsuf aleyhisselâm bu hükmün mutlaka vâki olduğunu buyurmamış, bilakis öyle rüyanın hükmü budur, demek istemiş de denebilir. Ancak burada Yûsuf aley­hisselâm rüyayı kat’î bir şekilde tâbir etmiştir. Çünkü Yûsuf aleyhisselâmın rüyaları tâbiri vahye bağlı idi. Vahiyde ise zan olmayıp, mut­laka kesinlik vardır buyurmuştur

Yûsuf aleyhisselâm rüyalarını tâbir ettikten sonra, o ikisinden, zindandan kurtulacağını bildiği şerbetçiye meâlen; “Beni efendinin yanında an!” dedi. Fahreddîn-i Râzî (r. aleyh), bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken şöyle buyurdu: Yûsuf aleyhisselâm şerbet­çiye: “Pâdişâhın huzuruna vardığın zaman, zindanda bir mahbûs vardır. Kardeşleri onu babasından ayırıp, köle diye sattılar. Bu cihetle mazlum birisidir. Ayrıca iftiraya uğra­yarak zindana düşmüştür. Bu bakımdan da kendisine adaletle muamele edilmemiştir” demesini istemiştir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Yûsuf aleyhisselâmm şerbetçiye söylediği sözle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, kardeşim Yûsuf a (aleyhisselâm) rahmet etsin, o, şerbetçiye; “Beni efendinin yanında an!” demeseydi, zindanda beş seneden,  sonra yedi sene daha kalmayacaktı” buyurdu. Zindandan kurtu­lan şerbetçiye şeytan vesvese verdiği için. Firavn’a. Yûsuf’dan (a.s.) bahsetmeyi unuttu. Ayet-i kerimenin devamında meâlen: “Fakat şeytan, efendisine anmayı ona (şerbet­çiye) unutturdu” (Yûsuf sûresi: 42) buyrulmuştur.

Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmeye; “Şeytan, Yûsuf a   Rabbinin   zikrini   unutturdu (zikrini unutmasına sebep oldu)” mânâsını da vermişlerdir. Buna göre. Yûsuf aleyhisselâm, kendinden bir zararın giderilmesi için, kendisi gibi bir mahlûktan yardım istemiş olmaktadır. Aslında bir zararı uzaklaştırmak için, insanlar­dan yardım istemek caizdir. Fakat Yûsuf aley­hisselâm   gibi   peygamber   olan   bir  zâtın,  zindandan  kurtulmak  arzusuyla  mahlûktan yardım istemesi muahezesine sebep olmuştur. Nitekim bâzı âlimler; “Şeytan, Yûsuf’un  (a.s.) Rabbini zikretmeyi (hatırlamayı) unutmasına sebep olduğu için, Yûsuf (a.s.) başkasından yardım istedi. Yoksa zâtını unutmadı. Bu da  gayretullaha dokunarak Yûsuf aleyhisselâm senelerce zindanda kaldı” buyurmuşlardır.

İmâm-ı Mâlik (r.aleyh) buyurdu ki: “Yûsuf aleyhisselâm. şerbetçiye; “Beni efendinin yanında on “deyince, ona; “Ey Yûsuf benden başkasını vekil edindin. Ben de senin hapsini uzattım” buyuruldu. Yûsuf aleyhisselâm da üzüntüsünden ağladı.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Allahü teâlâdan başkasını vekil etmekle ilgili olarak şöyle buyurdu: Yaşım 57’ye vardı. Bu müddet içeri­sinde şu tecrübeyi edindim: Bir insanın hangi işinde olursa olsun. Allahü teâlâdan başkasına îtimâd etmesi, ona güvenip dayanması, belâ, musibet, sıkıntı ve meşakkatlere düşmesine sebep olur. Aksine, herhangi bir İşinde, İtimâ­dını, ümidini sâdece Allahü teâlâya bağlayıp, O’ndan başkasına güvenmez, O’ndan başka bir mahlûka ümit bağlamazsa, maksadına ve muradına en güzel şekilde nail olur. Yâni, insan için Allahü teâlânın lütuf ve ihsanından başkasına güvenip dayanmakta, ümit bağla­makta hiç bir fayda yoktur. Ancak ihtiyaç zamanında, bilhassa zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemekdînen caizdir. Şerbetçiden yardım istemesi sebebiyle muaheze olunması, Yûsuf aleyhisselâmın, bir peygamber olarak, kulluğun en yüksek derecesinde bulunmasından dolayı­dır. Bir zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen caiz iken, sıddîkıyyet makamına nail olmuş bir pey­gamber, bu kadarcık bir isteğinden dolayı muaheze olundu.

Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarının rüyalarını tâbir ettikten sonra, zindanda Ceb­rail aleyhisselâmı  gördü ve hemen tanıdı. “Niçin geldiğini sordu. Cebrail (a.s.); “Allahü teâlâ selâm eder. “Bir insan, kurtuluşu için bir insanı vekil yaptı, benden başkasından yardım istedi. İzzetim hakkı için onu senelerce zin­danda tutarım” buyurdu” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm; “Acaba Allahü teâlâ benden razı mıdır?” dedi. “Allahü , teâlâ senden razıdır” cevâbını alınca;  “Mademki Allahü teâlâ, benden razıdır, zin­danda olmama hiç aldırış etmem” buyurdu. Bu hâdiseyi anlatan Hasen-i Basrî hazretleri hüngür hüngür ağladı ve; “Allahü teâlâdan başkasından yardım istemenin ne kadar kor­kunç olduğunu bildiğimiz hâlde, bir belâya uğrayınca, insanlara yalvarıp yakarmaktan geri kalmayız. Onlara ümit bağladığımız için vay bizim hâlimize” buyurdu.

Yûsuf aleyhisselâmın rüya gören zindan arkadaşları çok geçmeden zindandan çıkarıl­dılar. Rüyalarının neticesi Yûsuf aleyhisselâ­mın tâbir ettiği gibi çıktı. Şerbetçi, Fir’avn’ın yanında eskisinden daha İyi bir makama kavuştu. Ekmekçi, asıldı ve beynini kuşlar yedi. Şerbetçi zindandan kurtulunca, Fir’avn’ in yanında şeytanın vesvesesiyle Yûsuf aley­hiisselâmı anmayı unuttu. Yûsuf (a.s.), şerbetçinin, kendisini efendisinin yanında hatırlayıp söylememesi sebebiyle zindanda bir müddet daha kaldı. Nitekim Kur’ân-ı kerimde meâlen; “O (Yûsuf) (as.)zindanda birkaç sene kaldı” (Yûsuf süresi: 42) buyruldu. Müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda ne kadar kaldığında ihtilaf etmişler, bâzıları yedi veya on iki sene zindanda kaldığını bildirmişlerdir. Allahü teâlâ. Yûsuf aleyhisselâmın zindanda bir müd-det daha kalmasını dilemiş, onun sözünü ve şeytanın unutturmasını buna sebep kılmıştır. Cenâb-ı Hak bir şeyi murâd edince, sebeple­rini de yarattığını herkes bilir. Nitekim şâir Nâbî şöyle demiştir: Taalluk etse bir emrin irâde fethine Nâbî, ‘Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peyda._

Yâni; Nâbî (sen üzülme) bir emrin yapıl­ması hakkında Allahü teâlâ bir şeyi irâde edip dileyince; onun yerine getirilmesi için umul­mayan yönlerden, çeşitli sebepler ortaya çıkarır.