Zindandan çıkması - kainatingunesi.com

Zindandan çıkması

 Şerbetçi, Yûsuf dan (a.s.) duyduğu rüyanın tâbirini gidip Fir’ avn’a haber verdi. Fir’avn bu tâbiri beğendi. Kur’ân-ı kerimde mealen bildirildiği gibi; t(Onu bana getiriniz” dedi. Bu hâdise, ilmin faziletini göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâmın ilmini onun dün­yevî bir sıkıntıdan kurtulmasına vesîle kıldı. İlim, kişinin dünyevî sıkıntıdan kurtulmasına vesîle olduğu gibi, âhıretteki sıkıntısından kur­tulmasına da vesîle olacaktır. Şerbetçi, Fir’avn’ ın; “Onu bana getiriniz” emri üzerine, Yûsuf aleyhisselâmın yanına gitti. Fir’avn’m kendisini davet ettiğini bildirdi. Fakat Yûsuf aleyhisselâm bu daveti kabul etmedi. Bu hâl âyet-i kertmede mealen şöyle beyân buyruldu: “(Şerbetçi dönüp, Yûsuf aleyhisselâmın tâbi­rini arz edince, tâbiri beğenen) Fir’avn; “Onu bana getiriniz” dedi. “Bunun üze­rine ona elçi gelince, (Fir’avn’m davetini tebliğ eyledi. Yûsuf ona); “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru (hâli) neydi, kendisine sor. Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu (ne söy­lediklerini, ne yaptıklarını) elbette bilir” dedi. (Elçi, Fir’avn’ın yanma dönüp, Yûsuf aleyhisselâmın isteğini arz eyledi. Meseleyi tahkik eden Fir’avn, o kadınları derhal yanına getirtip; Kur’ân-t kerimde bildirildiği gibi meâ-len; “Yûsufun nefsinden murâd almak istediğiniz vakit ne hâlde idiniz? (Onu, Züleyhâ’nm emrine itâata teşvik ederken size karşı bir meylini hissetiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mu?)” dedi. {Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı tenzih edip. onun temizliğine ve iffetinin yük­sekliğine hayret ederek); “Hâşâ! Biz onun hiç bir kötü hâline, hiç bir günâhına muttali olmadık” dediler. (Züleyhâ da mecliste idi. Hanımlar onun yüzüne bakıp; “Sen ne dersin?” gibi bir îmâda bulundular.) Aziz’in hanımı (Züleyhâ); “Şimdi hâk ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murâd atmak istemiştim. O ise, seksiz şüphesiz doğru söyleyenlerdendir. (Yâni önce ben ona iftira ettiğimde o kendisini müdâfâ ederek; “Züleyhâ benden murâd almak istedi” demişti. Gerçekten o, bu sözünde sâdıktır)” dedi.” (Yûsuf sûresi; 50-51)

Yûsuf aleyhisselâm zindanda bu kadar zaman haksız yere kalmış iken, kendisinin, Fir’ avn’ın davetini derhal kabul etmeyip, habse giriş sebebinin araştırılmasını istedi. Bunda bir maksadı olmalıydı.

Yûsuf aleyhisselâm, yapılan daveti kayıtsız şartsız kabul edip, zindandan çıkmakta acele etse idi, Fir’avn’ın kalbinde bu iftiradan bireser ve şüphe kalabilirdi. Fakat zindandan çıkma­dan önce, meselenin araştırılmasını  istemesi; kendisine atılan iftiradan uzak ve temiz oldu­ğuna delâlet ettiği gibi, zindandan çıkarıldık­tan sonra da kınanmaktan kurtulmuş olacaktı.

Yine uzun bir müddet haksız yere zindanda kalan bir İnsantn, hükümdar tahliyesini isterse, o kimse çıkmak için acele eder. Yûsuf aleyhisselâm kendisine isnâd edilen suçtan uzak olduğu, hükümdar tarafından da anlaşıl­madıkça zindandan çıkmak istememiştir. Onun bu hâlinden ne derece sabır ve sebat sahibi olduğu kolayca anlaşılır. Her türlü kötü işten temiz olduğunu herkese tasdik ettirmesi, hakkında her ne söylenmiş ise hepsinin yalan ve iftira olduğuna delâlet eder. Yûsuf aleyhisselâmın, kendi durumunu, kendisine iftira eden, o ellerini kesen kadınlara sorarak araş­tırmasını Fir’avn’a teklif etmesi de; bu mesele de temiz, nezîh ve suçsuz olduğunun ayrı bir delilidir. Çünkü, kendisine isnâd edilen işe bulaşmış olsaydı, önceki hâlinden bahsetmek­ten, bunun araştırılmasından korkardı.

Yûsuf aleyhisselâmın, kendisine gelen elçiye böyle demesinin sebebi, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Arada elçilik eden şerbetçi gelip, hakikatin ortaya çıkışını anlatınca. Hz. Yûsuf, araştırıl­madan önce niçin zindandan çıkmadığını îzâh için şöyle dedi): Benim, işin doğrusunun anlaşılmasına vesile olan bu teşebbü­süm, onun (Azîz’ın) gıyabında (hanımına) hıyanet etmediğimi, Allahü teâlânın hâinlerin hilelerini muvaffakiyete erdirmeyeceğini, (bilakis, Allahü teâlânın bir müddet sonra da olsa hakkı ortaya çıkara­cağını) bilmesi içindi.” (Yûsuf sûresi: 52)

Ancak Yûsuf aleyhisselâm, bu söz ile ken­disini temize çıkarmayı, kendi hâlini beğen­meyi (ucb) kastedmedi. Çünkü bu; “Kendinizi (ucb ve riya ile) temize çıkarmayınız” mealindeki Necm sûresi: 32. âyet-i kerîmesi ile nehyedilmiştîr. Bilakis Yûsuf aleyhisselâm, bu sözü, kendisine ihsan buyrulan ismet ve tevfîk nimetini göstermek için söylemişti. Nitekim, Duhâ sûresinde meâ­len; “Rabbinin nimetini söyle” buyrulmuştur.

Fir’avn’ın yanına götürmek üzere gelen şer­betçiye, Yûsuf aleyhisselâmın verdiği cevâbı bildiren bu âyet-i kerîmede, bâzı incelikler vardır:

1-Yûsuf aleyhisselâm, Fir’avn’a bir şeyi emretmiş görünmemek için, sözünü emir mânâsını taşıyan bir ifâde ile söylemedi. Sâdece, Züleyhâ’nın meclisinde bulunan kadınlara; “Ellerini niçin kestiklerini sor” demekle iktifa etti.

2-Yûsuf aleyhisselâm; “O kadınların hâlini teftiş etmesini iste” demeyip; “O kadınların hâli (zoru) neydi, kendisine (Fir’avn’a) sor?” dedi. Maksadı böyle söylemekle, Züleyhâ ve diğer kadınların kendisine isnâd ettikleri işten uzak ve temiz olduğunun ortaya çıkması için, Fir’avn’ı bu meseleyi araştırmaya teşvik idi. Çünkü her ne olursa olsun, bir kim­seye bir şey sorulunca, o kimseyi o şey hak­kında araştırmaya ve tecessüse sevk eder. Ayrıca insan kendisine sorulan suâli bilmek ister, bilemedi denilmesini istemez. Bu sebeple sorulan şeyi araştırır. Bilhassa hükümdarlar, bu şekildeki hâdiselerde halkı­nın durumunu bilmek için hassas ve mütecessistirler. Eğer Yûsuf aleyhisselâm, şerbetçiye; “Fir’avn’dan o kadınların hâlini araştırmasını iste!” seklinde söyleseydi, bu, hükümdara karşı bir cüretkârlık olabilirdi. O zaman Fir”avn makamının yüksek olması dolayısıyla kibre kapılır, Yûsuf aleyhisselâmın sözüne îtibâr etmeyebilirdi.

3-Yûsuf aleyhisselâmın hapse girmesine, Züleyhâ sebep olduğu hâlde, onun ismini söy­lemeyip, sâdece; “O kadınların hâli neydi” demesi, Züleyhâ’nın evinde kaldığı için, onun hakkını gözetmesinden ve edebe riâyet etmesindendir. Yûsuf aleyhisselâmın bu edebli ve asîlâne tavrından dolayı, Züleyhâ da Yûsuf aleyhisselâma nisbet edilen töhmetten, kötü işten berî ve temiz olduğunu İtirafa kendi­sini mecbur tuttu. Yahut da Züleyhâ, Yûsuf aleyhisselâmın kendi hakkını bu derece koru­masından dolayı, ona mükâfat olarak Yûsuf’un (a.s.) temiz olduğunu itiraf etti.

Sonra Yûsuf aleyhisselâm; “Benim Rab-bim onların hilelerinin ne olduğunu elbette bilir” dedi O kadınların Yûsuf aley­hisselâma yaptıkları hîleler hakkında şu ihti­mâller bildirilmiştir: 1-Onlardan her biri, Yûsuf aleyhisselâm ile beraber olmayı arzu ediyor­lardı. Murâdlarına kavuşamayınca, ona bu kötü iftirada bulunmuşlardı. 2-O kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı ayrı ayrı, Züleyhâ’nın iste­ğine teşvik ediyorlardı. Fakat, Yûsuf aleyhisse­lâm onların sözlerine îtibâr etmedi. İşte, Yûsuf aleyhisselâm; “Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu elbette bilir” demek suretiyle, hanımların böyle bir hıya­nete, ısrarlı şekildeki teşviklerine işaret buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme, bilhassa, İnsanlara dînini Öğretmek, doğru yolu göstermek için çıkan kimsenin yapmadığı bir şeyden dolayı kendi­sine isnâd olunan töhmet ve suçu kabul etme­mesi, böyle bir şeyden uzak ve temiz olduğunu isbâta çalışması, töhmet altında kal­maya sebep olan yerlerden uzak durmak lâzım geldiğinin delilidir.

Yûsuf aleyhisselâm; “Ben, onun (Azîz’in) gıyabında ona hıyanette bulunmadım” buyurdu. Hıyanette bulunmaması, tabiatının böyle bir şeye arzu ve istek duymadığından değil; bilakis Allah korkusundandı. Böylece beşer tabiatının beşer olma bakımından kötü­lüğü emrettiğini ve insan tabiatının lezzetlere düşkün olduğunu anlatmış oldu.

Yûsuf aleyhisselâmm bu sözü, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum. Çünkü, (Arşın üzerinde bulu­nan kalb. ruh ve âlem-i emrdeki diğer latîfelerin bineği olan anâsır-ı erbeadan neş’et eden)’ nefs (nefs-i hayvani, tabîati İcâbı) kötülüğü emreder. Rabbimin merhameti ile korudukları müstesna. Muhakkak ki benim Rabbim (beşerî nefsin arzu ve istek­lerine olan ihtiyarî meylini) affeder. (Diledi­ğini benim gibi tevfîk ve İsmetine, korumasına nail olanları merhamet ve yardımının eseri ola­rak o meylden men eder, korur)” dedi.” (Yûsuf sûresi: 54)

“Tefsîr-i Mazhari” de buyruluyor ki: Yûsuf aleyhisselâm burada nefs ile, anâsır-I erbea­dan yâni toprak, hava, su, ateşten, neş’et eden hayvani nefsi kasdetti. İmâm-ı Rabbani hazret­leri mektûbâtının bir çok yerlerinde hayvani nefsin arzularını, bedenin arzuları şeklinde açık­lamıştır. Birinci cild 260. mektubunda buyuru­yor ki:

“Ey oğlum! Bu mutmeinne, İslâmiyet’e karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O’na tutulmuştur. O’nun rızâsını kazanmaktan başka, hiç bir düşüncesi yoktur. O’na itaat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur, önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre, şimdi itmînân kazanmış ve Allahü teâlâyı razı ederek, Âlem-i emrin latifelerinden üstün olmuştur. Arkadaş­larının şefi olmuştur. Evet, Muhbir-i sâdık (yâni hep doğru söyleyici); “Cahillikte en ileride olanınız, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslâmiyet’e uymamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hay­vanlarda nefs-İ emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah (s.a.v.); “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bil­dirmiştir. Çünkü nefsleri itmîmâna kavuşmuş, Rablerinden razı olmuş, Rableri de o mübarek nesflerden razı olmuştur. Bu nefsler, İslâmiyet’ ten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramaz­lar. Cesedi meydana getiren maddelerin İslâmiyet’e uymuyor görünen arzuları ve baş kaldırmaları, daha iyisini yapmağı istememele­ridir. İzin verilen şeyleri yapmalarıdır. Azimeti yâni en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, haram işlemeği   ve   farzları,   vâcibleri   terk  etmeği istemezler.”

Yûsuf aieyhisselâmın bu sözünde, Züleyhâ’ nın zevcine hıyanette bulunduğu haber veril­mekte, Yûsuf aleyhisselâmın ise emin ve güvenilir olduğu anlatılmaktadır. Bu âyet-i kerime, Yûsufun (a.s.) kendisine nisbet edilen bütün kötülüklerden beri ve temiz olduğuna kati bir delildir. Ayrıca, Yûsuf aleyhisselâm bu sözüyle, kendisini temize çıkarıp, kendisini beğenmeyi kasdetmedi. Bilakis Allahü teâlânın kendisine olan lütuf, ihsan ve nimetlerini izhâr etmek istedi. Böyle söylemekle de, insanları kendisine uymaya, bildirdikleri ile amel etmeye teşvik etti.

İnsanın nefsi, bâtıl ve boş şeylerden, arzu ve isteklerinden fevkalâde lezzet ve tat alır. Nefsin böyle tat alması olmasaydı, insanların ekseriyeti nefslerinin şehvetlerine, arzu ve isteklerine boyun eğmezdi. Bundan anlaşılı­yor ki, Allahü teâlânın katında kıymetli ve sev­gili olanlar, nefsinin ayıplarını herkesten iyi görürler. Nefsini başkalarından daha çok suçlar ve kötülerler. Haliyle böyle bir nefsin kendini beğenmesi ve gururlanması da az olur.

Ayet-i kerîmede meâlen; “Muhakkak ki nefs, kötülüğü emrederbuyrulması, insan nefsinin her zaman kötülüğe meyletti­ğini, yalnız Allahü.teâlânın muhafaza ettiği nefîslerin bundan müstesna olduğunu göster­mektedir. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâm; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum” buyurduktan sonra; “Nefsim kötülüğü emredicidir” buyurmadı. Aksine; “Muhakkak nefs kötülüğü emreder’* diyerek nefsin kötülüğü emredici olduğunu umûmî bir ifâdeyle buyurup, sonra, günahdan mâsum (korunmuş, yâni mutmainne olmuş) olan nefsleri istisna etmiştir.

İnsan nefsi, kötülüğü emredici olmak cibil­liyeti (yaratılışı) üzere halk olunmuştur. Kendi hâline ve tabiatının İcâbına göre bırakılınca, şerre yâni kötülüğe yönelir. Kötülükten başka bir şeyi emretmez. Fakat, Allahü teâlânın muhafaza ve sıyânetine (korumasına) mazhar olunca; nefis aslî tabiatını ve yaratılıştan sıfatı olan şerifliği, hayır ile değiştirir. Böylece, beşer olma karanlığının gecesinde hidâyet safâsının aydınlığını teneffüs eder. Gönül semâsının ufku aydınlanınca, levvâme olur. Kötü işlerinden dolayı kendi kendini kınar ve ayıplar. Kötülük ile emredici olduğu zaman, kendisinden meydana gelen kötü hâllerinden dolayı pişmanlık gösterir. Allahü teâlâ da töv­besini kabul eder. Çünkü nedamet, tövbe demektir. Nefs, Allahü teâlânın inayetine (ilâhî yardımına) kavuşunca, kendinin kötülüğü ve Allahü teâlâdan korkması îcâb ettiği ilham edi­lir. Bu nefs-imülhime mertebesidir. Bundan sonraki mertebede nefs, İslâmiyet’in emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaz. Resûlullah’ in (s.a.v.) ahlâkı ile ahlâklanmaktan zevk ve lezzet alır. Böyle olan kimsede; cömertlik, yumuşaklık, güler yüzlülük, sabır, tevekkül, rızâ, doğruluk, teslimiyet, şükür, ayıpları ört­mek, kusurları affetmek gibi bütün güzel sıfat­lar mevcûd olur. Bunlar, Allahü teâlânın her işinden razıdır. Allahü teâlâ da onlardan razı olmuştur. Bunlar; “Kahrın da hoş, lütfün da hoş” diyenlerdendir. EI-Fecr sûresinde meâ-len; “Ey mutmaine olan nefs.'”kelâmıyla bunlara hitâb buyrulmuştur. Bunlar, mutma-inne olan nefislerdir. Nefs-i mutmainne, bütün varlığı ile Rabbine dönmüştür. O’nun rızâsını kazanmaktan, O’na itaat ve ibâdet etmekten başka hiç bir düşüncesi yok­tur, itminan makamında İslâm-ı hakîkîye kavuşulur ve îmânın hakikati hâsıl olur. Bun­dan sonra nefs-i râdiyye makamı vardır. Bu mertebede nefs, Allahü teâlâdan razıdır. Her hâlinde rızâ ile sıfatlanmıştır. Allahü teâlâ bu nefse meâlen; “Razı olmuş ve razı olun­muş olarak Rabbine dön” (El-Fecr sûresi: 28) kelâmıyla hitâb buyurmuştur. Bu nefs, .beşerî sıfatlardan temizlenmiş olarak kemâle gelmiştir. Bu nefsin hâli, tadarak anlaşılır, tam bir teslimiyet ve rızâ üzeredir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmuştur. Her türlü haram­dan ve şüphelilerden sakınır. İbâdetlerinde ihlâs, muhabbet ve huzur içindedir. Bir çok kerametlere kavuşmuştur. Hiç bir şey, onu Allahü teâlânın kullarına doğru yolu göster­mekten alıkoyamaz. Sözünü duyan ondan isti­fâde eder. Nefsi bu makama kavuşan kimse, Hakk’ın huzuru İle edeb deryasına dalar. Duası asla red olunmaz. Fakat edeb ve hayasının çokluğundan bir şey isteyemez. Allahü teâlâ’nın katında izzetli ve muhteremdir. İnsanlar yanında da muhteremdir. İnsanlar .ona tazim edip, saygı gösterirler, ama bunun sebebini anlayamazlar. Fakat onu görünce, muhabbeti kendilerini kaplar ve anlamadıkları bir kuvvet, onları, ona hürmet etmeye zorlar. Bu hâl,Allahü teâlânın o sâlih kul üzerinde bulundur­duğu heybet ve vakar sebebiyledir. O sâlih kul, bütün bu olanlara meyi ve aldırış etmez. Yalnız Allahü teâlâ ile meşguldür. Bu, Rabbinden razı olan nefsin yâni nefs-i râdiyyenin makamı­dır. Bir de Rabbinin razı olduğu nefsin (Nefs-i merdiyyenin) makamı vardır. Nefs-i mer-diyye, Allahü teâlânın kendisinden razı olduğu nefstir. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış, insanlık sıfatlarının hemen hepsini terketmiştir. Böyle olan nefs, hatâları affeder, kusurları örter, kimseye sû-i zan etmez, hiç kimse hakkında kötü düşünmez. Dâima hüsn-i zan İle herkese lütuf ve şefkat gösterir. İnsan­ları, tabiatlarının zulmetlerinden kurtarıp, nura gark etmek için, onlara sevgi ile yönelir. Bu yöneliş ve sevgi, insanlara olan merhametten­dir. Nefs-i merdiyye makamında olan kâmil insanın, görünüşte diğer insanlarla farkı yok­tur, ama kalbi pek kıymetli olup, misli bulun­mayacak kadar azdır. Bunlar, seçilmişlerin seçilmişidir. Bunların her biri nur kaynağı, sır­lar hazinesi, seçilmişlerin önderidir. Kalbi, Allahü teâlâdan başkasından kurtulmuştur. Allahü teâlânın razı olduğu her şeyden razıdır. Allahü teâlânın kendisine ihsan ettiği marifet ve hikmetleri, insanların idrâk edebileceği şekilde anlatır. Onlara faydalı olmaya çalışır. Nefs-i merdiyyeden sonra, nefs-i kâmile (kâmil insan) vardır. Evliyalık makamının en yüksek derecesidir. Bütün kemâlâta, olgunluk­lara, yüksekliklere kavuştuğu için, bu merte­bedeki nefse, kâmile ismi verilmiştir. Yukarı­da bildirilen nefslerin sahiplerinde bulunan bütün güzel huy ve sıfatlar, nefs-i kâmile sahi­binin sıfatlarıdır. Bu makama ulaşan kimse, bütün maksat ve arzularına kavuşmuş, tek muradı Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olmuştur. Her hareketi ibâdet ve tâat olup, ilim ve hikmet doludur. Yüzünü gören, huzura kavuşur. Kim görürse, kalbine Allahü teâlânın zikri ve fikri gelir. Tam bir huşu ve hudû ile Allahü teâlâya yönelmiştir. Nefsi bu makama kavuşan kimse, tam bir velî ve olgun bir reh­berdir. Her an ibâdetle meşguldür. Bedeninin her uzvu ile ibâdettedir. Bütün azaları, haram­lardan uzak olup, kalbi her an Allahü teâlâ iledir. Bir an ondan gafil değildir. Hep istiğfar eder, rızâsı ve sevinci, insanların Allahü teâ­lâya bağlanmasındandır. Gadaplanması ve üzül­mesi de, insanların Allahü teâlâdan gaflet edip yüz çevirmelerindedir. Hakkı, doğruyu isteyenlere rağbet ve muhabbeti, öz evlâdına . olandan daha çoktur. Herkese emr-i mâruf nehy-i anil-münkerde bulunup, yumuşak ve alçak gönüllülükle söyleyerek nasihat etmeyi kendisine şiar edinmiştir. Bir kimseyi sevmesi veya sevmemesi, hep Allahü teâlâ içindir. Ken­disi için kalbinde kimseye kötülük beslemez. Allahü teâlâ için olan işleri yapar. Ayıplayanların ayıplamasından çekinmez. Her işinde adalet üzere bulunur. Allahü teâlânın huzu­runda olduğunu bir an bile unutmaz. Böyle nefsler, Allahü teâlânın merhametine kavuş­muşlardır. Nitekim Yûsuf aleyhisselâm. Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinin sonunda bildirildiği gibi meâlen. “Rabbimin merha­meti ile korudukları müstesna” buyurdu. Böyle kimseleri, Allahü teâlâ korur, Bu sebeple onlar, nefislerine uymayıp dâima mücâdele ederler. Bu mücâdelelerinden dolayı da meleklerden üstün olma derecesine kavuşurlar.

Allahü teâlâ bu mertebeye erisen nefsin kötülüklerini iyiliğe çevirir. Onu, hayır işlerde başkalarına rehber yapar.

Yûsuf aleyhisselâm, zindana girince Ceb­rail aleyhisselâm gelmiş ve kendisine; “Allahümmec’al lî min indike ferecen ve mah-recen, verzuknî min haysü lâ ahtesib: (Allah’ım! Bana kendi katından, içinde bulunduğum bu sıkıntıdan çıkış ve kurtuluş yolu nasîb eyle. Beni ummadığım yerden, nzıklandır}” duasını öğretmişti. Yûsuf aleyhisselâm da böyle dua ederdi.

Allahü teâlâ. onun bu duasını kabü! etti. Zin­dandan çıkması için sebepler yarattı. Yûsuf aleyhisselâmın hâlleri Fir’avn’ın da hoşuna gitti. Çünkü, rüya tâbir ilmine vâkıftı. Zindan­dan çıkmaya heveslenmemiş, ellerini kesen kadınların halinin araştırılmasını istemiş, bir de kendisine yapılan iftirâdan uzak olup temiz ve günahsızlığını göstermişti.

Ayrıca Yûsuf aleyhisselâmın çok ibâdet ve tâat yapması da, Fir’avn’ın hoşuna giden bir yönü idi. Bütün bunlar; Yûsuf aleyhisselâmın ilminin çokluğu başta olmak üzere kendisine güvenilmesine ve ziyadesiyle hayranlık duyul­masına sebebiyet verdi. Böylece Fır’avn, Yûsuf aleyhisselâm hakkında hüs-i zan sahibi oldu,

Hükümdârların ortak yönü, en  değerli kimseleri ve en kıymetli şeyleri Kendilerinde bulundurmak istemeleridir. Zamanın Mısır Fir’ avn’ı da, böyle üstün hasletlere sahip olan

Yûsuf aleyhisselâmı, kendisine müsteşâr edinmek istedi. Bu sebeple, “Onu bana getirin, kendisini has müsteşar edinip işlerimi ona bırakayım” dedi. Fir’avn’ın emri üzerine elçi (şerbetçi), Yûsuf aleyhisselâmm yanına geldi. Fir’avn’ın kendisini çağırdığını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm, hakikat ortaya çıktığı için, artık Fir’avn’ın davetini kabul etti.

Zindan arkadaşları. Yûsuf aleyhisselâmın aralarından ayrılışına çok üzüldüler. Çünkü ondan hep iyilik ve fayda görmüşlerdi. Kendi­lerine dâima yardımcı oluyordu. Yûsuf aley­hisselâm zindandan çıkarken zindandakilere veda edip şöyle dua etti: “Allah’ım! Hayırlı (sâlih) kimselerin kalplerini onların üzerine çevir. Onlardan haberleri gizli tutma.” Yûsuf aleyhisselâmın bu duasından sonra, haberler herkesten önce hapishânedekiler tarafından öğrenilmeye başladı. Zindanın kapısına; “Burası, belâ, musîbet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir” diye yazdı. Gusl abdesti alıp elbisele­rini değiştirdi. Sonra Fir’avn’ın sarayının kapı­sına kadar geldi. Bu sırada “Hasbî Rabbî min dünyâyi ve hasbî Rabbî min halkıhî azze Şânuhu ve senâuhu velâ ilahe gayruhu: (Rabbim, dünyâmın ve yarattıktan hakkında bana kâfidir. Ondan başka ilâh yoktur)” diye dua etti.

Fir’avn’ın odasına girince; “Allahümme innî es’elüke bihayrike min hayrihi eûzü bi’izzetike min şerrihi ve şerri gayrihi. (Allah’ım! Bana ondan hayır gelmesini nasîb et. Onun ve baş­kasının şerrifiden sana sığınırım)’1 diye dua etti.

Fir’avn kendisini görünce, Yûsuf aleyhisse­lâm Arapça selâm verdi. Fir’avn; “Bu hangi lisandır?” diye sordu. O da; “Amcam İsmail aleyhisselâmın lisânıdır” cevâbını verdi. Sonra Fir’avn’a İbrani lisânı ile söyledi. Fir’avn yine; “Bu hangi lisândır?” dedi. Yûsuf aleyhisselâm; “Babalarımın lisânıdır” dedi. Rivayete göre, Fir’avn, çok lisan bilirdi Hangi lisan ile konu­şursa Yûsuf aleyhisselâm da o dil ile cevap verirdi. Arapça ve İbrâniceyi de onun bildiği lisanlardan  fazla olarak biliyordu. Fir’avn, ondaki bu hâllere hayran oldu. Çok iltifatlarda bulundu. Yûsuf aleyhisselâmın zindandan getirilmesi ve Fir’avn’la konuşması hususu Kur’ân-ı. kerimde meâien şöyle bildirildi; “Fir* avn; “Getirin onu bana.’ Onu kendime has bir müsteşar edineyim” dedi. Onunla konuşunca da: “Sen bugün (den îtibâren) bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin, her iste eminsin, (îtimâd edilen bir müsteşarsın) dedi.” (Yûsuf sûresi: 54) önce Fir’avn konuştu. Çünkü, hükümdarlar, meclislerinde ilk önce kendileri konuşurlar. Başkasının söze başlaması edebsizlik sayılır.

Fir’avn, Yûsuf aleyhisselâmla konuştukça ona olan hayranlığı gitgide artıyordu. Hâlbuki Yûsuf aleyhisselâmı ilk gördüğünde; “Bunca yaşlı başlı sihirbaz ve kâhinin tâbir edemediği rüyayı bu genç mi yorumladı? diye sormaktan kendisini alamamıştı. Rüyasının yorumunu, bir de Yûsuf aleyhisselâmın ağzından dinlemek istedi. Rivayete göre Yûsuf aleyhisselâm, Fir” avn’ın rüyasını ve tâbirini şöyle anlattı; “Rüyanda, Nil nehri kenarında semiz ve güzel yedi ineğin ortaya çıktığını gördün-. Sen onla­rın güzelliklerine hayran hayran bakarken, aniden suyun kabardığını sonra da kurudu­ğunu gördün. Bu sırada Nil’in kokmuş çamur­larından, zayıflıktan karınları yapışmış yedi ineğin çıktığını gördün. Bunlar yedi semiz ine­ğin arasına girip, onları yırtıcı hayvanların par­çaladığı gibi parçaladılar. Etlerini yediler, derilerini parçaladılar ve kemiklerini kırdılar. Sen, zayıf olmalarına karşılık semiz ineklere galip gelip, onları yemelerine rağmen, hiç semizleşme olmadığını görüp hayret ettin. Bu sıra­da aniden, tanesi dolgun yedi yeşil ve taze başak gördün. Bunun hemen yanında, kuru ve siyah ye­di başak daha vardı. Hepsinin kökleri sulu bir yerde idi. Sen ise kendi kendine hayret içe­risinde; “Bittikleri yer aynı, hepsi de sulu bir yerde bulunuyor. Fakat bu yedisi yeşil ve mey­veli; şu yedisi ise, siyah ve kuru, bu nasıl oluyor?” diyordun. Bu sırada rüzgâr esti. Kuru ve siyah olan başakların yaprakları, yeşil başakların üzerine dağıldı. Bu sırada yeşil başaklar arasından bir ateş çıktı. Bu ateş onları yakıp kararttı, işte, senin gördüğün rüya budur” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâmı dikkatle dinleyen Fir’avn; “Ey Sıddîk! Gördüğüm rüyayı olduğu gibi anlattın. Hiç hatâ etmedin. Senden dinlediklerim, gördüğüm bu rüyadan daha garîb ve hayret verici. Simdi bunun için ne tedbir almamız gerektiğini söyle” dedi. Fir’avn rüyanın tâbirini daha önce dinlediği için sâdece rüyayı dinlemekle yetindi. Yûsuf aley­hisselâm söze başladı; “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber başaklarında anbarlara koymalısın. Bu şekilde ekin­ler bozulmadan kalır, hem de saplar, hayvanlarınız için yem olur. Halka da ekinle­rinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Sakladığın bu kadar yiyecek, Mısır halkı ve et­rafındakiler için kâfi gelir. Böylece daha evvel kim­senin toplamadığı malı toplamış olursunuz. Kıtlık zamanı her taraftan insanlar, yiyecek almak için size gelirler. Topladığınız yiyecekleri, onlara satarsınız. Bu şekilde hem onlar ihti-yaçlannı giderir ve hem de devlet hazînesi mal ile dolar” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâmın bu tavsiyeleri, Fir’avn’ın çok hoşuna gitti. Fakat bu işte kendisine yardım edebilecek, kabili­yetli birini tanımıyordu. Yûsuf aleyhisselâma; “Bu hususta bana kim yardımcı olur? Bu işi benim için kim yapar? dedi. Yûsuf aleyhisse­lâm onun bu sözüne, âyet-i kerimede de bildi­rildiği gibi meâlen şöyle cevap buyurdu; “Arzın (Mısır’ın) hazinelerinin (idare işini) bana bırak. Ben onu (müstehak olmayan­lardan) muhafaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim. (Bu büyük ve mühim işi hakkıyla yaparım ) dedi.” (Yûsuf sûresi: 55) Yûsuf aleyhisselâmın bu sözüyle kendisini ileri sürmesi bu vazifeye getirilme­sini bir sene geciktirdi. Nitekim ibn-i Abbâs’ın (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şenfde, Resûlul-lah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kardeşim Yûsuf’a Allahü teâlâ rahmet eylesin. Eğer; “Mısır hazînelerinin muhafaza ve ida­resine beni me’mûr et!” demeseydi, Fir’ avn, kendilini derhal o me’mûriyete tâyin edecekti. Fakat o sözü söyledi, bu talebi, o işin ona verilmesini bir sene geciktirdi.”

Fahreddîn-i Râzi (r.aleyh) bu hadîs-i şerifi açıklarken şöyle buyurdu; “Bu garîb bir sırdır. Yûsuf aleyhisselâm, hapishaneden, hakikat ortaya çıkmadıkça, çıkmak istemedi. Allahü teâlâ onun zindandan çıkışını en güzel şekilde kolaylaştırıp, çabuklaştırdı. Burada ise, hazine idareciliğini almak için talebde bulundu. Fakat Allahü teâlâ onun bu arzusunu geciktirdi, işte bu hâdise, (Allahü teâlânın emri olduğu için) sebeplere yapışarak tam bir tevekkül hâlinde olmak lâzım geldiğini göstermektedir.”

 

“Hakk’a tefviz et umuru ne elem çek ne keder

Gelir elbette zuhura ne ise hükm-i kader”

 

Fahreddîn-i Râzî (r.aleyh), Yûsuf aleyhisselâmın Fir’avn’ın hazînelerinin idaresini kabul etmesindeki bâzı hususları şöyle zikretmektedir: Resûlullah (s.a.v.), Eshâb-ı kiramdan Abdur-rahmân bin Semûre’ye (r.anh) buyurdu kî: “Ey Abdurrahmân! Emirlik isteme. Eğer emirliği istersen, sana verilir (fakat yardımdan mahrum kalırsın). Eğer istemeden sana verilirse, bu işte yar­dıma kavuşursun” buyurdu. Ama halkın İşlerinde tasarruf ve yetkiyi alması Yûsuf aleyhisselâma vâcib idi. Bundan dolayı işi üzerine almak ona caiz oldu. Halkın İşlerinde tasarruf ve yetkiyi ele almasının Yûsuf aleyhisselâma vâcib olmasının birkaç sebebi vardı:

1-Yûsuf aleyhisselâm Allahü teâlâ tarafın­dan insanlara gönderilen bir peygamber İdi, Onun için mümkün olduğu kadar, insanlara işlerinde faydalı olması lâzım ve vâcib idi.

2-Yûsuf aleyhisselâm, yakında kıtlık çekile­ceğini, bu seneler için tedbirli ve ihtiyatlı bulu-nulmazsa, halkın .büyük bir kısmının helak olacağını vahy ile öğrenmişti. Allahü teâlânın, Yûsuf aleyhisselâma kıtlığın zararının az olması için tedbir almasını emretmiş olması muhtemeldir.

3-Aynca lâyık olanlara faydalı olmak, onlar­dan zararı def etmek aklen de güzel bir iştir.

Fahreddîn-i Râzî (r.aleyh), bunları anlattık­tan sonra buyurdu ki: “Yûsuf aleyhisselâm hal­kın faydasına olan işlerde titizlik göstermekle mükellef idi. Hazînenin idaresi onun elinde olmadıkça, üstlendiği vazifeyi yerine getirmesi mümkün değildi. Vâcib bir işin yerine getiril­mesine sebep olan şey de vâcib olur. Bundan dolayı, Mısır hazînelerini ,ele almak istemesi, Yûsuf aleyhisselâma vâcib İşlerdendi. Yoksa kıtlıkta, insanların ihtiyaçlarını gidermesi mümkün olamazdı.”

Yûsuf aleyhisselâm; “Ben onu (hazîne­leri) muhafaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim*’ buyurmakla, zahiren kendisini medhetmiş gibi görünse de, hakikatte, böyle değildir. Çünkü Yûsuf aley­hisselâm böyle buyurmakla, hazîne işlerini yürütmekte lâzım olan iki vasfını burada beyân buyurmuştur. Kendisini medh etmekle, bu mânâ arasında fark vardır. Fir’avn, her ne kadar, Yûsuf aleyhisselâmın din ilimlerindeki kemâlini ve üstünlüğünü anlamış ise de, mâlî işleri yürütüp yürütemiyeceğinî bilmiyordu. Onun için Yûsuf aleyhisselâm, mâlî İşlerdeki ehliyetini Fir’avn’a bildirmeye ihtiyaç olduğu zannı ile; “Ben onu muhafazaya mukte­dirim, tasarruf yollarını bilirim” buyurmuştur.

“Tıbyân tefsîri”nde; “Bu âyet-i kerime, kabiliyeti olduğunu ortaya koyarak, kâfir bile olsa devlet başkanlarından iş istemenin caiz olduğuna delâlet eder” buyrulmaktadır.

Sırrı Girîdî (r.aleyh), “Ahsen-ül-kasas” adlı eserinde şöyle buyurdu.

“Bu âyet-i kerîme, bir İş talebinde bulun­manın, bu sahada, ehil ve istidâd sahibi oldu­ğunu göstermenin caiz olduğuna delâlet ettiği gibi, adaleti yerine getirmek, insanlara kolaylık sağlamak ve işlerinin yolunda gitmesini te’min etmek; zâlim veya kâfir bir kimsenin yardımına bağlı olduğu vakit kesin kanâat hâsıl olunca, gerek zâlim gerekse kâfirden iş almada bir mahzur bulunmadığını göstermektedir.”

“Tefsîr-i Mazharî” de bu hususta şöyle buy­rulmaktadır: “Yûsuf aleyhisselâm’ın Fir’avn’a kendisini, emîn (güvenilir) ve mâlî işlerde ehil bir kimse olarak anlatıp, ondan hazîne işlerinin idaresini istemesi, bu yolla mâliyeyi Allahü teâlânın rızasına uygun yürütmek, hakkı ayakta tutup, işleri adalet üzere yapmak mak­sadı ile idi. Zâten peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kullara gönderilmelerinin sebebi de budur. İşte Yûsuf aleyhisselâm, kendisinden başka hiç bir kimsenin bunu başaramayaca­ğını bildiği için, Fir’avn’dan böyle bir talebde bulunmuştu. Dünyânın makam ve mevkiini sevdiğinden dolayı değil, sırf Allahü teâlânm rızâsını düşünerek bu talebde bulunmuştu, işte bunun gibi Resûlullah efendimizin {s.a.v.), âhırete teşriflerinden sonra, Eshâb-ı kiramın hilâfet meselesi ile meşgul olmaları da sırf Allahü teâlânm rızâsı içindi. Yoksa makam, mevki ve dünyâ sevgisi için değildi. Yûsuf aleyhisselâm, peygamber olduğu hâlde, kulla­rın sıkıntıda olduğunu görüp, kâfir olan hükü­met reîsine giderek vazife istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O hâlde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendisinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazifeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve insanlara hizmet etmek için, vazife İstemelidir.

Yûsuf aleyhisselâmın teklifinden bir sene sonra mâliye vekili (Azîz) öldü. Fir’avn, Hz. Yûsuf’u çağınp,’ Mısır’a mâliye vekili yaptı. Mücevherlerle süslü taht ve taçla birlikte hazî­nelerin anahtarlarını teslim etti. Yûsuf aleyhis­selâm verilen tahta oturdu. Diğer devlet  ümerâsı, onun emrine girdi. Bütün hazîneleri teslim aldı. Fir’avn, bütün yetkilerini ona verdi. Memleketin her tarafında, onun emri geçer, hükmü dinlenir oldu.

Rivayete göre; Mısır Azîzi’nin hanımı Züleyhâ, kocasının ölümünden sonra her şeyden el-etek çekip, saraydan uzaklaşıp bir viranede yaşar olmuştu. Yûsuf aleyhisselâmm mâliye nâzın olmasından sonra, kocasından kalan, zînet ve malını dağıt­maya başladı. Yûsuf aleyhisselâmdan bahse­den herkese veriyordu. Elinde avucunda hiç bir şeyi kalmadı. İyice fakir düştü. Müslüman olup, kendisini İbâdet ve tâate verdi.. Birgün Yûsuf aleyhisselâmm yolu üstüne çıkıp; “Sul­tanları emrine isyan ile köle eden, köleleri emrine itaatle sultan eden Allahü teâlâyı teş­bih ederim. O, her türlü noksanlıktan uzaktır” dedi. Züleyhâ’nın sesini duyan Yûsuf aleyhisselâm onu tanıyıp iltifatlarda bulundu. Sarayına gönderdi. Allahü teâlânın emri üze­rine nikâh kıyıp onunla evlendi. Yûsuf aleyhis­selâm, Züleyhâ’nın. yanına girince; “Bu senin istemiş olduğundan hayırlı değil mi?” dedi. Züleyhâ; “Ey Sıddîk! Beni ayıplama, bildiğin gibi ben; mal, mülk, güzellik gibi dünyâ nimet­leri ne sahip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrumdu. Sen de benim gördüğüm en .güzel kimseydin” diye cevap verdi.

Yûsuf aleyhisselâmm Züleyhâ’dan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu. Yûşâ aleyhis­selâm ve Eyyûb aleyhisselâmın hanımı, Yûsuf aleyhisselâmın soyundandır.

Yûsuf aleyhisselâm devlet işlerinde yetki ve salâhiyetleri eline alınca, kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek çeşitli tedbirler almaya başladı. Ülkenin her tarafına haber gönderip insanların zirâatle meşgul olmasını istedi. Ekil­medik hiç bir yerin bırakılmamasını ve her, tarafın ekinlerle doldurulmasını emretti. Bu hâl tam yedi sene devam etti. Elde edilen hâsı­latın beşte birini devlet hesabına vergi olarak tapladı. Bunun için kaleler ve depolar yaptırdı. Bolluk senelerinde topladığı yiyecekleri, ekin­leri, başakları ile buralarda depoladı. İnsanlara çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Mısır halkı kendisinden çok memnun oldu. Onlara hep adaletle muamele ederdi. Bolluk seneleri böy­lece geçip gitti. Peşinden bütün şiddetiyle kıt­lık baş gösterdi. O zamana kadar böyle kıtlık görülmemişti. Bir damla yağmur düşmediği gibi yerden bitki nâmına hiç bir şey bitmez oldu.

Kıtlığın ilk senesinde, insanlar hazırladık­ları yiyecekleri bitirdiler. Yûsuf aleyhisselâm­dan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yûsuf aleyhisselâm, kim olursa olsun kimseyi kayırmadan, ilerde sıkıntı olmaması için yiye­cek almaya gelene bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu hususta adaletten asla ayrılmazdı.

Yûsuf aleyhissetâmın bizzat kendisinin köle olarak satıldığı Mısır’da herkes onun eline bakar olmuştu. İnsanlar, akın akın gelip, yiye­cek bir şeyler almak için çırpınırlardı. Aç insanlar, Yûsuf aleyhisselâmın mübarek yuzünü görünce açlıklarını unuturlardı. Yûsuf aleyhisselâm Fir’avn’a da yiye­ceği halka verdiği gibi verir, ihsan olarak her­kesin hakkını gözetir ve başkalarından fazla vermezdi. Bununla beraber Fir’avn’a çok iyi muamele ederdi. Çünkü kendisini hazîneleri­nin başına geçirerek bunca insanın sıkıntıdan kurtulmasına vesîle.olan Fir’avn idi. Yûsuf (a.s.) onun Allahü teâlâya ve peygamberliğine inanması için, gayret ederdi. Hz. Yûsuf’un bu güzel muamelesi sayesinde Fir’avn ve daha pekçok insanın îmânla şereflendiği rivayet edilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kavuştuğu devlet ve saadeti Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerî­minde meâlen şöyle haber vermektedir: “(Daha önce kuyudan, sonra zindandan kur­tardığımız, daha sonra da Fir’avn’a kendisini sevdirip, ona yakın etmek suretiyle în’âm ve ihsanda bulunduğumuz gibi) ona Mısır’da (dilediği gibi idareye) kudret verdik. O, burada dilediği yere inerdi, {Yâni Mısır’da Önünden mânileri kaldırmak suretiyle, onu” dilediğini yapmaya muktedir kıldık)” (Yûsuf sûresi: 56)

Yûsuf aleyhisselâmın, hazîne işlerinin idâ­resinin kendisine verilmesini, Fir”avn’dan talep ettiği,’ Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Ancak Fir’avn’ın; “İsteğini kabul ettim” dediği açıkça belirtilmemiştir. Tefsir âlimleri bu hususta şöyle buyurmuşlardır; Yûsuf aleyhis­selâmm isteğini kabul ettiği için, âyet-ı kerî­mede Fir’avn’ın; “İsteğini kabul ettim” sözü zikredilmemiştir. Sâdece, insanların işlerini istediği gibi idare etme kudreti verildiğini beyân ile iktifa buyrulmuştur. Bununla bütün yardımların’ Allahu teâladan geldiği; Fir’avn’ in, bu hususta sâdece tavassutu beyân edilmistir. Yûsuf aleyhisselâma bu imkânı veren hakikatte Allahü teâlâdır. Çünkü, Fir’avn, Yûsuf aleyhısselâmın bu isteğini kabul ve red etmekte serbestti. Ancak Allahü teâlâ, onun kalbinde Yûsuf aleyhısselâmın bu arzusunu kabul etmesini tercih edeceği sebepleri yarattı. Allahü teâlâ bu sebebi onun kalbinde yaratınca, Fir’avn da onun isteğini kabul etti.

Fahreddîn-i Râzî (r.aleyh), burada buyurdu ki: “Ayet-i kerîmede meâlen; “Ona Mısır’da kudret verdik” buyrularak, Yûsuf aleyhisselâmın, Mısır’da kavuştuğu devlet, kudret ve saadetin yalnız Allahü teâlâdan olduğu, O’ndan başkasından olmadığı, ilk önce bildirildi. Sonra, meâlen; “Biz rahmetimizi (nimetimizi) dilediğimize nasib ederiz” buyrula­rak bu husus te’kid edildi.

Burada iki husus vardır: Birincisi, her şey Allahü teâlâdandır. ikincisi ise: Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâma o devlet ve saadeti, ilâhî irâde ve kudreti ile ihsan buyurmuştur.

Yâni âyet-i kerîme, her şeyin Allahü teâlânın kudret ve irâdesine bağlı olduğuna delâlet etmektedir.

Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Biz, (dünyâ ve âhırette) rahmetimizi (nîmetimizi) dilediğimize nasîb ederiz, îhsân sahiplerinin sevabını zayi etmeyiz” (Yûsuf sûresi: 56) buyrulmuştur. Ibn-i Abbâs (r.anh) bu âyet-i kerîmede mura­dın “sabredenler” olduğunu bildirmiştir.

Süfyân bin Uyeyne (r.aleyh); “Mümin, iyi­liklerinin karşılığını dünyâda ve âhırette görür. Fâcirlerin yaptığı iyiliğin karşılığı, dünyâda hemen verilir. Çünkü onlara âhıretten nasîb yoktur buyurdu ve bu hususla ilgili olarak Yûsuf sûresi: 56. âyet-i kerîmesinin sonunu okudu.

Yûsuf sûresinin 57. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “İmân edip, Allahü teâlânın nehyettiklerinden (ve şirkten) sakınan­lar için (bitmeyen ve tükenmeyen) âhıret sevabı daha hayırlıdır”buyruldu. Fahred­dîn-i Râzî bu âyet-i kerîme ile alâkalı olarak şöyle buyurdu:

1-Yûsuf aleyhisselâm, her ne kadar, dün­yâda yüksek derecelere kavuşmuş olsa bile, Allahü teâlânın onun için âhırette hazırladığı sevâb daha hayırlıdır. Çünkü mutlak hayır sonunda hiç zarar gelmeyen bir faydadır, daimî ve kıymetlidir. Bunların hepsi âhırete ait hayırlarda mevcut olup, dünyâdaki hayırlarda bulunmaz.

2-Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîme ile de. Yûsuf aleyhısselâmın Züleyhâ’nın kendisine yaptığı teklif sırasında, müttekîlerden oldu­ğuna şehâdette bulunmaktadır. Daha önceki âyet-i kerîmelerde de Allahü teâlâ, Hz. Yûsuf un “Muhsinînden” yâni iyilerden ve kendisine ihlâs ile ibâdet eden hâlis kullarından oldu­ğunu beyân buyurmuştu.