ALLAHÜ TEÂLÂ - kainatingunesi.com

Akıl ve bâliğ olan kadın ve erkek herkese , Allahü teâlâyı tanıması ve O’na doğru olarak inanması lazımdır. Herkese ilk farz olan budur. Allahü teâlânın zatını akıl ile, düşünerek bilmek mümkün değildir. Resullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Allahü teâlânın nimetlerini düşününüz, zâtı hakkında düşünmeyiniz) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımak, O’nun bildirdiği sıfatlarını bilmek ile olur

Allahü Teâlânın Sıfatları Nelerdir ?

Allahü teâlânın sıfatları ikiye ayrılır:

1- ZÂTÎ SIFATLAR

1- Vücud: Allahü teâlâ vardır

2  Kıdem: Allahü azîm-üş-şânın varlığının evveli yoktur

3- Bekâ: Allahü azîm-üş-şânın varlığının sonu yoktur

4-Vahdâniyyet: Allahü azîm-üş-şânın, zâtında ve sıfatında ve fiilerinde ortağı ve benzeri yokdur

5- Muhâlefetün lîl-havâdis: Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfâtlarında kimseye benzemez.

6-Kıyâm bi-nefsihi: Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatlarında ve fiilerinde kimseye muhtaç değidir.

2- SÜBÛTÎ SIFATLAR

1- Hayât: Allahü azîm-üş-şân, diridir.

2- İlm: Allahü azîm-üş-şân herşeyi bilir.

3- Sem’: Allahü azîm-üş-şân işitir.

4- Basar: Allahü azîm-üş-şân görür.

5- Îrâde: Allahü azîm-üş-şân dileyicidir.

6- Kudret: Allahü azîm-üş-şân herşeye gücü yeter.

7- Kelâm: Allahü azîm-üş-şân söyleyicidir.

8- Tekvin: Allahü azîm-üş-şân hâlıkdır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yokdan var eden O’dur. Ondan başka yaratıcı yokdur. Yaratıcı yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâladan başkasına her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek imânın gitmesine sebep olur. (İslâm Ahlakı / 176)

Yaratıcı Yalnız Allahü teâlâdır

Meşhur Amerikan fen adamı Edisonu hepiniz bilirsiniz. Birçok keşfleri yanında, ilk elektrik ampulünü yaparak heryeri aydınlatan, bu meşhûr kâşif hakkında, birkaç sene evvel çıkan bir eserde, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff, hakkında şu hâtırayı anlatıyor.

(Birgûn laboratuvara girince, Edisonu kendinden geçmiş, çok dalgın bir hâlde, hiç kımıldamadan elinde tutduğu bir kaba bakdığını gördüm Yüzünde büyük bir hayret, hurmet, takdir ve ta’zîm ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin bile farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, cıva ile doluydu. Bana: (Şuna bak!) dedi, (Bu ne muazzam bir eserdir! Sen cıvanın hârikul’âde birşey olduğuna inanır mısın?). Ben, (Civa; hakîkaten hayrete değer bir maddedir) diye cevâb verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana, (Ben cıvaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayrân oluyorum. Buna ne dürlü hâssalar (özellikler) vermiş? Bunları düşündükçe aklım başımdan, gidiyor) diye mırıldandı. Sonra tekrâr bana döndü: (Dünyâdaki bütün insanlar bana hayrândır. Benim yapdığım birçok keşfleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı:, zan ediyorlar. Beni, insan üstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmeyen bir insanım. Benim keşflerim esâsen dünyâda bulunan, fekat o zemâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydâna çıkarmakdan ibâretdîr. Bunu ben yapdım! diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmiyen âciz bir mahlûkdur. İnsan, ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen, bir mahlûkdur. İyi düşünse, kibre, gurura kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de, bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zaîf bîr mahlûk olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! [Elini semâya kaldırarak] Asl mûcid, asl yaratıcı, işte odur, Allahdır!) dedi) [Herkese Lazım Olan İman / 155]

İnkarcı Doktor

Menkibe-2 Bizanslılar devrinde, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyordu. Her şey kendi kendine varolmuştur diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmiyordu Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her ilimden cevap veriyordu.

Hıristîyanlardan hiç kimse cevap veremez hale gelmişti. Yalnız şu kadar var ki, (Dünyanın bîr yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, ben bu davamdan vaz geçerim) diyordu. Karşılaşıp münazara ettiği herkesi mağlup ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirleri karıştırıyordu.

Bu doktorun karşısında Hıristiyan âlemi âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbasi halifesi Me’muna bu doktoru ve bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; (Size gönderdiğimiz bu doktor, dehridir, bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Sizin yanınızda, bununla münazara edecek, bunu ikna edip, mağlup edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur, yazmaktaydı. Abbasi halifesi âlimlerini ve müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Orada bulunanlardan biri söz alıp, efendim, büyük âlim ve evliyanın üstünlerinden olan “Nîşapurlu Ahmed Harb, dün gece buraya geldi Hacca gidiyor. Umarım ki, bununla ancak o münazara edebilir.

Halife, Ahmed Harb hazretlerinin yanına bir adam gönderip durumu ona bildirdi O da buyurdu ki: Siz münazara meclisini falan saatte halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun. Ben biraz geç geleceğim geldiğim zaman, bana nîçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.

Dediği gibi yaptılar. Ahmet Harb hazretleri gelip oturdu. Halife ona sordu..

Niçin geç kaldınız?

Gördüm ki, topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklîni aldı Bu tahtalar, kendiliğinden birleşip, marangozsuz, çivisiz sandal oldu ve bir kayıkçı olmadan suyun üzerinde gitmeğe başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım.

İnkarcı doktor, bu sözü duydu ve dedi ki.:

Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münazara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münazara etmeye değmez.

Bunun üzerine Ahmed Harb O’na şöyle cevap verdi:

Niçin saçma konuşuyorum ve niçin deliyim?

Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur, bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur, kayıkçı olmadan su üzerinde gider, dediniz.

Ey doğruluktan uzak insan! Bîr sandal için bu imkansız olunca, ya’nî ustası, bir yapıcısı olmadan bir sandal olamaz ve su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlarla ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcısı olmadan, bu dünya bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, bu sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl bunların yapıcısı, yaratıcısı yoktur diyen, saçmalamaktadır. Deli odur.

İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı ve kendine (insan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkarcı olmamalıdır, Şimdi inanıyorum ki, Allah vardır) deyip müslüman olmak istedi. Ahmed Harp hazretleri, O’na (Eşhedü en lâîlâhe illallah ve Eşhedû enne Mahammeden abdühü ve Resûlühü) kelime- i tayyibesîni öğretip, mânâsını açıkladı, Böylece, bir însanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.

Allahü teâlânın İsimleri Nelerdir ?

Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Ya’nî, İslâmiyyetde bildirilen ismleri söylemek caiz o!up, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. [Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fekat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünki, islâmiyyet, Allahü teâlâya fakîh dememişdir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek caiz değildir. Çünki tanrı, ilah, ma’bûd demekdir. Meselâ, hindlilerin tanrıları öküzdür, denilmekdedir. (Birdir Allah, Ondan başka tanrı yok) denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilah, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz].

Türkün asaleti ile islâmiyyetin şerefi bir araya gelmeden çok önce, Asûrîler Türkistâna girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmağa alışdırmışdı). Tanyeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebebden, güneşin ismi, tanyeri ve nihayet tanrı oldu. Kur’ân-ı kerîmde, (Benim ismim Allahdır. Beni Allah diye çağırınız. Allah dîye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!) meâlinde müteaddid âyet-i kerimeler vardır. Ona, Onun istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, Onun en sevmediği ma’bûdlarına koydukları tanrı ismi ile Onu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydândadır. Meselâ, bir hükümdar, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmeddir. Beni, Ahmed diye çağırınız!) dese, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed demek istemiyor. Taş veya kurd, köpek veyâhud en aşağı, büyük düşmanının ismi ile çağırmak istiyoruz) deseler ve öyle çağırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi yerine, Onun emr etmediği, hattâ düşmanı olduğu tanrı ismini söyliyerek ezan okumak ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gadaba getirir, düşmanlığa sebeb olur. [Seâdet-i ebediyye / 431 ]

Allahü teâlânın ismleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhurdur, Ya’nî, ismlerinden binbir dânesini insanlara bildirmişdir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmişdir. Bunlara (Esmâ-i hüsnâ) ya’ni en güzel isimler, denir. [Herkese Lazım Olan İman / 21]

Allahü tealânân ismini söyleyince, işitince, yazınca, (Sübhânallah), (Tebârekallah), (Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Cellet kudretüh) veya (Teâlâ) gibi saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vâcib, tekrârında ise müstehabdır, Resûlullahın ismini işitince salevât söylemek de böyledir. (Bezzâziyye)de ve (Hindiyye) de diyor ki, (Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “celle celâlüh” veya “teâlâ” yâhud “tebâreke”, “sübhânallah” diyerek saygı göstermek vâcibdir. Tekrar edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra, ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur’ân) dememeli, dâima (Kur’ân-ı kerîm) demelidir. Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki…) veya (Allah teâlâ buyurdu ki…) demek ve yazmak yanlışdır. (Allahü teâlâ buyurdu ki…) demek lâzımdır. Eshâb-ı kiramın ismine (radıyallahü anh), başka âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek ve yazmak müstehabdır, iyidir.

(Dürr-ül-muhtâr) da buyuruyor ki: (Çocuklarına, Abdullah, Abdürrahmân, Muhammed, Ahmed… gibi, ismleri koyanları Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın Alî, Reşîd, Kebîr, Bedî’ gibi ismlerini, insanlara yakışan ma’nâ ile ad koymak caiz ise de, câhiller, bu ismlerin ma’nâlarını ve söylemesini yanlış yaparak, günâha, hattâ küfre sebeb olur. Meselâ Abdülkâdir yerine Abdülkoydur diyorlar ki, kasdile olursa küfrdür. Kasdile bu ismleri tahkir eden, meselâ Abdül’azîz yerine Abdûluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed yerine Hamo, Hasen yerine Hasso, İbrahim yerine İbo demek de böyledir). Ba’zı esnaf, kendi adı olduğu için, bu mübarek ismleri, ayakkabıların, terliklerin içine reklâm olarak yazıyor; satın alan da ayağına giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin îmânlarının gitmesinden korkulur. [Seâdet-i ebediyye / 434]

Allah Sevgisi ve Allah Korkusu Ne Demektir ?

Allah sevgisi ve Allah aşkı, islâmiyyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir.

Allahdan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmasın! Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları se’âdet ve huzûra kavuşduran iki kanad gibidir. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Bir kimse, Allahdan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allahdan korkmazsa, herşeyden korkar olur.) Bir hadîs-i şerîfde, (Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur) buyurdu. Allahdan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmağa, yasaklarından sakınmağa titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabr eder. Yapdığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Şübheli şeylerden kaçınır. Makâm sahiblerine, zâlimlere tabasbus etmez, yaltaklanmaz. İlm ve ahlâk sâhiblerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Müsâfirlerine ikram eder. Kimseyi çekişdirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ fâidesiz birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömerd olur. Mâlı ve mevki’i herkese iyilik etmek için ister. Riyakârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emrlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allahdan korkanlar milletine, memleketine fâideli olur. [Faideli Bilgiler/ 436]

Allahü Teâlâya Karşı Vazifelerimiz Nelerdir ?

1- Allahû teâlâya doğru iman etmelidir.

2- Allahû teâlânın, zatî ve subûtî sıfatlarını öğrenmelidir.

3- Allahû teâlânın isimlerini hürmet ve ta’zim ile söylemelidir.

4- Allahû teâlânın emirlerine uymalı ve yasaklarından sakınmalıdır.

5- Allahû teâlâyı çok sevmeli, azabından korkmalı ve rahmetinden ümit etmelidir.

6- Verdiği nimetlere şükr etmeli, O’ndan gelen dert ve belâlara sabr etmelidir.

7- Allahû teâlânın dostlarını sevmeli, O’na ve dinine düşmanlık yapanları sevmemelidir.

Allahü teâlâyı Nasıl Bilirsin?

Menkıbe-1: İslam âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübarek hazretleri bir yolculuğunda, koyun otlatan bir çobana rastladı, Onu yanına çağırıp sordu,

– Evlâdım, Allahû Teâlâyı bilir misin?

– Kul nasıl olurda Allahû Teâlâyı bilmez!

– Allahû Teâlâyı nasıl bilirsin, O’nun varlığını ne ile anlıyorsun?

– Bu koyunlar ile,

– Bu koyunlar ile nasıl biliyorsun, izâh eder misin?

– İzâh edeyim efendim. Bu koyunlar kendî başlarına kalamazlar. Bunları koruyan birisi lâzımdır ki, bunlara ot, süt versin, kurt ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki bu âlemde herşey bir korucuya muhtaç, bu binlerce yaratığı korumaya, ihtiyaçlarını görmeye ancak Allahû Teâlânın gücü yeter, işte bu koyunlar ile Allahû Teâlâlayı böyle bildim.

– Allahû Teâlâyı nasıl bilirsin?Allahû Teâlâ neye benzer?

– Allahü Teâlâ hîçhir şeye benzemez.

– Bunu nasıl anladın?

– Yine bu koyunlardan.

– Nasıl?

– Onları dikkatle inceliyorum. Ne onlar, bana benzerler ve ne de ben onlara benzerim. Buradan bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü Teâlânın elbette kullarına benzemeyeceğini anladım. O hiç bir şeye benzemez. Bizim bilmediğimiz şekilde görür, işitir.

-Sözlerin çok güzel!. Peki hiç ilim öğrendin mi?

-Üç ilim öğrendim. Bunlar gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. Gönül ilmi şudur ki: Allahü teâlâ bana kalb verdi Bu kalb ile O’nu bileyim. O’nun sevdiklerine gönül vereyim. Sevmediklerine gönlümü bağlamayayım, onlardan uzak olayım. Dil ilmi şudur ki; bana dil verdi. Bu dîl ile O’nu anayım, O’nun istemediği sözleri söylemeyeyim. Beden ilmi şudur ki: bana beden vermiştir. Bu beden ile O’nun emrettiği şeyleri yapar, yasak ettiği şeylerden uzak dururum,

-Çok güzel söyledin.

-Efendim hep beni konuşturdunuz, sizin bana söyleyeceğiniz şeyler yok mudur?

-Tabiî evlâdım. Bütün varlıkların, her organın, her hücrenin yaratıcısı, yoktan var eden yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın nasıl olduğunu bilemeyiz, sadece var olduğuna inanırız. Allahü teâlâ diye akla gelen herşey hayâldir, O’nunla ilgisi yoktur.

Allahü tealânın sıfatları vardır. Bunları ma’naları ile bilmek lâzımdır.

-Çok teşekkür ederim efendim. Bana çok şey öğrettiniz.

Süte Su Katılır mı Anne?

Menkıbe-2: Hazreti Ömer, halifeliği sırasında birgece âsâyişi kontrol için Medîne-î münevvere sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Durdu ve dinlemeye başladı. Bir anne kızına şöyle diyordu;

– Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!

– Anne, Halîfe süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?

– Kızım, gecenin bu saatinde Halîfenin nereden haberi olacak. O şimdi yatağında uyuyor.

– Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah’tan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Âsım’a nikah etti. İslam halifelerinden Ömer Bin Abdülazîz, bu kızın neslindendir.