EHL-İ SÜNNET - kainatingunesi.com

Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Esbabının (aleyhimürrıdvân) yolu, bildirdikleri îtikâd. Eshâb-ı kiramın, Resûlullah’dan naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya fırak-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca sünnî, bid’at fırkalarında olanlara mübtedî adı verildi.

Allahü teâla, müslümanlardan, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefatından sonra insanlar, İslâmiyet’i Eshâb-ı kiramdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet itikadını) bildirdiler. Bu îmân bilgilerini; kendilerinden hiç bir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak… gibi hepsinde kemâl derecede mevcut bulunan vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhafaza ettiler.

Eshâb-ı kiram, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan Tabiîn denilen müslümanlara öğrettiler. Tabiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından gerekli bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevatür yoluyla doğru olarak geldi.

Resûl-i ekrem efendimiz, müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan O’nun (aleyhisselâm) ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) yolunda gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Nitekim; “Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasâra (yâni hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur!” buyurmaktadır. Eshâb-ı kiram, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda;

“Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.

Hadîs-i şerîfde bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan haricî, râfızî ve bâtınî(Bkz. ilgili maddeler) gibi bâzıları meşhûr olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı te’sirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yazdıkları îtikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhafaza etmişdir.

Dört büyük halîfe (radıyallahü anhüm) devrinden sonra, müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münafıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan yahûdî, hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyet’i söndürmek, müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikâdlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, müslümanların îtikâdlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pek çok saf müslümanın îtikâd ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yolaçtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faaliyeti netîcesinde, pek çok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi….

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Esbabının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu olarak kabul edildi. İmâm-ı a’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi el-Fıkh-ul-ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı Iyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mensur, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkan’da vefat etti.

İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şafiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan (Ehl-i sünnet ve cemâat) dan dışarı çıkmamışlardır.

Ehl-i sünnetin îtikâdda iki imâmı olan Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır.” Hurafelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savuşma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheblerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.

Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, fena, bozuk îtikâdlar, îmânlar; gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azaba yâni, Cehennem’e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir, fakat îtikâdda gevşek, davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şirki (yâni kâfiri, inanmıyanı, îmânı bozuk olanı) asla affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim” (Nisa sûresi: 116) buyurmaktadır.

Kelâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, hâilen bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ilesüslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem” buyurmuşlardır.

Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muamelât ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir müslümanın, Ehl-i sünnet itikadında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şafiî, Mâliki, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet’ten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise; ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklid etmekle; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imamları, îtikâdda Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.

Ehl-i sünnet’in dört mezhebe ayrılması, îmân ayrılığı değildir. Dört mezhepte olan müslümanların îmânları, inanışları birdir. İbâdetlerde ve günlük işlerde, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin açıkça bildirmediği teferruata ait pek az mes’elede ayrılmışlardır. Bunun da rahmet olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.

Ehl-i sünnet’in başlıca îtikâd esasları: Allahü teâlâ, kadîm olan zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuş, O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O’ndan başka bir şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bakî ve ebedî olur. Hadis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiç bir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.

Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, irâde, Kelâm ve Tekvin’dir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Allahü teâlâ iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her an meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan varolması, sıfatların ezelî olmasına mâni olmaz.

Allahü teâlâda noksan sıfatlar yoktur. Maddelerin, cisimlerin, arazların, yâni hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzaktır. Allahü teâlânın sıfatları, zâtının ne aynı ne de gayrıdır. Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmiyen bir kimse, O’nu, Arşın üstünde sanır, yukarda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır.

Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir.. O’na, vâsi’ yâni geniş deriz. Fakat, bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, Muhît’dir. Yâni her şeyi çevirmiştir. Fakat; bu ihata, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir, O, karîb’dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! O’nun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile beraber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz.

Buna dâir akla gelen her şey yanlıştır deriz. Allahü teâlâ, hiç bir şeyle ittihat etmez, birleşmez. Hiç bir şey de O’nunla birleşmez. O’na hiç bir şey hulul etmez. O da, bir şeye hulul etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl (analiz), terkîb (sentez) edilmez. O’nun benzeri, eşi yoktur. Kadını, çocukları yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, numûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen her şeyden münezzehtir, uzaktır. İnsanlar O’nu anlıyamaz.

Allahü teâlânıh isimleri, Tevkîfî’dir. Yâni serî’atin sahibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. Serî’atin söylediği ismi söylemelidir. Serî’atin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylememelidir. Cevâd denir. Çünkü şerî’at, Cevâd demektedir. Fakat, yine cömerd mânâsında olan sehî ismi söylenemez. Çünkü şerî’at, O’na sehî dememiştir.

Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. O’nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Bununla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.

Mahlûklar, boğazlarındaki ses iplikçikleri, dil ve damakları ile konuşuyor, arzularını harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyorlar. Allahü teâlâ, ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da O’nundur. Yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki Kelâm-ı nefsî’si ve harf ve ses içinde bulunan Kelâm-ı lafzî’si hep O’nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecaz demek, yâni kelâm gibi demek, yanlıştır. Çünkü, mecaz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (âlâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) gönderilen kitâblar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahifelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, Ahkâm-ı ilâhiyyedir. Her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuştur. Kur’ân-ı kerîmin hepsine, Kur’ân-ı kerîm denildiği gibi bir parçasına da Kur’ân-ı kerîm denilir.

Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te, cihetsiz olarak, karşısında bulunmıyarak, nasıl olduğu anlaşılamayarak ve ihâtasız, yâni bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı âhırette görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, O’nu görmeği akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur. Felseseciler, mu’tezile ismindeki müslümanlar ve Ehl-i sünnet’ten başka bütün fırkalar buna inanmadılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar.

Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi onların işlerini de yaratıyor. İyi ve fena şeylerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden razıdır, beğenir. Fenalardan razı değildir, beğenmez, iyi ve kötü her iş, O’nun istemesi ve yaratması iledir. Mu’tezile fırkası ve bâzı sapık kimseler iyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akıl ve din bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, yâni Ehl-i sünnetin büyükleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) insanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sir ediyor dedi ve bu te’sire kesb ismini verdiler. Çünkü, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyarî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, suâle ve cezaya sebeb olmakta, insan, sevâb veya günah kazanmaktadır.

Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabul edenlere Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azabı ile korkutmuşlardır. Onların, Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun şerî’ati kıyamete kadar bakidir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, O’nun şerî’ati ile amel edecek, yâni O’nun ümmeti olacaktır.

Peygamber efendimizin mi’râcı uyanık iken, kalb, ruh ve beden ile birlikte olmuştur; haktır. Allahü teâlâ, peygamberleri aleyhimüsselâm mucizelerle kuvvetlendirdi. Muhammed aleyhisselâmın kıyametten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i erdin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyamette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terazide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevabı ağır gelen, Cehennem’den kurtulacak, az gelen, ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır. Aşağı inen hafiftir.

Orada önce peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslimât), sonra sâlih kullar yâni Evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan mü’minlere şefaat edeceklerdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim.” Cehennem’in üzerinde sırat köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennet’e gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehennem’e düşeceklerdir.

Mü’minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Kıyamette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra, ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennet’e girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennet’ten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehennem’e girince, Cehennem’de sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması caiz değildir. “Onların azâbları hafifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennem’den çıkarılır ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü’minleri Cehennem’de zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hürmeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyan etmeleri caiz değildir. Emir olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yoktur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan bâzılarını peygamber olarak seçmiştir. Diğer meleklere vahy, haber götürmek vazifesi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin (aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât) kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. Meselâ En’âm sûresini Cebrail aleyhisselâm ile birlikte yetmiş bin melek getirmiştir. Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüpheli, ihtimalli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.

Îmân: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında yazılı olan, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. (Her lisân ile söylemenin caiz olduğu, Dürr-i yektâ’da yazılıdır.) İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Maruf’e (aleyhirrahme), îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü îmân, kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir, îmânın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, peygamberlerin (aleyhimüsselevâtü vetteslîmât) îmânları gibi olmaz. Çünkü, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin zirvesine varmıştır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakta, peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (aleyhirrahme); “Ben elbette mü’minim” demelidir, diyor. İmâm-ı Şafiî (aleyhirrahme) ise; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken; “Ben elbette mü’minim” demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir. Fakat, burada da, şüpheli söylemektense, elbette demek daha iyidir.

Mü’minin, büyük dahî olsa, günah işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günahı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabul edeceğini vâd buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlâya kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini affederek Cennet’e sokar, isterse Cehennem’de ateş ile veya sıkıntılar ile, günahları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennet’e girer.

Çünkü, âhırette merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lütfü, inâyeti ile kavuşacaktır.

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’dan sonra, (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) müslümanların halîfesi, yâni Peygamber efendimizin aleyhisselâm vekili ve müslümanların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk’dır (radıyallahü anh). Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûk’tur (radıyallahü anh). Ondan sonra, Osman-ı Zinnûreyn (radıyallahü anh), ondan sonra Ali ibni Ebî Tâlib’dir (radıyallahü anh). Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikteki sırası gibidir. Peygamber efendimizin Cennet’le müjdelediği Aşere-i mübeşşere ismi verilen on Eshâb-ı kiramın Cennet’lik olduklarına şehâdet etmek haktır. Bunlar peygamberlerden sonra Cennet’e gireceklerdir. Bu on sahâbî, Ebû Bekr Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyy-ül-Mürtezâ, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Sa’îd bin Zeyd’dir (radıyallahü anhüm). İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekte ise, Fâtıma daha ileridir.

Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân arasıhdaki muharebeler, meselâ Deve ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzuları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Her biri, kendi içtihadına göre hareket etmiştir. İctihâdlarına uymayanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmıştır. İçtihadı doğru olanlara iki veya on sevâb, isabet etmeyenlere de, bir sevâb vardır. Bu muharebelerde Emîr yâni Ali (radıyallahü anh) haklı idi. Ona uymayan ictihâdlar doğru değildi. Fakat, hiç birine dil uzatılamaz.

Muhbir-i sâdık yâni hep doğru haber verici, kıyamet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, Yanlışlık olamaz. O zaman güneş âdet dışı olarak garbdan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, Deccâl çıkacak, Ye’cûc Me’cûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. Dâbbet-ül-erd denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından dua edip; “Yâ Rabbî! Bu azabı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır. Aden, Yemen’dedir.

Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâl yemekten razıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer. “Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.

Günahları önemsememek, dînin emirleri ile alay etmek küfürdür.

Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yâhud herhalde O’ndan emîn olmak da küfürdür.

Sağ olanların ölülere duasında, ölüler için fayda vardır.

İnsanlardan olan Resûller, meleklerin Resûllerinden, meleklerin Resûlleri yâni peygamberleri müslümanların avamından üstündür. Müslümanların avamı ise, meleklerin avamından üstündür.

İslâm’ın temeli beştir. Bunlar; Kelime-i şehâdet, namaz, oruç, zekât ve hacdır.

Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.

Matem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz; “İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için matem tutmaktır” buyurdu.

Resûl-i ekreme, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyaya tevessül ederek, yâni onları vesîle ederek, dua etmek; duanın kabulüne sebeb olur.

Dînî deliller, müctehidler için dörttür; Kitap, sünnet, icmâ’-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâ: Avamın delîli; müctehidin fetvâsıdır.

Tenasühe, yâni Ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.

Peygamberimizin mucizesi, evliyanın kerameti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.

Her ümmetteki evliyanın kerameti, kendi peygamberlerinin mû’cizesidir. Hiç bir velî, bir peygamber derecesine yetişemez.

Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Resûl-i ekrem efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir ve büyük felâkettir.

Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.

Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günah.

Farz olan ameller; Allahü teâlânın emri, meşiyyeti, muhabbeti, rızâsı, kaza sı, kaderi, yaratması, hükmü, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.

Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı, kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-muhfûza yazması iledir.

Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir. Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi’li iledir.

Sûr haktır. O, İsrâfîl aleyhisselâmın üfleyeceği bir borudur. İki defa üflenir. Birincisinde, bütün canlılar ölürler. İkincisinde de, tekrar dirilirler.

Binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikâd esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.

KİMLER EHL-İ SÜNNETTİR?

Ahmed-i Nâmık-ı Cami, Miftâh-un-necâî kitabında Ebü’l-Hasen bin Ali’den (radıyallahü anh) şöyle bildirmiştir. Resûlü ilah sallallahü aleyhi ve sellem, Ehl-i sünnet’in kavuşacağı nîmetleri saymaları üzerine, Eshâb-ı kiram, aleyhimürrıdvân dediler ki: Tâ Resûl allah! Bir kişinin sünnet ve cemâat üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?” Buyurdular ki: “Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir. 1-Cemâati terk etmez, 2-Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez, 3-Bu ümmete (müslüman ümmete) kılıçla karşı çıkmaz, kılıç çekmez. 4-Kaderi tekzîb etmez (kadere inarır), 5-îmânda şüphe etmez, 6-Allahü teâlânın dininde münazaa (itiraz, münâkaşa) etmez, 7-Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmayı terk etmez, 8-Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9-Seferde ve hazarda (mukim iken ve yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10-iyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz, kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati terk etmiş olur.”