HUNEYN VE TÂİF GAZVESİ - kainatingunesi.com

Resûlullah efendimizin Mekke’nin fethinden sonra müşriklerle Huneyn ve Tâif’te yaptığı savaş. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, 629 (H. 8) senesinde, Mekke’yi fethetmek niyetiyle Medine’den çıktıkları zaman, Mekkeçevresinde oturan Hevâzin ve Sakîf isimli iki büyük kabîle; “Müslümanlar bizim üzerimize yürüyecek” zannı ile savaşmak için hazırlık yapmaya başladılar. Âlemlerin efendisinin, Mekke’yi fethetmek için geldiğini öğrendiklerinde biraz rahatlamışlarsa da; “Kureyşlilerden sonra sıra muhakkak bize gelecektir” düşüncesiyle hazırlıklarına hız verdiler. Ayrıca; “Yemîn ederiz ki, müslümanlar iyi çarpışan bir kavimle karşılaşmadılar. O, bizim üzerimize yürümeden biz O’nun üzerine yürüyelim de harbetmek nasıl olurmuş gösterelim” dediler. Hevâzin reîsi Mâlik bin Avf kumandasında yirmi bin kişilik çok güçlü bir ordu ile harekete geçtiler. Askerin cesaretini kırmak ve zoru görünce kaçmamak için bütün kıymetli mallarını, kadın ve çocuklarını da beraber götürüyorlardı.

Bu haber kısa zamanda Mekke’de duyuldu. Fahr-i kâinat efendimiz, haberin doğruluğunu anlamak için Abdullah bin Ebî Hadred’i (radıyallahü anh), Hevâzin kabilesine gönderdi. Hazret-i Abdullah, kılık-kıyâfetini değiştirerek düşmanın içine girdi. Fikirlerini ve hareket tarzlarını öğrenip durumu hemen sevgili Peygamberimize bildirdi.

Resûl-i ekrem efendimiz, derhâl şanlı Eshâbını topladı. Mekke’ye, yirmi yaşındaki Attâb bin Esîd hazretlerini vali yaparak sür’atle yola çıktı. On iki bin kişilik ordusu ile müşrik Hevâzin ve Sakîf kabîlelerini, karargâhlarında bastırmak istiyorlardı. Müçâhidlerin sancağını hazret-i Ali taşıyor, öncü kuvvetlerin kumandanlığını da Hâlid bin Velîd hazretleri yapıyordu. Âlemlerin efendisi, miğferini ve üst üste zırhını giymiş, Düldül ismindeki katırına binmişti. Şevval ayının on birinci günü Huneyn vadisine varıldı. O gece, Server-i âlem efendimiz ordusunu teftiş edip, harp düzenine soktu. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, harekete geçti.

Müşriklerin kumandanı, geceden istifâde ederek Huneyn vadisinin iki yamacına ordusunu yerleştirmiş, pusu kurmuştu. Önde, birlikleri ile giden Hâlid bin Velîd hazretleri, pusudan habersiz, geçide doğru atını sürmüştü. Sabahın alaca karanlığı, düşmanı görmeyi engelliyordu. Bir anda binlerce ok, mücâhidlerin üzerine yağmaya başladı. Bu beklenmedik ok yağmurundan kurtulmak için, mücâhidlergeri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bu hızlı geri dönüş, arkadan gelen askerlerin, düzenini karıştırdı. Onlar da geri çekilmek için dönüş yaptığında, yirmi bin kişilik düşman birliklerinin, sel gibi vadiye akmaya başladığı görüldü. Sevgili Peygamberimiz tek başına, hücûma kalkan müşriklere doğru ileri atıldı. Yalnız hazret-i Abbâs, hazret-i Ebû Bekr ve yüz kadar kahraman sahâbî ölmeği göze alıp Resûl-i ekrem efendimize yetiştiler. Vücûdlarını, sevgili Peygamberimize kalkan yaptılar. Hazret-i Abbâs, katırın dizginini Süfyân bin Haris (radıyallahü anh) da üzengisini tutarak hızını kesmeye, Resûlullah efendimizin düşman birliklerinin arasına dalmasına mâni olmaya çalışıyorlardı. Âlemlerin efendisi, Allahü teâlânın dîninin yok olacağına üzüldüğünden; “Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medineliler! Ey Semüre ağacının altında bî’at eden sahâbîler!” diyerek seslen!” buyurdu. Hazret-i Abbâs, iri yapılı gür sesli ve heybetli idi. Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulurdu. Bütün gücü ile; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında, Peygamberimize söz veren Eshâb! Dağılmayınız! Buraya toplanınız!” diyerek bağırdı. Bunu işiten Eshâb-ı kiram, geri dönmek istediler. Fakat hayvanlarının pek ziyâde ürkmesi geri dönmelerine mâni oluyordu. Nihayet zırhını, kılıcını ve mızrağını alıp hayvanlarından kendilerini atmak mecburiyetinde kaldılar. Sür’atle Resûlullah efendimizin yanına yetişip, düşmanla müthiş bir çarpışmaya girdiler. “Allahü ekber!” sadâları yeri göğü inletiyor, düşmanı korkutup dehşete düşürüyordu. Bedr’de, Uhud’da, Hendek’te ve Hayber’de pek büyük kahramanlık gösteren Eshâb, bilhassa hazret-i Ali, Ebû Dücâne, Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anhüm), kahramanca çarpışıyor, düşmanı saf dışı edip geri püskürtüyorlardı. Âlemlerin efendisi, Eshâbının canlabaşla yaptığı bu çarpışmayı tâkib ediyor, mübarek dudaklarından; “Allah’ım! Bize yardımını indir. Şüphesiz sen, onların bize galip gelmesini istemezsin!” duaları işitiliyordu. Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâya olan yalvarmaları arasında, yerden bir avuç kum aldı. “Yüzleri kara olsun!” buyurarak müşriklerin üzerine savurdu. Sevgili Peygamberimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerinden gözlerine kum dolmadık kimse kalmadı. Melekler de yardıma gelmişti. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâya and olsun ki, onlar, bozguna uğradılar” buyurdular. Müşrikler, bozulmaya, geri dönüp kaçmaya başlamışlardı. Geri döndükçe peşlerinde şanlı Sahâbîleri görüyorlar, harp meydanına getirdikleri hanımlarını, çocuklarını ve mallarını bırakarak son sür’atle kaçıyorlardı.

Harp meydanında yetmiş ölü, altı Wn esir ve hadsiz hesapsız mal bırakmışlardı. Kaçanların bir kısmı Tâif kalesine sığındı, bir kısmı da Nahle’ye, Evtas’a gittiler. Kumandanları Mâlik bin Avf, Taife sığınanlar arasında idi. Eshâb-ı kiram onları bir müddet tâkib etti. Evtas’da yine şiddetli çarpışmalar oldu. Düşman yine bozguna uğradı.

Allahü teâlânın izni, Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin himmeti bereketi ile zafer yine müslümanların olmuştu. Dört şehîd verilmiş, bâzı sahâbîler de yaralanmıştı. Hâlid bin Velîd hazretlerinin de yaralı olduğunu işiten sevgili Peygamberimiz, yanına varmış, yarasını mübarek elleri ile sıvazlayınca, yara ânında iyi olmuştu.

Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, Taife kaçan düşmanın da üzerine yürüyerek kesin netîceyi almak istiyordu. Mekke’ye yakın olan bu kale, küfrün son, fakat en muhkem kalelerinden biri idi. Peygamber efendimiz, hicretten önce Taife gelip, bir ay onlara nasîhat etmişti. Fakat Tâifliler, Âlemlerin efendisine görülmedik işkence ve zulümde bulunmuşlardı. Hattâ mübarek ayaklarını kan içinde bırakmışlardı. Efendimiz, burada Zeyd bin Harise hazretleri ile hayâtının en acıklı ve en ızdıraplı günlerini yaşamıştı. Sevgili Peygamberimiz, Hâlid bin Velîd hazretlerini önden gönderdi. Şanlı Eshâbıyla, kendileri arkadan Tâif önlerine geldiler. Sakîf kabilesi, muhkem olan kalelerine, önceden bol mikdârda yiyecek depo etmişlerdi. Eshâb-ı kiramın geldiğini görünce, kapılarını kapatıp savunmaya geçtiler. Kalenin yakınlarına kadar sokulan mücâhidlere ok atışları ile karşılık veriyorlardı ve savaş bu şekilde devam ediyordu. Tâifliler bir türlü kaleden çıkıp, meydanda göğüs göğüse çarpışmaya cesaret edemiyorlardı.

Eshâb-ı kiramdan bâzıları, kalenin içine mancınıkla taş atılmasını teklif ettiler. Peygamber efendimiz, uygun görüp, mancınıklar yaptırdı. Onlarla müşriklere taş attırarak muhasaraya devam etti. Eshâb-ı kiram, canla başla uğraşıyor, bir an önce kaleyi fethetmeye çalışıyorlardı. Bu arada on dört sahâbî şehâdet mertebesine kavuşmuştu. Fakat kalenin çok muhkem olması fethi engelliyordu.

Muhasaranın yirminci gününe doğru bir gece, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, rüyasında, kendisine hediye edilen bir kap dolusu tereyağının bir horoz tarafından gagalanarak yere döküldüğünü gördü. Bunu, Tâifin bu sene fethedilemeyeceğine yorarak muhasarayı kaldırdı.

Merhamet deryası olan sevgili Peygamberimiz, bundan sekiz sene önce kendisine eziyet eden Tâifliler için; “İzin verirsen, şu dağları başlarına çevireyim” diyen meleğe; “Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim. İstediğim tek şey, Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, Hak teâlâya hiç bir ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır”buyurmuştu. Şimdi de merhamet buyurup; “Yâ Rabbî! Sakîflilere doğru yolu göster! Onları bize getir!” diye dua ediyordu.

Habîb-i ekrem efendimiz, Eshâbı ile Tâiften ayrılıp Huneyn’de ele geçirilen esirler ve ganimetlerin toplandığı Cirâne’ye geldi. Altı bin esirin yanı sıra yirmi binden ziyâde büyük ve kırk binden ziyâde küçük baş hayvan ile hesapsız zînet eşyası ganimet alınmıştı. Onları, hak sahibi mücâhidlere paylaştırdı. O sırada Hevâzin kabilesinden bir hey’etin, huzura kabul edilmek için istirhamda bulundukları öğrenildi. Sevgili Peygamberimiz, onları kabul etti. Hey’et, Hevâzin kabilesinin toptan müslüman olduğunu bildirince, Âlemlerin efendisi, çok memnun olmuşlardı. Bunun üzerine kendisine düşen esirleri, derhâl âzâd edip, geri verdi. Eshâb-ı kiram da aynı şekilde sevgili Peygamberimizi tâkib etti. Resûlullah efendimizin bir merhameti, bir anda altı bin esirin hürriyetine kavuşmasına sebeb olmuştu. Bu haber, Taife sığınan Hevâzin kabilesinin reisi, Mâlik bin Avf’a ulaştırıldığında o da gelip müslüman olmuş, Peygamber efendimiz, onu ihsanlara boğmuştu.

Artık, burada yapılacak iş kalmamıştı. Kâinatın sultânı her zaman olduğu gibi muzaffer olarak, Eshâb-ı ile Mekke’ye döndü. Attâb bin Esîd’i (r. anh), Mekke’ye vali yaptı. Mu’âz bin Cebel hazretlerini de din bilgilerini öğretmek için bıraktı. Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, umresini yaptıktan sonra şanlı Eshâbı ile tekrar Medine’nin yolunu tuttular…

Bir sene sonra Tâifliler, müslüman olmak için altı kişilik bir hey’eti, Medine’ye sevgili Peygamberimizin huzuruna gönderdiler. Âlemlerin efendisi, bir sene önce Tâif’ten ayrılırken; “Yâ Rabbî! Sakîflilere doğru yolu göster! Onları bize getir” diye dua etmişti. İşte şimdi Sakîfliler, müslüman olmak için gelmişlerdi: Resûl-i ekrem efendimiz, onların müslüman olmalarına çok sevinip, kendilerine bâzı imtiyazlar vererek Taife gönderdi. Başlarına Osman bin Ebi’l-Âs hazretlerini vali tâyin etti.