Reci’ vak'ası - kainatingunesi.com

Reci’ vak’ası

Uhud gazâsının has okçu­larından Âsım bin Sâbit hazretleri, bu gazâda müşriklerden Müsâfi bin Talha ile kardeşi Hâris’i öldürmüştü. Anneleri çok kin gütmekle meşhur olan Sülâfe binti Sa’d, oğullarının iki­sini öldüren Âsım bin Sâbit hazretlerinin başını getirene, yüz deve vereceğini vâd etti. Hazret-i Âsım’ın kafatasında şarab içmeye and içti. Ayrıca Resûlullah efendimizin gönderdiği bir seriyyede, Abdullah bin Üneys’in, Lıhyânoğul-larından Hâlid bin Süfyân’ı öldürmesi sebe­biyle, Lıhyânoğulları, Adel ve Kare kabîleleriyle anlaştı. Medîne civarında bulu­nan bu iki kabîle bir plan yapıp, elçiler hazırladılar. Onlara; “Müslüman olduğunuzu söylersiniz.” Zekât vereceğiz, bunu almak ve bize islâm’ı öğretmek üzere muallim istiyoruz” dersiniz. Gelenlerin bir kısmını öldürür, öcü­müzü alırız. Bir kısmını da Mekke’ye götürüp Kureyş’e satarız” dediler.

Hicretin dördüncü yılının Safer ayında, bu iki kabîleden altı veya yedi kişilik bir hey’et, Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; “Müslüman olduk, bize Kur’ ân-ı kerîmi ve dîni öğretecek muallimler gönder” dediler. Bu sırada sevgili Peygamberi­miz, Mekkeli müşriklerin savaş hazırlığı içinde olup olmadıklarını kontrol etmek üzere, on kişiden meydana gelen bir seriyye hazırla­mıştı. Adel ve Kare kabîlesinden de böyle bir heyetin gelip muallim istemeleri üzerine, durumu araştırmak, inceleyip, bildirmek üzere bu on kişilik keşif kolunu gelenlerle bir­likte gönderdi. Eshâb-ı kirâmdan kurulan bu seriyyede; Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bir Târik, Mu’attib (Mugir) bin Ubeyd ve isimleri bilinmeyen üç sahâbî daha vardı.

Bu keşif kolu, gündüzleri gizlenip, geceleri yürümek suretiyle bir seher vakti Recî’ suyu­nun başına geldiler. Orada bir müddet dinle­nip, Acve denilen iyi cins Medîne hurmasından yediler. Sonra oradan ayrılarak, yakınlarındaki bir dağa çıkıp gizlendiler. Huzeyl kabîlesinden koyun güden bir kadın da Reci’ suyunun başına gelmişti. Hurma çekirdeklerini görüp, Medîne hurması yendiğini anladı. “Buraya Medîne’den gelenler olmuş” diye bağırarak, kabîlesine haber verdi. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan bu on kişilik seriyyenin yanında bulunan Adel ve Kare kabîlesinin hey’etinden biri, bir bahâne ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyânoğullarına gidip, haber verdi.

Lıhyânoğulları bu haber üzerine harekete geçtiler. Yüzü okçu olmak üzere, iki yüz kişilik bir kuvveti bu küçük seriyyenin üzerine gön­derdiler. Gelen bu müşrik sürüsü, hazret-i Âsım bin Sâbit ve arkadaşlarını dağın tepe­sinde bularak kuşattı. Bu arada, on sahâbînin ahvâlini, müşriklere haber veren kişi de onlara katıldı. Eshâb-ı kirâm, o anda aldatıldıklarını anladılar ve harbe karar vererek, kılıçlarını çek­tiler. Bunu anlayan müşrikler, onları kandır­maya çalışıp; “Eğer yanımıza inerseniz, hiç birinizi öldürmeyeceğiz. Kesin söz veriyoruz. Vallahi sizleri öldürmek istemiyoruz. Fakat size karşı Mekkelilerden fidye koparmak istiyoruz” dediler. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr; “Müşrikle­rin sözlerini ve ahidlerini hiç bir zaman kabûl etmeyiz” diyerek bütün tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit hazretleri; “Hiç bir zaman müş­riklerin himâyelerini kabûl etmemeğe yemîn ettim. Vallahi onların himâyelerine ve sözlerine kanarak aşağı inip de teslim olmam” dedi. Ellerini açtı; “Allah’ım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et” diyerek duâ etti. Allahü teâlâ, hazret-i Âsım’ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimizi, onlardan haberdâr etti.

Hazret-i Âsım, müşriklere; “Biz ölmekten korkmayız. Çünkü, dînimizde basîretliyiz (ölünce şehîd olur Cennet’e gideriz)” buyurdu. Müşriklerin reîsi; “Ey Âsım! Kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!” deyince; Âsım bin Sâbit (r.anh), okla karşılık verdi. Ok atarken;

“Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok.

Yayımın kalın teli gerilmiştir.

Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir.

Mukadderâtın hepsi başa gelicidir.

İnsanlar er-geç Allah’a rücû’ edicidir.

Eğer ben sizinle çarpışmazsam; anam,(üzüntüsünden) aklını kaybeder.” mısra’larını okuyordu. Âsım’ın (r.anh) sada­ğında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince, bir çoğunu da mızrağıyla delik deşik etti. Fakat mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. (Bu; ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmaya­cağım mânâsına gelirdi.) Sonra da; “Ey Allah’im! Ben bugüne kadar senin dînini hıfz ettim. Senden, bu günün sonunda benim vücûdumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum” diye duâ etti. Hazret-i Âsım bin Sâbit’in ve diğer sahâbîlerin; “Allahü ekber!” nidâları, dağları inleti­yordu. İki yüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar, yaptıklarının cezasını görüyorlardı. Âsım (r.anh), en sonun­da iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, ondan çok korktukları için, yere düşünce bile yanına yaklaşamadılar ve uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün oradaki on sahâbîden yedisi şehîd, üçü de esir edildi. Lıhyânoğulları, Sülâfe binti Sa’d’a satmak için, Âsım bin Sâbit’ in (r.anh) mübârek başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, hazret-i Âsım bin Sâbit’in duâsını kabûl buyurduğundan, bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit’in (r.anh) üzerinde durdular. Müşrikler yanına yaklaşa­madı. Sonunda; “Bırakın, akşam olunca arılar dağılır, biz de başını kesip götürürüz” dediler. Akşamleyin Allahü teâlâ şiddetli bir yağmur yağdırdı. Derelerden seller aktı ve Âsım bin Sâbit hazretlerinin mübârek cesedini alıp, bilinmeyen bir yere götürdü. Ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Bunun için müşrikler, Âsım bin Sâbit hazretlerinin hiç bir yerini kes­meye muvaffak olamadılar. Arıların, Âsım’ı (r.anh) korudukları hâdisesi zikredildiği zaman, hazret-i Ömer; “Allahü teâlâ elbette mü’min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında mû’şrikferden nasıl korundu ise, Allahü teâlâ da ölümünden sonra cesedini muhâfaza edip, müşriklere dokundurmadı” buyurdu. Bunun için Âsım bin Sâbit (r.anh) yâd edilirken; “Arıların koruduğu kimse” diye anılırdı.

Lıhyânoğulları, başta Âsım bin Sâbit olmak üzere yedi sahâbîyi şehîd ettiler. Üç sahâbîyi de esir aldılar. Esir edilen üç sahâbî; Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târik (r.anhüm) idi. Lıhyânoğulları, üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. İçlerinden Abdullah bin Târik (r.anh), Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için karşı koydu. “Şehîd edilen arkadaşlarım Cennet’le şereflendiler” diyerek haykırdı. Ellerinin bağını kopardı, fakat Lıhyânoğulları, taşa tuta­rak onu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne hazretleri; “Resûlullah’ın verdiği keşif vazifesini yapmaya belki imkân buluruz” düşüncesi ile sabrettiler.

Lıhyânoğulları, her ikisini de Mekke’ye götürdüler. Bedr ve Uhud savaşlarında yakın­ları öldürülen müşrikler, kin ve intikam hırsı ile tutuşuyorlar ve fırsat arıyorlardı. Hubeyb’i (r.anh), müşriklerden Huceyr bin Ebî İhâb-ı Temîmî, Bedr savaşında öldürülen kardeşinin; Zeyd bin Desinne’yi de (r.anh), Safvân bin Ümeyye, Bedr savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halefin intikâmını almak üzere satın aldılar. Müşriklerin niyeti her ikisini de öldürmekti. Fakat savaş yapmayı yasak say­dıkları aylarda bulunduklarından, hapsetmek sûretiyle zamânın geçmesini beklediler. Ayrı ayrı yerlerde haps ettiler. Her iki sahâbî de bu esâret karşısında büyük bir sabır, tâkat ve asâlet gösterdiler.

Hubeyb bin Adiy’in (r.anh) hapsedildiği evde bulunan ve âzâdlı bir câriye olan Maviye (bu hanım, daha sonra müslüman olmuştur) şöyle anlatmıştır: “Hubeyb (r.anh), benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben, ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım, elinde ibrik gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mev­simde, hem de Mekke’de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü teâlâ, ona rızık veri­yordu. Hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar ve ona acır­lardı. Bâzan; “Bir isteğin var mı?” diye sordu­ğumda; “Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de, beni öldü­recekleri zaman önceden haber ver, başka bir şey istemem” derdi, öldürüleceği gün kararlaştırılınca, gidip kendisine söyledim. Bunu öğrenince, en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri göstermedi. O gün yaklaşınca. ölmeden önce vücut temizliği yapmak istedi­ğini söyledi ve bir ustra istedi. Ben de çocuğu­mun eline bir ustura verip gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum. “Eyvah! Bu adam, çocuğu ustura ile keser. O nasıl olsa öldürülecek” dedim. Koşup çocuğa baktım. Hubeyb (r.anh), gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok kor­kup, feryâd etmeye başladım. Durumu anla­yınca; “Bu çocuğu öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve sânımızdan değildir” dedi.

Hubeyb bin Adiy’i ve Zeyd bin Desinne’yi (r.anhümâ) öldürmek için müşriklerin karar­laştırdığı gün gelmişti. O gün sabah erkenden zincirlerini çözüp, Mekke dışında Temîm deni­len yere götürdüler. Mekke halkı ve müşrikle­rin ileri gelenleri, bunların îdâmını seyretmek üzere toplanmıştı. Etrâfta büyük bir kalabalık vardı.

Müşrikler, esirleri îdâm edecekleri yerde iki darağacı kurmuşlardı. Hubeyb’i (r.anh) darağacına kaldırıp bağlamak istedikleri sırada; “Beni bırakınız, iki rekat namaz kılayım” dedi Bıraktılar; “Kıl orada” dediler. Hubeyb (r.anh) hemen namaza durup, huşu ile iki rekat namaz kıldı. Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitir­dikten sonra; “Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım” dedi. Böyle îdâm edilirken iki rekat namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan hazret-i Hubeyb bin Adiy’dir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onun îdâm edilir­ken iki rekat namaz kıldığını işitince, bu hare­ketini yerinde ve uygun bulmuştur.

Hubeyb’i (r.anh), namazını kıldıktan sonra, darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü, kıb­leden Medîne’ye doğru çevirdiler. Sonra; “Haydi dîninden dön! Seni serbest bırakalım” dediler. Şöyle cevap verdi: “Vallahi dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse, yine İslâmiyet’ten dönmem!” Bu cevâbı alan müş­rikler; “Şimdi senin yerine Muhammed’in olmasını, onun öldürülmesini ister misin? Evet dersen, kurtulur, evinde rahat rahat oturursun!” dediler. Hubeyb (r.anh); “Ben, Muhammed aleyhisselâmın ayağına bir dike­nin batmasına bile asla râzı olmam!” dedi. Müşrik­ler alay edip, gülüşerek; “Ey Hubeyb! İslâm dîninden dön! Eğer dönmezsen, seni muhak­kak öldüreceğiz!” dediler. Hubeyb (r.anh); “Allahü teâlâ yolunda olduktan sonra, benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur” diye karşılık verdi.

Bundan sonra Hubeyb (r.anh); “Allah’ım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz gör­müyorum. Allah’ım! Benden, Resûlüne selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir!” diyerek duâ etti ve; “Esselâmü aleyke yâ Resûiallah” dedi. Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada, sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise (r.anh) şöyle anlatmıştır: “Bir gün Resûlullah, Eshâbıyla otururken; “Ve aleyhisselâm” dedi. Eshâb-i kirâm; “Yâ Resûlallah! Bu kimin selâ­mına karşılıktır” dediler. “Kardeşimiz Hubeyb’in selâmına karşılık. Cebrâil (aleyhisselâm) Hubeyb’in selâmını bana ulaştırdı” buyurdu.

Hubeyb’in (r.anh) etrâfında toplanan Kureyş müşrikleri; “İşte, babalarınızı öldüren bu adamdır” diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar ve mübârek vücûdunu yara­lamaya başladılar. Bu sırada, Hubeyb’in (r.anh) yüzü Kabe’ye doğru döndü. Müşrikler, Medîne’ye doğru döndürdüler. Hubeyb; “Allah’ım! Eğer ben senin katında makbûl bir kul isem, yüzümü kıbleye çevir” diyerek duâ etti. Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiç biri, onun yüzünü Kâbe’den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnâda Hubeyb (r.anh), darağacı üzerinde, düşman arasında garip bir hâlde şehîd edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi. Müşrikler, ellerindeki mızrak­ları vücûduna saplayarak, işkence yapmaya başlayınca; “Vallahi ben müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra, vurulup, hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem! Bunların hepsi Allahü teâlânın yolundadır” dedi. Hubeyb (r.anh), bundan sonra müşriklere şöyle bedduâ etti: “Allah’ım! Kureyş müşriklerinin hepsini mahvet! Toplu­luklarını dağıt! Birer birer canlarını al, onları sağ bırakma!” Müşrikler bu bedduâyı duyunca çok korkup, bir kısmı oradan kaçıp uzaklaştı­lar. Kalanlardan bir kısmı mızraklarını peşpese saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb (r.anh), vücûdundan kanlar fışkırırken ve dara­ğacında sallanarak son nefesini verirken; “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek şehîd oldu.

Hubeyb bin Adiy’in (r.anh) cenâzesi, kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı. Sevgili Peygam­berimiz, onun cenazesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i (r.anhümâ) gönderdi. Gece, gizlice Mekke’ye girdiler. Hubeyb’i (r.anh) asıl­dığı darağacından indirip, deveye yükleyerek Medîne’ye doğru yola çıktılar. Durumu öğre­nen müşrikler, büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine yürüdüler. Her iki sahâbî kendilerini savunmak için, cenazeyi yere koydular. Biraz sonra cenazeyi bıraktıkları yerin yarılarak cesedi içeri alıp, kapandığını gördüler ve Medîne’nin yolunu tuttular.

Zeyd bin Desinne’yi de diktikleri ağaca bağladılar. Dîninden döndürmek için zorladı­lar. Fakat Zeyd’in îmânını kuvvetlendirmekten başka bir şey elde edemediler. Bunun üzerine Zeyd’i (r.anh) ok yağmuruna tuttular. Sonunda Safvân bin Ümeyye’nin âzâdlı kölesi Nistâs tarafından şehîd edildi.